Özgür Gürbüz/12 Ağustos 2018
Bildiğiniz gibi Türkiye'de de çok yaygın kullanılan roundup adlı ot öldürücü
nedeniyle kansere yakalandığını öne süren bir hastaya ABD'de 289 milyon dolar
tazminat ödenmesi kararlaştırıldı. Bir anlamda, ürünün kanserojen olduğuna dair
öne sürülen iddialara hukuki bir destek geldi. Dünya Sağlık Örgütü de 2015
yılında yaptığı açıklamada Monsanto adlı GDO'lu tohum üreticisinin ürettiği bu
ot öldürücünün "muhtemelen kansorejen" olduğunu söylemişti. İlgili
haberi BBC Türkçe'den
okuyabilirsiniz.
Glifosat konusu bu haberle
birlikte Türkiye'de de konuşulmaya başlandı. En sonunda. Bu konuda
BirGün gazetesinde üç yazı yazmıştım. Onları hatırlatmakta fayda olduğunu
düşünüyorum. İlk yazıda da şu talep vardı: "Glifosat
konusunda da geç kalınıyor. Eldeki verilere bakılarak, Dünya Sağlık Örgütü,
Sağlık ve Çevre Birliği gibi örgütlerin uyarılarını ciddiye alarak, glifosatın
Türkiye’de satışına ve kullanılmasına hemen, en azından tedbir amaçlı bir yasak
konulması gerek".
Bu talebi şimdi yeniden tekraralamak ve bu ot
öldürücülerin Türkiye'de kullanılmasını yasaklamalıyız. Her geçen gün risk
artıyor."
Tüm yazılar kronolojik halde burada:
12 Şubat 2016 - GDO
ve kanser konusunda bir uyarı daha
20 Mayıs 2016 - Faruk Çelik'e bir çağrı
27 Mart 2017 - GDO'ya alışmayın
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
GDO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GDO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GDO’ya alışmayın
Özgür Gürbüz-BirGün/27 Mart 2017
Adana’da ekmek
katkı maddelerinde GDO’lu soya çıktığı iddiası Gıda Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı’nca doğrulanmadı. GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) bir türün
yabancı genlerle genetik yapısının değiştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Bakanlık Adana’da
fırınlardan örnek almış ve GDO’ya rastlamamış. İyi haber elbette ama eskiler, “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” diye
boşuna dememişler. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Adana’yla
ilgili iddiaları yanıtlarken dumanla işaret vermeye de başlamış aslında.
Çelik, bir yıl
içinde 11 bin 626 ithal üründe denetim yaptıklarını, 105’inde GDO bulduklarını ve söz konusu
ürünleri geri gönderdiklerini söylüyor. Yuvarlarsak, kontrol edilen her 100
üründen birinde GDO çıkmış diyebiliriz. İç piyasada yapılan denetimlerde de
yedi çeşit soya kıymasında GDO bulunmuş. Bu daha da vahim çünkü iç piyasa
deniyor. Sınırdan içeri girmiş. Türkiye’de GDO’lu gıda ürünü satmak, yetiştirmek
yasak. Bunu bilmelerine rağmen GDO’lu ürün ithal edenler ya da bu konuyu
önemsemeyip şansını deneyenler var ki kontrollerde yakalanıyor. Her ürünü
kontrol edemeyeceğimiz de ortada. Kontrole takılmayan gıdanın soframıza kadar
yolu var. Sonra; ayıkla mantının
GDO’sunu… Ayıklayabilirsen!
Türkiye’de bir
süredir GDO’lu yem ithaline izin veriliyor. Büyük çiftliklerdeki hayvanlar,
tavuklar ithal edilen GDO’lu soya ve mısırla besleniyor. Doğrudan GDO
yemiyorsanız bile beyaz ve kırmızı et yiyorsanız, büyük bir olasılıkla
vücudunuz GDO ile tanışmış olabilir. Asıl mesele de bu. Siz, GDO konusunda
savunmanızı düşürür, ülkeye bir şekilde girmelerine izin verirseniz onun arkası
gelir. Ülkeyi gemi gibi düşünün. Gemi su almaya başlayınca batması kaçınılmaz.
Bir de böyle
anlatalım. Çin’de neden çok sayıda bıçaklı saldırı oluyor biliyor musunuz?
Silah yasağı yüzünden. Ülkede silah taşımak yasak, ciddi yaptırımlar var. O
nedenle de yasa dışı bir işe heveslenenler çoğu zaman bunu evindeki eşyalarla
yapmak zorunda kalıyor. Nüfuslarımız kıyaslanamaz bile ama Türkiye’de silahlı
saldırı sayısı Çin’den çoktur çünkü avcıydı, izindi derken neredeyse herkesin
elinde silah var. Silahı tümden yasaklamadan silahlı saldırıları, ölümleri
durdurmak zor. GDO da aynı hesap. Bir kez kapıyı açar, engelleri
hafifletirseniz, mantınızdan da çıkar, ekmeğinizden de.
Konuyla ilgili
Bianet’e yazan Bülent Şık’ın sorduğu iki önemli soruyu da tekrar etmeden
geçmeyelim. Şık, son beş yılda ithal edilen GDO’lu soya ve mısır miktarıyla, yem
endüstrisi tarafından kullanılan GDO’lu soya ve mısır miktarının açıklanmasını
istemiş. İthalat kullanılandan azsa o farkın piyasada kullanıldığını bileceğiz.
Bunu bilmek hakkımız. GDO’lu soya kıyması nereden geldi sorusunun yanıtı belki
de Bülent Şık’ın sorduğu soruların yanıtlarında gizli.
GDO glifosat ilişkisi
Yemleri
hayvanlar yiyor bana bir şey olmaz diyenler de şu satırları dikkatle okusun. Bu
köşede daha önce de yazdık. Glifosat adında bir ot öldürücü var. Yabani otların
öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi artıyor. Glifosat ile GDO ayrılmaz ikili.
Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot ilacına (glifosat) dayanıklı hale
getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar vermeyeceğinden emin, ilaç kullanımını
arttırabiliyor. Dünya Sağlık Örgütü ise uyarıyor. Glifosat muhtemel
kanser yapıcı diyor. Soru şu: Glifosat GDO’lu yemler aracılığıyla hayvanlara
geçiyor mu, bu yemlerde glifosat var mı? İkinci soru da şu. Bu yemlerle
beslenen hayvanların etini yiyen insanlara geçiyor mu? Aslında soruların yanıtı ortada. Almanya hükümetinin yaptığı
araştırmalar 100 kişiden 40’ının
idrarında glifosat kalıntısına rastlamış.
Bu kansorejen
belaya ne kadar bulaştığımızı bilmek istiyorum. O yüzden de 20 Mayıs 2016’daki
yazımda Bakan Çelik ve bakanlığın üst düzey yetkililerini bağımsız bir merkezde
idrar tahlili yapmaya çağırmıştım. Avrupa Parlamentosu milletvekilleri bunu
yaptı. 13 ayrı ülkeden 48 milletvekilinin idrarında glifosat çıktı. Bakan Çelik
öncülük etsin. Tahlillerde glifosat çıkarsa eminim kendisi de konuyu daha yakından
takip eder ve Türkiye’de herkesin elini kolunu sallaya sallaya alabileceği bu
ot öldürücüleri yasaklar. GDO’lu yemlere izin veren kararı tekrar gözden
geçirip, Türkiye’de yem üretiminin yeniden canlanmasını sağlayacak tedbirleri
hayata geçirir. İthal yeme, GDO’ya “hayır”
der. Hayır demek sorunluysa onun da çaresi var. “Evet” demesin yeter.
Çevre ve başkanlık
Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ocak 2017
Başkanlık ya
da daha açık konuşmak gerekirse padişahlığın çevre mücadelesini nasıl
etkileyeceğini merak edenlere, bir örnekle neler olabileceğini açıklayalım.
Türkiye’deki çevre sorunlarında çoğunluğun aynı düşündüğü, mutabakata vardığı
konular azdır. GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) bunlardan biri.
Türkiye’de yapılan hemen hemen tüm anketlerde halkın GDO’ya hayır dediği
biliniyor. Gezici Araştırma tarafından yapılan bir ankette GDO’nun kötü bir şey
olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 79, GDO’lu ürün almam diyenlerin oranı ise
yüzde 83 çıkmıştı. Şimdi karamsar bir senaryo çizelim.
Varsayalım, MHP
ve AKP milletvekillerinden, “ben bu başkanlığa evet diyerek halkın yüzüne nasıl
bakarım” diyen 10 milletvekili çıkmadı ve şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde
görüşülen Anayasa değişikliği kabul edildi. Ülke başkanlıkla yönetilmeye
başlandı. Ve diyelim ki siz başkanlığın çalışmaya başladığı bir dönemde, Türkiye’de
GDO’lara karşı duran bir çevreci, çiftçi ya da sağlıklı gıda hakkını savunan
bir yurttaşsınız. Yediğiniz ürünün genetiğiyle oynanmasın, çoluğunuz çocuğunuzun
antibiyotik direnci zayıflamasın, türlü hastalıklarla yakalanma riskiyle karşı
karşıya kalmasın istiyorsunuz. Ya da Türkiye’de boğazına kadar derde batmış
çiftçiler, GDO’lu tohumlarla dev şirketlerin elinde oyuncak olmasın diye
çabalıyorsunuz.
Başlattığınız ‘GDO’ya
Hayır’ kampanyası halktan da büyük destek aldı. Anneler, babalar, çiftçiler ve
çevreciler yanınızda. Varınızı yoğunuzu ortaya koydunuz ve mücadeleniz sonucu
GDO karşıtı bir yasa Meclis’e geldi. Milletvekillerini Türkiye’de GDO’lu hayvan
yemi kullanımını yasaklayacak, ekime izin vermeyecek bir yasa hazırlama
konusunda ikna ettiniz. Kanun Meclis’ten de geçti, yıllar süren çabanızın
verdiği gururla eve dönmeye hazırlanıyorsunuz ama o da ne? Ülkenin Başkanı
(Cumhurbaşkanı) kanundan memnun değil, GDO’nun serbest bırakılmasını istiyor. Son
Anayasa değişikliğiyle kendisine verilen yetkiyi kullanıp, bir gerekçeyle
GDO’yu yasaklayan kanunun Anayasa’ya aykırı olduğunu öne sürüyor ve Anayasa Mahkemesi’nde
iptal davası açıyor.
Bugünkü
kurallar geçerli olsa Cumhurbaşkanı kanunu iki kez geri gönderebilir, Meclis
ısrar ederse üçüncüde mecburen kabul ederdi. Başkanlıkta öyle olmuyor, iş
Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor. Anayasa Mahkemesi’ne güveniyorsunuz, onlar da
sonuçta bu ülkenin insanları, yüzde 80’i gibi düşünüp GDO’ya hayır diyeceğini
sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Çünkü son değişiklikle üye sayısı 15’e
düşürülen Anayasa Mahkemesi’nin üç üyesi, üyelerini ‘Başkan’ın belirlediği YÖK
tarafından öneriliyor ve ‘Başkan’ tarafından seçiliyor. Dört üyesini doğrudan ‘Başkan’
seçiyor. Üç üyesi, ‘Başkan’ın iktidar partisi genel başkanı olarak kontrol
ettiği Meclis tarafından seçiliyor. Kalan beş üye de Yargıtay ve Danıştay'ın
gösterdiği adaylar arasından yine ‘Başkan’ tarafından seçiliyor.
Başkan’ın seçtiği üyeler Başkan’ın iradesine karşı mı gelecek? Haliyle, Türkiye’yi GDO’dan koruyacak kanun Anayasa Mahkemesi'nce iptal ediliyor çünkü tüm üyeler zaten Başkan’ın adamları. Başkan neden böyle bir karar versin? Nedeni çok. Konuyu yanlış biliyor olabilir, yanlış bilgilendirilmiş olabilir. Olmaz ya, yolsuzluğa meyilli olabilir, dev GDO şirketlerinden paraları cebe indirmiş olabilir. Bizim ülkemiz de hiç olmaz ama GDO karşıtları türbanlı bir bacımıza saldırdı, ben de gördüm diyen bir gazeteciye inanmış olabilir. Hadi, bunlar olmadı kandırılmış olabilir. Olasılığı yüksek. Sonuç? Halkın yüzde 80’inin iradesinin yerlerde süründüğü bir ülke. İşte tartışılan Anayasa değişiklikleri ve başkanlık denen ucube sistem bunu yapabilir. Halk oylamasında yüzde 51’i bulan bir başkan yüzde 80’i hiçe sayabilir. Bu sadece bir örnek; tek adam rejimi bunun gibi birçok adaletsizliğe zemin hazırlıyor.
Başkan’ın seçtiği üyeler Başkan’ın iradesine karşı mı gelecek? Haliyle, Türkiye’yi GDO’dan koruyacak kanun Anayasa Mahkemesi'nce iptal ediliyor çünkü tüm üyeler zaten Başkan’ın adamları. Başkan neden böyle bir karar versin? Nedeni çok. Konuyu yanlış biliyor olabilir, yanlış bilgilendirilmiş olabilir. Olmaz ya, yolsuzluğa meyilli olabilir, dev GDO şirketlerinden paraları cebe indirmiş olabilir. Bizim ülkemiz de hiç olmaz ama GDO karşıtları türbanlı bir bacımıza saldırdı, ben de gördüm diyen bir gazeteciye inanmış olabilir. Hadi, bunlar olmadı kandırılmış olabilir. Olasılığı yüksek. Sonuç? Halkın yüzde 80’inin iradesinin yerlerde süründüğü bir ülke. İşte tartışılan Anayasa değişiklikleri ve başkanlık denen ucube sistem bunu yapabilir. Halk oylamasında yüzde 51’i bulan bir başkan yüzde 80’i hiçe sayabilir. Bu sadece bir örnek; tek adam rejimi bunun gibi birçok adaletsizliğe zemin hazırlıyor.
Çevre
mücadelesinden bunun gibi halkın çoğunluğunun hayır dediği onlarca örnek
verilebilir. Şimdi soralım; tehlikenin farkında mısınız? Penguen medyasını kapatıp,
sosyal medyadan, kalan birkaç kanaldan Meclis’teki görüşmeleri izleyince siz de
tehlikenin büyüklüğünü fark edeceksiniz. Tepkinizi esirgemeyin. Demokrasi gökten
zembille inen bir mucize değil bir mücadeledir.
Tohumuna sahip çık
Özgür Gürbüz-BirGün/9 Aralık 2016
“Bozdurduğun
doları yarın tekrar alabilirsin ancak kaybettiğin tohumu bir daha bulamazsın”. Bir
Kızılderili olsaydım ve Türkiye’de yaşasaydım bugün söyleyeceğim söz herhalde bu
olurdu. İleride sosyal medyada yakışıklı bir fotoğrafımla paylaşan çıkar mı
bilemiyorum ama tohumumuza sahip çıkamazsak durumun fena olduğunu söylemeliyim.
Nedeni de hükümetin, 2018’den itibaren tüm tohumların sertifikalı olacağı yönünde yaptığı açıklamalar.
Önce Hükümet
Sözcüsü Numan Kurtuluş, ardından Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik,
2018’den itibaren sertifikalı tohum kullanmanın zorunlu olacağını duyurdu.
“Özel sektörle birlikte sertifikalı tohum temini için 2017 yılında çalışmalar
yoğunlaştırılacaktır” diyen Çelik’i ilk tebrik eden de özel sektör oldu.
Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) Başkanı Yıldıray Gençer bu kararı ‘milat’ ilan etti ve “Hububat başta
olmak üzere bitkisel üretim şaha kalkacak. 1 milyon ton olan sertifikalı tohum
üretimi kısa sürede iki katına çıkacak, kayıt dışı üretim ve kullanım sona
erecek. Türk çiftçisi, Türk tarımı ve Türk ekonomisi kazanacak” dedi.
Gençer’in ‘Türk çiftçisi’nden kastı dev arazilere
sahip birkaç şirket. ‘Türk tarımı’
diyerek pazarlamaya çalıştığı ise aslında Tohumcular Birliği ve üyeleri. ‘Türk ekonomisi’ de bu ürünleri büyük
marketlere pazarlayan tedarik zinciri olmalı. Birkaç dönümlük arazisine tohum
ekip, ailesini geçindirmeye çalışan geleneksel çiftçilerin elbette bu işten bir
kazancı olmayacak. Anasından babasından kalmış atalık/yerel tohumu korumaya
çalışan, bununla ürettiklerini aracısız büyük kentlere getirmenin yolunu arayan
küçük/yeni çiftçiler de bu düzenlemeyle suçlu muamelesi görecek. Bu işten karlı
çıkacaklar belli. Sertifikalı tohumların sertifikasını elinde tutan dev şirketler
ve onların Türkiye’deki ortakları.
Bildiğiniz
gibi bir ay önce adını GDO ile duyurmuş Monsanto’yu Bayer satın almış, böylece dünya tohum ve tarım ilacı üretiminin
dörtte biri tek bir şirketin kontrolüne geçmişti. Sertifikalı tohumları satın
almaya mecbur bırakılan çiftçi bir süre sonra Bayer gibi birkaç şirketin
ürettiği tohumlar arasında seçim yapmaya zorlanacak. Atalık dediğimiz yerel
tohumlar ekilemediği için zamanla yok olacak. Hem biyoçeşitlilik büyük bir
kayba uğrayacak hem de tekelleşmenin önü açılacak. Tekelleşme deyince sadece
tohumdan da bahsetmiyoruz. Tohum
üretimini tekellerine alan şirketler, büyük olasılıkla sizi GDO’lu tohumlara da
mecbur bırakacak çünkü ortada başka üretici kalmayacak. Daha sonra genetiğiyle
oynanmış bu tohumlara göre tasarlanmış ilaçlardan, gübrelerden, böcek
öldürücülerinden almak zorunda kalacaksınız. Hem doğa hem biz hasta olacağız. Bizleri
aç kalmakla tehdit edip, ne ekip nasıl büyüteceğimizi bir merkezden kontrol
edecekler. Bayer’in hem tohum hem de tarım ilaçları alanında çalışması bir tesadüf
değil.
Birleşmiş
Milletler’in rakamları dünyada 1 milyar 400 milyon insanın günlük gelirinin 1,25 dolardan az olduğunu gösteriyor.
Bu insanların hayatta kalabilmelerinin tek nedeni, yaşadıkları yerlerde tarım
yapabiliyor olmaları. Sizce günde 5 lira
kazanan bir insan sertifikalı bir tohum alıp, onu ekerek hayatta kalabilir mi?
Tarım sektörünü tekellerine alarak zenginliklerine zenginlik katmak isteyen bu
şirketlerin, milyonlarca insanın aç kalmasıyla ilgilenmedikleri de ortada. Halbuki
tüm bunları dünyadaki açlığı önlemek için yaptıklarını söyleyip dururlar.
Dünyada 157
milyon çiftlik var. Bunların yüzde 72’si bir hektardan az bir alanı ekip biçen
küçük çiftlikler. Ekilebilir toprağın sadece yüzde 8’i bu küçük çiftliklerin
elinde. Madalyonun diğer tarafında ise 50 hektar ve üzerindeki arazileri
kontrol eden büyük çiftlikler var. Dünyadaki ekilebilir arazilerin yüzde 65’i
onların elinde. Süpermarket ve dev marketlerde gördüğünüz ürünlerin yüzde 45’e
yakını onların kontrolünde. Orta büyüklükteki çiftlikleri de hesaba katarsak 5
milyar 600 milyon tüketicinin gıdasının yüzde
80’inini büyük şirketler kontrol ediyor diyebiliriz. Tohumları da kontrol
ederek zincirin tamamına sahip olmaya çalışıyorlar. Sertifika ve GDO’nun
arkasındaki niyet aslında bu.
İşte bu yüzden
tohumumuza sahip çıkmamız gerek. Bu yasal düzenlemeyi hazırlayan siyasi
partilere sokakta, sandıkta hayır demek bu işin önemli bir parçası. Köprü, yol,
hamaset uğruna canınızdan olmayın. Komşunuza, dostunuza, sosyal medyadaki
takipçilerinize gıdamıza kadar her şeye el koymak için bu düzenlemenin
yapıldığını anlatmak da yapabilecekleriniz arasında. Alışverişinizi de bütçeniz
elverdiğince, dayanışma kooperatiflerinden, tüketicinin kendisinden, yerel
pazarlardan yapabilirseniz oyunu bozabiliriz. Unutmayın, tohum oyununu bozmak
bizim elimizde. Yoksa yakında bize ne yedirdiklerini bile bilemeyeceğiz.
Faruk Çelik'e bir çağrı
Özgür Gürbüz-BirGün/20 Mayıs 2016
Geçenlerde
merakımı yenemedim ve İstanbul Karaköy’deki alt geçitte tarım ilacı satan bir
dükkâna girip bir ot öldürücü almak istediğimi söyledim. Dakikasında, en çok
bilinen ot öldürücülerinden birisini, GDO tartışmalarından tanıdığımız Monsanto
firmasının Roundup adlı ürününü elime tutuşturdular. Elimde tuttuğum ürün,
Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre muhtemel kanser yapıcı glifosat içeriyordu. 30 lira versem elimde o plastik şişeyle çıkıp,
bir bahçedeki yabani otları öldürebilirdim. O yabani otlarla birlikte neyi
öldürürdüm, işte onu bilemiyorum. Avrupa’da bu tartışma hararetlendi. İşi
kaderine bırakmışa benzeyen Tarım Bakanlığı bu tartışmaları izliyor mu; çok
merak ediyorum.
Glifosat
meselesi ciddi. İşin ucunda kanser var, nasıl ciddi olmasın? Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller Grubu uzun süredir glifosatın
yasaklanması için kampanya yürütüyor. Durumun vahametini göstermek için
yaptıkları son hamle, Avrupa Parlamento’sundaki 48 milletvekilini idrar tahlili için ikna etmek oldu. 13 ayrı
ülkeden gelen milletvekillerinden alınan örneklerin hepsinde “glifosat”a
rastlandı. Daha önce yapılan benzer analizler de gösteriyor ki, neredeyse
herkes glifosat zehirlenmesiyle karşı karşıya. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre
kansere neden olabilecek bu madde belki de hepimizin vücudunda var.
Peki, ne yapıyor bu glifosat? Glifosat bir ot ilacının etken maddesi. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi artıyor. Topraktaki besin tek bir ürüne kalıyor. Toprağın, suyun ve sizin glifosata maruz kalmasını önemsemiyorsanız durum pek hoş. Yok, ben sağlıkçıların, doktorların çağrısına kulak veriyorum, kanser olasılığı varsa böyle bir kimyasal kullanmasın diyorsanız sesinizi yükseltmeniz ve glifosat içeren ürünlerin yasaklanması için çabalamanız gerekiyor. Yabani otlardan kurtulmanın kimyasal olmayan yöntemleri zaten var. Toprağı kuru otla örtmek, ürün desenini zenginleştirmek, organik ot öldürücüler veya mekanik yöntemler kullanarak istenmeyen otlardan kurtulmak mümkün.
Peki, ne yapıyor bu glifosat? Glifosat bir ot ilacının etken maddesi. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi artıyor. Topraktaki besin tek bir ürüne kalıyor. Toprağın, suyun ve sizin glifosata maruz kalmasını önemsemiyorsanız durum pek hoş. Yok, ben sağlıkçıların, doktorların çağrısına kulak veriyorum, kanser olasılığı varsa böyle bir kimyasal kullanmasın diyorsanız sesinizi yükseltmeniz ve glifosat içeren ürünlerin yasaklanması için çabalamanız gerekiyor. Yabani otlardan kurtulmanın kimyasal olmayan yöntemleri zaten var. Toprağı kuru otla örtmek, ürün desenini zenginleştirmek, organik ot öldürücüler veya mekanik yöntemler kullanarak istenmeyen otlardan kurtulmak mümkün.
Glifosat ile
GDO arasındaki bağ çok kuvvetli. Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot
ilacına dayanıklı hale getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar vermeyeceğinden
emin, ilaç kullanımını arttırabiliyor. Avrupa’da, 61 GDO’lu ürünün ithalatına
izin veriliyor ve bunların yarısından fazlası glifosat kullanımına dayanıklı
olacak şekilde üretilmiş bitkiler. AP Yeşiller Grubu, glifosata dayanıklı
GDO’lu soya ekimi yapılan Güney Amerika’daki bölgelerde insan ve hayvanlarda
görülen kanser artışına dikkat çekiyor. Buralarda ekilen soyanın Avrupa’daki
hayvanların yemi olduğunu biliyoruz. Türkiye’de
de GDO’lu yem ithalatına izin var ve bunların arasında Güney Amerika’dan gelen
soyanın olduğunu biliyoruz. Bu da durumu daha kötü bir hale getiriyor.
Glifosatı bahçemizde, tarlamızda kullandığımız yetmiyormuş gibi, hayvanlara
verdiğimiz GDO’lu yemlerle, belkinde besin zincirine de sokuyoruz.
Glifosat
kullanımı arttıkça ortaya çıkan bir başka sorun ise ‘süper yabani otlar’. Glifosatın yoğun kullanımı sonucunda bu
maddeye dirençli hale gelen otlara verilen isim bu. Bu ilaçları yaratan
firmaların bu durumdan rahatsız değil çünkü yeni çıkan süper yabani otu
öldürmek için başka formüller ve genetik ürünler üreterek, çiftçiyi ilaç ve
tohumlarına daha da bağımlı hale getiriyorlar. Oyun böyle sürüp gidiyor. Kimyasalcılara kolunu kaptıran yakasını
kurtaramıyor. Tüm bu ticari oyun sırasında da toprağımız, havamız, suyumuz
ve biz zehirleniyoruz.
Görev ve yetki
verdiğimiz siyasiler ise güçlü ilaç ve tohum lobilerinin oyunun bozmak yerine
özel hastanelerin kanserden daha çok para kazanmasına sevinir durumda. Gıda
Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik'e bir çağrım var. Türkiye’de böyle bir
tehlike yok diyorsa, kendisini ve bakanlıktaki üst düzey görevlileri, bağımsız
bir laboratuvarda idrar tahlili yaptırmak için gönüllü olmaya çağırıyorum.
Yoksa bir tehlike, biz de rahatlayalım.
Yarım ekmek antibiyotik
Özgür Gürbüz-BirGün/13 Mayıs 2015
Öğle yemeğinde
aldığınız yarım ekmek tavuk döneri yediniz mi? Yediyseniz, afiyet olsun ama pek
garantisi yok. Yediğiniz muhtemelen tavuktan çok antibiyotiklerle beslenmiş ‘civcivimsi’ bir şeydi. “Şey” diyorum
çünkü ekmek arasına sıkıştırılan beyaz nesneyi nasıl tarif edeceğim konusunda
artık kafam karışık. Şimdilik ‘sahte
tavuk’ diyelim.
Neden sahte
tavuk? Anlatalım. Greenpeace’in Dünyayı
Tüketmek adlı yeni raporunun tanıtımında söz alan Dr. Yavuz Dizdar, gerçek
bir tavuğun 42 günlükken 2,5 kiloya ulaşamayacağını ve 20 dakikada pişirilemeyeceğini
söylüyor. Dizdar, “42 günlük bir tavuğun ağırlığının 435 gram, pişirme
süresinin de 2 saatten az olmaması beklenir” diyor. Yediğimiz ‘sahte tavukların’,
bu kadar kısa sürede erişkin bir piliç ağırlığına gelmesinin sırrı verilen
antibiyotiklerde yatıyor. Greenpeace raporu da buna dikkat çekiyor. Dünya genelinde tüketilen antibiyotiklerin
yaklaşık yarısı hayvancılık sektöründe kullanılıyor. Hayvanlar mı hasta,
biz mi hastayız orası belli değil! Reçeteyi yazan da doktor değil zaten, tavukçular.
Dizdar, “Tavuk endüstrisinde
antibiyotikler civcivlerin hızlı büyütülmesinde anahtar rol oynuyor.
Antibiyotiklerin koruma amacı kisvesi altında kullanılıyor olması hayvanın
dokusundaki kalıntı riskini ortadan kaldırmıyor” diyor. 2006 yılında AB ile
Türkiye’de, yem ve sularda antibiyotik kullanımının yasaklandığını belirten
bilginin de yanıltıcı olduğunu belirten Dizdar, bu yasağın dört antibiyotik
için geçerli olduğunu, halihazırda 50’ye yakın antibiyotik çeşidinin serbestçe
kullanıldığını belirtiyor.
Farkında
olmadan aldığınız bu antibiyotikler bakterilerin direncini artırıp,
enfeksiyonların tedavisini güçleştiriyor. Doktorlar size hastayken bile gerekmedikçe
antibiyotik vermemeye, böylece bakterilerin antibiyotiklere direncini
artırmamaya çalışırken siz yediğiniz tavuklarla ilaçların etkisini habire
azaltıyorsunuz. Atıklarda bırakılan antibiyotik kalıntıları da yine insanlar ve
doğadaki diğer canlılar için risk meydana getiriyor. Civcivimsi yemenin tek derdi farkında olmadan antibiyotik almakla
sınırlı da değil. Dizdar, yumurta
sarısının renginin bile katkı maddeleriyle değiştirilebildiğini, bunun da
insanlarda kıllanmadan tümöre kadar pek çok etkisi olduğuna dikkat çekiyor.
Tavuk üreticilerinin yumurta sarısının rengini belirtecek renk paletleri bile
var. Parke rengi seçer gibi seçebiliyorsunuz.
Tavuk eti
yemiyorsanız sorun yok ama yiyor ve yemek istiyorsanız çözüm geleneksel
yöntemle yetiştirilen köy tavuğu veya organik tavukta. Beş liraya tavuğu unutursanız.
Birçoğumuzun tavuk etini ucuz olduğu için seçtiğini düşünürsek bu da sosyal bir
soruna işaret ediyor. Organik tavuk hâlâ pahalı, köy tavuğunu bulmak için de
önce köyü, sonra tavuğu bulmak zorundasınız. Son ‘Büyükşehir Yasası’ ile her yeri kentleştiren hükümet,
hayvancılığın son kalıntılarını da yok etti. Çiftçi-SEN Genel Başkanı Abdullah
Aysu, Türkiye’de üretilen tavukların
yüzde 99’unun endüstriyel üretim olduğunu kalan yüzde 1’in büyük bir
bölümünün de ihraç edildiğini söylüyor. En kolayı sebzeye hücum; benden
söylemesi.
Ziraat Mühendisleri
Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık ise tavukçuluk sektörünün 24 yeni GDO’lu
yem için ithalat izni istediğine, bu isteğin bakanlıkta değerlendirildiğine
dikkat çekiyor. Atalık, “Türkiye 2014 yılında hayvan yemi yapmak için yaklaşık
1,5 milyar dolarlık GDO’lu soya ürünü ithal etti. Öte yandan Türkiye son 15
yılda 26 milyon dönüm tarım arazisi kaybetti. Bu alan Belçika’nın yüzölçümüne
yakın. Bu kaybedilen alanın sadece 6 milyon dönümü mısır ve soya üretimine
ayrılsa, hayvan yemi için GDO’lu soya ve mısır ithalatına gerek olmayacak”
diyor. İşin içinde bir de GDO tehlikesi var.
‘Yutmayız’ sloganıyla endüstriyel kanatlı et sektörünün yarattığı sağlık ve çevre sorunlarına dikkat çeken Greenpeace, tavuk şirketlerinden 2020 yılına kadar tüm üretim zincirini sağlığa ve çevreye zarar vermeyecek şekilde yeniden düzenlemesini talep ediyor. Sektörün şu ana kadar yaptığı ise tüm mali ve lobi gücünü kullanarak bu iddiaları sözle, kendine yakın uzmanlarla yalanlamak. Yutup yutmayacağınıza siz karar verin. Kampanya bilgileri burada: yutmayiz.org
GDO ve kanser konusunda bir uyarı daha
Özgür Gürbüz-BirGün/12 Şubat 2016
Bu yazıda genetiği
değiştirilmiş gıda ürünlerinin kanser yapıp yapmadığını tartışmayacağız.
Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) yayılmasıyla birlikte değişen tarım
kültürünün yol açtığı kanser tehlikesinden bahsedeceğiz.
GDO deyince
genetiği değiştirilmiş bir organizma anlıyoruz. Yapay, laboratuvarda üretilmiş
ama doğalmış gibi yapan bir üründen bahsediyoruz. GDO’lu ürünler, bir başka
canlının özelliklerinin gen yoluyla taşınmasıyla üretiliyor. Örneğin mısıra böcek
öldüren zehir veriliyor böylece böcekler o genetiği değiştirilmiş mısıra zarar
veremiyor. En azından bağışıklık kazanana kadar. GDO’lu bitkilerin toprağa,
diğer bitkilere ya da onu tüketen hayvanlara (insan dahil) etkileri ise ya
tartışılmıyor ya da göz ardı ediliyor. Sadece bilimin ihtiyatlılık ilkesi
gereği, bu sonu bilinmez maceraya hayır denmesi gerek ancak GDO lobisi güçlü.
Paranın gücü ilkeleri yerle bir ediyor. Dediğim gibi bugünkü konumuz başka. Konumuz
glifosat.
Dünya Sağlık Örgütü uyarıyor
Glifosat bir
ot ilacının etken maddesi. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece
tarladaki ürünün verimi arttırılıyor. Kulağa hoş geliyor ama gelmesin.
Özellikle GDO’lu soya ve mısır üretiminde kullanılan, Roundup adıyla satılan glifosat, kullanıldıktan sonra havada, suda,
yiyeceklerde hatta çiftçilerin idrarlarında bile görülebiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün Uluslararası
Kanser Araştırmaları Kurumu, bir yıl önce glifosatın muhtemel kanser yapıcı
olduğunu açıklamıştı. Sağlık ve Çevre Birliği (HEAL) da, bu ot öldürücünün acilen yasaklanması
için hükümetlere birkaç gün önce çağrıda bulundu. Doktorlar, bilim insanları açık açık
uyarıyor. Bu ot öldürücüyü kullanırsanız kansere davet çıkarırsınız diyor.
Foto: Buğday Derneği |
Glifosat ile
GDO arasındaki bağ çok kuvvetli. Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot
ilacına (glifosat) dayanıklı hale getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar
vermeyeceğinden emin, ilaç kullanımını arttırabiliyor. Buğday Derneği GDO’lu ürünlerin yüzde 80’inde glifosat
kullanıldığına dikkat çekiyor. Yabani otların direnci arttıkça ilaç miktarı
zaten artıyor. Bu da muhtemel kanser yapıcı bu ilacın tüm besin zincirine
yayılmasına neden oluyor. Almanya’da hükümete bağlı kuruluşların yaptığı
araştırmalar, 2001 yılında 100 kişiden sadece 10’unun idrar örneğinde glifosata
rastlarken, 2015’te 100 kişiden 40’ının idrarında glifosata rastlar oldu. Tarlaya
sıktığınız ilaç tarlada kalmıyor. Bu ilacı kullanan çiftçilerden, kentlerde bu
ürünü tüketenlere kadar hepimiz risk altındayız.
Türkiye’de hükümet tepkisiz
Görüldüğü gibi
GDO’ların sağlığımıza verdiği zararları görüyoruz, göreceğiz meselesinin
yanında, tartışma dahi götürmeyen bir başka tehlike daha var. Dünyada tüm
bunlar olurken, Türkiye’de hükümetin aksi yönde yürüdüğünü görüyoruz. Türkiye
kapılarını GDO’lu ürünlere her geçen gün daha fazla açıyor. Hayvanlar için
GDO’lu yem ithalatına devam ediliyor. Glifosat konusunda da geç kalınıyor.
Eldeki verilere bakılarak, Dünya Sağlık Örgütü, Sağlık ve Çevre Birliği gibi
örgütlerin uyarılarını ciddiye alarak, glifosatın Türkiye’de satışına ve
kullanılmasına hemen, en azından tedbir amaçlı bir yasak konulması gerek.
Tüketici bu durumda
ne yapacak? Şu anda tek çare organik ürünleri, güvenilir satıcılardan, kontrol
edilen pazarlardan almak. Ürünlerin fiyatı ve erişimi nedeniyle bu yeterli bir
çözüm değil. Gıda hareketlerinin, temiz ürünlere pazar yaratmanın yanı sıra,
kirletici ürünlerin üretimini engellemek için de kampanya yürütmesi gerekiyor.
Kirletmek bedava, temizini üretmek pahalı olduğu sürece tarımda sonuca ulaşmak
zor.
Haftanın anketi
Bundan böyle
bu köşede hafta içi Twitter hesabımdan (@ozzgurbuz ) yaptığım anketlere yer
vereceğim. Geçen hafta sorduğum, “Türkiye'deki ürünlerin GDO'lu olup
olmadığının etiketinde belirtilmesini ister misiniz” sorusuna ankete
katılanların yüzde 99’u “evet” yanıtı verdi. Türkiye’de insanlar ne yediğini
bilmek istiyor. Bakalım yöneticiler halkı ne zaman dinlemeye başlayacak?
Genetiği değiştirilmiş medya ve yazarları
Özgür Gürbüz-BirGün/3 Eylül 2012
Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) konusu gündemde ancak sorun yeni değil. GDO’ları savunan cephe yıllardır Türkiye pazarına girmek için uğraşıyor. GDO’lu hayvan yemi ithalatına izin verilmesiyle kapıyı araladılar. Gıda amaçlı GDO ürünlerinin ithalatı gerçekleşseydi, GDO’lu tohum ekimine giden yolda engel kalmayacaktı. Neyse ki, hem Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker hem de bazı üreticiler sağduyulu davrandı ve Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu 29 adet GDO’lu ürünün ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu’na yapığı başvuruyu geri çekti.
GDO karşıtları ve sofrasındaki yiyeceğin güvenli olup olmadığından emin olmak isteyen halk bir nefes aldı ama bu fırtınadan önceki sessizlik. Türkiye gıda pazarı çok uluslu şirketlerin kolay kolay vazgeçemeyeceği kadar büyük kârlar vaat ediyor. Tartışma sürecek ve her iki taraf da kamuoyu yaratmak amacıyla medyayı kullanmaya çalışacak, oyunun kuralı bu. Türkiye pazarının peşindeki şirketlerin sermayeyi ellerinde tutmaları ve reklam veren konumunda olmaları nedeniyle avantajlı oldukları söylenebilir. Etik değil ama alıştırıldığımız bir durum. Halkın bu koşullarda tek güvencesi “düzenleyici” rolü biçilen devlet ve onun akıl hocası olması gereken bilim. Bu iki odağın (devlet ve bilimin), sermayenin parasal ve dolayısıyla politik gücünden etkilenmemesi gerekiyor. Tam da bu noktada hem bilimin hem de medyanın kendilerini nasıl tarif ettikleri, üzerlerine düşen rolü ne kadar iyi kavradıkları bir başka sorun.
Hürriyet Gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın GDO’yu öven yazıları, işte yukarıda belirttiğim bu soruna işaret ediyor. Berkan, GDO’ların zararlı olduğu savının aynen cep telefonu veya evimizde kullandığımız kablosuz internet bağlantısının kansere yol açtığı inancı gibi henüz ispatlanmamış olduğunu söylüyor. Hem cep telefonlarının hem de GDO’ların insan sağlığına zarar verdiğini ispatlayan onlarca çalışma olduğunu belirteyim ama Berkan’ın asıl hatası bu değil. Berkan,“…bu telefonların hizmete girdiği son 20 yıl içinde beyin kanseri oranlarında anlamlı bir artış olmadığı da ortada. 20 yıl kısa bir süre değil ama bu dediğim bu kanıt hiçbir zaman bulunmayacak anlamına da gelmez; bakarsın bir gün elektro manyetik dalgaların bazı kanserlere yol açtığı gerçekten kanıtlanabilir” diyor. İşte asıl sorun bu yanlış düşünme tarzını doğruymuş gibi yazabilmekte.
Bu satırları, arada sırada da olsa bilimle ilgili yazılar yazan birinin yazması ise durumu daha da vahimleştiriyor. İhtiyatlılık ilkesini hiçe sayan bu duruş, tam da şirketlerin hayalini kurduğu bir gazeteci duruşu olmalı. Bu ülkede, gazetecilerin “haktan ve halktan yana olma tavrı” elbirliğiyle “tu kaka” ilan edileli çok oluyor. Şimdi aynı senaryo bilim insanları için devrede. Bu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla 25 Eylül 2011 tarihinde BirGün’deki bu köşede bakın neler yazmıştık:
Bilimin en önemli ilkelerinden biri, “ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak isteniyor. İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir kararı yoksa bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.
İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”.
Böylesine uzun bir hatırlatma için özür dilerim ama İsmet Berkan’ın bilerek ya da bilmeyerek düştüğü tuzak bu. 20 yıl sonra falanca şirketin, “ürettiğimiz cep telefonları kanser yapıyormuş, özür dileriz” demenin kaç hayata mal olacağını iyi düşünmek lazım. İnsan veya diğer canlıların hayatı, üzerine bahis koyup kumar oynayacağınız bir şey değil. Çok merak ediyorum, bu görüşü savunanlar insanların şirketler için kobay olarak kullanıldıklarının farkında mı? Açık ve net olan şu: GDO’ya karşı çıkanların, genetiği değiştirilmiş ürünlerin zararlı olduğunu kanıtlama yükümlülüğü yok tam tersine GDO’yu savunanların GDO’ların asırlar boyunca canlılar için bir tehlike içermediğini bilimsel olarak ispatlama zorunluluğu var. Doğada var olmayanı doğaya monte etmeye çalışan onlar. Bence, doktorlar için “Hipokrat yemini” neyse bilim insanları için “ihtiyatlılık ilkesi” de odur. Sadece ben böyle düşünmüyorum tabi. Avrupa Birliği 2000 yılında ihtiyatlılık ilkesini benimsemiş ve çevre korumasında izlenmesi gereken bir yol olarak kabul etmiştir. İlgilenenler Lizbon Antlaşması’nın 191. maddesine bakabilir.
Bilimin tersyüz edilmesi çabaları nedeniyle sorulması gereken asıl soru da gözden kaçıyor. GDO’lar olmazsa aç mı kalacağız? Tabi ki hayır. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek var. Bunu, kimi zaman GDO lehine açıklamalar yapan FAO ( Dünya Gıda Örgütü) bile söylüyor . Dünyada herkese yetecek gıda var ama herkesin o gıdaları alacak parası yok. Sorun burada. Şirketlerin derdi ise başka. Genetiğini değiştirdikleri her tohumu, fabrikadan çıkarılmış bir ürün gibi patentini alarak tüm haklarına sahip olmaya çalışıyorlar. Asıl mesele bu çünkü gıda tüketicilerin muhtaç olduğu bir ürün ve her gelir grubunun zorunlu tüketim ürünleri asında yer alıyor.
Ne gariptir ki, bugün doğal olanı savunanlar neden doğalı savunduklarını açıklamakla suçlanılıyor. Medya da bu garipliğe işaret edeceğine, kâr peşinde koşan şirketlerin yoluna ışık tutuyor. Genetiği değiştirilmiş organizmaların bir yan etkisi de genetiği değiştirilmiş gazeteciler yaratması olabilir mi acaba?
Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) konusu gündemde ancak sorun yeni değil. GDO’ları savunan cephe yıllardır Türkiye pazarına girmek için uğraşıyor. GDO’lu hayvan yemi ithalatına izin verilmesiyle kapıyı araladılar. Gıda amaçlı GDO ürünlerinin ithalatı gerçekleşseydi, GDO’lu tohum ekimine giden yolda engel kalmayacaktı. Neyse ki, hem Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker hem de bazı üreticiler sağduyulu davrandı ve Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu 29 adet GDO’lu ürünün ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu’na yapığı başvuruyu geri çekti.
GDO karşıtları ve sofrasındaki yiyeceğin güvenli olup olmadığından emin olmak isteyen halk bir nefes aldı ama bu fırtınadan önceki sessizlik. Türkiye gıda pazarı çok uluslu şirketlerin kolay kolay vazgeçemeyeceği kadar büyük kârlar vaat ediyor. Tartışma sürecek ve her iki taraf da kamuoyu yaratmak amacıyla medyayı kullanmaya çalışacak, oyunun kuralı bu. Türkiye pazarının peşindeki şirketlerin sermayeyi ellerinde tutmaları ve reklam veren konumunda olmaları nedeniyle avantajlı oldukları söylenebilir. Etik değil ama alıştırıldığımız bir durum. Halkın bu koşullarda tek güvencesi “düzenleyici” rolü biçilen devlet ve onun akıl hocası olması gereken bilim. Bu iki odağın (devlet ve bilimin), sermayenin parasal ve dolayısıyla politik gücünden etkilenmemesi gerekiyor. Tam da bu noktada hem bilimin hem de medyanın kendilerini nasıl tarif ettikleri, üzerlerine düşen rolü ne kadar iyi kavradıkları bir başka sorun.
Hürriyet Gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın GDO’yu öven yazıları, işte yukarıda belirttiğim bu soruna işaret ediyor. Berkan, GDO’ların zararlı olduğu savının aynen cep telefonu veya evimizde kullandığımız kablosuz internet bağlantısının kansere yol açtığı inancı gibi henüz ispatlanmamış olduğunu söylüyor. Hem cep telefonlarının hem de GDO’ların insan sağlığına zarar verdiğini ispatlayan onlarca çalışma olduğunu belirteyim ama Berkan’ın asıl hatası bu değil. Berkan,“…bu telefonların hizmete girdiği son 20 yıl içinde beyin kanseri oranlarında anlamlı bir artış olmadığı da ortada. 20 yıl kısa bir süre değil ama bu dediğim bu kanıt hiçbir zaman bulunmayacak anlamına da gelmez; bakarsın bir gün elektro manyetik dalgaların bazı kanserlere yol açtığı gerçekten kanıtlanabilir” diyor. İşte asıl sorun bu yanlış düşünme tarzını doğruymuş gibi yazabilmekte.
Bu satırları, arada sırada da olsa bilimle ilgili yazılar yazan birinin yazması ise durumu daha da vahimleştiriyor. İhtiyatlılık ilkesini hiçe sayan bu duruş, tam da şirketlerin hayalini kurduğu bir gazeteci duruşu olmalı. Bu ülkede, gazetecilerin “haktan ve halktan yana olma tavrı” elbirliğiyle “tu kaka” ilan edileli çok oluyor. Şimdi aynı senaryo bilim insanları için devrede. Bu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla 25 Eylül 2011 tarihinde BirGün’deki bu köşede bakın neler yazmıştık:
Bilimin en önemli ilkelerinden biri, “ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak isteniyor. İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir kararı yoksa bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.
İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”.
Böylesine uzun bir hatırlatma için özür dilerim ama İsmet Berkan’ın bilerek ya da bilmeyerek düştüğü tuzak bu. 20 yıl sonra falanca şirketin, “ürettiğimiz cep telefonları kanser yapıyormuş, özür dileriz” demenin kaç hayata mal olacağını iyi düşünmek lazım. İnsan veya diğer canlıların hayatı, üzerine bahis koyup kumar oynayacağınız bir şey değil. Çok merak ediyorum, bu görüşü savunanlar insanların şirketler için kobay olarak kullanıldıklarının farkında mı? Açık ve net olan şu: GDO’ya karşı çıkanların, genetiği değiştirilmiş ürünlerin zararlı olduğunu kanıtlama yükümlülüğü yok tam tersine GDO’yu savunanların GDO’ların asırlar boyunca canlılar için bir tehlike içermediğini bilimsel olarak ispatlama zorunluluğu var. Doğada var olmayanı doğaya monte etmeye çalışan onlar. Bence, doktorlar için “Hipokrat yemini” neyse bilim insanları için “ihtiyatlılık ilkesi” de odur. Sadece ben böyle düşünmüyorum tabi. Avrupa Birliği 2000 yılında ihtiyatlılık ilkesini benimsemiş ve çevre korumasında izlenmesi gereken bir yol olarak kabul etmiştir. İlgilenenler Lizbon Antlaşması’nın 191. maddesine bakabilir.
Bilimin tersyüz edilmesi çabaları nedeniyle sorulması gereken asıl soru da gözden kaçıyor. GDO’lar olmazsa aç mı kalacağız? Tabi ki hayır. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek var. Bunu, kimi zaman GDO lehine açıklamalar yapan FAO ( Dünya Gıda Örgütü) bile söylüyor . Dünyada herkese yetecek gıda var ama herkesin o gıdaları alacak parası yok. Sorun burada. Şirketlerin derdi ise başka. Genetiğini değiştirdikleri her tohumu, fabrikadan çıkarılmış bir ürün gibi patentini alarak tüm haklarına sahip olmaya çalışıyorlar. Asıl mesele bu çünkü gıda tüketicilerin muhtaç olduğu bir ürün ve her gelir grubunun zorunlu tüketim ürünleri asında yer alıyor.
Ne gariptir ki, bugün doğal olanı savunanlar neden doğalı savunduklarını açıklamakla suçlanılıyor. Medya da bu garipliğe işaret edeceğine, kâr peşinde koşan şirketlerin yoluna ışık tutuyor. Genetiği değiştirilmiş organizmaların bir yan etkisi de genetiği değiştirilmiş gazeteciler yaratması olabilir mi acaba?
Sol süpermarketler kurulsun
Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.
Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2012
Birleşik Krallık’taki sürdürülebilir tarım hareketinin öncülerinden Patrick Holden geçen hafta Türkiye’deydi. İstanbul’da bir konferans veren Holden, ekilebilir toprağın, minerallerin ve suyun azalması tehlikesinden bahsetti ve sürdürülebilir tarımın önemine vurgu yaptı. Holden’a göre gıda güvenliği sorunu giderek büyüyor ve 15-20 yıl sonra bütün uygarlık büyük bir tehditle karşı karşıya kalabilir.
Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından Patrick Holden’ın Galler’de bir mandırası var ve mandırada 70’in üzerinde ineği var. 1973 yılından beri pastörize edilmemiş sütten peynir yapıyorlar. Organik ürünler üreten bir mandırayı 38 yıldır ayakta tutabilme başarısına rağmen Holden kaygılı. Tüketilen gıdaların yüzde 2’sinin organik olduğu İngiltere’de bile rüzgar tersinden esiyormuş. 10-15 yıl önce organik ürünleri yere göğe sığdıramayan medya, şimdilerde organik ürün pazarını fahiş fiyata ürün satmak isteyenlerin ticaret alanı ve tüketicilerini de “seçkin” bir topluluk olarak niteliyormuş. Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ve bunları üreten çok uluslu şirketlerin ellerini ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil.
Sadece İngiltere değil, dünyada da işler kirletenlerin lehine gelişiyor. 2009 yılında dünyadaki tarım yapılabilir alanın sadece yüzde 0,85’i organik ürünlere ayrılmıştı. Halbuki dünyadaki ekilebilir alanın yüzde 2’sinde GDO’lu ürünler üretiliyor. Anlayacağınız, kimyasal gübrelere, sanayi atıklarına bulaşmamış toprağın iki katı kadar toprak GDO'lu ürünlere mahkum edilmiş. Geri kalan topraklarda da çok sağlıklı ürünler yetiştirildiğini iddia etmek zor. İngiltere’de ekonomik krizle birlikte organik ürün tüketimi yüzde 30’lara varan oranda düşmüş. Fiyatları aşağı çekemedikçe organik ürünler geniş kitlelere ulaşamayacak gibi gözüküyor. Tüm bu sorunlara çözüm bulacak yeni bir formüle ihtiyaç var. Holden’ın dediği gibi sistemin tümden değişmesi gerekli. Sadece organik ürün yetiştirmek yetmiyor. Dağıtım kanallarında da sizin olmanız lazım. İngiltere’de süpermarketler organik ürünlere sahip çıkmamışlar. Bizde de farklı değil. Süpermarketler artık ürünün fiyatından, çiftçinin tarlasına hangi ürünü ekeceğine kadar her şeyi belirliyor. Olarla anlaşmayan çiftçinin pazara çıkma şansı yok. Küçük çiftçinin dev süpermarketlerle masaya oturma ihtimali de yok. Aracılar bu işi yapıyor ve az bir emekle üreticiden çok kazanıyorlar. Küçük çiftçilerin emeklerinin hakkını alma şansı hiç kalmadı. Ya tarlalarını büyük şirketlere satıp oralarda işçi olacaklar ya da başka bir iş yapacaklar. Holden gibi Prens Charles’la sürdürülebilir tarım üzerine sohbetler yapan bir çiftçi bile geleceğinden kaygılı. Sekiz çocuk babası ve eski bir ‘çiçek çocuk’ olan Holden, “Gıda hareketini sadece küçük, benim gibi birkaç hippi çiftçinin ilgi alanı olmaktan çıkarmak ve bütün tarımın değişmesini sağlamak gerekli” diyor.
Her sorunun, çözüm önerilerini ve bazı fırsatları beraberinde getirdiğine inanırım. Bu karamsar tablo Türkiye’de emekten, işçiden yana duran hareketler için bir fırsat yaratıyor. Hep konuşuruz, “sokakları mı örgütleyelim yoksa fabrikaları mı” diye. Bence süpermarketleri örgütleyelim. Üreticinin pay sahibi olabildiği, ürünlerini raflarına taşıyabildiği bir marketler zinciri kuralım. Bugün, küçük ya da büyük, marketten alışveriş yapmıyorum diyebilen kaç kişi var aramızda? Madem gidiyor ve kullanıyoruz, sahibi de biz olalım. Çok ortaklı işletmeler olur, kooperatifler olur; fark etmez. Tüketiciyle aracısız buluşan, sattığı ürünleri yerel üreticiden tedarik eden, raflarında mümkün olduğunca adil ticaret ve organik ürünlere yer veren, istihdam edilecek kişileri kurulduğu mahalleden seçen “sol ve yeşil” bir süpermarketler zincirimiz neden olmasın? O marketlerden aldığınız ürünlerin ilk başta bir kısmının, daha sonra büyük çoğunluğunun adil bir ticari faaliyet sonucu raflara geldiğini düşünün. Çocuk işçilerin çalıştırılmadığı tarlalardan koparılan domatesler hayal edin. İçine koruyucu madde katılmamış meyve suları. Aldığınız ıspanak için çiftçiye alın terinin hakkının ödendiğini bilmek hoş olmaz mı? Kârın emeğe göre adil bir şekilde paylaşılması önemsiz olabilir mi? Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.
Süpermarket de ayakta kalmak için kâr edecek elbet ama üreticiyi sömürmeyecek, tüketiciyi kazıklamayacak. Kısa zamanda çok kar etmeyi değil, çok kişiye gelir sağlamayı hedefleyecek. Böyle bir model, kurucu ortak sayısı çok olacağı için düşük kâr marjına rağmen kısa zamanda ilk yatırım bedellerini geri ödeyebilir. Çeşitli derneklere, dar gelirlilere indirimli ürün satılabilir. Fotoğrafta gördüğünüz süpermarketler içerik olarak anlatmaya çalıştığım tanıma uymuyor olabilir ama İspanyolca’da “sol” güneş anlamına geldiği için benim bir değil, iki kez hoşuma gitti. Süperi bile var. Sizi daha da heyecanlandırmak ve harekete geçirmek için bu fotoğrafları kullanmak iyi olur diye düşündüm.
Böyle bir süpermarket zincirinin ekonomik ve sosyal getirilerini uzun uzadıya yazmama herhalde gerek yok. Üretim ve tüketimde söz sahibi olunan böyle bir modelin başka alanlarda da, örneğin enerji konusunda da gerçekleştirilebileceğine dikkat çekmek isterim. Lisans gerektirmeyen, 500 kilovat kurulu gücün altında mini bir rüzgar santrali (ya da 1 veya 2 türbin) kurarak işe başlanabilir. 1000 ortak, kişi başına düşen 4-5 bin TL’lik (hatta daha az) bir yatırımla ufak bir üretim üssü kurabilir. Avrupa'da özellikle Danimarka'da halkın sahip olduğu çok sayıda enerji santrali var. Almanya'da çiftçiler tarlalarına rüzgar türbinleri kurarak hem tarım yapıyor hem de elektrik satışından ek gelir elde ediyorlar. İleride elektrik tedarikçinizi seçme şansınız da olacak. O zaman bu küçük şirketleri seçerek hem temiz enerji kullanabilir hem de ortak olduğunuz şirketten elektrik satın alarak üreten ve tüketen olma şansına sahip olabilirsiniz. Kömürden, nükleerden veya HES’lerden elektrik üreten bir santrale beş kuruş ödemezsiniz. Türkiye’nin, enerji ve gıda gibi her alanda, halkın üretimden tüketime söz sahibi olduğu, büyük şirketlere mahkum olmadığı modellere ihtiyacı var. İnanın çok zor değil. Var mı 999 gönüllü?
Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2012
Birleşik Krallık’taki sürdürülebilir tarım hareketinin öncülerinden Patrick Holden geçen hafta Türkiye’deydi. İstanbul’da bir konferans veren Holden, ekilebilir toprağın, minerallerin ve suyun azalması tehlikesinden bahsetti ve sürdürülebilir tarımın önemine vurgu yaptı. Holden’a göre gıda güvenliği sorunu giderek büyüyor ve 15-20 yıl sonra bütün uygarlık büyük bir tehditle karşı karşıya kalabilir.
Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından Patrick Holden’ın Galler’de bir mandırası var ve mandırada 70’in üzerinde ineği var. 1973 yılından beri pastörize edilmemiş sütten peynir yapıyorlar. Organik ürünler üreten bir mandırayı 38 yıldır ayakta tutabilme başarısına rağmen Holden kaygılı. Tüketilen gıdaların yüzde 2’sinin organik olduğu İngiltere’de bile rüzgar tersinden esiyormuş. 10-15 yıl önce organik ürünleri yere göğe sığdıramayan medya, şimdilerde organik ürün pazarını fahiş fiyata ürün satmak isteyenlerin ticaret alanı ve tüketicilerini de “seçkin” bir topluluk olarak niteliyormuş. Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ve bunları üreten çok uluslu şirketlerin ellerini ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil.
Sadece İngiltere değil, dünyada da işler kirletenlerin lehine gelişiyor. 2009 yılında dünyadaki tarım yapılabilir alanın sadece yüzde 0,85’i organik ürünlere ayrılmıştı. Halbuki dünyadaki ekilebilir alanın yüzde 2’sinde GDO’lu ürünler üretiliyor. Anlayacağınız, kimyasal gübrelere, sanayi atıklarına bulaşmamış toprağın iki katı kadar toprak GDO'lu ürünlere mahkum edilmiş. Geri kalan topraklarda da çok sağlıklı ürünler yetiştirildiğini iddia etmek zor. İngiltere’de ekonomik krizle birlikte organik ürün tüketimi yüzde 30’lara varan oranda düşmüş. Fiyatları aşağı çekemedikçe organik ürünler geniş kitlelere ulaşamayacak gibi gözüküyor. Tüm bu sorunlara çözüm bulacak yeni bir formüle ihtiyaç var. Holden’ın dediği gibi sistemin tümden değişmesi gerekli. Sadece organik ürün yetiştirmek yetmiyor. Dağıtım kanallarında da sizin olmanız lazım. İngiltere’de süpermarketler organik ürünlere sahip çıkmamışlar. Bizde de farklı değil. Süpermarketler artık ürünün fiyatından, çiftçinin tarlasına hangi ürünü ekeceğine kadar her şeyi belirliyor. Olarla anlaşmayan çiftçinin pazara çıkma şansı yok. Küçük çiftçinin dev süpermarketlerle masaya oturma ihtimali de yok. Aracılar bu işi yapıyor ve az bir emekle üreticiden çok kazanıyorlar. Küçük çiftçilerin emeklerinin hakkını alma şansı hiç kalmadı. Ya tarlalarını büyük şirketlere satıp oralarda işçi olacaklar ya da başka bir iş yapacaklar. Holden gibi Prens Charles’la sürdürülebilir tarım üzerine sohbetler yapan bir çiftçi bile geleceğinden kaygılı. Sekiz çocuk babası ve eski bir ‘çiçek çocuk’ olan Holden, “Gıda hareketini sadece küçük, benim gibi birkaç hippi çiftçinin ilgi alanı olmaktan çıkarmak ve bütün tarımın değişmesini sağlamak gerekli” diyor.
İspanya'da "sol" adlı market. Fotoğraf: E. Aslan |
Süpermarket de ayakta kalmak için kâr edecek elbet ama üreticiyi sömürmeyecek, tüketiciyi kazıklamayacak. Kısa zamanda çok kar etmeyi değil, çok kişiye gelir sağlamayı hedefleyecek. Böyle bir model, kurucu ortak sayısı çok olacağı için düşük kâr marjına rağmen kısa zamanda ilk yatırım bedellerini geri ödeyebilir. Çeşitli derneklere, dar gelirlilere indirimli ürün satılabilir. Fotoğrafta gördüğünüz süpermarketler içerik olarak anlatmaya çalıştığım tanıma uymuyor olabilir ama İspanyolca’da “sol” güneş anlamına geldiği için benim bir değil, iki kez hoşuma gitti. Süperi bile var. Sizi daha da heyecanlandırmak ve harekete geçirmek için bu fotoğrafları kullanmak iyi olur diye düşündüm.
Böyle bir süpermarket zincirinin ekonomik ve sosyal getirilerini uzun uzadıya yazmama herhalde gerek yok. Üretim ve tüketimde söz sahibi olunan böyle bir modelin başka alanlarda da, örneğin enerji konusunda da gerçekleştirilebileceğine dikkat çekmek isterim. Lisans gerektirmeyen, 500 kilovat kurulu gücün altında mini bir rüzgar santrali (ya da 1 veya 2 türbin) kurarak işe başlanabilir. 1000 ortak, kişi başına düşen 4-5 bin TL’lik (hatta daha az) bir yatırımla ufak bir üretim üssü kurabilir. Avrupa'da özellikle Danimarka'da halkın sahip olduğu çok sayıda enerji santrali var. Almanya'da çiftçiler tarlalarına rüzgar türbinleri kurarak hem tarım yapıyor hem de elektrik satışından ek gelir elde ediyorlar. İleride elektrik tedarikçinizi seçme şansınız da olacak. O zaman bu küçük şirketleri seçerek hem temiz enerji kullanabilir hem de ortak olduğunuz şirketten elektrik satın alarak üreten ve tüketen olma şansına sahip olabilirsiniz. Kömürden, nükleerden veya HES’lerden elektrik üreten bir santrale beş kuruş ödemezsiniz. Türkiye’nin, enerji ve gıda gibi her alanda, halkın üretimden tüketime söz sahibi olduğu, büyük şirketlere mahkum olmadığı modellere ihtiyacı var. İnanın çok zor değil. Var mı 999 gönüllü?
Organik Buluşma İstanbul'da
Patrick Holden |
Heinrich Böll
Stiftung Derneği ile Atlas Dergisi’nin birlikte düzenlediği ve “Organik Buluşma”
adı verilen konferans, bu yılki Yeşil Salon
toplantılarının ilki. İstanbul Teknik Üniversitesi, Gümüşsuyu Kampüsü, Orhan Öcalgiray Konferans Salonu'ndaki toplantıya katılım ücretsiz. İngilizce'den Türkçeye eş zamanlı çeviri yapılacak toplantı saat 19:30'da başlayacak.
Kayıt için: Banu Yayla – 0212 249 15 54 / banu.yayla@tr.boell.org
Kayıt için: Banu Yayla – 0212 249 15 54 / banu.yayla@tr.boell.org
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)