Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2016
İklim müzakerelerinde
Türkiye’nin yaptıkları, uluslararası ilişkiler derslerinde ‘bu iş nasıl yapılmazı’ anlatmak için kullanılabilir. Özeti şöyle…
COP14-Poznan'dan bir görüntü - Foto: O. Gurbuz |
Dünya küresel
iklim değişikliğinin insan etkisi nedeniyle gerçekleştiği konusunda şüpheler
artınca ilk büyük adımı attı ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (UNFCCC)
ortaya çıktı. Amaç, insan etkisiyle meydana gelen iklim değişikliğini anlamak
ve çözümü için tüm ulusları kapsayan bir protokol hazırlamaktı. Çerçeve Anlaşması 21 Mart 1994 yılında
yürürlüğe girdi. Türkiye kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu Ek-1 grubuna
dahil ederek yanlış pozisyon aldı. Haliyle de, sonraki dönemde herkes iklim
değişikliğini nasıl durdururum diye uğraşırken Türkiye, kendisini gelişmiş
ülkelerin olduğu gruptan nasıl çıkarırım diye uğraştı. Sonuçta anlaşmaya 10 yıl
sonra, Mayıs 2004’te taraf oldu.
Çerçeve
Anlaşması’nın önünü açtığı protokolün adı 1997’de kondu. Kyoto Protokolü
tarihin seragazı indirimini şart koşan ilk uluslararası anlaşmasıydı. Uzun
müzakerelerden sonra Şubat 2005’te yürürlüğe girdi. Türkiye yine ne yapacağını
bilemedi. Müzakereleri iyi takip etmediği gibi, pozisyon da alamadı. Enerjide
kömürcülerin ağırlığı hissediliyor, ülkenin her kesiminden bunun bir komplo
teorisi olduğuna dair sesler yükseliyordu. Güneş, rüzgar ve jeotermal gibi
yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkesi Türkiye, olmayan petrol ve
doğalgazına, verimsiz yerli kömürüne rağmen, fosil yakıt taraftarlarının
yolundan gitti. Yanlış takımı tuttu.
Kyoto Protokolü’ne de iş işten geçtikten sonra 2009 yılında katıldı,
2020’ye kadar yükümlülük almadı ama süreçten de uzak kaldı.
2015 sonunda
Paris’te düzenlenen 21. Taraflar Toplantısı’nda 180 ülke Kyoto Protokolü
sonrası yürürlüğe geçecek Paris Anlaşması’nı imzaladı. Türkiye’de 180 ülke
arasındaydı ancak işin doğasına aykırı bir şekilde, seragazlarını azaltma değil arttırma hedefi koydu. Tek jesti,
“arttıracağız ama daha az arttıracağız” oldu ve anlaşmayı bu taahhütle
imzaladı. Müzakereler Çin ve ABD’ye odaklandığı için Türkiye’nin durumu fazla
gündeme gelmedi.
Paris
Anlaşması Kyoto’dan daha zayıf olsa da, en kötü anlaşma hiç olmamasından iyidir
şiarıyla herkesçe alkışlandı. Şu ana kadar 27 ülke Paris’teki imzalarını bir
adım daha ileri götürerek, ülkelerindeki yürütme organlarının onayını da alarak
Paris Anlaşması’na taraf oldu. Anlaşmanın hayata geçebilmesi için iki kritik
koşul var. 55 ülke anlaşmaya taraf
olacak ve taraf ülkelerin seragazı emisyonlarının toplamı dünyadaki
emisyonların en yüzde 55’ine denk gelecek. İlk şartın yerine getirileceğine
kesin gözüyle bakabiliriz. Emisyonların %55’ine ulaşmak ise biraz daha zor. ABD
ve Çin’in süreci tamamlamasıyla bu oran yüzde 39’u geçse de, birkaç büyük
ülkenin daha sürece katılmasına ihtiyaç duyulabilir. Küresel seragazı
emisyonlarının yüzde 7,53’ünden sorumlu Rusya; 4,10’undan sorumlu Hindistan;
3,79’undan sorumlu Japonya ve AB’den gelecek onay ikinci koşul için yeterli
olabilir. İki koşul yerine getirildikten sonra, taraf ülkelerin hepsi söz
verdikleri gibi dünyanın ortalama sıcaklığındaki artışı 2, hatta 1,5 derecenin
altında tutmaya çalışacaklar. Halihazırda 1 derece civarındayız.
Yaptırım
konusu muğlak olsa da hedef bu. İyi, güzel ama ülkelerin anlaşmayı imzalarken
verdikleri ulusal taahhütler (INDC), yani seragazı azaltım veya sınırlama
sözlerinin toplamı 2 derece hedefi için yeterli değil. Peki, nasıl olacak bu
iş? Büyük bir olasılıkla pazarlıkla. Taraf olma faslı bitince ülke taahhütlerinin
iyileştirilmesi için müzakereler başlayacak. Bu bölümde Türkiye’nin taahhüdü de
tartışmaya açılabilir. Tabii, Türkiye onay sürecini tamamlarsa!
Meclis’ten her
gün olmadık yasalar, KHK’ler çıkıyor ama Paris Anlaşması gündemde bile değil.
Şu andaki süreçte kim iklimle ilgilenir diyebilirsiniz ama istesek de istemesek
de iklim sorununu çözmek zorundayız. Birileri bu işin ucundan tutmazsa,
Türkiye’nin Kyoto gibi sürecin dışında kalma olasılığı yüksek. Sağlıkta,
ticarette ve uluslararası ilişkilerde bunun bedeli ağır olabilir. Türkiye’nin
küresel emisyonların yüzde 1’inden sorumlu bir ülke olduğunu da anımsatalım. Burada
herkese iş düşüyor. Bu savaş ortamında, iktidar kavgalarının arasında kim
ilgilenir demeden politikacılara ve bürokratlara bu çağrıyı yapmak zorundayım. Kendinizi
düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün ve müzakere sürecine sahip çıkın.