Barış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Barış etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Mehmetçik Gazze’ye

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Ekim 2023

Foto: Yousef Salhamoud-Unsplash
Filistin’in bağımsızlığına kavuşması, bölgeye barışın hakim olması için sağcı ve siyasal islam taraftarlarının bulduğu yegane çözüm Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusunu savaşa göndermek oldu! “Mehmetçik Gazze’ye” diye bağırdılar.

Bugünkü dünyada barışı savaşla kazanmak diye bir seçenek yok. Asker göndererek, savaşa giderek, beddua ederek Filistin özgürlüğüne kavuşamaz; kavuşamadığını da 75 yıldır herkes görüyor. Mevcut İsrail hükümeti barış istemiyor, o zaman onu barış yapmaya ikna etmek gerek. Militarist akıl, çoğu zaman barış isteyeni zayıf görme hatasını yapar. İngilizlerin Gandi’yi hafife alması gibi İsrail ve ona destek verenler de bugün o hatayı yapıyor. Filistin’e özgürlük isteyenler bu konuda ortak bir tavır alarak üzerine düşeni yapmalı. 

Konu Filistin olunca hamaseti ellerinden bırakmayan Türkiye’deki siyasal islamcılar, slogan atıyor ancak ellerini taşın altına koymuyor. Diplomatik ve ekonomik ambargolar içerecek bu barışçıl ikna süreci, istikrarlı ve uzun vadeli bir birliktelik gerektiriyor. Siyasal islam ise Türkiye’den de gördüğümüz üzere ‘u dönüşleriyle’ ünlü.

Siyasal islamın zikzakları, Arap ülkelerinin politikalarındaki değişkenlikler ve ne yazık ki son 20 yılın Türkiye’sinin istikrarsız dış politikası bu tip bir mücadelenin önündeki yegane engeller arasında. Hâl böyle olunca ‘one minute’ten ötesi yok. Kürsülerde lanet okuma, sabah akşam İsrail’i kınama tam gaz ama aynı etkisiz politikaları sürdürmeye de devam ediyoruz. Sahneye bakınca oyun güzel görünüyor ancak sahne arkasına geçince hem oyuncular hem de senaryo yerlerde sürünüyor.

2009’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “one minute” çıkışı siyasal islamın bu sorunu da çözemeyeceğine dair iyi bir örnek. O çıkıştan sonra gördüğümüz diplomatik ilişkilerin bozulduğuydu. Ticaret rakamları ise tam tersini söylüyor. İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi 2009’da 2,6 milyar dolarken krizden hemen sonra 3,5 milyar dolara çıktı. 2022’de 9 milyar dolara dayandı. Enerji gibi stratejik konularda işbirliği arttı. Örneğin, Türkiye’nin petrol ithalatının yüzde 2,2’si İsrail’den geliyor. İsrail’in en çok petrol ihraç ettiği ülke ise Türkiye.

Sadece Türkiye ile mi durum böyle? Mısır 2020’den bu yana İsrail’den gaz ithal ediyor. İsrail’in gaz ihracatının kabaca yüzde 60’ı Mısır’a, kalanı da Ürdün’e yapılıyor. İsrail, Mısır’a yaptığı 6 milyar metreküplük gaz ihracatını 10 yıl içinde 30 milyar metrekübün üstüne çıkarmayı planlıyor. Rus gazına alternatif arayan AB’de bu planları destekliyor. Hamas’ın saldırısından iki gün önce, 5 Ekim’de Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, İsrail gazının Türkiye'ye getirilmesi için görüşmelerde bulunmak üzere İsrail'i ziyaret etmeyi planladığını söylemişti. AB de gazı gemilerle değil boru hattıyla taşıyacak bu plana daha sıcak bakıyor. 7 Ekim’den iki gün öncesine kadar Filistin işgal edilmemiş miydi? İsrail ticaret yapılan sıradan bir ülke miydi, iki gün içinde mi yoldan çıktı?

Başta Arap coğrafyası olmak üzere, barış isteyenlerin yapacağı ilk iş, diplomatik ve ticari ilişkilerin kesilmesi için geniş kapsamlı bir çalışma yürütmek olmalı. İsrail’le ticari anlaşmalar yapmış Kolombiya’nın, İsrail Büyükelçisi’nden ülkeyi terk etmesini istemesi Arap ülkeleri için önemli bir örnek. Dünyanın beşten büyük olduğunu göstermek isteyen Türkiye için de önemli bir fırsat olabilir. Lafla değil icraatla sorun çözülebilir. Çözmek istemiyorsanız da başta size oy verenler olmak üzere kitlelere gerçekten bu konuda ne yapacağınızı söylemekte fayda var. Söyleyebiliyor musun ey AKP?

Ambargo sadece ABD’nin istediği ülkelere karşı yapılacak diye bir şart yok. Ticari, siyasi, sosyal, sportif ve kültürel ilişkilerin hatırı sayılır bir coğrafya tarafından kısıtlanması, uluslararası bir tecrit, İsrail’de sağcı hükümetlerin iktidarına son verebilir ve barış yanlısı hükümetlere yeşil ışık yakabilir. Ambargo ve boykotlara aynı şekilde karşılık verilebilir, buna hazır olunmalı. Bedel ödemeden barış sağlanamaz. Askeri çılgınlıkların, parmak sallamalı nutukların ve arka planda devam eden ticari ilişkilerin bugünkü katliamlara davet çıkardığını unutmamalıyız. Barış isteyenler, somut ve ilkeli önerilerle uzun soluklu ve küresel bir mücadeleyi örgütleyebilir. Yapılabilirse, atılan somut adımlar Filistin sorunundan militan devşirmeye çalışan siyasal islamcı unsurları sekteye uğratabilir ve nerede durduklarını bir kez daha gözler önüne serebilir.

Çocuklar ölmesin

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Ocak 2015

Türkiye’de taraf tutmak insanların o kadar köreltti ki, “çocuklar ölmesin” deyince, bir taraf hemen size “hangi çocuklar” diye soruyor.

Söyleyeyim hangi çocuklar olduğunu, bizim çocuklarımızdan bahsediyorum. Dün Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde öldürülen 5 yaşındaki Efe Açıkgöz’den, geçen ay Cizre’de çatışmalar sırasında hayata gözlerini açamadan, aramızdan ayrılan üç aylık Miray bebekten. Adlarını tek tek yazmaya kalsam bitmeyecek o listeden bahsediyorum. Çocuklarımızın sıra arkadaşlarından, kahvede okeye döndüğümüz oyun arkadaşlarımızın torunlarından, otobüste yan yana sıkıştığımız, yer verdiğimiz karnı burnunda annelerin çocuklarından. Bizim çocuklarımızdan. Birbirini sevmek yerine vurmayı öğrettiğimiz o gencecik insanlardan. Bombalar parçalasın, ciplerin arkasında sürüklensin diye büyütmediğimiz aslan parçalarından, nur yüzlülerden bahsediyoruz. Hepimiz anlamalıyız ki, ölen çocuklara, “kimden” diye sordukça bu kan durmayacak.

“Çocuklar ölmesin” demek için bombaların mahallemize düşmesini beklersek, üzerine titreyecek çocuğunuz da kalmayacak. Türkiye’de nefret söylemlerine, şiddet eylemlerine, dediğim dedik, astığım astık liderlere oy verip onlara prim yaptıranlar, şiddettin şiddetle bastırılacağını sanıyorsa aldanıyor. Nefret edersen, nefret etmeyi öğretirsin, öldürürsen öldürmeyi öğretirsin. Bizim gibi ölümün ucuzladığı bir coğrafyada insanları ölmekle, öldürülmekle tehdit edemezsin. Öte tarafa inanan ve öte tarafta daha çok dostu, tanıdığı olan bir ülkenin çocukları neden korksun ölmekten?

Bu kısır ve kanlı döngüden çıkmanın tek bir yolu var. Suçluyu aramak, ilk kurşunu kim attı diye sormak bir işe yaramaz. Barış için ilk adımı kim attı ona bakmalı. Bu ülkede gerçekten barış isteyenler işte bu yüzden, barış diyen herkesin arkasında durmak zorunda. Öğretmen Ayşe Çelik’in, akademisyenlerin yanında durmak bu yüzden önemli. Onların karşısında duranlar bize yeni bombalar ve ölümlerden başka bir şey önermiyor zaten. “Her şey kontrol altında” deyip duruyorlar ama her yeni güne bir başka bomba ve saldırıyla uyanıyoruz. Aynı kişiler çok değil bir yıl önce çözüm sürecini anlatıp oy istiyorlardı. AKP, 13 yıllık icraatlarının belki de en az itiraz edilen adımı çözüm sürecini, yanlış Suriye politikaları ve başkanlık sisteminde inat etmeleri yüzünden çöpe attı. Siyasi hırsların hayatlarımızı böylesine etkilemesine izin veremeyiz.

Türkiye’nin bu karanlıktan çıkması kolay olmayacak. Bir dizi adım atılmalı. Dış politikadaki yanlışlardan dönülmesi, öyle kıvırarak, ucundan, kıyısından dokunarak değil, açık açık ülkedeki kutuplaşmanın üstüne gidilmesi gerek. Kürt sorununda masaya oturup, oturmadık gibi yapmanın; IŞİD meselesinde, IŞİD’çilere sınırları açıp, hastanelerde tedavi edip, tırlarla hediye gönderip daha sonra yapmadık, etmenin demenin artık bir inandırıcılığı kalmadı. Yayın yasağı koymanın, bombaları koyanların, vuranların kıranların değil haberini yapanların peşine düşmenin kimseye faydası yok. Ve belki de daha önemlisi, bu ülkede yaşama umudunun, hayatta kalmanın mutluluğunun yeniden inşa edilmesi gerekecek. Mahallelerin kuşatıldığı, morgların dolduğu, bombaların patladığı kentlerde insanların yaşama umudu olmaz. Yaşama umudu, işi, aşkı olmayan biri her şeyi yapar. Bu durumda suçlu kim? Bu ortamı hazırlayan, ölümü kanıksatan, umutsuzluğu bu ülkenin kaderi yapanlar suçlu değil mi? Bunun adını “istikrar” koyup, oy isteyenlerin basiretsizliği değil mi tüm bu şahit olduğumuz cinayetler? Ona oy verenlerin de artık, hatalarını görmeleri gerekmiyor mu? Şunun bunun değil, silahın ‘terörist’ kabul edildiği bambaşka bir Türkiye çizgisi neden çizilmesin. Şiddetten kurtulmanın yolu, onunla koşullu değil, koşulsuz mücadeleden geçer. IŞİD’in patlattığı bombalar, göz yumulmuş, eğitilmiş şiddetin kontrol edilemeyeceğinin en trajik örneklerini sunuyor bize.

Bu şiddet ortamında taraf tutacaksınız liderlerin, size bir öyle bir böyle diyen ve bugünleri getiren politikacıların değil çocukların tarafını tutun. Barış diyen çocukların yanında olun yoksa hepimiz kaybedeceğiz. Başka bir seçeneğimiz yok.

Silahlarınızı bırakın

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Temmuz 2015

Barışı koruma telaşının her konudan daha önemli olduğu günlerdeyiz. Kimsenin kimseyi öldürmediği, nefret etmediği, sokağa çıkarken başıma ne gelir diye düşünmeyeceği bir Türkiye kurana dek mücadele etmek bu ülkede yaşayan herkesin artık görevi. En başta da ülkeyi yönetenlerin ancak şu ana kadar izledikleri politikalar şiddeti durdurmak yerine körüklüyor.

Ülkede en basit kuralları bile denetleyecek merci kalmamışa benziyor. Sokağa çıkan herkes her gün onlarca hak ihlaline uğruyor. Bu ülkede yaşayanların trafikten yolsuzluğa, adaletten asayişe kadar birçok alanda güvenecekleri bir kurum kalmadı. Beyzbol nedir diye sorsan bilen olmaz ama milletin arabalarından beyzbol sopaları, bellerinde silah eksik olmuyor. İstanbul’un göbeği Taksim’de taksilerin mafya benzeri tavırlarına göz yumuluyor, hastanelerde tedaviyi beğenmeyen hasta doktor dövüyor.

Meclis’te kadınları sözlü şiddetle susturmaya çalışanlar, sokakta kadınları döven ve öldürenlere örnek oluyor. Neyse ki ülkedeki başıbozukluğa karşı duran ve hizmet aşkıyla yananlar da var; Rize Valisi gibi. 652 bin lirayı daha hızlı hizmet için makam aracına harcayan valilik, bundan sonra bölgedeki çevre eylemlerine, ‘lüks cipleriyle’ giden eylemcilerden daha hızlı ulaşıp asayişi sağlayabilecek.

Siz de benim gibi ortada bir başıbozukluk, yönetememe durumu görmüyor musunuz?

Ülkede aslı astarı olmayan söylentilerden yola çıkan bir grup günlerce ‘çekik gözlü turist’ avına çıktı. Sokakta turistlere saldıran bu gruptan kimse tutuklandı mı? Kimse ölmediği için ortada suç da yokmuş gibi davranıldı. Bu ülkede sokakta sevmediğin birini dövmenin, dövmeye kalkmanın cezası yok mu?

Bunlar bize hafif gelir diyorsunuz değil mi? Patlayan bombaların, faili meçhullerin ülkesinde yaşıyoruz. Savaşın ve barışın politikacıların hamasi nutuklarıyla gelip gittiği, keyfilerine göre gençleri ölüme sürükledikleri Türkiye’de yaşıyoruz. Futbol taraftarlarının zaferlerini ölerek ve öldürerek kutladığı Türkiye’de şiddetin hepimiz evinde, belleklerinde ve hayatında yer etmemesi için hepimize görev düşüyor. Silahlarımızı bırakmalıyız. Sadece eli silahlılar değil, siviller, eli sopalılar, sözü can yakanlar, dili nefret kokanlar; hepimiz silahlarımızı bırakmalıyız.

Bu işe pratik ve somut adımlarla başlamalıyız. İnsanların birbirilerini boğazlamak üzere olduğu ülkede yasal bir düzenlemeyle tüm silah ruhsatları iptal edilmeli. Üzerinde silah hatta bıçak ve beyzbol sopası bulundurmanın cezası ciddi şekilde arttırılmalı. Eline döner bıçağı, pala alıp sokağa fırlamak, hapisle cezalandırılmalı. Bunlar çoktan yapılmalıydı ama bir politikacı bile çıkıp bu tedbirleri gündeme getirmedi. Kimsenin gıkı çıkmıyor çünkü uyuşturulduk, şiddete, kavgaya alıştırıldık. Şiddetle zehirlendik biz.

Sadece yasal zeminde değişiklikler sorunu çözmeye yetmez. Erkeğin kadına, büyüğün küçüğe, iktidar ve para sahiplerinin muhalefet ve yoksula şiddet içeren baskılarına son vermeliyiz. Hem kendi kendimiz terbiye etmemiz hem de bu konuda yasal düzenlemelere gitmemiz gerekiyor. Başbakanın, valinin, patronun, polis memurunun ‘vatandaşa’ kötü söz, hakaret söylediğinde cezalandırılması gereken günlerdeyiz.

Evde karınıza, kocanıza veya kardeşlerinize, fiziksel şiddet ve kelimelerle saldırının bitmesi gerekiyor. Şiddetsizlik hareketi her yeri kapsamalı. Sivil itaatsizlik eylemlerinin üzerine gazla, copla ve sopayla yürüyen polisi de, polise taş atan eylemciyi de, metroda, trafikte birbirine küfür eden ‘masum’ vatandaşı da.

Gezi’de günlerce Taksim’i işgal edenler hiçbir dükkanı talan etmeyerek, kırıp dökmeyerek, ‘duran adam’ gibi şiddetsiz eylemleriyle tüm Türkiye’ye bunun olabileceğini gösterdiler.

Sadece silahlı örgütler değil herkes silahını bıraksın. Birbirimizi yok ederek sorunu çözmek dışında başka bir çözüm öneriniz varsa söyleyin. Abarttığımı düşünüyorsanız sokağa çıkın, okuduğunuz gazeteleri değiştirin ve gerçek Türkiye’yi görün. Ya silahlarımızı bırakacağız ya da hep beraber bu zehri tadacağız.

Tankın yeşili olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/1Eylül 2013 

F-16 savaş uçağı bir saate 3 bin 24 litre yakıt tüketiyor. Çoğu zaman uçaklar gibi jet yakıtıyla çalıştırılan M1 Abrams tankı da hareket halindeyken bir saatte 230 litre yakıt tüketiyor. Bu tankın yakıt kapasitesi 1885 litre. Rakamları, askeri enerji harcamaları konularında detaylı araştırmalar yapmış Dr. Sohbet Karbuz’dan aldım. M1 Abrams tankı da F-16’lar gibi Ortadoğu’nun yabancısı değil. Körfez Savaşı’nda, Irak’ın işgalinde bu savaş makineleri kullanıldı.

Jet yakıtıyla bizim kullandığımız araçlardaki yakıtlar aynı değil ama fikir vermesi açısından bir karşılaştırma yapalım. İstanbul’da öğrenci ve çalışanları taşıyan 20 bin servis aracı var. Bu araçlar 100 kilometrede 9 litre civarında yakıt tüketiyor. Her birinin günde 50 km yaptığını varsaysak, araç başına 4,5 litre düşer. 20 bin servis aracının İstanbul’daki günlük yakıt tüketimi de 90 bin litreyi buluyor.

İKİ SAATTE 10 GÜNLÜK YAKIT
Diyelim ki Türkiye Başbakan Erdoğan’ın hırsına kurban gitti ve Suriye’ye saldırdı. Türkiye’nin elinde 240 adet F-16 uçağı var. Bunların yarısının sadece bir kez Suriye’ye saldırdığını ve 2 saat havada kaldığını düşünelim.  Her biri 6 bin 48 litre yakıt tüketecek. 120 ile çarparsak bu iki saatlik macera sonucunda harcanan yakıt 725 bin litreyi geçiyor. Birkaç tankın da bırakın Suriye’ye girmeyi, iki saatliğine kontak çevirip, sınıra doğru harekete geçtiğini düşünün. İki saatte harcayacağımız yakıt miktarı toplamda rahatlıkla 900 bin litreyi bulur. İstanbul’da çalışanları, öğrencileri 10 gün okula, işe götürüp getirmek için harcayacağınız enerjiyi iki saatte harcarsınız.

Dünyada ordular olmasaydı belki bugün küresel iklim değişikliğinden bile bahsetmeyecektik. ABD enerji tüketiminin yüzde 1’inden tek başına Savunma Bakanlığı sorumlu. Karbuz’un makalelerinde dikkat çektiği gibi bu rakam az değil. 160 milyonluk Nijerya bu kadar enerji tüketmiyor. 2012 yılında ABD Savunma Bakanlığı’nın atmosfere bıraktığı karbondioksit miktarı 70 milyon ton. Amerikan ordusunun küresel iklim değişikliğine katkısı da Nijerya’dan fazla. Amerikan ordusunu bir ülke kabul etseydik, dünyanın en çok petrol tüketen ülkeler sıralamasında 36. sırayı onlar alacaktı. 2006’da harcadıkları elektrik miktarı 30 milyar kilovatsaat. Türkiye’nin bu yılın ilk altı ayında tüm barajlarından ürettiği elektrik miktarına eş.  

Bir savaşın ne kadar korkunç olduğunu elbette enerji sarfiyatından anlayacak değiliz. Hatırlatmak istediğim nokta bu savaş makinalarının barış günlerinde bile tatbikat, devriye uçuşu gibi nedenlerle çalıştırıldığı gerçeği. Üretimlerinde de ciddi miktarda hammadde ve enerji harcandığını unutmayın. Bir derenin üzerine kurulan HES’in onlarca cana mal olduğunu biliyoruz. Orada üretilen enerjinin ise bu makinelerce birkaç dakika içinde tüketildiğini hep hatırlamalıyız. Hem de can almak için. İşte bu yüzden, savaş karşıtlığı bir çevreci ya da yeşil için olmazsa olmaz bir koşuldur. Dünyadaki en köklü çevre hareketlerinin temelinde savaş karşıtlığı vardır çünkü savaşların getirdiği ekolojik yıkım başka felaketlerle mukayese bile edilemez. Greenpeace’in doğuşu ABD ve Fransa'nın nükleer denemelerine karşı çıkmasıyladır.  Nükleer karşıtı hareket nükleer silahlara hayır demese bu kadar yol kat edemezdi. Fidan dikerek değil, savaşa karşı çıkarak çevreci olunur. Derelere balık bırakarak değil, balıkların ve insanların üzerine bomba bırakmayarak ‘çevrecinin daniskası’ olabilirsiniz.

1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun!

Marina, Ulay ve Barış

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Mart 2013

Marina Abramoviç bir sanatçı. Performans sanatçısı, Yugoslavya doğumlu. Sanatını var eden en önemli etken kendisi. Performans sanatının odak noktasında çoğu zaman sanatçının kendisi yer alır. Rol yapılmaz, izleyicinin önüne hayatın ta kendisi konur. Kimi zaman izleyici de bu sanatsal gösterinin bir parçası olur. Tıpkı Marina’nın 2010 yılındaki gösterisinde olduğu gibi.

2010 yılında New York Modern Sanatlar Müzesi’nde bir performans sergileyen Abramoviç, 736 saat 30 dakika boyunca bir masanın kenarında oturdu. Karşısındaki boş sandalye ise sanatseverlere ayrıldı. “Sanatçı burada” adını taşıyan gösteri boyunca isteyen herkes Abramoviç’in karşısına oturdu ve hiçbir şey konuşmadan bir süre sanatçıyla göz göze geldi. Bir yabancıyla karşı karşıya oturduğunuzu ve bir tek kelime bile konuşmadığınızı düşünün. Marina, günler boyunca yüzlerce yabancıyla karşı karşıya geldi. Kim olduklarını bilmeden, adlarını sormadan sadece bakıştılar. Gözleriyle konuştular. Marina herkese aynı şekilde baktı; sadece ve sadece bir kişiye aynı şekilde bakamadı.    

O kişi Ulay’dı. Ulay herkes gibi sırasını bekledi. Yavaşça Marina Abramoviç’in karşısına oturdu, başını, “ne haber” dercesine yana doğru hafifçe salladı. Bakıştılar. Marina Ulay’a herkese baktığı gibi bakmıyordu. Ulay başını bir kez daha hafifçe yana doğru attı. Bu defa, “işte böyle, hayat” der gibiydi. Marina’nın gözleri doldu. Ulay’ın içi titredi. Marina saatleri güne çevirdiğinizde 30 gün süren performansı boyunca hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Ellerini masanın üzerinde kaydırarak Ulay’a uzattı. Ulay Marina’nın ellerini tuttu. Gösteriyi izleyenler Marina’nın gözyaşlarının arasına alkışlarını fırlattılar. Ulay’ın yürek atışlarına tempo tuttular. Aşkı alkışladılar, gördüler…

Ulay’ın gerçek adı Frank Uwe Laysiepen. O da bir performans sanatçısı, 1943’te Solingen’de doğmuş, Almanyalı. Marina ve Ulay’ı bir araya getiren de aslında bir performans; aşk. Hissederek içinde var olursanız size bir masa, iki sandalye ve saatler yeter. Hissetmezseniz, bibirinizi görmediğiniz an yiter gider. İki sanatçı uzun yıllar, 1976 ile 1989 arasında birlikte yaşadı. Birlikte ürettiler ama 89 yılında ayrılmaya karar verdiler. Ayrılıkları da sanatsal üretimlerinin bir parçası oldu. İlişkilerini bitirmek için her biri Çin Seddi’nin bir ucuna gitti. Oradan birbirlerine doğru yürümeye başladılar. Her biri 2 bin 500 km yürüdü. Çin Seddi’nin üzerinde buluştuklarında son bir kez birbirlerine baktılar ve ayrıldılar. Ta ki 2010’da Ulay Modern Sanat Müzesi’nde Marina’nın karşısına çıkana kadar. 21 yıl sonra.

Barış için
Bu öyküyü belki çoğunuz biliyorsunuz, belgeselini izlemiş olabilirsiniz. Benim bu inanılmaz öyküden Barış sayesinde haberim oldu. Barış mı kim? Barış, Sevgili Sevin Okyay’ın tabiriyle bir “elf”, Yüzüklerin Efendisi’ndeki ruhları iyilik dolu insanlardan biri. Barış şimdi gurbet yolcusu. Barış gittiğinde yokluğunu daha iyi anlayacağımı biliyorum o yüzden gitmeden kendisine teşekkür etmek istedim. Mekanikleşen beni, kültür ve sanatla arada sırada da olsa kendine getirdiği için. Sizin de Barış gibi bir dostunuz varsa elinizden kaçırmayın. Müzakere mi edersiniz, çok bilen insanlara mı sorarsınız, bilemem. Müzakere notlarınız açığa çıkarsa çıksın, aldırmayın. Barış bir giderse onu çok arar(sın)ız. Bizim “Elf Barış” gidiyor ama umudum var, bir gün geri dönecek. Siz de hem “barışınıza” hem de umudunuza sahip çıkın. Herkese bir Barış, bir Marina veya Ulay lazım.

Not: Marina ile Ulay’ın Modern Sanatlar Müzesi’ndeki buluşmasını izlemek isterseniz Youtube’dan “Marina Abramović e Ulay - MoMA 2010” başlıklı videoyu izleyebilirsiniz.

Kara Ağaç ile Uzun Ağaç'ın hikayesi

Kara ağaçlar güneşi görmedikleri için, uzun ağaçlar da susuz kaldıklarından kuruyup gittiler. Geriye bu iki ağaç kaldı. Köylüler der ki, bu iki ağaç konuşmuş; birbirleriyle anlaşmış. Suyu da güneşi de paylaşmışlar.

 Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ağustos 2012

Güneşin terlettiği, yol boyunca uzanan evlerin seyrekleştiği bir yerdeydik. Yol kenarlarında artık pek sık görülmeyen çeşmelerden birinin başında durduk. Çeşmenin hemen ardında koca bir kayalık, çeşme ile kayalığın arasında ise çeşmeye bitişik birbirine hiç benzemeyen iki ağaç vardı. Biri kara ve kısa, kalın gövdeli; diğeri daha uzun, ince ve kavağa benzer bir şeydi. Uzun olanın gövdesi beyaza çalıyordu; yapraklarını göğe doğru uzatmıştı. Arkadaki kayalık, çeşmeye düşen güneşi tutuyordu. Su bu yüzden soğuktu. Kayalığın sol yanından sızan güneş, uzun ağacın gövdesine vuruyor ama kısa ve kara olanın üzerine düşmüyordu. Kara ağaç biraz yana yatmasa güneş yapraklarına bile değmeden geçip gidecekti. Güneş ışınlarına yaklaşan dalları zevkten yemyeşildi. Yanındaki ağacın tersine yapraklarını etrafına doğru açmış, adeta sabah erkenden kalkıp yatağında gerinen bir insanın ellerini açması gibi uzatabildiği kadar uzatmıştı. Kara ağacın gövdesinde, güneş görmeyen yerlerde pek yaprak yoktu. Uzun Ağaç yapraklarını yukarı kaldırmasa belki de Kara Ağaç  güneşi hiç göremeyecek, kuruyup gidecekti.

Kara Ağaç güneşi görmekte zorlanıyordu ama su sıkıntısı çekmiyordu. Çeşmenin musluğu tam kapanmıyordu. Taşan su bayır aşağı akıyor, sağındaki kara ağacın köklerinin üzerinden geçip yolun kenarından süzülerek yine daha dik bir yokuşun akışına kendini bırakıveriyordu. Uzun Ağaç'ın gövdesi belki de susuzluktan olsa gerek incecikti. Kuvvetli bir rüzgar çıksa, “çıt” diye kırılacak bir dal gibiydi. Kökleri ise tam tersi. Zayıf bir insanın ellerindeki damarlar gibi belirgindi. Toprağın üzerine çıkmış bir tanesi, o dar çeşmenin ardından dolanıp Kara Ağaç'ın köklerinin hemen altından yeniden toprağa giriyordu. Belli ki suya koşuyordu.

Kara Ağaç'ın dalları Uzun Ağaç'ı sarmalamıştı. Uzun Ağaç dallarını yukarıya değil de yana uzatsa, Kara Ağaç'a güneşe uzanacak yer kalmayacaktı. Kara Ağaç da kuvvetliydi, dipten giden köklerini şöyle biraz yukarı kaldırsa Uzun Ağaç'ın suya erişen kökünü toprağın dışına itmesi hiç zor olmazdı. Tüm su Kara Ağaç'ın olurdu.

Ağaçlara uzun uzadıya baktığımı gören otobüsteki yaşlı bir yolcu, “Eskiden bu çeşmenin ardı ağaçlarla doluydu, küçük bir orman gibiydi burası, bir uzunu bir kısası yan yanaydı” dedi. Sesin geldiği yere döndüm. Belli ki oralıydı, kılığı kıyafeti öyle diyordu. “Ne oldu onlara, insanlar mı kesti” diye sordum. “Yok, ağaçlar birbirleriyle savaştı, birbirlerini yok ettiler” diye yanıtladı. Şöyle bir baktım, “inanmıyorsun” değil mi diye sordu. “Ağaç ağacı yok eder mi amca” dedim ardından da kibarca güldüm; o da güldü. “Bizden öğrendiler” dedi ve devam etti:

“Öldürmek bir hastalık, insandan insana bulaşır. Virüsün  adı kin ve nefrettir. Her ölümden sonra onlarca virüs yayılır ortalığa. Aşılanmamışsan, ruhunu temizlememişsen sana da geçer. Öldürdüğünün aslında kendin olduğunu,içindeki insanlık olduğunu bir süre sonra fark etmezsin bile. Panzehiri sevmektir, affetmektir. Bu ağaçlar bu bölgede öyle zulümler, öyle nefretler gördüler ki bizlere benzediler. Bir gün kara olanları toplandı ve aralarında anlaştılar. Kökümüz derindedir, köklerimizle uzun ağaçlara yol vermezsek derindeki bütün su bizim olur, uzunların boyları kısalır, bize benzerler diye düşündüler. Orman fısıldar, fısıldaşır. Uzun ağaçlar da fısıltıları duyunca bir araya geldiler. Yukarı kaldırdığımız dalları aşağı indirip güneşin önüne perde koysak bu tembel kara ağaçlar güneşe ulaşmak için bizim gibi esner, gerinir, uzar; bizim dilimizden konuşur ve bize benzerler. Suyun önünde de engel kalmaz diye heveslendiler”.

“Sonra ne oldu” diye sordum. “Ne mi oldu” diye hafifçe gülümsedi. “Oğul” dedi elimi omzuma koydu ve devam etti: “Kara ağaçlar güneşi görmedikleri için, uzun ağaçlar da susuz kaldıklarından kuruyup gittiler. Geriye bu iki ağaç kaldı. Köylüler der ki, bu iki ağaç konuşmuş; birbirleriyle anlaşmış. Suyu da güneşi de paylaşmışlar. Biliyorum, bana ağaçlar konuşur mu diye soracaksın. Koca ormandan kala kala iki tane kalmışsan, işte o zaman konuşursun. Yalnız kalınca ağaç da olsan konuşursun, ot da olsan konuşursun ve anlaşırsın. Mesele kurumadan, yalnız kalmadan önce konuşmakta. Ardında nefret, ölüm kin dağları biriktirmeden yüz yüze gelmekte. Çeşmenin gerisine bir bak, o koca ormanın olduğu yer şimdi çorak bir toprak”.

Uzun Ağaç'la Kara Ağaç'ın aynı aileden olmadıkları aşikardı. Yapraklarının desenleri, gövdelerinin rengi ve hatta konuştukları dil bile farklıydı. Aynı rüzgar esiyordu ama yaprakları farklı farklı sallanıyordu. Biri güneşin diğeri suyun dilinden konuşuyordu. Buna rağmen birbirlerini anlıyor, aynı toprak üzerinde yaşamayı başarıyorlardı. Toplasan dört metrekare etmeyecek bir toprak üzerindeydiler, ikisine de yetiyordu. Farklıydılar ama özde aynıydılar. Elde avuçta ne varsa paylaştılar. Biri diğerine sen güneşsiz yap, diğeri ötekine susuz yaşa demedi. Biri diğerine dallarında yaprak bitireceksen aynı benimkilerden bitir diye emretmedi. Diğeri de ona benim dilimden konuş, benim dinimden dua et demedi. İkisi de o çeşme başında yaşamayı seçmemişlerdi; kim bilir hangi rüzgar atmıştı tohumlarını oraya. İkisi de çeşmenin sahibi olmaya çalışmadı, paylaşmayı denedi. Hiçbiri hak ettiğinden fazlasına göz koymadı, güneşe dalıyla, suya köküyle uzandı. Olmadığı yerde hak aramadı, hakkım var demedi, fazlasını istemedi ve diğerini aza mahkum etmedi. Kara Ağaç bir gün bile şu Uzun Ağaç ne garip şeydir demedi. Uzun Ağaç da Kara Ağaç için hiçbir gün aklından bir kötülük geçirmedi.

Yaşlı adam omzumu hafifçe sarstı, dalmıştım. “Birinin adı Mehmet, diğerinin ki Ciwan’dır” dedi”.