Özgür Gürbüz-BirGün/25 Nisan 2019
Yarın 26 Nisan,
Çernobil nükleer kazasının 33. yıldönümü. 33 yıl önce Çernobil Nükleer
Santralı’nda kimsenin hayal edemeyeceği büyüklükte bir nükleer kaza meydana
geldi. Kontrolden çıkan santral her saniye havaya, suya ve toprağa
radyoaktivite salıyordu. Santralı merkez alan 30 kilometre yarı çapında bir
alanda yaşayan 110 bin kişiyi tahliye etmekse 10 gün sürdü. Toplamda 400 bine yakın kişi evlerinden
ayrılmak zorunda kaldı. Çoğu özel eşyalarını bile geride bıraktı. Oradaki
her şey radyoaktifti ve vedalaşmaya zaman yoktu.
Sovyetler
Birliği’ndeki binlerce insan, aynı günlerde sevdiklerine, eşlerine, babalarına
veda etti. Çoğu asker 800 bin kişi, kaza ve sonrasındaki temizlik çalışmalarına
katıldı. “Tasfiyeci” adı verilen bu
insanların 60 bininin öldüğü, 165 bininin ise sakat kaldığı söyleniyor.
Resmi rakamlarda ise bu sayılar azalıyor, insanlıkla doğru orantılı bir
şekilde. Amaç nükleer enerjinin gerçek yüzünü gösteren bu felaketi
önemsizleştirmekti. Çernobil’den sadece 25 yıl sonra Fukuşima nükleer kazası
meydana gelince nükleer endüstrinin gerçeği gizleme çabaları da boşa çıktı.
1986’daki
kazadan sadece bugün Rusya, Belarus ve Ukrayna sınırları içerisinde kalan
topraklar etkilenmedi. 300 yıl çevresine
radyasyon yayacak Sezyum-137 bulutları aralarında Türkiye’nin de bulunduğu
birçok ülkeye kadar ulaştı. Önce Trakya’ya geldi radyasyon bulutları,
ikinci dalga ise yağışların da etkisiyle Karadeniz ve özellikle de Doğu
Karadeniz’i etkiledi. Radyasyonun havada kalmadığı, toprağa indiği ilk önce çay
ve fındıktan anlaşıldı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, çayda radyasyon olduğunu
uzun bir süre inkar etti ve o süre boyunca herkes evlerinde çay içti. 1986
Aralık ayında ise TAEK çayda, kilogramda
89 bin bekerele varan radyasyon olduğunu itiraf etmiş, 58 bin ton çayın gömülerek yok edilmesine karar vermişti. Kararın
yürürlüğe girmesi içinse 2 yıl sonra Resmi Gazete’de yayımlanması beklenecekti.
Bütün bunlar
olurken dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, kendi içtiği çayda radyasyon olup
olmadığını ölçmeleri için şoförü aracılığıyla ODTÜ’ye çay gönderiyordu. Neden
ODTÜ’ye? Çünkü çayda radyasyon olduğunu tüm baskılara karşı halka duyuran ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül,
Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’ydi. Çaydaki
radyasyonu ölçüp ortaya çıkarmış, TAEK’i defalarca uyardıkları için başlarına
gelmedik kalmamıştı.
Türkiye’deki
yetkililerin Türkiye’nin Çernobil’den gelen radyasyondan ciddi şekilde
etkilendiğini gizlemeye çalışmalarının bir tek nedeni vardı. Türkiye o
sıralarda Akkuyu’da bir nükleer santral kurmak istiyordu. Kamuoyunun, nükleer
santralın kaza riski konusunda çevrecilerin uyarılarının doğru çıktığını
bilmesi tüm planları suya düşürebilirdi. Türkiye, Sovyetler Birliği gibi kazanın
etkilerini gizlemeye çalıştı ama bu belki de binlerce insanın kanserden
ölmesine yol açtı. Bugün Karadeniz
kanserden kan ağlıyorsa nedeni “nükleer sevdası”dır.
Çernobil ve
radyasyon tartışmaları olurken dönemin başbakanı Turgut Özal, “Azıcık radyasyonlu çay bize faydalı”
diyecek, TAEK Başkanı Ahmet Yüksel Özemre ise “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım, rakamı ne yapsın” diyerek olayı
geçiştirmeye çalışacaktı.
Aradan 25 yıl
geçti. Fukuşima’daki nükleer felaketten sonra dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan
ise “Riski olmayan hiçbir yatırım yoktur. Yani evinize Aygaz tüpü de
koymamak gerekir” dedi.
İşte bu yüzden
korkmamız ve nükleere hayır dememiz gerekiyor. 33 yıl önce bin 500 kilometre
ötede meydana gelen kazadan bizi koruyamayan zihniyet yine işbaşında ve
evimizin yanıbaşına, Mersin ve Sinop’a nükleer santrallar yapmak
istiyor.