Özgür Gürbüz-BirGün/2 Mayıs 2019
Bir ağaç, bir
kuş türü hatta çoğumuzun eline almayı bile istemeyeceği bir böcek yok olsa biz ölür
müyüz? İnsan bu canlılar olmadan yaşayamaz mı? Ot, ağaç, börtü böcek olmazsa
“kalkınma” olur mu?
Bu soruların
yanıtlarını kısa süre içerisinde alacağız çünkü tür kayıpları beklenenin 1000
katına çıktı, artık ne kaybettiğimizin farkında bile değiliz. Yaşayan Gezegen Raporu, 1970 ile 2014
arasında balık, memeli, çift yaşamlı ve sürüngen popülasyonlarının yüzde 60’ını
kaybettiğimize işaret ediyor. Sadece 44 yılda! Birleşmiş Milletler Gıda ve
Tarım Örgütü ise balık yığınlarının üçte
birinin aşırı avlanmayla karşı karşıya kaldığını yani kendini
yenileyemeyeceğini söylüyor. Mercan
kayalıklarının yarısı kaybedildi, Mangrove
ormanlarının yüzde 30 ila 50’si yok edildi. İnsanın “kalkınma” uğruna
kestiği ağaçların, tarlaya çevirdiği ormanların, karnını doyurmak için ağına
hapsettiği balıkların, zevk için avladığı tilkilerin sonuna geliyoruz. Biyoçeşitlilik
büyük bir saldırı altında.
Biyoçeşitlilik
kaybı genelde biyologların, çevrecilerin sorunu gibi algılanıyor. Bunun aslında
bir kalkınma sorunu olduğu ise yeni yeni fark ediliyor. En büyük zararı ise
yoksullar görüyor. Ciddi risk altındaki balıkçılıktan örnek verelim. Gelişen
ülkelerde balıkçılıktan geçimini
sağlayan 38 milyon insan var, çoğu küçük ölçekli balıkçılık yapıyor. Çoğu kadın, 150 milyon da balıkları
işliyor ve satıyor. Hepsinin evinde baktığı üç kişi olsa denizde balığın
tükenmesi 600 milyon insanı işsiz ve daha da yoksul bırakacak.
Yokluk işin
bir boyutu. Bir başka boyut ise doğanın sunduğu hizmetlerden geçimini sağlayan
insanların başka bir seçeneğinin olmaması. Hindistan üzerinden yapılan bir
analiz, orman hizmetlerini ülkenin gayri safi hasılasına katkısının yüzde 7
oranında olduğunu gösteriyor. Halbuki, ülkedeki yoksulların gayri safi
hasılasındaki payına bakıldığında bu oran yüzde 57’ye kadar çıkıyor. Ormandan
elde ettikleri gelir, onlar için kritik öneme sahip. Ormanlar yok olursa bu
insanlar da yok olur.
İşin bir başka
boyutunu görmek için bitkileri ele alalım. Dünyadaki 30 bitkinin yediğimiz
gıdanın yüzde 95’ini karşıladığını biliyor muydunuz? Bu bitkiler arasında yer
alan dört tanesi (pirinç, buğday, mısır
ve patates) ise gıda ihtiyacımızın yüzde 60’ını karşılıyor. Bu dört türün
özellikle yoksullar için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım
ama ötesi var.
Birçok yerel
ürün, örneğin yerel buğday çeşidi, artık ekilmiyor. Çiftçiler, daha çok ürün
elde etmek adına melezleme gibi tekniklerle müdahalelere maruz kalmış buğday
türleri ekiyor. Her yerde aynı tür var.
Çeşitlilik yok oluyor bu da türlerin olası hastalıklara, iklim koşullarına
karşı direncini azaltıyor. Elbette tek bir türe, tohuma bağımlılık, çiftçiyi gıda
tekellerine bağımlı hale de getiriyor. Biyoçeşitlilik kaybının yaratacağı
sorunları anlamak için şu senaryoyu gözlerinizin önüne getirin. Dünyada ekilen
buğdayın aynı olduğunu ve onu vuran bir hastalığın hızla tüm gezegene
yayıldığını bir düşünün. Bundan daha iyi bir felaket senaryosu var mı?
Sadece gıda
değil, kullandığımız ilaçlardan ruh sağlığımıza kadar her alanda doğaya
muhtacız. Avrupa’da bulunan 12 bin bitki türünün 10 binine ev sahipliği yapan
Türkiye’de, doğaseverlerin neden madenlere, taş ocaklarına, çılgın projelere
karşı mücadele ettiğini şimdi anladınız mı? Mesele 10 yıl cebi doldurma değil,
10 binlerce yıl yaşatma mücadelesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder