Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Ukrayna ve Nükleer Tehlike
Ukrayna’nın nükleer belası
Özgür Gürbüz-BirGün/1 Mart 2022
Savaşın içinde nükleer geçen son dört günü hatırlayalım.
Rusya Federasyonu’na ait birlikler Belarus üzerinden Kiev’e ilerlemeye karar
verince ilk durak, dünyanın en büyük nükleer kazalarından birine ev sahipliği
yapmış Çernobil Nükleer Santralı olmuştu. Zırhlı araçların radyoaktif
serpintiye uğramış bölgeye girmesiyle radyasyon seviyesi 22 kat artmış ve
spekülasyona neden olmuştu. Radyasyon artışı, 1986 yılındaki kazayla içindeki
nükleer yakıtı eriyen dört numaralı reaktör ve yeni yapılan geçici nükleer atık
deposundan değil, ağır araçların kaldırdığı tozdan kaynaklanıyordu. Ukrayna Nükleer Düzenleme ve Denetleme Kurumu’ndan (UNDD) gelen
bu açıklama akla yatkın. Çernobil’deki yasak bölge bizim yaşadığımız
bölgelerle kıyaslanamayacak düzeyde radyoaktif. Yıllar önce bölgeye gittiğimde,
ormana, toprak yollara girmenin yasak olduğu, bazı bölgelerde yüksek seviyede
radyasyon olduğu söylenmişti. Savaş öncesi bölgedeki arka plan radyasyon
seviyesi saatte 3 milisievert civarında. Üç saat kalsanız bir tomografiye
bedel.
Çernobil’in stratejik önemi olduğu da pek doğru değil. Kiev’e giden ve
radyasyon yüzünden kimsenin yaşamadığı, 150 km uzunluğunda, düz bir yolun
başlangıcında sadece. Sanırım, nükleer kazayı trafik kazasıyla veya tüpgazla
kıyaslayanlara inananlar, 36 yıl sonra orada hâlâ radyasyon olmasına şaşırıyor.
Değil 36, 36 bin yıl sonra da orada radyasyon olacak halbuki. Nükleer bela
böyle bir şey.
Kontrolden çıkması elbette mümkün
Rusya Ukrayna savaşında bir başka tehlike de savaşın
ortasında kalan nükleer santrallar. Yıllardır nükleer santralların savaş ve
terör saldırılarında hedef olabileceğini yazıyorduk, şimdi dehşetle böyle bir
şey yaşanmadan ateşkes ilan edilmesini bekliyoruz. Ukrayna’nın tamamen kapalı
durumdaki Çernobil dışında 4 nükleer santralı ve buralarda 15 nükleer reaktörü
var. Hepsi Rusya yapımı. 12 tanesi Akkuyu’da yapımı süren reaktörlerin biraz
daha düşük güçteki VVER-1000 tipi reaktörler, kalan iki ise bugün hiç kimsenin
istemeyeceği VVER-440 tipi. Çoğu tasarım ömrü 30 yıldan daha yaşlı ve asıl
tehlike savaşın ortasında kalan bu reaktörler. Aklı başında kimsenin bu
reaktörleri hedef alacağını düşünmüyorum. Ancak, savaşta bu reaktörlerin kazara
hedef alınması, soğutma suyu veya elektrik kesintisi gibi nedenlerle kontrolden
çıkması elbette mümkün.
UNDD’nin açıklamalarına göre 28 Şubat 2022 itibarıyla 15 reaktörden dokuzu çalışıyor. 23 Şubat’ta bu sayı 13’tü. Ukrayna, gördüğüm kadarıyla çatışmaların arttığı bölgelerdeki nükleer reaktörleri teker teker durduruyor. Ülkenin en büyük nükleer santralı Zaporijya’da beş gün önce altı reaktörden altısı çalışıyordu, şimdi bu sayı yarıya düştü. Rusya’nın kente girdiğine dair haberler var.
Size bunları anlatmıyorlar
Ukrayna’nın nükleer derdi bununla da sınırlı değil. Ukrayna
nükleer yakıt ve nükleer atık konusunda da Rusya’ya bağımlı. Rusya ile
yaşadıkları gerilim nedeniyle ABD’li Westinghouse şirketinden yıllar önce yardım
isteseler de ülkedeki reaktörlerin yakıtının yüzde 60’ı hâlâ Rusya’dan
geliyor(du). Kullanılmış yakıt çubukları da işlenmesi ve saklanması için 200
milyon dolar ödenerek Rusya’ya gönderiliyor[1].
Nükleer enerji gerek yakıt gerekse teknoloji açısından sizi üreticisine bağımlı kılıyor. Mersin’deki nükleer santral projesi iptal edilmezse, kullandığımız doğalgazın 3'te 1'ini, petrolün 5'te 1'ini, kömürün 3'te 1'ini aldığımız Rusya’ya nükleer enerjide de bağımlı olacağız. Akkuyu’yu “bağımsız”, “milli”, “yerli” gibi kelimeleri aralara sıkıştırarak pazarlayanlar size bunları hiç anlatmıyor.
[1] Ukraine’s nuclear impasse, Oleksandra Zaika, 26 Nisan 2021.
İklim Şurası’ndan nükleer ve gaz çıktı
Özgür Gürbüz-BirGün/25 Şubat 2022
Meteororoloji Mühendisleri Odası, Çevre Mühendisleri Odası ve birçok sivil toplum örgütünün davet edilmediği ve bu yüzden de “asıl aktörlerin toplantıya çağrılmadığı” eleştirileriyle başlayan İklim Şurası’nın kararları ortaya çıkmaya başladı. Net sıfır hedefine ulaşmak için kritik öneme sahip Seragazı Azaltım Komisyonu’nun sosyal medyada paylaşılan sonuçları ise büyük hayal kırıklığı yarattı. Türkiye’nin, 2053 net sıfır hedefine ulaşmak için mevcut emisyonlarını en az 400 milyon ton civarında azaltması gerekirken, Şura’dan kömür santrallarına devam kararı çıktı. Kömürlü termik santrallarla ilgili öneri, teknik ve mali yeterliliği tartışmalı karbon yakalama yöntemi oldu. Şura’dan kömürlü termik santralları azaltma kararı bile çıkmazken, termik santral kaynaklı ısının kullanılması için teşvik verilmesi istendi.
DOĞALGAZ ÖNERİLDİ
Aynı komisyondan çıkan bir başka şaşırtıcı karar ise doğalgaz ve nükleer
enerjiye yatırım çağrısıydı. Komisyon kararları arasında, “2053 net sıfır
emisyon hedefleri doğrltusunda kaynak çeşitliliği ve enerji arz güvenliği
perspektifinden emisyon azaltıcı alternatif yakıtlardan (doğalgaz, nükleer vb.)
elektrik üretiminin artırılması değerlendirilmelidir” maddesi de yer aldı.
Elektrik üretiminde kömürden sonra en çok seragazı emisyonuna neden olan
doğalgazın arama ve üretim faaliyetlerinin artırılması da Şura’nın “iklimi
korumak için” aldığı kararlardan biri oldu.
Yenlenebilir enerji kaynaklarının en üst düzeyde kullanılmasını öneren belgede, yeşil hidrojenin önceliklendirilmesi de istendi, böylece doğalgaz, kömür ve nükleer enerji gibi çevreci olmayan yöntemlerle hidrojen eldesine de açık kapı bırakılmış oldu. Ulaşım konusunda ise önerilen çözümlerin birçoğu kentlerde elektrikli ulaşımın yaygınlaştırılmasına aitti. Artan havayolu ulaşımı, alım garantili otoyol projeleri ve Kanal İstanbul gibi konularla ilgili bir öneri Şura kararları arasında yer almadı.
Enerji dönüşümünden enerji faturalarına giden yol
Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/20 Şubat 2022
Resmin özelliklerini ise biliyoruz; doğaya en az zararı verecek, iklim krizine yol açmayacak, daha fazla enerji tüketmeyi değil enerjiyi verimli kullanmayı öne çıkaracak, istendiğinde erişilebilir olacak ve temel ihtiyaç olduğuna göre kimse yokluğunu çekmeyecek.
İklim krizine neden olan kaynaklar belli; petrol, kömür ve doğalgaz kullanılmayacak. Nükleer santralların kaza, sızıntı ve atık sorunu çözülemedi, seragazı emisyonları konusunda da masum değil; rüzgara göre 6 kat daha fazla emisyona yol açıyor. Amacımız doğayı korumak ve gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak. Bu durumda geriye yenilenebilir enerji kalıyor. Barajların doğaya verdiği zararı da yaşayarak öğrendiğimize göre onları da listeden çıkartabiliriz. Kötü uygulamaları örnek almadan, güneş, rüzgar, biyokütle, jeotermal, dalga ve hidrojenle yola devam edebiliriz. Endüstriyel bir toplumda yaşayacaksak eldeki kaynaklar bunlar.
Yenilenebilir yeter mi?
Yenilenebilir enerjinin talebi karşılama sorunu da yok. 2019 yılında küresel enerji tüketimi 65 petavatsaatti (PWh). Bugünün teknolojisiyle sadece güneşten 5800 PWh elde edebiliyoruz ve halihazırda bu potansiyelin yüzde 60’ı ekonomik. Türkiye’de de petrol ve gaz yok ama rüzgar ve güneş bol. Burada sorun potansiyel değil, onu değerlendirmek için kullanılacak kaynakların eldesinde doğaya verilecek zarar. Bu yüzden de enerji tüketimini azaltmayı ve enerjiyi verimli kullanmayı her şeyin önüne koymalıyız. Yoksa bir çıkmaz sokağa gireceğiz.
Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2050 yılında sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutacak bir senaryoda, enerji tüketimini yüzde 10 oranında azaltmak, talebin neredeyse yüzde 90’ını yenilenebilir enerjiden karşılamak mümkün diyor.
Güneş, rüzgar pahalı mı?
Şimdi maliyetlere bakalım. Enerji sektöründe kabulü yüksek olan Lazard şirketinin 2021 sonuna dayanan hesaplamalarına göre büyük ölçekli güneş ve rüzgar santrallarından elektrik üretmenin kilovatsaat başı maliyeti 2,6 ila 3 sent aralığına gerilemiş görünüyor. Türkiye’deki son ihalelerde de bu fiyatlar ortaya çıktı zaten. En ucuz seçenekler güneş ve rüzgar, onu bazı doğalgaz santralları ve jeotermal enerji izliyor. Ardından kooperatiflerce kurulan güneş santralları geliyor. Kömür, güneş termal santrallar, nükleer ve bireylerin çatılarına kurdukları güneş panelleri bu sırayı izliyor. Fiyatı belirleyen onlarca etken var elbette; örneğin sosyal maliyetler burada yok. Buna rağmen güneş ve rüzgarın başını çektiği yenilenebilir enerji kaynakları açık ara önde. Ucuz enerji istiyorsak adres belli.
Güneş batınca ne olacak?
Rüzgar ve güneş gibi bazı kaynaklar sürekli elektrik üretmedikleri için yokluklarında sistemi biyokütle, jeotermal, hidrojen ve batarya sistemleriyle desteklemek gerekecek. Güneş enerjisinin depolama destekli uygulamalarında maliyetler artsa da 5-10 yıl içinde depolama maliyetlerinin de hızla düşmesi bekleniyor. Bu teknolojilerin en büyük avantajlarından biri de sizi şebekeden bağımsız hale getirip, dağıtım şirketlerinden kurtarması olabilir. Bir sitede veya köyde, küçük bir güneş ve rüzgar gücünü, biyogaz santralı ya da elektrik depolama sistemiyle desteklediğinizde tüm faturalarla vedalaşabilir, yatırımın maliyetini çıkardıktan sonra çok daha ucuza elektrik üretebilirsiniz. Çatınıza koyacağınız güneş panelleri ve bir depolama sistemiyle bağımsızlığınızı ilan edip, petrol fiyatı arttı, doğalgaz zıpladı haberleriyle ilgilenmezsiniz. Güneşin yakıt maliyeti yok.
Enerji nerede kullanılacak?
Enerji üretimi ve dağıtımını tamamen kamulaştırsak bile bir maliyeti olacak. İletim ve dağıtım hatlarının bakımı, santralların işletmesi gibi hizmetlerin de karşılanması şart. Kamunun kâr beklemeden bu hizmetlerini sunduğunu düşünürsek faturaların biraz hafifleyeceği ortada. Ancak burada bizi bekleyen bir tehlike var. Çok ucuz enerji tüketimi artırabilir, enerjinin verimli kullanılmasının önüne geçebiliriz. Doğu Bloku’ndaki sorunlardan biri de buydu, o ülkelerde enerji yoğunluğu çok yüksekti. Enerji üretirken ödediğimiz bedeli fiyata yansıtmanın bir yolu, kullanılan alana göre fiyatlandırmak olabilir. Ekmek üreten bir fabrikaya verilen elektriğin fiyatıyla, lüks bir ürün üreten fabrikaya verilen elektriğin fiyatı farklı olmalı. ÖTV ve vergi kalemleri daha çok tüketiciyi ilgilendirdiği için üretim aşamasındaki karar verme süreci üzerinde etkisiz kalabiliyor. Ucuz enerjiden çok enerjinin verimli kullanılmasına ve kimsenin temel ihtiyaç haline gelen enerjiden mahrum kalmamasına odaklanmalıyız.
Başka bir “kamulaştırma” mümkün
Mümkün olan herkesi, evinin çatısında, köyünde, sitesinde ve apartmanında elektrik üretmeye teşvik edebiliriz. Enerji kooperatifleri, belediyelerin kuracağı enerji şirketlerine ortaklık ve daha pek çok farklı yolla üretimi başka türlü “kamulaştırabiliriz”. Enerjide kendine yeten her köy, kasaba iletim ve dağıtım kaynaklı maliyetlerin düşmesine, kayıpların azalmasına yarar. Resmi rakamlara göre iletim ve dağıtım kaybı yüzde 10 civarında. Yarıya indirmek iki büyük kömür santralının üretimine eş elektrik demek.
Türkiye ısrarla yenilenebilir enerjiyi şirketler aracılığıyla geliştirmeye çalışsa da bireyler veya kooperatiflerle yola çıkmak da mümkün. 2019 yılında Almanya’daki 120 bin megavatlık yenilenebilir enerji kurulu gücünün yüzde 40’ına çiftçiler ve bireylerin sahip olduğunu düşünürsek, devletin doğru yönlendirmeleri, enerjide 4-5 şirkete bağlı kaderimizi kökten değiştirebilir. 2019’da Almanya’nın yenilenebilir enerji kurulu gücü 120 bin megavatı geçiyordu. 50 bin megavatına yakınının bireylerin elinde olması demek neredeyse bugün Türkiye’deki tüm barajların, rüzgar ve güneş santrallarının yurttaşların elinde olması anlamına geliyor. Tarlalarda çiftçilere ait rüzgar türbinleri, köylerde biyogaz tesisleri ve kentlerde de evlerin çatılarında fotovoltaik paneller var. Enerji kooperatifleri de oldukça yaygın. Kamulaştırmayı tartışırken halkın enerji üreticisi ve tüketicisi olduğu başka bir modelin mümkün olduğunu unutmamalıyız.
Havuç olmadan sopa olmaz
Enerjiyi daha az kullandıracak ve bunu teşvik edecek bir sisteme ihtiyacımız var. Kademeli fatura gibi, “havuç ve sopa” içeren uygulamalarla az kullanımı teşvik etmekte bir sakınca yok. Ancak, insanların tasarruf yapabilmesi için gerekli düzenlemeleri yapmadan çok tüketeni cezalandırmaya kalkarsanız kademeli tarifede havuç kalmaz, sadece herkesi sopalarsınız. AKP’nin yaptığı da buydu ve sopayla karşılaşan insanlar isyan etti. Daha iyi yalıtımlı binalar, enerjiyi tasarruflu kullanan ev aletleri veya ulaşım araçları, elektrik üreten güneş panelleri için vergi indirimi veya uygun kredi gibi hiçbir aracı halkın kullanımına sunmayan iktidar partisinin yurttaşlara “artık az enerji harcayın, harcamazsanız daha çok ödeyin” demesi haklı olarak herkesi isyan ettirdi. Acı çekiyoruz ama iyi tarafından bakalım. Yeniden kuracağımız Türkiye’nin enerji politikası nasıl olmalı, onu tartışmaya başladık.
Elektrik zammı kaderimiz değil
Enerji zamlarına önümüzdeki aylarda halkı rahatlatacak bir çözüm bulmak çok önemli ama ondan daha önemlisi bu soruna kalıcı bir çözüm bulmak. “Petrol, kömür ve doğalgazda dışa bağımlı bir ülkede, fiyat artışlarını kontrol edemezken bu soruna nasıl kalıcı bir çözüm bulabiliriz” diye sorabilirsiniz. Yanıt, sorunun içinde gizli. Petrol, kömür ve doğalgaza bağımlılığı azaltarak zamlara çözüm bulabilirsiniz. Bugün zamları, doğalgaz, kömür ve petroldeki fiyat artışlarına bağlayan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti bu sorunu çözmek için ne yapmış gelin verilerin eşliğinde hatırlayalım.
İthal kömürün yıldızı AKP döneminde parladı
Güneş enerjisinin yakıt fiyatı değişmiyor
İkinci adım güneş panellerini elektriğin tüketildiği yerlere, evlerin, işyerlerinin, fabrikalarının çatılarına, tarımsal alanlarda belirlenen ortak alanlara kurarak dağıtım şirketlerini de aradan çıkarmak olmalı. Kullandığımız her kilovatsaat için dağıtım şirketlerine bir bedel ödediğimizi, İstanbul’da tükettiğimiz elektriği Adana’dan getirirken kayıplar yaşadığımızı unutmayalım. Başta güneş olmak üzere yenilenebilir enerjiyle tüketimimizi karşılayabilir, kalan ihtiyacı mikro şebekelerle sağlayabilirsek elektrik zamlarını da kandiller gibi tarihin bir parçası yapabiliriz. Yüzde 100 yenilenebilir hedefi inandırıcı gelmeyebilir ama bunun aslında önemi yok. Yüzde 100 dışarıdaki bir santrala bağlı olduğumuz bugünden yüzde 100 çatımızdaki güneş paneline doğru attığımız her adım kâr. İlk adımları attığımızda zaten yüzde 100’e koşabileceğimizi de göreceğiz.
Herkesin kendi elektriğini çatısındaki panelle, kooperatifle üretmesi önünde engeller olduğunu, bunun da dağıtım şirketlerinden, büyük santral sahiplerine ve onları destekleyen siyasilere kadar uzandığını biliyoruz ama direnemeyecekler çünkü dünya o yöne dönmüyor.
Kademeli tarifeden önce tasarruf politikaları gerekir
Orta vadeden tekrar günümüze dönelim. Elektrik zamlarıyla birlikte hayatımıza giren kademeli tarifenin yanlışlarına değinmeden olmaz. Yeni dönemde aylık tüketimi 150 kilovatsaatin (kWh) altında kalanlar elektriğe daha az, üstüne çıkanlar ise daha çok ödeyecek. TMMOB bu sınırın 230 kWh olması gerektiğini söylüyor, açıkçası ben bu rakamın çok yüksek buluyorum, bence elektrik tasarrufu ve verimli aletlerle 150 kilovatsaatlerde bir tüketim mümkün ama asıl sorun bu değil. İnsanların daha az elektrik tüketmesini teşvik etmek istiyorsak onlara enerjiyi tasarruflu kullanacakları araçları da sağlamalıyız. Bir evde elektrik tüketiminin üçte biri buzdolabından geliyor. Türkiye’de enerjiyi verimli kullanan buzdolaplarında KDV indirimi, ekstra taksit, uygun kredi var mı? Yok. Televizyondan çamaşır makinasına, hangi verimli elektrikli aletini teşvik ettiniz de şimdi insanlardan daha az elektrik tüketmesini bekliyorsunuz? TOKİ başta olmak üzere son 20 yılda yapılan binlerce konutun hangisinin çatısında güneş paneli var? Hangisinin yalıtımı göstermeliğin ötesinde? Hangisi güneş ışığından eksiksiz yararlanıyor ve bu yüzden aydınlatma harcamasını düşürebiliyor? Evlerine iyi bir yalıtım yapmak, çatısına su ısıtma ya da elektrik üretme amaçlı panel koymak isteyenlere, otomobillere sağladığınız gibi uygun krediler sağladınız mı? Bunların hiçbirini yapmadan, insanlara uygun araçlar sunmadan tasarruf yapmasını nasıl beklersiniz? Bu durumda tek çare var, evdeki bazı ampulleri söndürmek. En başta eski tip ampulleri tercih etmenizi öneririm, onlar daha fazla enerji tüketiyor.
Enerji dönüşümü kadın istihdamına yeşil ışık yakıyor
Enerjide fosil yakıt ve nükleerden çıkarak yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine geçiş, kadın çalışan sayısının az olduğu enerji sektöründe bir değişim başlatabilir.
Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/5 Aralık 2021
Kadınların iş bulmakta zorlandıkları bir sektör de enerji. Kömür madenlerinde kadın işçi bulmanız hayli zor. Uğursuz geldiği bile söylenir. Kadın mühendislerin bile enerji sektöründe erkeklere oranla daha zor iş bulduğu biliniyor. Baraj inşaatlarında, kömürlü termik santrallarda ve kömür havzalarında kadın işçi görmek zor. Beyaz yakalıların ve işin hizmet tarafında çalışanların şansı da erkeklere göre daha az. Enerji sektöründe kadın çalışan sayısı hizmet, eğitim ve imalat gibi diğer sektörlerden de geride. Ama bir umut var…
Yenilenebilirde kadın istihdamı %32
Umut var ama peşine düşmek gerek. Gelin kendimizi istatistiklerle dolu “enerji sokağına” atalım. Enerji dönüşümünün (petrol, kömür, doğalgaz ve nükleerden güneş, rüzgar, biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına ve enerji verimliliğine geçiş) iklim krizini durdurabileceğini, çevreye verilen zararı azaltacağını biliyoruz. Enerji sektörü gibi zor bir alanda kadın istihdamını artırma şansı da var. Yeterli olduğunu söylemek zor ama küresel araştırmalar petrol ve gaz sektörlerine kadın çalışan sayısının yüzde 22 olduğunu gösterirken aynı oran güneş, rüzgar gibi yenilenebilir enerji sektöründe yüzde 32’ye çıkıyor1.
Sektörün kapısından bakmak olmaz, kapıyı açıp içine girelim. 2017 yılında petrol ve gaz çalışanlarını kapsayan küresel bir araştırma2, kadın çalışanların tüm çalışanlara oranının yüzde 22’de kaldığını ortaya koydu. Petrol ve gaz şirketlerinde “kıdemli” ve “yönetici seviyesi”nde görev yapan kadınların oranı ise yüzde 17. Gaz ve petrol şirketlerinde yönetim kurulu başkanı bir kadın arıyorsanız 100 şirket dolaşmanız gerekebilir ve 99’undan elinizin boş döneceği kesin. Daha fazla petrol ve gaza bulaşmadan kapıyı kapatıp çıkalım.
Sokağın karşısında bizi yenilenebilir enerji sektörü bekliyor. Kapıda bizi bir kadın karşılıyor; sürpriz değil çünkü yenilenebilir enerji alanındaki kadın çalışanların yüzde 46’sı idari işlerle uğraşıyor. Yüzde 28’i teknik alanda görev yaparken kıdemli yönetici sıfatına sahip olanların oranı ise yüzde 32’yi buluyor. Fosil yakıtlarla uğraşan şirketlerin düşünce yapısı da biraz “fosil” desek kimse alınmaz sanırım. İstatistikler güneşi görünce daha fazla parlıyor ama yeterli demek doğru olmaz. Enerji sokağının bu kısmının daha aydınlık olduğunu söylemekle yetinelim, iş mühendislik gibi alanlara geldiğinde tüm dünyanın acılar içinde kıvrandığını da ekleyelim. Birleşik Krallık’ta mühendislerin sadece yüzde 12’si kadın örneğin.
Türkiye enerji sektörü çalışanlarının %14'ü kadın
Veri açlığımızı gidermek için sokağın en sevdiğim binasına, kütüphaneye gidiyorum. Burada elime fırından yeni çıkmış, Yenilenebilir Enerji ve Enerji Sektörü Türk Kadınları Grubu’nun (TWRE) araştırmasını tutuşturuyorlar. Raporu henüz yayımlanmadı ama birkaç gün önce yaptıkları araştırmanın sonuçlarını dinleme şansım oldu. 29 enerji şirketini ve 37 bin 378 çalışanı kapsayan bir araştırma bu. Türkiye enerji sektöründe çalışanların yüzde 86’sının erkek yüzde 14’ünün ise kadın olduğunu böylece öğrendim. Kadın çalışanların beyaz yakalılar içindeki oranı yüzde 11, mavi yakalılar içindeyse yüzde 12.
Farkındaysanız bu rakamlar dünyadaki petrol ve gaz sektörlerinin bile gerisinde kalıyor. Düşük oranların ardında bence şu iki neden var. Ülkenin ve özellikle de enerji sektörünün muhafazakar yapısı ve enerji altyapısının hidroelektrik gibi inşaat sektörüne dayanması. Konu inşaat olunca kadınların hemen dışlandığını yazının başında belirtmiştik. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2020 yılında Türkiye’de yenilenebilir enerji sektöründe 109 bin kişinin çalıştığını ve bunun yarıya yakınının (48 bin) hidroelektrik alanında istihdam edildiğini söylüyor. İnşaat sektöründe kadınların daha az çalışmasının ardında muhafazakar ve kadın karşıtı zihniyetin olduğunu biliyoruz. Kadınları eşit görmeyen erkek bakış açısını kırmak kolay değil. Yine de enerji dönüşümü bize bu konuda yardımcı olabilir ve enerji gibi erkek egemen bir sektörün değişmesine yol açabilir.
Güneş ve rüzgar fabrikalarında çok sayıda kadın işçinin çalışmaya başladığını gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ama bu yetmez, bize veri lazım. Neyse ki o veriler var. Yenilenebilir enerjinin ve enerji verimliliğiyle ilgili iş kollarının petrol, kömür ve nükleer gibi geçmişin enerji kaynaklarına kıyasla çok daha fazla istihdam yarattığını biliyoruz. ABD’de yapılan araştırmalar güneş ve rüzgarın fosil yakıtlara kıyasla yaklaşık 3 kat daha fazla istihdam yarattığını gösteriyor. Uluslararası Çalışma Örgütü gibi başka kurumların raporlarında bu farkı 10 kata kadar çıkan kıyaslamalar olduğunu da not düşelim. Bu bir avantaj çünkü fosil yakıtlar ve kendini temiz gibi göstermeye çalışan nükleer yerine güneşin önderliğinde yeni bir enerji sistemine geçmek zaten kaçınılmaz. İş yenilenebilir enerjiye gelince hem istihdam hem de kadın istihdamı artıyor. Sadece istihdam değil, ücretler ve çalışma koşulları da her cinsiyet için iyileşiyor. Enerji dönüşümü, kadın istihdamını ve işçi haklarının iyileşmesini dolaylı destekliyor.
"Cinsiyet ayrımcılığı var"
Kütüphaneden çıkıp kendimi yeniden sokağa attığımda her şeyin iş sahibi olmaktan ibaret olmadığını yine hatırlıyorum. TWRE’nin araştırmasında beyaz yakalı kadınların yüzde 56’sı, “enerji sektöründeki çalışma ortamında cinsiyet ayrımcılığı vardır” diyordu. Çalışma alanlarının cinsiyete göre belirlendiğini söyleyenlerin oranı da yüzde 72. Çevresel ve fiziksel koşulları bahane eden erkeklerin elinden bu bahaneleri alma konusunda yenilenebilir enerji bize yardım edecek; güvenim tam. Evet ama kadınların çalışma hayatında eşit olmaları için sayısal eşitliğin yeterli olmadığını da unutmamalıyız. Enerji dönüşümüne kurtarıcı gözüyle bakmayalım ama eşitsizliği azaltacak önemli bir adım olabilir.
1 IRENA-Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı, Gender Perspective, 2019)
2 World Petroleum Council ve Boston Consulting Group
Üç kitap bir gezegen
Bilgelik, sorgulama ve eylem. Bu üç kelime hayatı anlamlı kılmanın yol haritasını gösteriyor adeta. Elimde bu üç kelimenin hakkını veren üç kitap var.
Özgür
Gürbüz-BirGün Pazar/21 Kasım 2021
Yeryüzündeki hayvanların yüzde 70’i böcek. Şekere konan sinekler, korkuttuğumuzda bizi sokan arılar, kuşlara yem olan kınkanatlılar. Olmasalar ne olurdu? Kahvaltılar sineksiz olurdu diyemem çünkü kahvaltının olacağını garanti edemem. Bülent Şık, “Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikayeler” kitabında, insanların yediği gıdaların yüzde 35’ini tozlaşma yapan böcekler, kuşlar, sürüngenler ve memelilere borçlu olduğunu yazmış. Böcekler ve hayvanlar bizsiz de yaşayabilir ama biz onlarsız yaşayamayız. İnsanın yetersizliğini anlatan güzel bir örnek.
Bilgelik
Şık’ın kitabını ilk okuduğum andan bu yana tüm dostlarıma tavsiye ediyordum ama yazmak için onu iyice hatmetmeliydim. Adeta “ekolojiye giriş” niteliği taşıyan bu kitabı en kolay nasıl anlatırım diye düşündüğümde aklıma hemen Carl Sagan’ın “Kozmos” dizisi geldi. Carl Sagan’ın bize evrende bir toz zerresi kadar yer kapladığımızı hatırlattığı gibi, kitap da zor olanı başarıyor ve kendimize yüklediğimiz gezegenin sahibi rolünün, bize ne kadar büyük geldiğini gösteriyor. Kimi zaman Türkiye’den, yazarın gözlemlerinden, kimi zaman da dünyadan bilimsel verilere dayalı raporlardan yola çıkarak doğaya verdiğimiz hasarı tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Doğanın gördüğü zararın bizim üzerimizdeki etkisini de net bir şekilde, şüpheye bırakmayacak şekilde verilerle gösteriyor. Dostlarla, aileyle birlikte okunacak bir eser.
Bülent Şık’ı gıda güvenliğiyle ilgili yazılarından ve Sağlık Bakanlığı’nın halktan gizlediği kanser araştırmasını, yargılanma riskini de göze alarak yaptığı açıklamasından hatırlayacağınızı biliyorum. Kitapta da yaşamımızı tehdit eden ve normalleştirilen birçok uygulamanın zararları, riskleri yer alıyor. Pestisitlerden laboratuvar etine kadar merak ettiğiniz birçok konu ayrıntılı bir şekilde ele alınmış. En önemlisi de, Bülent Şık bunları kendi hayatının akışı içerisinde anlatabilmeyi başarmış. Kitabı okurken kendi kendinize sorular soruyor gibisiniz. Ekolojiye giriş ve sorunlarla yeniden tanışmak için bir dizi okuma yapmaya niyetlendiyseniz, önce “Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikayeler”le başlamanızı öneririm.
Sorgulama
Sorunları öğrendiniz, ekolojiye duyduğunuz ilgi arttı. O zaman ikinci kitaba geçebilirsiniz. Fikret Başkaya uzun zamandır ekoloji ve iklim kriziyle ilgileniyor, yazılar yazıyor. “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto”, “Eko-Sosyalist Paradigma” ve “Gençlerle Başbaşa İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım”dan herhangi biri ikinci kitabınız olabilir. Sizi kapitalizmin sağlam bir eleştirisi ve eko sosyalizme dair fikirler bekliyor. Tüm kitaplarında sorunların detaylı analizleri de var. Gençlerle Baş Başa kitabı sorularına yanıt arayanlar için okuması kolay ve düşünmeye sevk eden bir çalışma.
Başkaya, söyleşi tarzındaki bu kitapta iklim krizinden GDO’ya kadar birçok çevre sorununa değiniyor. Benim en çok dikkatimi çeken ise yeşil ekonomi eleştirilerinin olduğu bölüm oldu. Bu eleştirilerin hepsine katılmasam da mevcut sistemin son günlerde sıkça telaffuz ettiği yeşil ekonomi kavramının sorgulanması çok değerli. Ancak, kapitalistlerin tarif ettiği yeşil ekonomi üzerinden bu kavramı eleştirmenin, sosyalizmi Sovyetler Birliği üzerinden eleştirmeye benzeme tehlikesi var. Başkaya’nın kitabında örnek verdiği ve yeşil ekonomiye atfettiği, “işçilerin ve sendikaların ekolojik geçişi engellediği, çevrenin korunmasının ve sürdürülebilirliğinin güçlü devlet gerektirdiği” söylemlerini ben yeşil ekonomiyle bağdaştıramıyorum. Aksine, iklim krizinden çıkmak için kömür madenlerindeki işçilerin adil bir geçişe, başka iş alanlarında çalışma garantisine ihtiyaçları var ve bu ancak güçlü sendikaların desteğiyle yapılabilir. Devletler de özü itibarıyla merkeziyetçi oldukları için başta enerji olmak üzere, üretim sistemlerinin dağıtık, yerelde üretip yerelde tüketen, kooperatif benzeri yapılarla hayata geçirilmesine sıcak bakmazlar. Halbuki tarif ettiğim yeşil ekonomi bunu ister, kamuyu “devlet baba” dan çıkarıp, kolektif yapılara, belediyeler aracılığıyla halkın katılımına açar ve yeşil ekonominin temel taşlarını oluşturur.
Başkaya’nın yeşil ekonomi aracılığıyla doğal varlıkların metalaştırılması tehlikesine ise katılıyorum. Kirleten öder ilkesi caydırıcılıktan çok hasarın aracı gibi kullanılıyor. Gördüğünüz gibi ikinci kitap bizi tartışmalara ve yeni fikirler geliştirmeye itecek nitelikte. Önyargısız ve sıkça soru sorarak okumaya çalıştım.
Eylem
Yaşamı korumak keşke onu anlayıp, sistemi ve kendimizi sorgulamakla üstesinden gelebileceğimiz bir mesele olsaydı. Kapitalizmin vahşileştiği, tüketimin hızlandığı dünyamızda yaşam savunuculuğu direnişi de beraberinde getiriyor. Üçüncü kitap, “Gerze’de Bir Doğa Mücadelesi-Direniş Günlüğü” Ferhat Hançer imzasıyla yayımlandı. Hançer, Gerze’de Anadolu Holding’in kurmak istediği termik santrala karşı duran günlerce süren direnişin neferlerinden biri. Zaferle sonuçlanan bu savunma adeta bir günlük tutar gibi kaleme alınmış. Sadece direnişçilerin yaşadıkları değil, medyaya yansıyanlar, mücadelede yaşananlar, duygular, diyaloglar detaylarıyla anlatılmış. Hukuk mücadelesinden, örgütlenmeye kadar çıkarılacak onlarca ders var. İster direniş dersine çalışan bir öğrencinin ders notu niyetiyle okuyun, ister mücadelenin değerini hafızanıza kaydetme amacıyla. Bilgi ve tartışmalardan çıkan sonuçların hayata geçirilmesi için direnmek zorunda kalabileceğimizi aklımızdan çıkarmadan, Gerze direnişini hatırda tutmakta fayda var.
Ardı ardına üç ekoloji kitabı çok değil mi diyenler olabilir. Sinemeda üçleme oluyorsa, kitapta da ekoloji temalı bir üçleme neden olmasın?
Hayaller Net Sıfır Gerçekler Yerli Kömür
Paris’i onaylayıp 2053 için net
sıfır emisyon hedefi belirleyen Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı
yıllık
programında ise ilçelere doğalgaz götürülmesi ve yeni
kömür sahalarının açılması var.
Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/7 Kasım 2021
Türkiye 26. kez katıldığı iklim zirvesinde daha önce olmadığı kadar mutlu. Paris Anlaşması asansörüne, asansörün kapısı kapanmadan son anda girdi. Asansöre adımını atar atmaz gideceği katı da söyledi, “2053 net sıfır” dedi. Bunları isteyerek yaptığını söylemek zor ama pazarlık masasından 3,2 milyar doları bulan harçlığı cebine koyarak kalktığını biliyoruz. Bugüne kadar Paris’i onaylamamak için öne sürdüğü şartlar ise orada duruyor. Çerçeve Sözleşmesi’nde, gelişmiş ülke kategorisindeki yeri değişmedi. Daha önce reddedilen gelişen ülkeler arasına alınma talebini de en azından bu toplantı için geri çekti. Yeşil İklim Fonu’ndan yararlandırmazsanız Paris’i hayatta onaylamam diyordu, o konuda da geri adım atmış oldu.
Glasgow’daki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Toplantısı’nda Türkiye’yi parmakla gösteren ve suçlayan çok olmayacak. Bundan önceki toplantılarda günün fosili ödüllerine aday gösterilen bir Türkiye vardı. Bu yüzden de Türkiye heyeti en mutlu toplantılarından birini yapıyor olabilir. Olabilir ama haberler kötü, bu mutluluk sadece bir hafta daha sürecek. Türkiye’ye döndüklerinde gerçeklerle yüzleşecekler.
Programda doğalgaz öne çıkıyor
Önümde “2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı”nın enerji bölümü var. Bölüm, Sakarya’da bulunan doğalgaz rezervleriyle başlıyor ve hidrokarbon kaynakları bakımından zengin olmayan Türkiye’nin makus talihinin değişeceği iddia ediliyor. Hidrokarbon dediğiniz, bizim mahallede fosil yakıtlar denen, iklimi değiştiren kömür, petrol ve doğalgaz. Sakarya ile başlayan doğalgaz övgüsü, nüfusu 20 binden fazla ilçelere doğalgaz ulaştırma planlarıyla devam ediyor. Glasgow’da ise kendi enerjisini yenilenebilir kaynaklardan üreten net sıfır binalar konuşuluyor. Türkiye’nin amacı bundan sonra yaptığı her binada enerji tüketimini en aza indirmek ve doğalgaz bağımlılığı yaratmamak olmalı. Cumhurbaşkanlığı programı ise neredeyse her eve doğalgaz götürmekten bahsediyor.
Başka dünyaların insanları
2022 programı sadece doğalgaz çıkarıp her eve götürmekten ibaret değil. Birkaç gün önce onlarca ülkenin “elveda” dediği kömür konusunda da yeni yatırımlar içeriyor. Türkiye Kömür İşletmeleri bünyesindeki bir linyit sahasının elektrik üretimi için projelendirileceği programda yazıyor. Yani yeni kömürlü termik santralların kurulması hedefleniyor. Programı yazanlarla, 2053 için “net sıfır emisyon” hedefi açıklayanların ayrı ayrı dünyalarda yaşadığı olasılığı güçleniyor. Kesinlikle uzayda hayat var çünkü bu iki hedefi yazanların aynı gezegende olması mümkün değil.
Yenilenebilirin payı düşecek
Programdaki elektrik üretimiyle ilgili hedefler kısmı da bir garip. Yerli ve ithal kömürün 2022 hedeflerini görmek mümkün değil. Onun yerine yerli kaynaklardan üretilen elektrik enerjisi diye bir bölüm açılarak içine rüzgardan kömüre, hidroelektrikten jeotermale her şey konulmuşa benziyor. Yine de iklim aleyhine şu üç veriyi görebiliyoruz. 2020’de yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğin payı yüzde 42,3’tü. 2022’de yüzde 39,6’ya düşecek. Doğalgazın payı da yüzde 23’ten 24’e çıkacak. Kişi başına düşen elektrik enerjisi tüketimi de artacak. Bunların hiçbiri iklimi korumaya dair bir politikanın parçası olamaz. İklimi korumak istiyorsanız yenilenebilir enerjinin payını artırmak, kömür ve doğalgazdan çıkmak, enerjiyi de daha verimli kullanarak az tüketmek zorundasınız. Görünen o ki, Cumhurbaşkanlığı Programı Paris’e çakılan selamdan nasibini almamış.
Cumhurbaşkanlığı Programı ve resmen 10 Kasım’da yürürlüğe girecek Paris Anlaşması arasındaki tutarsızlık düşündürücü. Türkiye, Paris Anlaşması’na taraf olup, 2053 yılı için net sıfır emisyon taahhüdü verirken bunu nasıl yapacağını düşünmemiş olabilir mi? Net sıfır emisyon, atmosfere bıraktığınız emisyon miktarı kadarını başta ormanlar olmak üzere yutak alanlarınızla tutmanız demek. Seragazı salımı yapıyorsunuz ama ürettiğinizle tuttuğunuz birbirini sıfırlıyor. Toprak, turba, okyanus ve en önemlisi ormanlar yutak alanlarımız. Ormanlar fotosentez yoluyla karbondioksiti depolayabiliyor.
Yüzde 80 azaltım gerekiyor
Şimdi gelin ufak bir hesap yapalım. Türkiye’nin 2019 yılı emisyonları 506 milyon ton karbondioksit eşdeğeri. Yutak kapasitesi ise 84 milyon ton. Net sıfıra ulaşmak için 422 milyon ton seragazı azaltımı yapmamız gerekiyor. Başka bir deyişle önümüzdeki 30 yılda emisyon miktarını yüzde 80 oranında azaltmamız lazım. Yutak miktarını büyük oranlarda artırmak mümkün değil. En iyi zamanımızda 100 milyon ton civarına ulaşmış, o seviyeye gelsek bile geriye azaltılacak 400 milyon ton kalıyor. Açtığınız her kömür santralı, doğalgaz bağladığınız her ev işimizi daha da zorlaştıracak. Bir yandan yerli kömür diyeceksiniz, enerji tüketen evler yapacaksınız, ulaşımı bireysel araçlarla, havayoluyla halletmeye çalışacaksınız bir yandan da net sıfır hedefi koyacaksınız. Tutarlı değil elbette.
2053 hedefinin hesabı yok
İlginç bir nokta daha var. Her ülke gibi Türkiye de Paris Anlaşması’nı imzalarken emisyonlarını nasıl sınırlandıracağını gösteren bir beyan verdi. Bu beyan, Türkiye emisyonlarını 2030’a kadar bugünkü 506’dan 929’a kadar çıkarmasına olanak sağlıyor. Azaltmaktan değil artırmaktan bahseden zayıf bir beyndı 2016 yılında verdiğimiz. Neyse ki bu hedefler beş yılda bir güncelleniyor ve Türkiye yeni bir beyan (taahhüt) hazırlayacak. Türkiye’nin İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar, BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlarken (28 Ekim 2021) yeni beyanın hazırlanmasının bir yılı bulacağını vurguladı. Yani, beyan hazır değil. Türkiye’nin nasıl bir yol haritası izleyeceği henüz ortada yok ama 2053 hedefi var. 2030, 2040 hedefi olmayan bir ülke nasıl oluyor da 2053 net sıfır hedefi verebiliyor, anlamak mümkün değil. Belli ki Paris’i onaylama işi çok aceleye geldi veya son ana bırakıldı; 2053 denilerek işin içinden çıkıldı.
Neden 2053 derseniz, onu da bilmiyoruz. Cumhuriyetin kuruluşunun yıldönümü diyenler var ama ben İstanbul’un fethinin 600. yılına denk geldiği için seçildiğini düşünüyorum. Ne de olsa Fatih İstanbul’u fethederken gemileri karadan götürmüş, o zaman motorlu araç olmadığı için de sıfır emisyonla İstanbul’un fethini tamamlamıştı... Şaka bir yana, umudum bu absürd durumun bir an önce son bulması ve Türkiye’nin seragazı emisyonlarını azaltması elbette ama çıkıp kral çıplak demezsek o iş de olmayacak.