Fark yaratan ülkeler

Özgür Gürbüz-BirGün/ 14 Mayıs 2020

Krizler yıkımları da beraberinde getirir. Salgınla birlikte çok ciddi bir sosyoekonomik krizle karşı karşıya kaldığımız ortada. Bazı ülkeler bu gibi durumlarda dibe çöker bazıları ise krizlerden çözüm üreterek çıkar. İlham vermesi dileğiyle krizlerden yaratıcı çözümlerle çıkmayı başaran ve sürüyü takip etmek yerine aksi yönde gitmekten korkmayan birkaç ülkeyi hatırlatmak istiyorum. Zor zamanlar, ülkelerin ne kadar iyi yönetildiğinin göstergesidir.

 

Adını çok duymadığımız bir ülke Bhutan. Himalayalarda, Hindistan ve Çin’in arasında yer alıyor. Ekonomik büyümeyi uzun yıllardır sosyal, kültürel ve çevresel değerlerin korunması koşuluyla yapılandıran bir anlayışa sahip. 1970’lerde ülkenin 4. kralının ortaya attığı “gayri safi milli mutluluk” kavramı, o gün bugündür Bhutanlılar için gayri safi hasılanın yerini almış. Dünyaya meydan okurcasına, daha çok tükettiğinizde bunu büyüme kabul eden ekonomik anlayışı esas almak yerine insanların refah ve mutluluğunu büyüme göstergesi kabul etmişler. Üç milyar dolara yaklaşan “küçük” ekonomisi tarım ve ormancılığa dayanıyor. Kişi başına düşen gelir Türkiye’den çok daha az ama eğitim ve sağlık tamamen ücretsiz. İlaçlar buna dahil. Çalışkan öğrenciler için üniversite eğitimini de devlet karşılıyor.

Ekonomisi Türkiye’deki birçok şirketten küçük olan Bhutan hızlıca zenginleşmek ya da birilerini zengin etmek için bütün ormanlarını kesme ya da madenlerini yabancı şirketlere satıp zenginleşmeye çalışmıyor. Ülkenin yüzde 72’si ormanlarla kaplı ve anayasaları bunun en az yüzde 60 olmasını zorunlu kılıyor. Köylülere odun yakmamaları için bedava elektrik veriyor, enerji tasarrufu yapan LED lambalar ve elektrikli araçlar için destek sunuyorlar. Yaban hayvanları birbirine bağlı koridorlarla ülkedeki her bölgeye ulaşabiliyor.

Bhutan belki de dünyada iklim krizine katkıda bulunmayan nadir ülkelerden biri. Ürettiği emisyonun çok daha fazlasını ormanları sayesinde telafi ediyor. Gelir adaletsizliğinde Bhutan’ın Türkiye’den daha iyi durumda olduğunu da (Gini katsayısına bakarak) söyleyebiliriz. Özetlersek, sürüden ayrılma cesareti Bhutan’ı bambaşka bir ülke yapıyor.

Krizden çözüm üretenlere de bir örnek verelim… 1970’li yıllarda petrol krizi dünyadaki her ülke gibi Danimarka’yı da vurdu. Enerjisinin yüzde 90’ınını petrolden karşılayan ülkede zorunlu enerji tasarrufu dönemi başladı. Gece elektrik kesintileri, yollarında otomobilsiz günler gören Danimarka, enerji dönüşümünü başlattı. Petrol krizi bitse de onlar enerji ihtiyacını güneş, rüzgar ve biyokütle gibi kaynaklardan sağlamaya karar verdi. Nükleer enerjiyi de Çernobil’den bir yıl önce mecliste aldıkları kararla bir kenara iten kuzeyliler, rüzgar başta olmak üzere dünyanın bu alanlardaki teknoloji devlerinden biri oldu. Bugün nihai enerji tüketiminin yüzde 35’ini, elektrik ihtiyacının ise yüzde 62’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlayan Danimarka’nın 2050 hedefi yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle çalışan bir ülke.

Küçük ülkeler deyip küçümsemeyin. Danimarka ölçeğinde bir ilde benzer bir uygulama yapsak Türkiye’nin diğer illerine de yayılır. Bhutan’ın ekonomik modelini bir ilde başarıyla uygulasak kalan 80 ile yayılır ve birleşince Türkiye olur. Kaldı ki, nükleer santrallarının hepsini Fukuşima sonrası kapatma kararı alan Almanya gibi dev ekonomiler de var. Sorun örneğin büyük ya da küçük olması değil, ülkenin bir çizgisinin olması.

Almanya Federal Meclisi’nin olduğu binayı ele alalım. Çatısındaki güneş panelleriyle elektriğini üreten, ısıtma için toprak kaynaklı ısı pompaları kullanan bambaşka bir enerji mantığıyla inşa edilmiş örnek bir bina Bundestag. Son eklentiler 21 yıl önce yapıldı, yeni de değil. Türkiye’nin son 20 yılda yaptığı dev binalara, adliyelere, saraylara baktığınızda yeni ne görüyorsunuz? Yıl 2020, Cumhurbaşkanlığı için yapılan Beştepe’deki binanın çatısında elektrik üreten bir güneş paneli bile yok.

Dünyada fark yaratanların öne çıktığı bir çağdayız ve biz asırlar öncesini taklitle meşgulüz. Acı ama gerçek.

Virüsten sonra-3 (İstihdam)

Zaten kötü durumda olan Türkiye ekonomisi, ciddi bir krizle karşı karşıya. Türkiye’de resmi rakamlara göre yüzde 14’ü bulan işsizlik oranının koronavirüs salgınıyla birlikte yüzde 30’lara kadar çıkmasından endişe ediliyor. Peki, ne yapacağız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 28 Nisan 2020

Birleşmiş Milletler’e göre dünyada çalışan nüfusun yüzde 81’inin işyerleri ya tamamen ya da kısmen kapandı. 3 milyardan fazla insandan bahsediyoruz. Salgının ne zaman sona ereceğini tam anlamıyla bilemiyoruz. Evinde oturan milyonların kaçının dönecek işi olacak o da belli değil. Türkiye’de de işsizlik oranının yüzde 14’lerden 30’lara çıkacağı tahmin ediliyor.

Virüs sonrası istihdamı öne çıkaracak radikal adımların atılması gerekecek. Türkiye’nin yürüttüğü dış politikanın da etkisiyle uluslararası doğrudan yatırımlar son dokuz yılın en düşük seviyesine gelmiş ve 5,6 milyar dolara gerilemişti. 2015’ten bu yana sürekli azalıyor. Para bulmak daha da zorlaşacak. Kendi yağımızla kavrulmak zorundayız ama yağın kalmadığını kriz sırasında iyice anladık.

İstihdam yaratan sektörlere öncelik
İşsizliği kronikleştirmeden yeni istihdam yaratmamız gerekiyor. Elimizdeki sınırlı kaynaklarla hem ihtiyaca yanıt vermek hem de istihdam yaratacak en iyi seçeneği bulmak zorundayız. İşe öncelikle aynı işi ya da ürünü daha çok istihdam yaratarak yapabileceğimiz avantajlı sektörleri seçerek başlayabiliriz. Bunlardan biri enerji.

Kömür, doğalgaz veya nükleer santral yerine yenilenebilir enerji sistemlerine yatırımları kaydırırsak hem enerji üretir hem de daha çok kişiye iş sağlarız. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün bir araştırması, elektrik üretiminde güneş enerjisinin kömür ve doğalgaza göre 7 ila 11 kat fazla istihdam yarattığını gösteriyor. Rüzgar ve biyokütlenün de konvansiyonel kaynaklara kıyasla 3 kat fazla istihdam yaratma potansiyeli var. Daha iddialı rakamlara sahip çalışmalar da var ama bu bile Türkiye’nin enerji yatırımlarında artık istihdam yaratan bu sektörleri seçmesi gerektiğini gösteriyor. İktidarın nükleer ve kömür sevdası bu gerçekliği kaldırır mı göreceğiz.

Yarı zamanlı çalışma kritik değerde
İstihdam da ikinci adım yarı zamanlı iş fırsatları yaratmak olabilir. Önümüzdeki günlerde yeni iş olanaklarının sayısı azalacak. İşsiz kalanlara devletin ciddi bir güvence veremediğini de düşünürsek, iş paylaşmak kriz geçene kadar birçok eve ekmek girmesini sağlayabilir. Az ama hayatta tutabilir. Yardım paketleri gibi pansuman tedbirler sorunu çözmez. Uygun alanlarda yaratılan yeni işler bölüştürülebilir ve buna kamu öncülük edebilir. Yarı zamanlı veya esnek çalışma saatlerine sahip iş yaratmak kotalarla zorunlu hale getirilebilir.

Bazı sektörler ise stratejik önemi de düşünülerek teşvik edilmeli. Tarım bunlardan biri. Türkiye’nin ihtiyacını kendi olanaklarıyla karşılamasını sağlayacak köklü bir tarım reformu, kooperatiflerle desteklenirse istihdam yaratan ve üretimi hatırlatan önemli bir kaynağa dönüşebilir.

Verimlilik ve tasarruf ön plana çıkmalı
Verimlilik ve tasarruf da yeni iş yaratmak için gerekli kaynağı sağlayabilir. Saraylar, uçaklar, sonu gelmeyen korumalarla bu iş olmaz elbette; başka bir zihniyet, başka bir hükümet gerekiyor. Gerektiğinde teknolojinin yardımıyla hammadde israfı önlenecek, gerektiğinde de ciddi iş kaybı yaşanan imalat, perakende ve turizm gibi sektörlerde otomasyondan uzak durarak daha fazla kişiye iş sağlayacak yöntemler tercih edilecek.

Ulaşımda toplu taşımayla yakıt ve kaynak tasarrufu, binalarda yalıtımı teşvik edecek mevzuat, geri dönüşümü değerli kılacak depozito uygulaması gibi farklı alanlarda uygulanacak politikalar krizin yükünü hafifletebilir. Bütün bunları yaparken dezavantajlı gruplara istihdam fırsatlarında öncelik tanıyarak sosyal sorunları azaltabiliriz. Kriz önümüzde, onu büyütmek ya da değişime yeşil ışık yakarak zararı en aza indirmek elimizde. 

Maske dağıtamayanlar iyot tabletini nasıl dağıtacak?

Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Nisan 2020

Koronavirüs salgınının Türkiye’ye bulaştığını anlayalı bir buçuk ay oluyor. Bugün hâlâ devletin ücretsiz dağıtacağını söylediği maskeleri bekleyenler var. Beklediğimiz, eşimizden dostumuzdan bulabileceğimiz bir maske olmasaydı ne yapacaktık? Mesela bir nükleer sızıntı sonrası çocukların, hamilelerin, bebek emzirenlerin alması gereken iyot tabletlerini bekliyor olsaydık ne olacaktı? Tiroid kanserine yakalanan çocuklarımıza bakıp, hükümetimizin takdiri mi diyecektik?

Bugün Çernobil nükleer kazasının 34. yıldönümü. Çernobil’i Nisan başındaki orman yangınlarıyla tekrar hatırladık. Bir nükleer kazanın yıllar hatta asırlar sonra bile tehlike yaratmaya devam ettiğine tanık olduk. Biz ise bunları göre göre Mersin Akkuyu’da Rusya’nın nükleer santral yapmasına izin veriyoruz. Yapımı süren bu santralda Çernobil veya Fukuşima benzeri bir nükleer kaza yaşanmayacağını kimse garanti edemez. Deprem riski var, tsunami riski var, savaşta hedef olma riski var, insanın hata yapma riski var…

Bir nükleer kaza ya da sızıntı olduğunda kaçmaktan fazla yapacak bir şeyiniz yok. Mümkün olduğunca uzağa kaçacaksınız. Bulabilirseniz radyasyon bulutlarının olmadığı bir yere. Nükleer santraldan havaya toprağa ulaşan radyoaktif maddelerin çoğuna karşı insanlığın bildiği bir savunma yok. Radyoaktif iyotlara karşıysa iyot tableti alarak tiroid kanseri riskini azaltabiliyoruz. Radyasyon sızıntısının olduğu alanda bulunan çocuklar, emziren kadınlar, hamileler hatta 40 yaş altındaki herkes bu tabletlerden alıp, birkaç gün evlerinde kalarak riski azaltabilir. Öyle ama maske dağıtamayan bir devletin, nükleer kaza veya sızıntı olduktan hemen sonra binlerce insana iyot tableti dağıtabileceğine siz inanıyor musunuz?

Binlerce derken abartmıyorum. Çernobil sonrası sadece Ukrayna’da kirlenen alanın yüzölçümü 53 bin kilometre kareydi. Mersin’in yüzölçümü 15 bin. Radyasyonun Adana, Antalya, Mersin, Konya başta olmak üzere tüm Türkiye’ye yayılacağını tahmin etmek zor değil. Kaç bin tane iyot tableti hazırda tutulacak. Nerede bekletilecek? Nasıl dağıtılacak? Yoksa nükleer santral için kapalı kapılar arkasında Rusya ile pazarlık yaparken bunları düşünmediniz mi? Koronavirüs salgını bize kabul etmesi zor gerçeği bir kez daha gösterdi. Türkiye bir nükleer kazanın sonuçlarıyla baş edebilecek hazırlığa sahip değil. Bunu kabul edin. Yüz milyarlarca doları bulan kazanın maddi boyutundan bahsetmiyorum bile.

Mersin’de 1 milyon 814 bin, Antalya’da 2 milyon 426 bin, Adana’da 2 milyon 220 bin, Karaman’da 251 bin ve Konya’da 2 milyon 200 bin insan yaşıyor. Yuvarlak hesap 10 milyon kişiye nükleer santralda meydana gelecek kazadan sonra acil yardım götürülmesi gerekecek. Kaza yazın olursa turizmin de etkisiyle bu rakam birkaç milyon daha artacak. Milyonlarca iyot tabletine, insanları o bölgeden uzaklaştıracak binlerce otobüse, kazanın etkilerini azaltacak binlerce görevliye ihtiyaç olacak. Bunları çok hızlı ve organize bir şekilde hayata geçirmek zorunda kalacağız. Değil bir buçuk ay, bir buçuk saat geç kalırsanız binlerce insanı kanserin ve ölümün kucağına atmış olursunuz. Ne yapacaksınız? Numaracıktan istifa edip, halkın tepkisini azaltmaya mı çalışacaksınız? Tekrar deneyebilirsiniz elbette.

Türkiye’deki elektrik üretim santrallarının 91 bin megavata ulaşan kurulu gücü var. Gördüğümüz en yüksek talep ise 47 bin megavatı geçmedi. TEİAŞ’ın 2028 yılı için yaptığı Türkiye puant tahmini ise 71 bin megavat. Bugünkü kurulu güçle bile karşılanabilir bir talep tahmini bu. Türkiye’nin elektrik talebini verimlilik ve tasarruf önlemleriyle dörtte bir oranında azaltabileceğini de hatırlatalım. Nükleere mecbur değiliz; nokta!

Maske bile dağıtamazken neden elektriği onlarca farklı yola rağmen pahalı ve riskli nükleerden üretmeye çalışıyorsunuz? Sağlık Bakanı her akşam televizyonda yeni vaka sayıları açıklasın diye mi?

Virüsten sonra-2 (Evden Çalışma)

Özgür Gürbüz-BirGün/ 25 Nisan 2020

Salgın boyunca hayatımıza giren bazı alışkanlıklar ve değişen iş yapma biçimi salgınla birlikte unutulup gitmeyecek. Hayat değişti ve bazı değişiklikler kalıcı hale gelecek. Olumsuz değişiklikleri önlemek, olumluları öne çıkarmak ise bizim elimizde.

Evden çalışma en belirgin değişikliklerden biri. Salgın nedeniyle evden çalışan sayısı arttı. Yüz yüze yapılan toplantıların yerini internet üzerinden yapılan toplantılar aldı. Teknoloji zaten buna izin veriyordu ama birçok kurumda evden çalışma, görüntülü toplantı tercih edilmiyordu. 2018 verilerine göre Türkiye’de evden çalışanların oranı (15-64 yaş aralığında) yüzde 2,2. Avrupa Birliği’nde bu oran yüzde 5,2, Hollanda da yüzde 14, Finlandiya’da ise yüzde 13,3.

Salgın, bu fikre direnen birçok kuruluşu yeniden düşünmeye sevk edecek. İşini evden yapanların oranı artacak. İstanbul’dan Ankara’ya iki saatlik toplantı için yola çıkanların sayısı azalacak. Ofisi eve getirmenin, doğru planlanır ve evden çalışanlar doğru tercihleri yaparsa, enerji tüketimi başta olmak üzere çevreye birçok faydası olabilir. İklim krizinin bir yere gitmediğini ve krizden çıkışın başta enerji olmak üzere tüketimi düşürecek her yönteme ihtiyaç duyduğunu bir kez daha anımsayalım. O yüzden üzerinde düşünmeye değer.

Toplu taşıma kullanıp işe gidenlerin yüzde 10’unun evde kaldığını düşünün. Tamamen evden çalışmaya geçilmeyen yerlerde de çalışanların bir bölümün haftada birkaç gün evden çalıştığını varsayalım. Hem binalarda hem ulaşımda ciddi enerji ve kaynak tasarrufu yapılacağı ortada. Onlarca ampulle aydınlatılmış oda ve binalarda yaptığınız işi evinizde bir ampulle yaptığımızı unutmayalım.

Kuzey ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede yayılan evden çalışma pratiği, yapısal değişiklikleri de beraberinde getiriyor. Ofis alanları küçülüyor, ortak masalar kullanılıyor. O gün işe gelenler dizüstü bilgisayarını boş bir masaya kurup çalışıyor. İşyerleri küçüldükçe ısıtma ve aydınlatma giderleri azalıyor.

Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da sivil toplum kuruluşlarının kamu ve özel sektöre önderlik edeceğini düşünüyorum. Türkiye’de salgından önce evden çalışmayı düzenli bir uygulama haline getirmiş sivil toplum örgütleri zaten vardı. Burada önemli olan evden çalışmak kadar evde nasıl çalıştığınız. Haliyle ofiste azalan enerji tüketimi evde artacak. Enerjiyi verimli kullanmayı bilmek önemli. Bu konuda çalışanlara eğitimler verilebilir. Şirketlerin evden çalışmayla ettikleri tasarrufların bir bölümünü evde çalışanların enerji faturalarını desteklenmesi de istenebilir.

Detaylandırdığımızda toplum için fayda getirecek ayrıntılar da ortaya çıkıyor. İşine araçla giden bir kişi evden çalıştığı gün sayısı arttıkça araca ihtiyaç duymayacak. Toplu taşıma araçları daha az yıpranacak. Evde yenen yemekler sayesinde yemek ve çay aralarında tüketilen plastik sayısı azalacak. Yazın işyerinde pantolon ve gömlekle çalışmak zorunda kaldıkları için klimalarını zorlayanlar, evlerinde şort ve tişörtle klimasız bir hayatın tadını çıkaracak. Enerji tüketiminde klimaların büyük bir yük olduğunu hatırlatalım.

İşin sağlık boyutu da var. Salgın önlemleri azaltılsa da güvenli mesafe kuralı bir süre daha hayatımızda kalacak. Virüsün bulaşma riskinin yüksek olduğu toplu taşıma araçlarındaki yükün azaltılması için evden çalışma hayati öneme sahip. Kronik hasta ve 65 yaş üstündekilerin tek seçeneği bile olabilir. Koronavirüsün son salgın olacağını da bilmiyoruz.

Evden çalışma, insanı yalnızlaştırma gibi riskleri olsa da ticaretin merkezindeki kentlerden uzaklaşmayı sağlayarak bugün bir işkence aracına dönüşen büyük kentlerden küçük kasabalara kaçış için bir fırsat da yaratabilir. Bu da küçük yerleşim yerlerindeki insan ve doğa ilişkisi sayesinde olumsuz sosyal etkileri azaltabilir.

Virüsten sonra-1 (Risk ödeneği)

Salgın sonrası yaralarımızı sarmak için daha somut adımlar atmalıyız. Koronavirüs salgınından sonra bizi bekleyen birçok kriz daha var. Çalışanlar arasındaki adaletsizliği sağlık ve gelir konularında geriletebilirsek önemli bir kazanım sağlamış oluruz

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Nisan 2020

Koronavirüs salgını çalışma hayatındaki adaletsizliklere yeni bir boyut ekledi. Herkesin evden çalışması ve evden çalışamayanların kendilerini salgından koruması mümkün değil. Sağlık çalışanları, fabrikalardaki işçiler, altyapı çalışanları, çiftçiler… Liste uzayıp gidiyor. Evde kalabilenlerle çalışmak zorunda olanlar arasında bir eşitsizlik olduğu ortada. Çözüm gelir ve işçi güvenliğindeki adaletsizliği ortadan kaldırmaktan geçiyor.

DİSK’in kendisine bağlı sendikalar içinde yaptığı araştırmaya göre, üye işçiler arasında Covid-19 virüsüne yakalananların sayısı Türkiye ortalamasının üç katı. Bu oranın sendikasız ve kayıtsız işçilerin çalıştırıldığı yerlerde daha yüksek olduğunu da tahmin ediyorlar. Sağlık çalışanları, kuryeler, tedarik zincirinde çalışanlar da farklı durumda değil. Onlara teşekkür etmek güzel ancak bu adaletsizliği düzeltecek kalıcı önlemlere de ihtiyacımız var. Ek ödeme gibi geçici destekler kronikleşmiş adaletsizlik sorununu çözmeye yetmez.

Önerim, çalışanların tümünü kapsayacak bir risk ödeneğinin hayata geçirilmesi. Risk ödeneklerinin belirlenmesinde her iş koluna ait bir yıl önceki iş kazaları ve meslek hastalıkları verileri esas alınacak. Bir iş kolunda çalışan ve yıl içerisinde iş kazaları sonucu hayatını kaybeden, yaralanan, hasta olan çalışanların oranına göre o iş kolunun risk puanı yükselecek veya azalacak.

Teoriyi basitleştirmek için bir örnek verelim. Risk puanının 1 ila 1000 arasında olduğunu düşünelim. Soma’daki maden kazası (cinayeti) sonrası maden işçilerinin risk puanı en yüksek seviyeden değerlendirilsin ve 1000 olsun. Risk ödeneğini başlangıçta her iş kolu için 1 TL olarak belirleyelim. Maden işçilerinin risk ödeneği 1TL x 1000, yani 1000 TL olur ve yeni dönemde o iş kolunda çalışan tüm çalışanların maaşına eklenir. Risk ödeneğinin maaş pazarlıklarına konu edilmemesi için bizzat devlet tarafından kişiye ödenmesi yerinde olur. Her yıl değişen bir tutar olacağı için işe girişte konuşulan maaş pazarlıklarından bu sayede büyük ölçüde uzak tutulabilir.   

Risk ödemelerini karşılamak için bir fon oluşturulabilir. Sigorta primine eklenecek ve işverenle devlet tarafından ödenecek miktar önce fona ve bekletilmeden risk ödeneği alan iş kollarındaki işçilere aktarılabilir. Risk ödeneği fonunun işveren ve devletin ortak katkısıyla oluşturulması, işçiden kesinti yapılmaması önemli.

Amaç sadece çalışanların aldıkları riskin maddi karşılığını vermek değil. Risk puanını düşürmek isteyen işveren ve devleti ek tedbirler almaya zorlamak ve çalışma koşullarını iyileştirmek asıl gaye. Ödeneğin risk puanı gibi bir değişkene bağlanması da güncel kalması ve sorunlu sektörlere çabuk müdahale edilmesi açısından gerekli esnekliği beraberinde getirecek.

Önerim elbette geliştirilmeli ve tartışılmalı. Önemli olan, koronavirüs salgınıyla hepimizin tanıklık ettiği bu gelir adaletsizliğini, moral verici ama kalıcı olmayan eylemlerden elle tutulur iyileştirmelere dönüştürmek. Salgın sonrası yaralarımızı sarmak için daha somut adımlar atmalıyız. Koronavirüs salgınından sonra bizi bekleyen birçok kriz daha var. Çalışanlar arasındaki adaletsizliği sağlık ve gelir konularında geriletebilirsek önemli bir kazanım sağlamış oluruz.


Hayatı eve sığdıramayacağımıza ve dışarıya bağımlı olduğumuza göre dışarıdakilere hak ettikleri hayatı yaşamaları konusunda destek olmalıyız

V.Ö ve V.S

2019’un son günü tanıştığımız koronavirüs (Covid-19), yeni yılın ilk günü Çin’in, daha sonra da tüm dünyanın gördüğü en büyük felaketlerden biri olarak karşımıza çıktı. Artık dünyanın yeni bir miladı var. Bundan sonra her şeyi virüsten önce (V.Ö) ve virüsten sonra (V.S) diye anlatacağız. Bu yazı erken bir yazı ama 14 gün sonrasını göremediğimiz günlerde belki de erken diye bir şey yok.

Özgür Gürbüz-BirGün/ 5 Nisan 2020

V.Ö hayat şöyleydi hepimiz için…

İnsanın doymak bilmez tüketim hırsı ve hızlandırdığı yaşam, küresel ticareti de beraberinde getirmişti. Tüketim o kadar hızlıydı ki ihtiyaç kabul edilen ürünleri kimse eskisi gibi kendi bahçesi veya köyünde yetiştirmiyordu. Kimse kendisine; ‘gerçekten ne istiyorum’ diye sormuyordu. İnsan balta girmemiş orman bırakmamıştı. Tadına bakmadığı hayvan, bitki; kazmadığı dağ, kirletmediği nehir ve hava kalmamıştı. Hayvanların mı insanların evine yoksa insanların mı hayvanların evine girdiği sorgulanmıyordu.

Virüsten önce para, mal ve insan dünyanın bir ucundan diğerine, hiç durmadan taşınıyordu. Virüs sadece bu konvoya katıldı. Kimse virüsün, insanın hırsından bile daha hızlı yayılacağını tahmin etmiyordu. Kendi yiyeceğini, giyeceğini üretemeyen insan virüsün yayılmasını engellemek için bildik hayatı durdurmak zorundaydı. Sadece Çin’den gelen insanlar değil çocuk oyuncakları bile şüpheli damgası yedi. Kağıttan uçak yapmayı unutanlar, oyuncak uçaklar Çin’den gelmeyince ne yapacağını şaşırdı. Bu bölüme tarihçiler V.Ö adını verecek.

Virüsün ortaya çıkmasıyla herkes Vuhan’daki pazara, yarasaya ve Çinlilere kızdı. Kristof Kolomb Hispanyola adasına geldiğinde en az 60 bin (bazı kaynaklar 8 milyon olduğunu söylüyor) Taino yerlisi vardı. Kolomb ve arkadaşlarının Avrupa’dan getirdiği çiçek ve grip hastalığı nedeniyle yaklaşık 50 yıl sonra sayıları 500’e indi. Kolonileşme sırasında dünyanın her yanına virüs yayanların Çinlilerden şikayet etmesi elbette ders çıkarılacak bir konu. Bu karambolde, bir gün önce Washington Post’ta çıkan, yarasa kaynaklı virüsün laboratuvarda bilimsel bir araştırma sırasında yayılma ihtimalini de kimse konuşmayacak. İnsanın yaban hayatına neden bu kadar burnunu soktuğu soru bile değil.

Yaşadığımız küresel salgın ve sonrasındaki süreç ise sorularla dolu olacak? Herkes eve kapanırsa kim üretece? Salgından sonra sokakta çalışmak zorunda olanlarla evden çalışma lüksü olanlar arasındaki gelir adaletsizliği nasıl düzeltilecek? Belki de iş hayatına “risk primi” diye bir kavram girecek. Madende, sokakta çalışanlar işin riskine göre daha fazla ücret alacak. Sağlık sisteminin özelleştirilmesinin nasıl bir bela olduğu anlaşılacak mı? Evden çalışma yaygınlaşır mı? Onlarca sorunun yanıtını V.S bulacağız.

Bu ara dönemde kendimize soracağımız sorular da var elbette. İnsan aslında uzun zamandır kendi evine kapanmıştı ama farkında değildi. Cep telefonundan konuşuyor, bilgisayardan yazışıyordu. Alışverişte karşılaştığımız kişilerin kaçıyla gerçekten konuşuyorduk? Kaç arkadaşımız kalmıştı yüzünü her hafta gördüğümüz? Dostlarımızın çoğu güzel bir söz söylediğimizde bize sarılmak yerine, “beğen” tuşuna basmıyor muydu zaten? Ölümler ise en yakınımızda olmadıkça, bir sosyal medya mesajı ya da internet haberi değil miydi? Karantina günlerinde akraba ve dostlarımızla her zamankinden daha fazla konuşmadık mı? Onları hatırlamadık mı? Kim fark etti acaba bu dostlukların sosyal medyadan daha sıcak olduğunu?

V.S yavaşlamak ve sosyalleşmek gerektiğini fark edebilirsek bu büyük felaketin yaşattığı acılar bir nebze olsun hafifleyebilir. Daha az üretmek, sınırlı sayıda insan ve enerjiyle gerçek ihtiyaçlara öncelik verebilirsek. Salgın başladığında oto galerisine, son model televizyon almaya değil makarna almaya koştuğumuzu unutmazsak. Gerekli dediğimiz onlarca ürünün bir anda hayatımızdan çıktığını, maske, sabun ve ekmeğin hepsinden değerli olduğunu unutmazsak, toprağa verdiklerimizin gözleri açık kalmayacak. İnanın.

V.S kısmını tarihçiler değil biz yazmalıyız. Gerçek ihtiyaçlar için çalışan atölyeler, tüketimi ve hızı terk ettiği için azalan işi paylaşan işçiler yazmalı. Bu krizden, işini paylaşan ama buna rağmen daha az tükettiği için geliriyle yetinen yeni bir insanlık filizlenmeli. Büyük sokaklarındaki dev marketinde dünyanın bir ucundan gelecek makarna ve pirinci bekleyen ve aç kalma paniğiyle stok yapan insanların yerine, küçük kasaba ve köylerde kendine yetecek gıdayı üreten başka bir insanlık kurulmalı. Çekilen bunca acıdan artık ders çıkarmalıyız. Kapitalizm bizi bir an önce unutmaya başladığımız hayata geri döndürmek isteyecek ama direnmeliyiz. V.S akıl dolu bir siyasete ve dirayetli insanlara ihtiyacımız olacak.