Sokaktan Danıştay’a çevre mücadelesi sürüyor

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Kasım 2017

Türkiye’de doğa korumayı fidan dikmekle eş tutan birçok insan var. İktidar da böyle düşünüyor. Geçenlerde AKP Genel Başkanı Erdoğan da kendisini eleştirenlere şöyle yanıt vermişti: “Hayatlarında tek bir ağaç dikmedikleri halde dünyanın en çevreci insanı geçinenleri artık dikkate almıyorum”. Aslında bu cümle onun da konuya çok uzak olduğunu gösteriyor. Çünkü diktiğiniz ağaç değil fidandır. Onlar tutarsa sonra ağaç olur. Neyse, zaten her yer beton, beton ve beton. Üzmeyelim kimseyi.

Merak ediyorsanız söyleyeyim, çok sayıda fidan dikmişliğim var ama bunun arkasına sığınıp kendimi iyi bir “çevreci” ilan edecek değilim. Doğa koruma bundan ibaret değil. Tek kıstasınız fidan dikmek bile olsa her şeyden önce diktiğiniz fidanları ve var olanı korumak zorundasınız. Doğa ihaneti sevmez. Çevreciliğin özünde sadakat ve koruma var. İş buradan başlar.

Doğa korumacılar, doğaya müdahale ederek yeni bir yeşil alan yaratmayı değil, onun doğal halini korumaya çalışır. Bin tane kent parkı yapsanız, Karadeniz’in doğal yaşlı ormanlarının yerini tutmaz. Orada yüzyıllardır yaşayan canlılar ve onların oluşturduğu bir ekosistem var. İstanbul’un kuzey ormanları da böyle. Ağaçları kesip, yerine ekolojik köprü yaparak çevreci olamazsınız. O ağaçları kesmemenin yolunu bulduğunuzda size çevreci denir.

Fidan dikme işi şirketlerin, iktidarların halka biçtiği çevrecilik aslında. Doğayı yok edenler çevreciliği fidan dikme, çöp toplama ve kamuoyunu bilgilendirme (bilgi verirken kimse ne dediklerini anlamasın diye bu yapılan işe farkındalık diyen de var) gibi kendilerine dokunmayacak alanlarla sınırlamayı çok seviyor. Üçüncü havalimanı için binlerce ağaç kesilirken siz Kilyos sahilinde plastik atıkları toplayabilirsiniz. Kuzey Ormanları’nı mahvedecek yapılaşma projesinin temelini atan İGA bu çöp toplama eyleminden hiç rahatsız olmaz hatta maddi destek bile sağlar…

İklim değişikliğiyle ilgili yüzlerce toplantı yapabilirsiniz, kömür şirketlerinin keyfi bu toplantılar yüzünden pek kaçmaz. Ne zaman siz bu toplantıların yanında, kömürden vazgeçilmesi için imza kampanyaları düzenler, lobi çalışmalarına başlar, eylemler yapar ve finansal kaynaklarının yok edilmesi için harekete geçersiniz, işte o zaman huzurları bozulur. Çevrecilik veya yeşilcilik, adına ne derseniz deyin, doğa koruma işi, işte tam o zaman başlar.

Bartın Amasra’da yürütülen hukuk mücadelesi, görmediğiniz doğa koruma mücadelelerine iyi bir örnek. Kentte Hattat Enerji’nin kurmak istediği kömür santralına karşı çıkmayan yok. Buna rağmen şirket, kömür hazırlama tesisi kurmak için “ÇED gerekli değildir” kararı aldırmış. Bartın Platformu bu kararı mahkemeye taşımıştı. Danıştay, bu tesisin termik santralın bir parçası olduğunu kabul etmiş dolayısıyla da projelerin birlikte değerlendirilmesi gerektiğini söylemişti. Danıştay’ın net kararına rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kömür hazırlama tesisinin ÇED sürecini sürdürüyor. Bartınlılar da adaletin çalışması için, “adaleti” kendi aldığı karara uyması için ikna etmeye çalışıyor. İnanın bu iş, 1 milyon fidan dikmekten zor! İşte size doğa korumanın en has örneği.

Bir başka çevre koruma mücadelesi de 22 Kasım’da yine Ankara’da verilecek. Danıştay, Akkuyu Nükleer Santralı’nın ÇED iptal davası için toplanacak. Hatırlayacaksınız, Danıştay karar için bilirkişi heyeti talep etmiş, heyetin hazırladığı raporda Wikipedia’dan ve santralı kurmak isteyen şirketin kendisinden yalan yanlış bilgilerin kullanıldığı ortaya çıkmıştı. Binlerce liraya bilirkişilik yapan heyetin, uzman olması gereken konularda wikipedia gibi herkesin bilgi girdiği kaynaklardan yararlanmaya çalışması ve bu bilgilerin doğruluğunu bile kontrol edecek düzeyde olmaması akıllara ziyan bir durum.

İyi çalışan bir hukuk devletinde bu davanın sonucu bellidir ama burası Türkiye. Çevreciler, nükleer karşıtları ve doğaseverler hem Ankara’da hem de sosyal medyada #AkkuyuİçinAdalet sloganıyla Akdeniz ve Türkiye’yi bir nükleer felaketten korumak için uğraşacak. Sadece hukuku değil, üniversitelerin, bilimin onurunu da korumaya çalışacak. Doğa koruma dediğimiz böyle bir şey artık. Ortada fidan yok ama yaşamı, adaleti ve ezilenleri savunma mücadelesi var.

Türkiye iklim fonundan para alsın diyenler el kaldırsın

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Kasım 2017

Ülkelerin iklim değişikliğini durdurmak için her yıl bir araya geldiği Taraflar Toplantısı (COP23) Almanya’nın Bonn kentinde devam ediyor. Hedef ortalama sıcaklık artışını 1,5, olmadı 2 derecenin altında tutup binlerce canlının yaşamını kurtarmak. Elde de bu işi yapıp yapamayacağı pek belli olmayan Paris Anlaşması var. Belli değil çünkü Paris Anlaşması’na imza atan ülkelerin seragazı emisyonlarını azaltmak için verdikleri taahhütler 2 derecelik ısınma hedefinin bile üstünde. Bu hedefler iyileştirilmezse 80 yıl sonra gezegenin ortalama sıcaklığı 3 derece artmış olacak.

Ortalama yüzey sıcaklığı 3 derece artarsa ne olur? Bir örnek verelim. Climate Central adlı örgütün bilim insanlarına göre 3 derecelik artış, 275 milyon insanın yaşadığı yerlerin sular altında kalmasına neden olacak. Asya’daki kentler başta olmak üzere milyonlarca insan göçe zorlanacak. Deniz seviyesindeki artış, Şanghay’da 17,5 Osaka’da 5, İskendireye’de 3 ve Miami’de 2,7 milyon insanın yaşadığı yerleri suyla dolduracak. Suriye’den göç etmek zorunda kalan 5 milyon mülteciyle baş edemeyen dünya, belki bunun 50 katı büyüklüğünde bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalacak. Yok olacak türlerin yanı sıra sıcak hava dalgaları, seller ve kuraklık yüzünden ölecek insanlar da cabası.

Türkiye’nin pazarlığı
Bunları sizi korkutmak ya da içinizi karartmak için yazmıyorum. Medyada Ajda Pekkan’ın estetik ameliyatları kadar bile yer bulmayan Bonn’daki tartışmaların ne kadar önemli olduğunu anlatmak için yazıyorum. Paris Anlaşması’nda ülkelerin verdikleri taahhütlerin iyileştirilmesi milyonlarca insan için hayati önemde. Bu anlaşmaya 197 ülke imza attı. 169 tanesi de anlaşmayı onaylayarak bu imzalarına resmiyet kazandırdı. Geriye 28 ülke kaldı. Tahmin edebileceğiniz gibi bunlardan biri de Türkiye. Türkiye anlaşmayı onaylamak için mali yardım talep ediyor. İklim değişikliğini durdurmak için oluşturulan Yeşil İklim Fonu’ndan (Green Climate Fund) para istiyor. ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilme kararından sonra Erdoğan’ın yaptığı, ‘biz de çekilebiliriz’ çıkışının arka planında bu yatıyor.

Bu talebin vicdan ve iklim adaleti açısından bir oluru yok. Mülteciler vs. üzerinden bir pazarlıkla kabul edilirse şaşırmam tabi ama umarım olmaz. Türkiye’nin Yeşil İklim Fonu’ndan para alması neden kabul edilemez açıklayayım.

Öncelikle Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı imzalarken verdiği taahhüdü hatırlayalım. Türkiye, Paris’e imza atarken 2015 sonunda 475 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarını, 2030’da 929 milyon tona çıkarmayı taahhüt etti. Hiçbir şey yapmazsam 1 milyar 175 milyon tonu bulacak diye de ekledi. Ortada seragazı emisyonlarını azaltacağım diyen bir ülke yok. İki buçuk değil iki katına çıkaracağım diyen bir Türkiye var. Bu zayıf hedef için Türkiye’nin mali yardıma ihtiyacı olduğunu söylemek mümkün değil. Türkiye, milli kömür kandırmacasından vazgeçip yüzünü güneşe dönse hem elektriği daha ucuza üretir hem de 929 milyon tonluk artış hedefinin çok daha altında kalır. Kömüre verilen teşvikleri kesmek bile bu hedef için yetebilir. Yapması gereken zaten kendisi için daha ekonomik ve çevreci seçeneğe yönelmek. Bunun için “üstüne para ver” denir mi?  

İklim fonundan para gelsin diyenler el kaldırsın
Mantık, ekonomi ve enerjideki gerçek bunu söylüyor. Bir de işin vicdani boyutu var. Yeşil İklim Fonu’nun amacı açık. Gelişen ülkelerin seragazı emisyonlarını azaltmaları veya sınırlamaları için gelişmiş ülkelerden gelen parayı özellikle iklim değişikliğinin etkileri karşısında korunmasız ülkelere aktarmak. Bu ülkelerin başında da Afrika ülkeleri, az gelişmiş ülkeler ve küçük ada devletlerinin geldiği yine açık açık yazılmış.

Şimdi soralım. Türkiye Pasifik’te sulara gömülecek küçük bir ada devleti mi? Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına yanlışlıkla sızmış bir az gelişmiş ülke mi? İstanbul ne zamandan beri Afrika kıtasında?

İklim adaleti ve enerji demokrasisinden bahsettiğimiz günlerde, Türkiye’nin mali yardım isteğine örtülü-açık destek vermenin, denizdeki mültecinin kafasını suya batırmaktan farklı olmadığını altını çizerek vurgulamalıyım. Ortada, Türkiye’yi gerçekten zorlayacak bir seragazı indirim hedefi bile yokken, açlık, kuraklık ve göçle boğuşanlara ayrılmış parayı Türkiye için istemeyi benim vicdanım kaldırmıyor. İklim hareketi içindeki tüm kuruluşlara açık bir çağrım var. Yeşil İklim Fonu’ndan Türkiye’ye para gelmeli diyenler varsa açık açık söylesin. Herkes bu konuda rengini belli etsin.  

Bizim kömürümüz bizim zehrimiz

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Kasım 2017

Asılırsan İngiliz sicimiyle asıl diye bir söz vardı. Onun yerine artık, “öleceksen yerli kömürünle öl” diyeceğiz. Enerji Bakanlığı’nın son sloganı, #BizimKömürümüzBizimEnerjimiz böyle söylüyor. Dünyaya inat, Enerji Bakanlığı’nın kömür inadı sürüyor.

AB üyesi sekiz ülke kömürden çıkma kararı aldı. Altı ülke şimdiden kömüre veda etti. Endonezya gibi kömür zengini bir ülke bile yeni kömür santralı yapmayacağını açıkladı. Hindistan ve Çin gibi dev ekonomiler bile enerjide rotalarını kömürden yenilenebilir enerjiye çevirirken, Türkiye’nin kömürdeki ısrarını inat ve çıkar ilişkilerinden başka bir gerekçeyle açıklamak açıkçası çok zor. Kömürü aklama kampanyasına kanmak isteyen kansın. Biz, ‘kara elmasın’ aslında ne olduğunu hatırlatalım.

Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 32’si kömürden sağlanıyor. Bu rakama kanıp gördüğünüz her kömüre, milli diye sarılmaya falan kalkmayın, o üretimin yarısından fazlası ithal kömürle yapılıyor. Toplam elektrik üretiminin yüzde 17,4’ü dünyanın dört bir yanından getirilen gayri millî kömürden… Hükümet milli enerji diye diye, nasıl yaptıysa, ithal kömürün 2009 yılında yüzde 6,6 olan payını sekiz yılda üçe katladı! Dudaklar milli enerjiye, kazmalar ithal kömüre çalıştı.  

Bizim kömürümüz dediğiniz kömüre yakından bakınca Kolombiya kömürü, Güney Afrika, ABD ve Rusya kömürü görüyorsunuz. Bizim enerjimiz diye sevinenlere, Bakanlık’ın süslü püslü videosunu paylaşanlara duyurulur. Doğalgaz alıp elektrik üretiyorduk, onun payı biraz azaldı yerini kömür aldı. Dışa bağımlılıkta artış sürüyor. Değişen bir şey yok, havanın daha fazla kirletilmesi, iklim krizinin daha şiddetlenmesi de cabası.

Bizim kömürümüz diye oyuncak ayı misali bağrınıza bastığınız o kara kuru parçaların termik santrallarda yakılması, Türkiye’de her yıl en az 2 bin 876 erken ölüme, yetişkinlerde 3 bin 823 civarında yeni kronik bronşit vakasına neden oluyor. Milli enerji kömür yüzünden yılda 637 bin 643 günlük iş kaybı yaşanıyor. Kömürün sağlık üzerindeki etkilerinin ekonomik maliyetinin yılda 2,9 ila 3,6 milyar avro arasında olduğu tahmin ediliyor[1].

Türkiye’deki 81 ilin sadece bir tanesinin (Çankırı) havası temiz. Hava kirliliğinin önemli göstergelerinden PM10 ortalaması, 80 ilde Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği sınır değerin üstünde[2]. Hava kirliliğinde milli diyerek sevdirilmeye çalışılan kömürün payı büyük. Doğru, bizim kömürümüz ama daha çok da bizim zehrimizdir bahsettiğiniz.

Kömür, petrol ve doğalgaz iklim değişikliğinin başlıca kaynakları. Bugün başımıza elma erik büyüklüğünde dolu yağıyorsa, evlerimiz sel altında kalıyorsa, kuraklık ürünleri dalında kurutuyor ve sıcak hava dalgaları yüzünden yaşlılarımız hastanelere taşınıyorsa bilin ki bunda kömürün payı çok büyük. Sizi hastanelik eden, borç içinde bırakan, yaşamı zehir den kömürü bizim deyip,  milli ilan edince sempati mi duyacaksınız? Onun yerine kullanabileceğimiz kimseye ait olmayan güneş gibi kaynaklar varken neden halka bu eziyeti çektirme niyetindesiniz? Bizim kömürümüz dediğiniz tüm ihalelerin altından çıkan Cengiz’in, Kolin’in ya da Kalyon’un kömürü olmasın sakın?

Soma’da 301 madencinin hayatını alan kömür kimin kömürü peki? Bizim değil mi? İki hafta önce Şırnak’ta milli kömür uğruna 7 kişi ölmedi mi? Afşin-Elbistan termik santralına kömür çıkarılan sahada meydana gelen göçüğün 11 kişiyi öldürdüğünü ne çabuk unuttunuz? 2011 Şubat ayıydı. Dokuz kişinin cesedi hala toprak altında ama milli kömürcülerin derdi o cesetleri değil, toprak altındaki kömürü çıkarmak. Kömürle gelen trajediyi anlatmaya göz yaşlarımız yetmez. Milli enerji daha ne kadar can alacak? Bizim kömürümüz diyenlerin, bizim insanımız, bizim doğamız demesi için daha kaç kişi ölmeli?

[1] Ödenmeyen Sağlık Faturası, Sağlık ve Çevre Birliği HEAL raporu.


[2] Hava Kirliliği Raporu 2016, Çevre Mühendisleri Odası.

Madencilik talanına ÇED desteği

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ekim 2017

2016 Maden ihracat rakamları (Kaynak:MTA)
Türkiye’nin doğasının talan edildiği artık tartışma götürmez bir gerçek. Bazen çılgın proje adıyla, bazen de yatırım sloganıyla, Türkiye’de girilmedik ova, kesilmedik ağaç, delinmedik dağ, el değmemiş koy kalmadı. Doğadaki varlıkların (kaynakların) bir sınırı var ama insanın hırsının yok.

27 Eylül’de Meclis Başkanlığı’na sunulan torba yasanın 54. maddesi Türkiye’de madencilik talanının hangi noktalara vardığını gösteren son örnek oldu. Torba yasa böyle geçerse, Maden Kanunu’nun 7. maddesinin 11. fıkrası değişecek ve bir madenle ilgili çevresel etki değerlendirme işlemleri üç aydan fazla sürerse o madenin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporu olumlu kabul edilecek. Bürokrasi işi yetiştiremezse veya “ağırdan alırsa” halkın o madenin zararlarını görebildiği, kısmen de olsa itiraz edebildiği ÇED raporu, kimsenin görüşüne başvurmadan onaylanacak. Haberlere bakılırsa Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki görüşmeler sırasında bazı AKP milletvekilleri de bu maddeye itiraz etmiş. Bakalım bu itirazlar maddenin yasalaşmasının önüne geçebilecek mi?

ÇED raporları gerçekleştirilmesi planlanan projelerin çevreye etkilerini belirleyen, olumsuz etkilerin önlenmesi ya da en aza indirilmesi için yapılacakları anlatan bir rapor. Asıl önemli olansa o raporun hazırlanış süreci. O süreçte halkın ve ilgili kurumların görüşü alınıyor. Madenciler formalitenin de ötesinde, bir komediye dönüşmüş bu toplantıların yapılmasını bile istemiyor.

Eskiden halkın katılımı toplantıları yapılmazsa, itirazlar yükselirse süreç durabiliyor ya da yavaşlıyordu. ÇED sürecinde yazılı olmasa da halkın projeyi reddetme hakkı kavga dövüş hayata geçiyordu. Aslında bu hakkın sürece dahil edilmesi gerek. TEMA Vakfı Avukatı Ömer Aykul, halkın ÇED sürecine katılımının yeterli olmadığını, ikna olmadıysa projeyi reddetme hakkının da olması gerektiğini söylüyor. Haklı. Maden açacağınız köyün sakinlerini bir odaya toplayıp projeyi anlatmakla iş bitmez. Onların da söz hakkı olmalı, itiraz ediyorlarsa maden açılmamalı. Demokrasiden, halkın katılımından bahsediyorsak bu iş böyle yapılır.

ÇED sürecinde bugün yaşananlar ise trajik. Madenciler özel güvenlik birimleriyle, halkın katılımı toplantısının yapıldığı toplantı salonlarına etten duvar örebiliyor. Çevreciler girmesin diye salonu adamlarıyla doldurabiliyor. Jandarma seyrediyor, Çevre Bakanlığı temsilcileri görmüyor! İnanmazsanız Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Süheyla Doğan’a sorun, size tek tek anlatsın neler çektiklerini.

ÇED bir formalite oldu ama anlaşılan madencilerin ona bile tahammülü yok. 1993-2016 yılları arasında Çevre Bakanlığı’na gelen projelerin 4 bin 457 tanesine ÇED olumlu kararı verilmiş. Olumsuz yanıt alan proje sayısı ise 46. ÇED raporu istenen büyük projelerin sadece yüzde 1’i olumsuz yanıt almış. Bu tabloya bakarsanız her şey güllük gülistanlık. Sokağa çıkıyorsunuz her yerde doğa talanı.

Görünen o ki, Artvin Cerattepe’deki madenle ilgili yaşananlar madencileri öylesine yüreklendirmiş olmalı ki, torba yasaya madenleri halkın denetiminden kaçırmayı amaçlayan bu maddeyi koydurmayı bile başarmışlar. Nedir bu madenciliğin ülkeye katkısı diye bakıyorsunuz elde var bir yüzde 1,3. Madenciliğin Gayri Safi Yurt İçi Hasıla içindeki payı bu. 2003’te bu oran yüzde 1. Yurt içi hasıla arttığı için rakam büyüse de madenciliğin oransal katkısı neredeyse aynı.

Değişen rakam başka bir yerde. 2003 yılında Türkiye 742 milyon dolar değerinde maden ihraç ediyormuş. 2013’te 4 milyar 870 milyon dolara çıkmış. İhracatın yarısına yakınını da doğal taşlar oluşturuyor. Dağları yiyip bitiren taş ocaklarının nereye gittiğini görüyorsunuz. Türkiye’de doğayı, insan haklarını hiçe sayarak çıkarılan madenler, Çin, ABD ve Suudi Arabistan başta olmak üzere yurt dışına satılmış. Halkı etkisiz hale getirerek büyüyen neo-liberal politikaların yeni yüzü neo-madencilik Türkiye’de de artık iyice görünür hale geldi.

Danıştay’ın yaz saati pasını hükümet ıskaladı

Özgür Gürbüz-BirGün / 2 Ekim 2017

Dünyada bildiğiniz gibi dört mevsim var ama bizde beş. Yaz saati uygulamasında ısrar ederek yarattığımız beşinci mevsimin adı ‘zombi mevsimi’. Sabahın köründe yola düşen memurdan, okulun kapısını bulmaya çalışan çocuğa kadar ülkedeki herkesi zombiye çeviren ‘kalıcı yaz saati’ uygulaması sayesinde yeni bir mevsimimiz oldu. Halk arasında ‘çapak mevsimi’ diye de geçiyor. Malum, yollar gözleri çapaklı insanlarla doluyor.

Bir yıl önce, elektrik tasarrufu yapacağız diye kalıcı hale getirilen yaz saati uygulaması gerçekten tasarruf ettiriyor mu? Bu sorunun yanıtını geçen yıl Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) vermişti. EMO, 30 Ekim 2016’dan sonra kalıcı hale getirilen uygulamanın daha fazla elektrik tüketilmesine yol açtığını ay ay yaptığı karşılaştırmayla ortaya koymuştu. Yaz saati uygulamasının kalıcı hale getirildiği kış aylarında toplamda 7 milyar kilovatsaat fazla tüketim yapıldı.

Türkiye’de elektrik talebinin hemen hemen her yıl arttığını düşünürsek, bu artışın sadece yaz saatinden kaynaklanıp kaynaklanmadığını anlamak için günlük elektrik tüketim verilerine yakından bakalım. Yaz saati uygulamasının kalıcılaştırıldığı tarihten (30 Ekim 2016) önceki iki günün tüketim verileriyle hemen ardından gelen iki günün verilerini karşılaştıralım. Karşılaştırılan günlerde hava sıcaklığının aynı olması da önemli. Böylece, ısınma amaçlı kullanılan elektrik tüketimi karşılaştırmayı çok fazla etkilemez. Elektrik tüketiminin çok olduğu Batı bölgesinin iki merkezindeki sıcaklıkların aynı olduğu günleri seçmem bu yüzden. Sonuçlar aşağıdaki tabloda.

Büyütmek için tabloya tıklayınız.
Görüldüğü gibi, 26 Ekim 2016 tarihinde sabah 8’de 31 bin 306 megavatsaat elektrik harcayan Türkiye, bir hafta sonra, yaz saatinin kalıcı hale getirilmesiyle aynı saatte 33 bin 244 megavatsaat elektrik tüketmiş. Tüketim bir günde 2 bin megavatsaat (2 milyon kilovatsaat) artmış. Hava koşulları aynı. Bir haftada ne oldu da elektrik tüketimi bu kadar arttı. Sanayi devrimi mi yaptık? Konutlarda yeni bir elektrikli alet mi kullanılmaya başlandı? Resmi daireler de bilgisayar sayısı mı arttı? Bunların hiçbirinin olmadığını biliyoruz. Yaz saati uygulaması nedeniyle karanlıkta kalkan birçok kişi daha çok elektrik kullandı, güneş doğmadığı için soğuk kalan evlerini belki de çabucak ısıtmak için elektrikli sobaların düğmesine bastı.

Bu dahiyane fikir ilk ortaya atıldığından beri söylüyoruz. Yaz saatini kalıcı hale getirmenin amacı tasarruf etmek değil. Elektrik tüketimi hükümetin istediği gibi artmadı (Aslında hükümetin buna sevinmesi gerek ancak Türkiye’de ekonomi, verimlilik üzerine değil tüketim üzerine kurulu). Türkiye’de bir santral bolluğu var, onlarca enerji santralının yapımı ise sürüyor. 80 bin megavatı geçen kurulu güce sahip Türkiye’de tüketim rekorunun kırıldığı günde 47 bin megavatlık puant talep oluşuyor. Bunun bir numaralı nedeni de klimalar. Hal böyle olunca, elektrik tüketimini artıracak her türlü çılgın fikir (yaz saatinin tüm yıla yayılması gibi) kabul görüyor. Yoksa piyasadaki elektrik fiyatının 2,5 katı fazlasına satış yapacak nükleer santrallar nasıl kurulacak? Talep artmalı, elektrik fiyatları yükselmeli ki, o nükleer santrallardan satılacak elektrikten edeceğimiz zarar bir nebze olsa da azalsın. Durum bu. İTÜ rapor hazırlamış falan hikaye. Sahi, İTÜ’nün raporunu gören var mı?

Yaz saatinin kalıcı olmasına itiraz etmeyen yok gibi ancak geçen hafta Danıştay’ın aldığı karar işin bir başka boyutuna da dikkat çekti. Danıştay, Bakanlar Kurulu’nun böyle bir düzenleme yapmaya yetkisi yok, bu konuda kanun gerekir diye uygulamanın yürütmesini durdurdu. Hükümet ise bu pası alamadı. “Danıştay’ın itirazı var normale dönüyoruz” diyeceklerine, yasal düzenleme yapacağız” diyorlar.

Bu işten sadece sabahları zombiye dönenler şikayet ediyor sanmayın; sanayici de memnun değil. Ege Hazırgiyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Emre Kızılgüneşler, Avrupa ile saat farkının açılmasından, sabahları yaşanan verim kaybından şikayetçi. Kızılgüneşler, “Hazır giyim sektörünün yıllık 17 milyar dolarlık ihracatının yüzde 72-73’ü Avrupa’ya yapılıyor. Türkiye’yi Euro bölgesinden uzaklaştıracak her türlü adımın ticaretimize olumsuz yansıdığını deneyimlerimizle biliyoruz” diyor.

Son söz: Ülkede ekonomiden demokrasiye her alanda mevsim kış, bir tek saatimiz yaz.

BirGün’de bu konuda iki yazı yazmıştık; hatırlatalım:
“Bu saat işinden kim karlı çıktı” - http://bit.ly/2wr0fcl 
“Yaz saati değil siesta”-  http://bit.ly/2kdtgXx

Yemen’de 17 milyon insan aç

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Eylül 2017 

Çevre sorunlarından bahsedildiğinde nüfus artışı çoğu zaman nedenler arasındadır. Ülke ve kent temelinde bakıldığında artan nüfus kaynaklı sorunlar olsa da, küresel ölçekte değerlendirildiğinde, dünya nüfusu şu anda gezegenin kaldıramayacağı bir noktada değil. Böyle giderse elbette bir noktada sorun olacak; o ayrı… Halihazırda yaşadığımız çevre sorunlarının kaynağı ise başka. Kapitalizmin körüklediği hırsımız ve bencilliğimiz yüzünden acı çekiyor ve çektiriyoruz. Mahatma Gandi’nin dediği gibi, “Dünya herkesin ihtiyacına yetecek kadarını sağlar ama herkesin hırsına yetecek kadarını değil”.
Foto: Oxfam
Gandi’nin uyarısının ciddiye alınmadığını gösteren felaket alametleriyle karşı karşıyayız. BM bünyesindeki örgütler tarafından hazırlanan Dünya Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu adlı rapor, açlık sorunu yeniden yükselişe geçmiş. Bugün dünyadaki her 100 insandan 11’i açlıkla karşı karşıya. 815 milyon insan. Açlık sorununun yükselişinin ardında iki ana neden var: İklim değişikliği ve çatışmalar/savaşlar.

Aç yaşayan 815 milyon insanın 489 milyonu çatışma bölgelerinde veya bundan etkilenen ülkelerde yaşıyor. Buralardaki sorun doğal olaylar veya kaynak sıkıntısıyla ilgili değil.  Yemen bu soruna işaret eden, savaşın iğrençliğini gösteren en iyi örneklerden biri. Yemen’in Şii güçlerin kontrolüne geçmesini istemeyen Suudi Arabistan destekli sünni koalisyon, 2015 Mart’ından bu yana ülkeyi bombalıyor. ABD, Büyük Britanya ve Fransa da bu koalisyonu cephe gerisinde destekliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Türkiye’nin Suudi Arabistan’ın yanında olduğunu söylemiş, Ankara’nın lojistik destek verebileceğinden bahsetmişti (26 Mart 2015, France 24[1]). İki yıl önce bu politik motivasyonla başlayan savaş sürüyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün birkaç ay önce açıkladığı rakamlara göre ölü sayısı 7 bin 600’den fazla. 42 bin de yaralı var.

Yemen’de açlık sorunu bu savaşın başladığı tarihten itibaren yüzde 60 oranında arttı. Ülkedeki 17 milyon insan acil gıda ve insani yardımına ihtiyaç duyuyor. Milyonlarca insanın aç ve hayati tehlike altında yaşamasının gezegenin kaynak sorunuyla hiçbir ilgisi yok. Güç ve iktidar kavgaları, savaşları uzaktan bir film gibi izleyen insanların duyarsızlığı, politikacıların aldığı savaş kararlarını güvenlikleri için atılmış birer adım sanan kandırılmış kitleler. Bugün Yemen’de insanlar açsa sorumlusu bu koalisyona destek verenler. Dört parmaklarını göstererek savaşa destek olanların bugün Yemen’e yardım kampanyaları düzenlemeleri de insanın en acınası haline bir örnek herhalde.

Kitlesel yok oluşun eşiğindeyiz
Sadece insanlar değil tüm türler dünyaya egemen olan bu ‘hırsın’ gazabından nasibini alıyor. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden Profesör Daniel Rothman’a göre gezegendeki canlılar 6. kitlesel yok oluşla karşı karşıya. Nedeni iklim değişikliği.

Dünyada yaşayan türlerin birçoğunun belki de insan türünün de yok oluşunu başlatacak felakette tetiği karbondioksit çekecek. Bundan 66 milyon yıl önce yaşanan son kitlesel yok oluş dinozorların da sonunu getirmişti. Rothman’ın önceki yok oluşları temel alarak yaptığı matematiksel hesaplama, iklim değişikliğine yol açan karbon emisyonlarını durdurmamamız halinde, bu yüzyılın sonunda yaşam treninin raydan çıkacağını söylüyor.

Karbondioksit emisyonlarını azaltamazsak, bugün doğan çocukların bazıları bu yok oluşa tanıklık edebilir. Ne kadar sürer, hangi türler geride kalır bilinmez ama felaket senaryoları ne sandığınız kadar uzak ne de bizden bağımsız. Tercih hepimizin. Yemen’den iklim değişikliğine, dünyanın felaketi mi olacağız yoksa kurtarıcısı mı buna biz karar vereceğiz. Ya hırsımıza teslim olup öldüreceğiz ve öleceğiz ya da paylaşmayı seçerek tüm canlıların yaşamasını sağlayacağız.

[1] http://bit.ly/2xx5jPu

Nükleer silahlar ve ikiyüzlülük

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Eylül 2017

Dünyadaki binlerce canlının geleceği Kuzey Kore veya ABD’nin liderlerinin dudaklarının ucunda. Dünya, soğuk savaş döneminden bu yana nükleer tehlikeyi hiç bu kadar yakından hissetmemişti.

Batı medyasının büyük bir bölümü, tehlikenin sürekli Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’dan kaynaklandığını anlatıyor. Onlar için Kim Jong-un bir ‘deli’. Konuya Doğu’dan bakanların ise, Kore’yi hatta zaman zaman Çin’i tehdit eden Trump için benzer fikirlere sahip olduğunu tahmin etmek zor değil. Doğru ya da değil. Bu iddialar sorunu çözmüyor. Halbuki asıl mesele nükleer ikiyüzlülük. 9 bin 400’ü askeri cephaneliklerde kullanılmayı bekleyen, emekliye ayrılmış olanlarla sayısı 15 bini bulan nükleer silahlar yok edilmedikçe insanlığın bir toz bulutuna dönüşme tehlikesi sürecek. Nükleer silahların hangi ülkenin elinde bulunduğuna bakmaksızın, tümünün yok edilmesi savunulmadıkça hiçbir canlıya rahat yok.

Hans M. Kristensen ile Robert S. Norris’in 31 Ağustos 2017 tarihli makalesine (Worldwide deployments of nuclear weapons) göre askeri üslerdeki 9 bin 400 nükleer silahın 4 bin adedi kullanıma hazır. Bunlardan 1800’ü yüksek alarm seviyesinde, kısa sürede kullanılabilecek durumda bekletiliyor. Dünyadaki nükleer cephaneliğin yüzde 93’ü iki ülkenin elinde; Rusya ve ABD. Aralarında İncirlik Üssü’nün de bulunduğu 107 yerde tutulan bu silahlar 14 ülkenin sınırları içerisinde yer alıyor. 11 yılda altı nükleer deneme yapan Kuzey Kore’nin elinde ise 20 adet nükleer bomba olduğu tahmin ediliyor. Balistik füzelerle bunları kullanabilir mi henüz kimse bu sorunun yanıtını bilmiyor ancak ilerleme kat ettikleri kabul ediliyor.

Neredeyse her bölgede rastladığınız nükleer silahların tehlikesiz, Kuzey Kore’nin elindekilerinin ise tehlikeli olduğunu varsaymak saçmalık. Obama varken bu nükleer silahların dünya barışı için risk teşkil etmediğini söyleyip, Trump, Kim Jong-un veya Putin iş başındayken tehdit olacağını söylemek ne tutarlı ne de inandırıcı. Gerçek şu ki, dünyada nükleer silahların yayılmasını önlemek için tek bir uluslararası araç var. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (İngilizce kısa adı NPT). Yürürlüğe girdiği 1970 yılında nükleer silaha sahip beş ülkenin (ABD, Büyük Britanya, Çin, Fransa ve Rusya) nükleer silahlarını azaltmasını diğerlerinin ise nükleer silah yapmamasını amaçlıyordu. Bugün Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve İsrail’de de nükleer silah olduğunu biliyoruz. Rusya ve ABD’de nükleer silahların sayısının azaltılması yönünde girişimler olsa da dört yeni ülkenin daha nükleer silah sahibi olması anlaşmanın çok başarılı olmadığını gösteriyor.

Başarısızlığın nedenlerinden biri, başta ABD olmak üzere NATO üyesi ülkelerin nükleer silahları anlaşmaya aykırı bir şekilde başka ülkelerde saklamaları. Halbuki NPT, nükleer silah sahibi beş ülkenin bu silahları başka ülkelere götürmelerini, onlara silah geliştirmelerine yarayacak yardım yapmalarını da yasaklıyordu (Madde 1). Türkiye gibi NPT’ye 17 Nisan 1980’den beri taraf ülkelerin bu silahları barındırması da yasak (Madde 2). Ne var ki, başta NATO olmak üzere herkes anlaşmanın ilk iki maddesinin çiğnenmesine yıllardır göz yumuyor. ABD nükleer silahlarını Türkiye, Belçika, Almanya, İtalya ve Hollanda’da saklayabiliyor. Bunu gören ve NATO üyesi olmayan ülkelerin anlaşmaya uyması beklenebilir mi?

Anlaşmaya taraf ülkelerin ikinci falsosu da kuşkusuz İsrail meselesi. İsrail NPT’ye hiç taraf olmadı, 80 civarında nükleer silaha sahip olduğu tahmin ediliyor. Hal böyleyken, İsrail’e hiçbir yaptırım uygulamadan, NPT’ye 1970 yılında taraf olmuş İran’a nükleer silah yapacak diye ambargo koymak (haklı bir kaygı olsa bile) Batı adına tam bir ikiyüzlülük. Bu kelime, anlaşmanın altını oyan ve bizi Kuzey Kore gerçeğiyle karşı karşıya bırakan asıl nedenleri de özetliyor.

Dünyanın nükleer silahlardan arındırılabilmesi ancak ve ancak tüm ülkelerin bu silahlardan vazgeçmeleri ve nükleer enerji gibi silah yapımında kullanabilecek maddelerin yayılmasına yarabilecek tehlikeli teknolojilerden tamamıyla vazgeçmeleriyle mümkün olacak. Önümüzde ekonomik veya teknik bir engel yok. Nükleer silahlardan medet uman siyasi iradeyi değiştirecek çiçek çocuklarına ve onların yaratacağı yeni bir barış dalgasına ihtiyaç var sadece.

Üçüncü köprüyü yıkmak gerekecek

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Eylül 2017

Foto: Arkitera
Geçen hafta Hasankeyf’in kurtulması için Ilısu Barajı’nın bitirilse bile çalıştırılmaması gerektiğini yazmıştım. DSİ dışında bu öneriye itiraz eden fazla kimse olmadı. Türkiye adına bir ilerleme sayılır çünkü eskiden milyarlarca harcanmış projelerin atıl bırakılması, yıkılması bu ülkede bir tabuydu. Radikalleşen ve faşizmle kol kola giren bir dini ayaklanmayı nasıl, “ama aslında dinimiz böyle değil” diyerek önleyemezseniz, yanlış yatırımların zararlarını da, “yapılmış bir kere, yıkmak olmaz diyerek” kapatamazsınız. Faşizme olduğu gibi ekolojik yıkıma da açıkça karşı durmak gerek. Ekosistem bir bütündür, yarısını feda ederek diğer yarısını kurtaramazsınız.
   
Temiz bir nehrin değerini bilmeyenler bu yazdıklarımı anlamayacak, biliyorum. Duble yolu gelişme, kentin göbeğindeki parkı boş duran bir arazi gibi gören, dünyanın gittiği yerden habersizler büyük olasılıkla bana ateş püskürecek; olsun. ODTÜ gibi Türkiye’de geleceğin dünyasını anlamaya en yakın kurumlardan birinden, gece baskınıyla yol geçirmeye çalışan Melih Gökçek’in anlayacağını ise hiç sanmıyorum. Yine de yazalım. Türkiye’nin düzgün bir gelecek kurabilmesi, gelecek nesillerin sağlıklı yaşayabilmesi, ekonomik ve çevresel zararlarını azaltabilmesi için bugünkü neoliberal politikaları terk etmek yetmeyecek. Yapılan birçok hatalı projeden vazgeçilmesi, bazılarının da bitmiş olsa bile yıkılması ya da atıl durumda bırakılması şart olacak.

Yapılırlarsa hem pahalı hem de riskli oldukları için, enerji konusunda bilgi sahibi ilk hükümetin kapısına kilit vuracağından emin olduğum nükleer santrallar listenin başında yer alıyor. Ön hazırlıkları için anlaşma imzalandığı söylenen Kanal İstanbul projesi de olur da yapılırsa, tüm ülke kazma kürek elde o kanalı kapatmak için uğraşmak zorunda kalacak. Yaratacağı ekolojik tahribat tartışılamaz boyutta. Proje, İstanbul’da araç kullanan herkesin düşünebileceği bir sorunu da barındırıyor. Şu anda üç köprü, bir yeraltı tüneli ve metroya rağmen İstanbul trafiğini kilitleyen boğaz geçişine bir yenisi eklenecek. Boğaziçi Köprüsü’nden geçtiniz, Trakya’ya gideceksiniz karşınıza bir boğaz daha çıkacak. Yine köprülerde trafiğe takılacaksınız. Bu projeyi ancak İstanbul’da halkın arasında dolaşmayan, helikopterle gezen biri hayal etmiş olabilir. Fatih Sultan Mehmet yaşasaydı, Kanal İstanbul için “görüldüğü yerde doldurula” derdi.

Yavuz Sultan Selim Köprüsü, üçüncü havalimanı gibi projelerin yıkılması da İstanbul’un kurtuluşu için şart. İstanbul’u kısa zamanda 25 milyon nüfusa ulaştırıp bir ölüm şehri yapacak bu iki projenin alternatif kullanımı bile olamaz.

Bu söylediklerim size çılgınca gelebilir. O zaman sizi şu çılgın hesapla baş başa bırakayım. Bahçeşehir Üniversitesi Ulaştırma Mühendisliği’nin 2015 yılında yaptığı hesaba göre İstanbul’daki trafik sıkışıklığının bedeli yılda 2 milyar avro. Bugünkü kurdan çevirirsek 2,4 milyar dolar ediyor. İstanbul’un kuzeyini imara açacak üçüncü havalimanı ve üçüncü köprü gibi projeler yüzünden kent nüfusu ikiye katlanırsa aynı sorun İstanbul’un kuzeyinde de yaşanacak. İkinci köprü gibi üçüncü köprü de birkaç yıl içinde dolacak. Trafik sıkışıklığı kaynaklı zararın nüfus artışıyla paralel gittiğini varsayalım. Trafik kuzeyde de sıkıştığında yıllık kayıp 4,8 milyar doları bulacak. Çılgın projenin ne kadar çılgın olduğunu asıl o zaman göreceğiz.

Peki, radikal bir karar alır, o köprüyü yıkarsak, İstanbul’un nefes almasına yarayan Kuzey Ormanları’nı imara açmazsak ne kaybederiz?  Kaybımız köprünün maliyeti ve şirketlere verilen taahhüt kadar olur. Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’ın verilerine göre köprünün yapım maliyeti 3,5 milyar dolar. Köprüden hiç araç geçmezse garanti kapsamında ödenecek miktar yılda 790 milyon dolar. 2019 yılındaki seçimlerde garantinin bitmesine 5 yıl kalacak. Kalan beş yıl için bir 3,5 milyar dolar da şirketlere ödense Hazine’den çıkan para 7 milyar doları bulur. Yıkılmazsa her yıl trafik sıkışıklığından gelecek zarar ise 2,4 milyar dolar. Üç yılda köprüyü yıkmanın masrafını çıkartırız. Ardından da İstanbul’u küçültme projesi devreye girer. Yeni sanayi ve konut projelerine imar izni verilmeyerek işe başlanabilir. Hem kentte yaşayanların sağlığı, hayatı kurtulur, hem de trafik sıkışıklığı azalır. Sizce hangisi çılgın proje? O köprüyü yapmak mı yoksa yıkmak mı?