Enerji sektörü kapanmalar, el değiştirmeler ve tekelleşme sorunuyla karşı karşıya

Oğuz Türkyılmaz enerji konusunu yakından takip edenlerin iyi bildiği bir isim. Makina Mühendisleri Odası ve TMMOB'nin eski yöneticilerinden, ağırlıkla enerji sektöründe geçen mesleki yaşamında, 43 yılı geride bırakmış, ODTÜ mezunu bir endüstri mühendisi. Uzun yılllardır da TMMOB Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu’nun Başkanı. İstanbul’da yakaladığımız Türkyılmaz ile kömürden, özelleştirmelere enerji sektörünün sorunlarını ve çözüm önerilerini konuştuk.

Söyleşi: Özgür Gürbüz-BirGün/16 Aralık 2016

Son seçim ve 15 Temmuz’dan sonra enerji sektöründe de oldukça tartışmalı gelişmeler yaşanıyor. Elektrik Piyasası Kanunu’na daha önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesine rağmen tekrar eklenen teşvik, özelleştirilen termik santrallara çevre mevzuatından muafiyet getiriyor. Çevreyi diledikleri gibi kirletme fırsatı tanınıyor. Ardından ucuz denilen yerli kömür santrallarına alım garantisi verildi. Torba yasaya sıkıştırılan 80. madde de, Bakanlar Kurulu’nun onay verdiği projelere vergi indirimleri, bedelsiz arazi tahsisleri öngörüyor. Enerji verimliliği, nükleer enerjinin terk edilmesi veya Uluslararası Enerji Ajansı’nın bile vurguladığı fosil yakıtlara verilen teşviklerinin durdurulması gibi konular hükümetin gündeminde yok. Sizce Türkiye ne yapmaya çalışıyor? Enerjide çizilmiş bir rota var mı?

Türkiye ne yapmaya çalışıyor sorusunu, 14 yıldır iş başındaki siyasi iktidar ne yapmaya çalışıyor diye yanıtlayayım. Siyasi iktidar, enerjide dışa bağımlılığın azaltılması ve ‘yenilenebilir enerjiyi destekleme’ söylemine karşın dışa bağımlılığın ve fosil yakıt egemenliğinin artmasını sağladı. 2002'den bugüne, elektrik üretimi iki kat arttı. Ancak birincil enerji arzında yerli kaynakların payı yüzde 31,6'dan yüzde 24'e geriledi. Enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 76’a ulaştı. Petrol, doğalgaz ve taş kömürü ithalatına ödenen faturalar da çok yükseldi. 

Enerjide çizilen rota kamu varlığının sona erdirilmesine yönelik. Kamu eliyle kurulan ve büyüyen petrol dağıtım şirketi Türkiye Petrolleri Petrol Dağıtım A.Ş. (TPPD) özelleştirilirdi. Türkiye Petrolleri’nin (TPAO) arama, sondaj, üretim faaliyetlerinin de uluslararası şirketi (TPIC) üzerinden özel sektöre devri planlanıyor. BOTAŞ'ın depolama, satış ve iletim olmak üzere üçe bölünmesi, depolama ve satış faaliyetlerinin de özelleştirilmesi öngörülüyor. Elektrik dağıtımının tamamen özelleştirilmesiyle kamu dağıtımdan tümüyle çekildi. TEDAŞ'ta kalan son deneyimli kadrolar, özelleştirme havuzuyla başka kamu kuruluşlarına gönderildi. EÜAŞ santrallarının çok büyük bölümünün özelleştirilmesi sonucu, elektrik üretimindeki payı %17'e düştü. Kamu eliyle yürütülen iletim faaliyetlerinin de piyasalaştırılmasına yönelik düzenlemeler yapılıyor. Enerji sektöründe özelleştirilen kamu varlıklarını satın alan özel şirketlerin büyük çoğunluğunun, bu siyasal iktidar döneminde hızla büyüyen ve ‘en fazla müsadeye mazhar şirketler’ olduğu da gözleniyor. 
Enerjide kamu varlığı hızla sona erdirilirken, elektrik satış tarifelerinde yapılan değişikliklerle, özel tekellerin karı artırılıyor. Büyük kömür sahaları gibi kamu varlıkları özel tekellere altın tepsi içinde sunuluyor. Akkuyu Nükleer Santralı, TANAP gibi ticari projeler, uluslararası anlaşma statüsüyle iç denetim mekanizmalarının dışına çıkarılıyor. Bu tür projelere ‘stratejik yatırım’ statüsü bahşedilerek, vergi avantajı gibi ilave destekler sağlanıyor.

İyi ama elektrik talebi hükümetin umduğu kadar artmıyor, ekonominin yavaşlamasıyla da kısa zamanda artacak gibi görünmüyor. Sizce bir arz fazlası sorunu var mı? Yakın zamanda iflas eden enerji şirketleri görebilir miyiz? 
Siyasi iktidar, elektrikte yıllık yüzde 5-6 oranında talep artışları öngörüyor. Halbuki, ülke ekonomisindeki gelişmelerle bağlantılı olarak elektrik talep artış hızı yavaşlama eğiliminde. Bu nedenle, yüzde 5-6 oranında talep artışı üzerinden kurgulanan hedeflerin ve bu hedeflere yönelik politikaların gözden geçirilmesi gerek. Tam tersine, ihtiyaç olup olmadığına bakılmaksızın, yeni enerji üretim projelerine izin veriliyor. 

Mevcut, lisans almış, yatırım aşamasında ve lisans almayı bekleyen santralların kurulu güç toplamı 130 bin MW'I buluyor. 2016 Ekim sonundaki Türkiye’nin kurulu gücünden (78.434 MW) yüzde 65 oranında daha fazla. Bu projeksiyona yapılmak istenen nükleer santrallar da dahil değil. Bu veriler, enerji projelerinde aşırı bir yığılma olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim, enerji sektörünün bazı yöneticileri, yatırım aşamasındaki bir çok projenin iptal edileceğini, bazı santralların kapanacağını, bazılarının iflas edeceğini dile getiriyor. Döviz kurlarında yaşanan yükselme ve yurt dışından kredi imkanlarında daralmanın da etkisiyle, gündeme gelecek satış ve el değiştirmelerle, sektörde tekelleşme süreci hızlanacak.


Enerji sorunu sadece yeni santrallar yaparak mı çözülebilir? Tasarruf ve verimlilikle bu işi yürütmenin hiçbir şansı yok mu?
Türkiye’de yeni santral yapımına yönelmeden önce enerjiyi daha verimli kullanmalı, mevcut santralların verimini yükseltmeli,  enerji yoğunluğunu düşürmeliyiz. Bütün bunlara rağmen hala talep karşılanamıyorsa, ancak o zaman yeni santrallar kurulabilir. Onda da ağırlığı yerli ve yenilenebilir kaynaklara vermeliyiz. Bizim söylemimizde mutlaka enerji tüketimini artıralım, santral kuralım diye bir şey yok. Enerji verimliliği konusunda, Oda olarak çok ciddi çalışmalarımız oldu. 

Çözüm önerilerinizde yerli kömür olduğu  için soruyorum. Yerli kömür, enerji verimliliği ve yenilenebilir kaynaklardan sonra devreye girecek üçüncü bir seçenek midir?
Şöyle söyleyeyim. Birincisi enerjiyi daha verimli kullanmak ve ciddi tasarruf imkanlarından yararlanmak. İkincisi mevcut santrallarda bakım, onarım ve iyileştirme çalışmaları yaparak yılda 85-139 milyar kWh ek kapasiteyi değerlendirmek. Bunlar da yetmez diyenlere lisans almış, yatırım sürecindeki kurulu gücü 40 bin MW’ı bulan yüzlerce projeyi hatırlatalım.

Siz proje stokunun (yapımı planlanan santrallar) gerçekleşeceğine inanıyor musunuz? Mevcut kurulu gücü neredeyse iki katına çıkaracak bir proje stoku var. Şirket iflasları görür müyüz?
Bunları ilk söylediğimde köyün delisi oldum. Daha sonra sektörden de benzer sesler çıkmaya başladı. O zamanlar 20 bin MW civarında doğalgaz santral stoku vardı. O santrallar kurulsa gaz bulunamayacağını söylüyorduk. Şimdi sektördeki yöneticilere kadar herkes, bu proje stokunun gerçekleşmeyeceğini söylüyor. En son Murat Mercan söyledi, sanki kendisi Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcılığı yapmamış gibi. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir diyorlar.

EPDK sitesinde lisans almış onlarca santral var ama?
Almışlar ama bunların yarısına yakını çivi çakmamış. İşin özü plansızlık ancak enerjide talep artışı sorununu da gözden kaçırmamalı. Tüm ekonomik durgunluğa rağmen yıllık yüzde 3-4 civarında talep artışı var. Hükümetin öngördüğü 6-7 oranında değil ama bir talep artışı var.

Doğru ama bunda hükümetin enerjiyi verimli ve tasarruflu kullanmamak için hiç çaba sarf etmemesinin rolü olduğunu düşünüyorum. Çok sayıda santral var, lisans almış proje stoku orada bekliyor. Bu yüzden talep yaratmaya çalıştığını düşünüyorum.
Doğru ama başka bir yönden bakalım. Eski Bakan Hilmi Güler bu konuyla daha ilgiliydi. Ne oldu sonra? Cumhuriyet’in temel kurumlarından biri olan Elektrik İşleri Etüt İdaresi bir gecede kapatıldı. Yerine Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü kuruldu ve enerji verimliliği ile ilgili bölüm bir şube müdürlüğü kertesine indirildi. Bu, enerji verimliliği alanına ilginin azaldığını gösteriyor. Bugünkü enerji yönetiminin enerji verimliliği konusunda samimi, tutarlı bir politika izlediğinden kuşkuluyum. Başka saikler de var. Türkiye bir AVM çılgınlığı yaşıyor. Büyük kentlerdeki çok sayıda AVM'nin yanı sıra, Anadolu’nun her kentinde bir ya da iki AVM var. Ticaret sektöründeki elektrik tüketiminin artışı oldukça manidar. Tasarruf imkanları tam anlamıyla kullanılsa yeni santral ihtiyacı daha az olacak ama yapılmıyor; bu bir gerçek. Yenilenebilir kaynakların desteklendiğine ilişkin ifadeler de söylem düzeyinde. Çok sayıda yenilenebilir enerji kaynağı Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması’ndan (YEKDEM) yararlanmak için başvurdu, Enerji yönetimi, YEKDEM desteklerinin yük oluşturduğuna karar verdi ve daha az cazip hale getirmek için yeni düzenlemeler öngördü. Öte yandan, YEKDEM ile yenilenebilir enerjiye dayalı küçük tesislerin desteklenmesi gerekirken, bazı sermaye grupların yüzlerce megavat gücündeki santrallarına destek verildi.

Dünyada teşvik alan küçük santrallar değil mi? Bizim Karadeniz’de onlardan bile ağzımız yandı. Burada büyük hidroelektrik santrallara destek mi söz konusu?
Doğrudur.

Hükümetin YEKDEM’in yükünün arttığından şikayet edip, kömür santrallarına teşvik vermesi bir çelişki mi?
Orada ikili bir durum var. Yerli kömüre destekten önce mevcut 7.480 MW kurulu güçle 2016 Ekim sonunda elektrik üretiminde payı yüzde 17'ye ulaşan, lisans alan 8.791MW santralın da, devreye girmesi halinde, elektrik üretiminde payı yüzde 40'lara dayanabilecek ithal kömürü durdurmak gerek. İktidar temsilcilerinin şimdilerde ithal kömüre görünürde karşı çıkan sözleri var. Bu iş meydan konuşmalarıyla olmuyor. Yeni ithal kömür santral projelerine izin verilmemeli, lisans almış olan projelerden yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin lisansları iptal edilmeli. Yerli kömür ise şöyle. Kategorik olarak yerli kömür hiçbir şekilde desteklenmesin demiyorum. Tekil santralların fizibilitesi önemli değil. Önemli olan kömür santrallarının bütününün toplum yararına olup olmadığına bakmak. Eğer şehrin merkezine değil ücra bir köşeye, niteliksiz bir araziye kuracaksanız, çevreye verilen zararı asgariye indirip, zarar vereni koruyacak değil cezalandıracak yasalar çıkarırsanız, toplumsal kalkınma projesi olarak görürseniz, değerlendirilebilir. Mevcut ve yatırım sürecindeki kömür yakıtlı santrallara, yasal hilelerle; ‘çevreyi kirletme ve kirletmeye devam etme hakkı’ kesinlikle tanınmamalı. Bu yaptırımlar yeni projeler için de zorunlu olmalı. 

Bir dönem HES’ler öne çıkmıştı şimdi ise tüm düzenlemeler, teşvikler kömür için çıkarılıyor. İklim değişikliği, yerelde termik santralların yarattığı sorunlar göz ardı ediliyor. Kömüre dayalı bir politika enerjideki sorunları çözmeye yeter mi? 
Salt kömüre dayalı bir politika enerjideki sorunları çözmeye yetmeyeceği gibi, kömürü yok sayan bir politika da sorunları çözemez. İklim değişikliğinde önemli rolü olan fosil yakıtların, enerji arzındaki payının azaltılması konusunda uluslararası ölçekte bir görüş birliğine doğru adımlar atılmakla birlikte, sağlandığı öne sürülen mutabakatların uygulanabilirliği ve sürekliliği tartışmalı. Birçok gelişmiş ülke, halen elektrik üretiminin kayda değer bir bölümünü kömüre dayalı santrallarla karşılıyor. Başta Çin ve Hindistan olmak üzere birçok ülke yeni santrallar inşa ediyor. Türkiye, enerji arzında ve elektrik üretimi içinde yenilenebilir enerji kaynaklarının payını hızla arttırmakla yükümlü. Bununla birlikte, dışa bağımlılığı azaltmak ve ithalat faturalarını düşürmek için, ithal kömür santralları furyasını durdurup; bir süre daha, toplum yararının sağlanması kaydıyla, yerli fosil kaynaklardan yararlanma alternatifi düşünülebilir. 

Kömür için kıstaslar koyuyorsunuz. Tarım arazisi olmayan, uygun koşullarda, denetimli kömür santralı kurulabilir diyorsunuz. Böyle bir yer var mı Türkiye’de? Tarımla ilgilenen TEMA’nın Karapınar’a itirazı var örneğin?
TEMA alanında ciddi çalışmalar yapan bir kuruluş ama Karapınar’la ilgili raporlarının su bölümü yeniden çalışılmalı. O projenin başka riskleri var. Su tablası meselesi var. Aynı bölgede, Ilgın’da bir özel şirket yıllardır uğraşıyor ama adım atamadı. Kömür madeninin altında bir su akiferi olduğu söyleniyor. Altında su kütlesi olan bir kömür madenini kolay kolay işletemezsiniz. Bunlar ciddi mühendislik çalışması gerektiren işler. Bir de bunların kümülatif etkisine bakmak gerek. Bakın, Çatalağzı’nda mevcut 300 MW güçte bir taşkömürü santrali,1 390 MW güçte üç ithal kömür santrali var. 1400 MW güçte ithal kömür santralı da, devreye girme aşamasında. Bunların kümülatif etkisi ne olacak? Sadece ÇED değil, toplumsal etki değerlendirmesi olmalı diyoruz. Türk Tabipleri Birliği ‘sağlık etki değerlendirmesi’ de olmalı diyor. Makul bir öneri.

Benim bir eleştirim de sahaları toptan Ahmet’e, Mehmet’e verelim deyip baştan savmak. Türkiye’de rezerv ve kaynak farkı da bilinmiyor. Bunlar rezerv değil kaynak. Yeterli sayıda yapılmayan sondajların bulgularına göre rezerv rakamları tahmin ediyorlar ve ondan sonra ‘mutlu günler edebiyatı’ yapıyorlar. Siz planlama yapmadan, belirli bölgelerde yoğunlaşan santralların kümülatif çevresel ve toplumsal etkilerini değerlendirmeden karar verirseniz bu iş olmaz. Gerek yerli, gerek ithal kömür. Türkiye’de bu anlayış ne yazık ki yok.

Çanakkale’de çok sayıda termik santral projesi var, biraz önce tarımdan söz ettik ki Çanakkale bu anlamda çok önemli bir yer. Söylediğiniz kıstaslar hakkaniyetle uygulansa belki de bütün termik santral projelerinin iptal edilmesi gerekir.
Doğru.

Bunu bildikleri için mi bu yöntemi uygulamak istemiyorlar? Birçok yerde termik santral yapmak çok zorlaşır böyle olursa.
Sorun şu. İthal kömür santrallarını sahile kurmanız gerekiyor, kömür denizden gelecek. Nereye kurulmak isteniyor? Zonguldak-Amasra bölgesi, Çanakkale-Karabiga arası, İzmir-Aliağa arası ve Adana bölgesi. İthal kömür santrallarına zaten karşı çıkıyorum. Termik santrala, kömüre karşı çıkarken kategorik karşı çıkışlar yerine daha ciddi bilimsel analizler yapmalıyız. Olabilir derken, olsun anlamında demiyorum, çevresel, toplumsal etki değerlendirmesini yapıp, pozitif bir sonuç çıkarsa o zaman ilerleyelim. Bir de bunların fizibilitesini yaparken şunları göz ardı etmeyelim. Dolar 3,50’nin üzerinde, kredi kuruluşlarının verdiği notlar ortada.

Sadece MMO değil EMO da zaman zaman benzer bir görüşü dillendiriyor. Yerli kömür olduğunda meslek odaları birçok kriter öne sürüyor. Ancak bunlar olursa yerli kömüre evet diyorsunuz ama özellikle iklim değişikliğini göz önüne aldığınızda kömür santralları zaten bu kıstasları karşılamayacakmış gibi geliyor.
Akşamdan sabaha olmaz. İklim değişikliği konusunda en tutarlı politikaları sürdüren ülkelerde bile kömür santrallarının kapatılacağını düşünüyor musunuz?

Hepsi kapatılmadı ama yeni santral kurmadıklarını görüyoruz.
Bunlar çok konjonktürel durumlar. Gelin, ülkenin kaynakları açısından en uygun enerji politikasını konuşalım. A veya B ülkesinde bugün olan bir olayı mutlaklaştırıp onun üzerinden gitmeyelim.

Kömüre açık bir kapı bırakmanız mesleki temelinize dayanarak kullandığınız politik bir söylem mi yoksa bir oluru olduğunu düşünüyor musunuz? 
Doğalgazın payını azaltırken geçiş döneminde kullanılacak bir kaynaktan bahsediyorum. Daha sonra doğalgazın ve kömürün payını yenilenebilir enerjiye kaydırmaktan bahsediyorum. Doğru bir politika izlense hem mevcut kaynaklar daha iyi kullanılır. Hem çevreye zarar en aza iner. Ben zararsızdır demiyorum.

Başka bir konuya geçelim o halde. İş güneş ve rüzgâra gelince çok istekli görünmeyen hükümet nükleer enerji konusunda yüksek maliyete, kaza ve nükleer atık sorunlarına rağmen pek istekli. Türkiye’nin nükleer santrallara ihtiyacı var mı?
Türkiye'nin mevcut santrallarına ek olarak 40 bin MW 'dan fazla kurulu güçte çok sayıda santral projesinin yatırım sürecinde olduğunu biraz önce de belirtmiştim. Mevcut santralların tam kapasitede çalıştırılmaları halinde, yılda 85-139 milyar kilovatsaat (kWs) ilave arz imkanı da var. Türkiye’nin değerlendirmeyi bekleyen yerli linyit ve yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edebileceği ek üretim miktarı 727 milyar kWs. Bütün bu potansiyele enerji verimliliğinden sağlanacak yüzde 25 oranındaki ek kapasite de eklenmeli. Sonuçta, mevcut santralların değerlendirilebilecek ilave üretim potansiyeli, yatırım aşamasındaki santralların yaratacağı yeni arz imkanları ve enerji verimliliği uygulamalarının yaygınlaşmasıyla tüketim artış hızındaki düşüş birlikte değerlendirildiğinde, ihtiyacı fazlasıyla karşılayacak enerji üretim potansiyeli mevcut. Bu şartlarda nükleer santrallara ihtiyaç yok.



Türkiye’nin en çok elektrik tükettiği tarihler hep yaz ayları, klima kullanımının yüksek olduğu zamanlar. Dışarıdan ithal enerji alıp, bunu klimalara harcayan bir ülkenin elektrik tüketimi rekoru kırdık diye sevinmesi normal mi?
Elbette değil. Bu AVM'lerle, reklamlarla körüklenen tüketim çılgınlığının başka bir tezahürü. Toplumlar, bireylerinin yeni bilimsel buluşlarıyla, sanatsal, kültürel ve sportif başarılarıyla sevinir. Enerji alanında da, enerji verimliliği uygulamalarının yaygınlaşmasından, enerji yoğunluğunun düşürülmesinden, daha çok enerji ekipmanının yurt içinde üretilmesinden, fosil yakıt kullanımın azaltılmasından, üretilen enerji içinde yenilenebilir enerji kaynaklarının payının artmasından, çevreye verilen zararın azaltılmasından, enerjiye sürekli, sürdürülebilir ve düşük maliyetle ulaşılmasından sevinç duyabiliriz.

Güneş de bile, Karapınar örneği gibi, hükümetin büyük santrallara, büyük şirketlere öncelik tanıdığı görülüyor. Ne zaman bir kişi çatısına panel koymak istese, kooperatif kurmak istese sorunlar çıkıyor. Bütün oyun büyük şirketler için mi hazırlanıyor?
Söylediğiniz doğru. Kamu sektörü kötüdür diye gürültü kopardılar piyasa özel sektöre terk edildi. Dağıtım şirketlerinin sahiplerine bakın. Aynı şirketlerin perakende, toptan satış şirketleri, üretim şirketleri var. Üretim şirketleri kendi ürettiği elektriği kendi dağıtım şirketlerine satmak isterken bunun pazar payını şu veya bu sebeple azaltacak bireysel üretimleri engellemek için envayi çeşit oyun oynayabilir. Mesele tekelleşme meselesi. İki grup bugün Türkiye’de dağıtım sektörünün yüzde 50’sini temsil ediyor. Kamu tekeli kötüydü, iki grubun yüzde 50’yi kontrol etmesi iyi bir şey mi? Üretimde de ilginç bir politika var. Bir yandan mevcut santrallar özelleştiriliyor öte yandan da satılanlardan daha büyük güce sahip yeni santrallara kamu dahil oluyor.

MMO, enerji politikalarındaki yanlışları sık sık dile getiriyor. Peki, çözüm önerileriniz var mı? Türkiye’nin enerji politikası nasıl olmalı?
Şöyle özetleyebilirim. Elektrik ihtiyacını karşılamada bugüne kadar akla ilk gelen yol olan çok sayıda yeni elektrik tesisi kurmak yöntemi yerine; öncelikle, arz tarafında, yıllardır özelleştirilecekleri gerekçesiyle herhangi bir yenileme yapılmaksızın çalıştırılarak özel sektöre devredilen, yeni sahipleri özel şirketler tarafından da bu açıdan ihmal edilen mevcut santrallarda; ciddi bakım, onarım, rehabilitasyon çalışmaları yaparak santral verimlerini ve üretimlerini arttırma, çevresel sorunları azaltma çalışmalarının hızlı bir şekilde yapılması, enerji iletim hatlarında gerekli yeni hatları tesis etme ve mevcut iletim şebekesinde yenileme/iyileştirme yatırımlarının yapılması gerekmektedir. Talep tarafında da, talebi yöneterek, enerjiyi daha verimli kullanıp, sağlanan tasarrufla yeni tesis ihtiyacını azaltma politika ve uygulamaların hayata geçirilmesi sağlanmalı.

Tüm yatırımlarda olduğu gibi, enerji yatırımlarında da toplum yararına öncelik verilmeli, topluma ve çevreye olumsuz etkiler asgari düzeyde tutulmalı. Enerji planlamasında söz sahibi olacak bir ‘Ulusal Enerji Platformu” kurulmalı. Yerel yönetimler de önce kendi, daha sonra da kentin ve kentlilerin enerji ihtiyacını karşılamak için enerji sektöründe daha etkin olmalı. 

Odamız yıllardır düzenlediği etkinliklerde, hazırladığı raporlarla enerji sektörüne yönelik değerlendirmeleri toplumun bilgisine sunuyor. Bu çalışmalar Enerji Bakanlığı yöneticilerine de ulaştırılıyor. Odamızın raporlarını önceki iki bakana, Hilmi Güler ve Taner Yıldız'a ve halen Müsteşar olan Fatih Dönmez'e bizzat verdim. Enerji politikası konusunda kapsamlı önerilerimizi içeren çalışmalarımıza odamızın internet sitesinden ulaşmak mümkün. Bazı yöneticilerin istisnai davranışları haricinde, ETKB ve EPDK yönetimi, genellikle Odamızın, EMO'nun, TMMOB'nin söylediklerini dinlemeye, anlamaya ihtiyaç duymadan ön yargıyla yaklaşıyor. Biz, 110 bine ulaşan üyesiyle, ciddi birikimiyle, enerji yönetiminin enerji politikaları konusunda çalışmalarına katılmaya hakkımız olduğu düşüncesindeyiz. Bakanlığın ve enerjiyle ilgili tüm kurum ve kuruluşların, çalışmalara katılım çağrılarını bekliyoruz. Dinlemeyi bilenlere söyleyecek sözümüz var. 

Nükleer enerjinin geleceği karanlık

Özgür Gürbüz/Aralık 2016*

Foto: UAEA Susanna Loof, Fukuşima.
“Nükleer enerjinin bir geleceği var mı” sorusunu nükleer karşıtlarından taraftarlarına kadar herkes soruyor. Bu soruyu, Üç Mil Adası, Çernobil ve Fukuşima kazalarına, yok edilemediği için çözülemeyen atık sorununa veya nükleer enerjinin artan maliyetlerine bakarak, “hayır” diye yanıtlamak mümkün. Ateşli bir nükleer enerji taraftarıyla karşı karşıya değilseniz, bu yanıta itiraz eden de olmaz. Yine de konuyu, nükleer enerjinin gelişmesi için kurulmuş bir kurumun, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) verileriyle irdelemekte fayda var. Aynı soruyu UAEA’na sorduğunuzda alacağınız yanıt şuna benzerse şaşırmayın: “Evet ancak pek parlak bir gelecek değil”.

UAEA’nın, bu yılın Eylül ayında yayımlanan 2050 yılına dek Enerji, Elektrik ve Nükleer Enerji tahminleri adlı raporu**, nükleer enerjinin geleceği hakkında önemli ipuçları veriyor. 2050’ye kadar uzanan projeksiyonlara göre nükleer santrallerin küresel elektrik üretimindeki payı en iyimser tahminler hesaba katılsa bile azalacak. 1996 yılındaki zirve noktasında nükleerin küresel elektrik üretimindeki payı yüzde 17,6’ydı. Bugün ise dünyada üretilen elektriğin yüzde 11,2’si nükleer santrallerden sağlanıyor***. UAEA’nın 2050 için yaptığı en iyi tahmin bile bu oranın yüzde 10’unu geçemeyeceğini söylüyor. Kötü senaryoda ise nükleerin dünyadaki elektrik üretimine yapacağı katkının yüzde 4,7’ye kadar gerileyeceğini söylüyor. Kötü senaryo çöküşten, iyi senaryo ise gerilemeden bahsediyor. Bu tabloya bakarak bir gelecekten söz edilebilir mi? Elbette edilemez.

Nükleer enerjinin fanatik savunucuları, bu verileri laf cambazlığıyla görmezden gelmeye devam ediyor. Dünya elektrik üretimindeki artış nedeniyle nükleerin elektrik üretimindeki payının azalmasını normal göstermeye çalışıyorlar. Halbuki, bu tez doğru olsaydı, diğer enerji kaynaklarının paylarının da düşmesi gerekirdi; durum hiç de öyle değil. Payda büyürken nükleer enerjinin payının düşmesi tercihlerle ilgili. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verileriyle hazırlanan aşağıdaki grafiklerde de görebileceğiniz gibi, 1973 yılında dünya elektrik üretiminin yüzde 38’i kömürden sağlanıyordu 2014’te ise yüzde 40’ı. Elektrik talebi ve üretimi artmasına rağmen doğalgazın payı nükleer gibi azalmadı aksine yüzde 12’den 21’e çıktı. 1973’te neredeyse elektrik üretiminde payı sıfıra yakın olan jeotermal, rüzgar ve güneş gibi kaynaklar 2014’te küresel elektrik üretiminin yüzde 6,3’ünü karşılamaya başladı; payları hızla artmaya da devam ediyor****. Bu işin elektrik üretiminin artmasıyla bir ilişkisi olmadığı çok açık, nükleer enerji fanatikliği bu kaynağın yaşadığı sorunları görmezden gelmeye çalışıyor ama güneş balçıkla sıvanmıyor.

Nükleer enerji söylendiği gibi güvenli, ucuz ve sorunsuz olsaydı en azından 1996’daki payını korur, yerini doğalgaz ve yenilenebilir enerji gibi kaynaklara bırakmazdı. Elektrik üretimindeki payı yüzde 3’lerden 17’lere çıkıp, yüzde 11’lere gerilemiş bir kaynaktan bahsediyoruz. Nükleer enerjinin “nazik promosyonu” için var olan UAEA bile, bu payın gerileyeceğinde hem fikir. Hatta enerji sektörüne girdiği ilk yıllardaki oranlara kadar gerileme olasılığının olduğunu da inkar etmiyor.

Dünyada nükleer enerji konusunda gerçekleri görmeyi engelleyen bir yanılsama da yeni inşaatlarla ilgili. Yeni yapılan nükleer reaktörlerle ilgili haberler, medya ve nükleer endüstri arasındaki “ilginç çekicilik” nedeniyle çoğu zaman arıza yapan, maliyetler nedeniyle sorun yaşayan reaktör haberlerinin önüne geçiyor. Dünyada herkes, onlarca nükleer santral yapıyormuş hissi doğuruyor. Aslında durum nükleer endüstri için oldukça net. Dünyada çalışabilir durumdaki reaktör sayısı 450 (Japonya’da Fukuşima’dan beri çalışmayan 40 reaktörü bu rakamdan düşersek 410). Bunların hemen hemen hepsinin tasarım ömrü 40 yıl. 450 reaktörden 92’si çoktan tasarım ömrünü doldurdu ve uzatmaları oynuyor. 30 yaş ve üzerindeki reaktör sayısı da 305. 10 yaşın altındaki reaktör sayısı da 46 ve büyük çoğunluğu enerji açlığını her tür enerjiyle doyurmaya çalışmaktan başka çaresi olmayan Çin’de yer alıyor. Görüldüğü gibi, gazeteleri süsleyen yeni nükleer reaktör haberleri yaşlanan filoyu yenilemeye yetmekten bile uzak. 40 yaşını geçmiş nükleer reaktörlerin ek izinlerle çalıştırılması ciddi ekonomi kazanç sağladığı için tercih edilse riskleri artırıyor ve bir pansuman tedbirden öteye gidemiyor.

Türkiye’de nükleer enerji
Türkiye’de nükleer santral kurmak için ciddi bir istek olduğu muhakkak. Mevcut iktidarın nükleer santral planlarını 2004 yılında açıkladığını biliyoruz. Aradan geçen 12 yıla rağmen, bolca söylenti ve Akkuyu’da geleceği meçhul bir projeden başka bir şey yok. Rüzgara karşı yol almanın faturası şimdiden zaman ve para kaybına yol açtı. Fukuşima kazasının ardından nükleerden çıkış kararı alan birçok ülkenin aksine Türkiye’nin nükleer enerjide ısrar etmesine anlam vermek gerçekten zor. Bunun bir nedeni Rusya ile yapılan anlaşmanın sonlandırılması halinde Türkiye’nin tazminat ödeyeceği korkusu olabilir. Şu ana kadar Mersin Akkuyu’da dişe dokunur bir inşaat faaliyeti olmadığını düşünürsek bu miktarın ciddi bir rakama ulaştığını söylemek çok. Fakat, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Rusya oraya 3 milyar dolarlık bir yatırım yaptı sözü kafaları karıştırıyor. Nükleer sürecin şeffaf yürümemesi nedeniyle söz konusu 3 milyar doların nereye gittiğine dair şirketten veya hükümetten tatmin edici bir açıklama gelmedi. Bu garip 3 milyar dolar hikayesi ısrarın bir nedeni olabilir. Tazminat meselesi kulağa korkutucu gelse de, Türkiye bu beladan hâlâ bedel ödemeden veya az bir bedelle kurtulabilir. Bin tane açığı olan ÇED raporunun dava sürecinden çıkacak bir iptal kararı, Türkiye’nin elini oldukça rahatlatır. Nükleer tehlikeyi durdurmak için bunun gibi birçok yol var.

İkinci neden ise Rusya’nın ısrarı gibi görünüyor. Türkiye’yi turizm, ticaret ve doğalgazla kıskaca alan Rusya, bu çok karlı anlaşmadan kolay kolay vazgeçmeyecek. Yapılan anlaşma, 15 yıl süren bir alım garantisi de içeriyor. Bu 15 yıl boyunca üretilen elektriğin büyük bir bölümü TETAŞ tarafından kilovatsaati 12,35 dolar sentten satın alınacak. Şu anda elektriğin piyasa fiyatı 5 dolar sent civarında. Piyasa fiyatının iki buçuk katına elektrik satacağını bilen Rusya elbette projeden vazgeçmek istemeyecek. Belki de yine bu yüzden, Akkuyu’da Rusya’nın yüzde 49 hissesini satması (anlaşma gereği çoğunluk hisse hep Rus devlet şirketinde kalmak zorunda) isteniyor. Tanıdık isimlere tabii. Cengiz Holding, Kolin ve Kalyon İnşaat gibi firmaların adı geçiyor. Onlar da böylesine kârlı bir anlaşmadan pay almak isteyecekler ancak günümüzün ekonomik koşullarında hisseleri almak için gereken 10-12 milyar doları bulmaları zor.

Türkiye’nin elektrik üretmek için onlarca farklı, ucuz ve temiz seçeneğe sahip olduğunu herkes biliyor. Enerji Bakanlığı’nın kabul ettiği güneş enerjisi potansiyeli yılda 380 milyar kilovatsaati buluyor. Türkiye’nin mevcut elektrik ihtiyacının 260 milyar kilovatsaat olduğunu hatırlatalım. Güneş seçeneklerden sadece bir tanesi. DPT raporlarında enerji verimliliği ve tasarrufu potansiyelinin %20-25 arasında olduğu da açık açık yazıyor. Lafı uzatmadan söylersek, enerji verimliliği, rüzgar, jeotermal ve biyokütle gibi kaynaklar Türkiye’yi yaklaşan temiz enerji çağında çok avantajlı bir ülke yapabilir. Gelecekten bahsediyorsak, akıllı kentlerden, güneş enerjisinden, elektrikli araçlardan, verimli motorlardan bahsetmeliyiz. Geçmişin enerji kaynağında ısrar etmenin Türkiye’ye bir yararı yok. Nükleer enerji konusunda inatçı değil akılcı politikalara ihtiyaç var. 


* Bu yazının ilk hali Aralık 2016 tarihinde Fizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nin e bülteninde, genişletilmiş hali ise Ocak 2017'de Yeşil Ekonomi'de yayımlanmıştır.
** IAEA, Energy, Electricity and Nuclear Power Estimates for the Period up to 2050, 2016 Edition.
*** The World Nuclear Industry Status Report 2016.
**** IEA, Key World Energy Statistics, 2016.

Tohumuna sahip çık

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Aralık 2016

“Bozdurduğun doları yarın tekrar alabilirsin ancak kaybettiğin tohumu bir daha bulamazsın”. Bir Kızılderili olsaydım ve Türkiye’de yaşasaydım bugün söyleyeceğim söz herhalde bu olurdu. İleride sosyal medyada yakışıklı bir fotoğrafımla paylaşan çıkar mı bilemiyorum ama tohumumuza sahip çıkamazsak durumun fena olduğunu söylemeliyim. Nedeni de hükümetin, 2018’den itibaren tüm tohumların sertifikalı olacağı yönünde yaptığı açıklamalar.

Önce Hükümet Sözcüsü Numan Kurtuluş, ardından Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, 2018’den itibaren sertifikalı tohum kullanmanın zorunlu olacağını duyurdu. “Özel sektörle birlikte sertifikalı tohum temini için 2017 yılında çalışmalar yoğunlaştırılacaktır” diyen Çelik’i ilk tebrik eden de özel sektör oldu. Türkiye Tohumcular Birliği (TÜRKTOB) Başkanı Yıldıray Gençer bu kararı ‘milat’ ilan etti ve “Hububat başta olmak üzere bitkisel üretim şaha kalkacak. 1 milyon ton olan sertifikalı tohum üretimi kısa sürede iki katına çıkacak, kayıt dışı üretim ve kullanım sona erecek. Türk çiftçisi, Türk tarımı ve Türk ekonomisi kazanacak” dedi.

Gençer’in ‘Türk çiftçisi’nden kastı dev arazilere sahip birkaç şirket. ‘Türk tarımı’ diyerek pazarlamaya çalıştığı ise aslında Tohumcular Birliği ve üyeleri. ‘Türk ekonomisi’ de bu ürünleri büyük marketlere pazarlayan tedarik zinciri olmalı. Birkaç dönümlük arazisine tohum ekip, ailesini geçindirmeye çalışan geleneksel çiftçilerin elbette bu işten bir kazancı olmayacak. Anasından babasından kalmış atalık/yerel tohumu korumaya çalışan, bununla ürettiklerini aracısız büyük kentlere getirmenin yolunu arayan küçük/yeni çiftçiler de bu düzenlemeyle suçlu muamelesi görecek. Bu işten karlı çıkacaklar belli. Sertifikalı tohumların sertifikasını elinde tutan dev şirketler ve onların Türkiye’deki ortakları.

Bildiğiniz gibi bir ay önce adını GDO ile duyurmuş Monsanto’yu Bayer satın almış, böylece dünya tohum ve tarım ilacı üretiminin dörtte biri tek bir şirketin kontrolüne geçmişti. Sertifikalı tohumları satın almaya mecbur bırakılan çiftçi bir süre sonra Bayer gibi birkaç şirketin ürettiği tohumlar arasında seçim yapmaya zorlanacak. Atalık dediğimiz yerel tohumlar ekilemediği için zamanla yok olacak. Hem biyoçeşitlilik büyük bir kayba uğrayacak hem de tekelleşmenin önü açılacak. Tekelleşme deyince sadece tohumdan da bahsetmiyoruz.  Tohum üretimini tekellerine alan şirketler, büyük olasılıkla sizi GDO’lu tohumlara da mecbur bırakacak çünkü ortada başka üretici kalmayacak. Daha sonra genetiğiyle oynanmış bu tohumlara göre tasarlanmış ilaçlardan, gübrelerden, böcek öldürücülerinden almak zorunda kalacaksınız. Hem doğa hem biz hasta olacağız. Bizleri aç kalmakla tehdit edip, ne ekip nasıl büyüteceğimizi bir merkezden kontrol edecekler. Bayer’in hem tohum hem de tarım ilaçları alanında çalışması bir tesadüf değil.

Birleşmiş Milletler’in rakamları dünyada 1 milyar 400 milyon insanın günlük gelirinin 1,25 dolardan az olduğunu gösteriyor. Bu insanların hayatta kalabilmelerinin tek nedeni, yaşadıkları yerlerde tarım yapabiliyor olmaları. Sizce günde 5 lira kazanan bir insan sertifikalı bir tohum alıp, onu ekerek hayatta kalabilir mi? Tarım sektörünü tekellerine alarak zenginliklerine zenginlik katmak isteyen bu şirketlerin, milyonlarca insanın aç kalmasıyla ilgilenmedikleri de ortada. Halbuki tüm bunları dünyadaki açlığı önlemek için yaptıklarını söyleyip dururlar.

Dünyada 157 milyon çiftlik var. Bunların yüzde 72’si bir hektardan az bir alanı ekip biçen küçük çiftlikler. Ekilebilir toprağın sadece yüzde 8’i bu küçük çiftliklerin elinde. Madalyonun diğer tarafında ise 50 hektar ve üzerindeki arazileri kontrol eden büyük çiftlikler var. Dünyadaki ekilebilir arazilerin yüzde 65’i onların elinde. Süpermarket ve dev marketlerde gördüğünüz ürünlerin yüzde 45’e yakını onların kontrolünde. Orta büyüklükteki çiftlikleri de hesaba katarsak 5 milyar 600 milyon tüketicinin gıdasının yüzde 80’inini büyük şirketler kontrol ediyor diyebiliriz. Tohumları da kontrol ederek zincirin tamamına sahip olmaya çalışıyorlar. Sertifika ve GDO’nun arkasındaki niyet aslında bu.

İşte bu yüzden tohumumuza sahip çıkmamız gerek. Bu yasal düzenlemeyi hazırlayan siyasi partilere sokakta, sandıkta hayır demek bu işin önemli bir parçası. Köprü, yol, hamaset uğruna canınızdan olmayın. Komşunuza, dostunuza, sosyal medyadaki takipçilerinize gıdamıza kadar her şeye el koymak için bu düzenlemenin yapıldığını anlatmak da yapabilecekleriniz arasında. Alışverişinizi de bütçeniz elverdiğince, dayanışma kooperatiflerinden, tüketicinin kendisinden, yerel pazarlardan yapabilirseniz oyunu bozabiliriz. Unutmayın, tohum oyununu bozmak bizim elimizde. Yoksa yakında bize ne yedirdiklerini bile bilemeyeceğiz.

Akkuyu çıkmazı

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Kasım 2016

Rusya ile yaşanan uçak kriziyle uçurumdan aşağıya düşmeye başlayan Mersin’deki nükleer santral projesini kurtarma çalışmaları sürüyor. Rusya sahneye geri gelse de Akkuyu’da işler umulduğu gibi ilerlemiyor.

İlerlemiyor çünkü ortada nükleer santralı yapacak para yok. En iyimser tahminle 24-25 milyar dolarlık bir işten bahsediyoruz. Türkiye’nin böyle bir parası yok, o yüzden de en başından beri yap-işlet modeli gündemde. Rusya’nın devlet şirketi santralı yapacak, sonra da 60 yıl çalıştırıp Türkiye’ye elektrik satacak. Model bu; Rusya’dan doğalgaz almaktan bir farkı yok ama iktidar yıllardır halka bu santralın Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını azaltacağı masalını anlatıyor. Bu işin başka bir yönü, biz yine para meselesine dönelim.

Rusya aslında tüm finansmanı kendi kasasından karşılamaya razıydı. Türkiye ile yaptığı anlaşmadaki ‘alım garantisi’ sayesinde de, üretilen elektriğin büyük bir bölümünü, kilovatsaati 12,35 dolar sentten Türkiye’ye satmayı garantilemişti. Hem de 15 yıl boyunca! İşler planlandığı gibi gitmedi. Rusya ekonomisi Batı’nın ekonomik baskısı, düşen petrol fiyatları nedeniyle enerji satışından gelen gelirin azalmasıyla krize girdi. Doğalgazdan para gelmeyince Türkiye gibi birçok ülkede “ben parayı bulurum” diyerek yapımına giriştiği nükleer santral projeleri finanse edemez oldu. Bulgaristan Rusya ile anlaşmayı tazminat ödeyerek bozdu. Vietnam nükleer santraldan vazgeçti. Son olarak Güney Afrika’dan da Rusya’ya kötü haber geldi, santral planları 2037’ye ötelendi.

Pazar kaybeden ve büyük yatırım için para bulmakta zorlanan Rusya, çareyi Akkuyu’daki hisseleri satışa çıkarmakta buldu. Türkiye ile yapılan anlaşmanın 5. maddesinin 4. fıkrası, Rusya’nın santraldaki hisselerinin en fazla yüzde 49’unu satmasına izin veriyor. Bu hisseleri alacak şirketin cebinde de en az 12 milyar doların olması lazım. Batılı ülkelerin Rusya ile ortaklığı zor. Çin’in nükleerde ABD’li Westinghouse ile yol alması bekleniyor. Böyle olunca tek çare Türkiye’den ortak aramaktı ve akla ilk Cengiz Holding geldi. Düşen kredi notu, ekonomideki gidişat ve işin büyüklüğü nedeniyle Cengiz’in gücü de bu işe yetememiş olmalı ki, bugünlerde kulislerde Cengiz, Kolin ve Kalyon’un adları birlikte geçiyor. Hepsini yakından tanıyorsunuz. Küfürbaz bir patron, 3. Havalimanı için yapılan doğa katliamının sorumluları, Yırca’daki 6 bin zeytin ağacının celladı, Artvin’in suyuna göz diken maden projesinin sahibi… Liste uzayıp gidiyor, şimdi hepsi nükleer işine girip ülkeyi bir düğmeyle, daha çabuk ve kolayca yok etmenin hesabını yapıyor. Parayı bulabilirse tabii.

Kredi bulup bu işe girseler bile santralın önünde onlarca pürüz var. Rusya’yla ilişkiler, Suriye’deki durum nedeniyle her an değişebilir. Esad ile Türkiye karşı karşıya kalırsa proje son bir darbe alarak uçurumun dibini boylayabilir.

Hükümet, çok istekli görünse de verilen alım garantisinin yüksekliği nedeniyle, projeden pahalı olduğu için vazgeçmek zorunda da kalabilir. Bugün Türkiye’de gün öncesi piyasada elektrik fiyatları kilovatsaat başına 4-5 dolar sent civarında. Hükümetin Rus şirkete verdiği alım garantisindeki fiyat ise 12,35 dolar sent. Nükleer santral yarın faaliyete geçse, devlete piyasa fiyatının 2,5 katına elektrik satacak. Hükümet bu kazığın hepsini, elektriğe zam yaparak millete yıkamayabilir. Hazine, Rusya ve bu üç şirketi zengin etme pahasına bu işe ne kadar göz yumabilir, o belli değil. Ekonomiden sorumlu yöneticiler, aynı elektriği bir rüzgar santralından neredeyse yarı fiyatına (7, 3 dolar sent) alabileceklerini biliyor. Dolar kurunun da farkında olmalılar. Nükleer anlaşma imzalandığında Merkez Bankası dolar kuru 1,52 TL’yi gösteriyordu; şimdi 3,40. Nükleer santral ortada yok ama satacağı elektriğe şimdiden yüzde 100’den fazla zam geldi!

Akkuyu’nun bir çıkmaz sokak olduğunu hep söylüyorduk. Şimdi tüm Türkiye bu sokakta yaşamaya zorlanıyor.

Türkiye’de referandum yapılamaz

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Kasım 2016

Referandum ya da daha doğru bir Türkçe ile söylersek; ‘halk oylaması’, bugünün şartlarında Türkiye’de başvurulabilecek bir araç değil. Halk oylamaları, doğrudan demokrasinin kuvvetli bir ayağı gibi görünse de, baskıcı rejimlerde demokrasi karşıtı düzenlemelere meşruiyet kazandırmanın bir aracı da olabilir. Dünyada da bu yüzden tartışılıyor. Tartışmayı örnekler ve nedenleriyle açıklayalım.

İngiltere’nin AB’den çıkışının onaylandığı halk oylaması güncel bir örnek. Yüzde 51,9’unun tercihiyle alınan AB’den çıkış kararı bir o kadar insanın (yüzde 48,1) isteğini göz ardı etti. Beş kişilik bir ailede, üç kişinin istediği bir televizyon programının izlenip, diğer iki kişinin tercihinin izlenmediğini düşünün. O zaman, halk oylamasının sanıldığı kadar demokratik olmadığını da anlayacaksınız. Sonuçların birbirine yakın olması ve bir tarafın az sayıda oyla diğerine üstünlük sağlaması toplumdaki huzursuzluğu azaltmak yerine artırabilir ve çatışmayı körükleyebilir. İnternet tabanlı araştırma şirketi YouGov, 18-24 yaşlarındaki İngiliz vatandaşlarının yüzde 75’inin AB’de kalmak için oy kullandığını açıklamıştı. 70 yaşındaki birine göre, halk oylaması kararından daha uzun süre etkileneceği kesin bu gençler için halk oylaması hiç de demokratik bir araç gibi görünmüyor. Bu ve benzer nedenlerden ötürü İngiltere’de tartışma sürüyor ve halk oylaması hiçbir sorunu çözmüşe benzemiyor.

Halk oylamasının demokrasiye katkıda bulunabilmesi için katılımın yüksek olması şart. Bu sınırın, özellikle Anayasal değişikliklerde yüzde 70-80 gibi oldukça yüksek olması sonuçların büyük bir çoğunluk tarafından benimsenmesi de gerek. Türkiye’de başkanlık sitemi için bir halk oylaması yapıldığını ve katılım oranının yüzde 60 olduğunu düşünün. 1 Kasım seçimlerinde 56 milyona yakın seçmen vardı. Bunların yüzde 60’ı oy kullanırsa başkanlık için oy veren sayısı 33 milyon 600 bin olur. Oy verenlerin yüzde 52’siyle başkan seçildiğini varsayın. Bu da 16 milyon 800 bin kişinin Türkiye’de rejim değişikliği ve tek adamlığa oy vermesi anlamına gelir ki, gerçek bir demokratik temsilin yakınından bile geçemez. 56 milyon kişinin oy kullandığı bir seçimde, oy verenlerin yüzde 28’inin (16 milyon) isteği diğerlerine dayatılamaz.

Halk oylamasında, oylanan konu hakkında bilgilendirme eksiksiz yapılmalı ve her kesime ulaşmalı. Sırf bu nedenden dolayı da Türkiye’de halk oylaması yapılamaz çünkü söz konusu bilgilendirmeyi yapacak en önemli araç, medya, baskı altında. Bugün Türkiye’de 125 gazeteci tutuklu, 160’dan fazla yayın organı kapalı. Dışardakiler de tek bir merkezden yönetiliyor. Bianet ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in birlikte yaptığı, Medya Sahipliği İzleme Projesi, Türkiye’deki 10 büyük kanalın 7’sinin, yine aynı şekilde, tirajı en fazla 10 gazetenin 7’sinin sahibinin hükümetle ilişki içinde olduğunu ortaya koyuyor. İktidara yakın kanallarda kendilerinden yana olan gazetecilerin katılımıyla tartışmalar yapıldığını ve tarafsız olması gereken TRT’nin bugünkü durumunu göz önüne alırsak halk oylaması öncesi her görüşe ve yeterli bilgiye ulaşacağımızı düşünmek hayal olur. Liderlerin karşılıklı tartışma kültürünün AKP döneminde rafa kaldırıldığını da unutmayalım. Başkanlık yarışına katılan adayların karşı karşıya geldiği bir oturum bile göremeyebiliriz. Daha önceki seçimlerde gördüğümüz, devlet imkanlarının iktidar lehine kullanılması da listeye eklersek bu koşullarda halk oylamasının yapılamayacağını görürüz.

Duygusal, teknik ve hukuki konuları halk oylamasına sunmak da sakıncalı. Bu durumlarda daha uzun süreli bilgilendirme gerekebilir. Halkın konunun uzmanlarını seçerek, onların yapacağı tartışmalar sonucunda karar vermesi yani temsili demokrasinin uygulanması referandumdan daha iyi sonuç verir.

Halk oylamasına sunulamayacak konular da var. Yaşamı riske atan bir teknoloji, yatırım oylamaya sunulamaz. Ülkede yaşayanların dini inancı, yaşam tarzıyla ilgili bireysel tercihler de doğrudan ya da dolaylı yoldan halk oylamasına konu edilemez. Türkiye’de başkanlık sistemi özgürlükleri kısıtlayacak bir rejim değişikliğine gitme riski taşıyorsa, ki taşıyor; bu seçimin halk oylamasına sunulması kabul edilemez.
 
Halk oylamalarının yerel sorunları çözmede başarılı olduğu söylenebilir. İsviçre’deki kantonlarda bu savı destekleyecek çok sayıda örnek var. Yaşayanların sorunlar hakkında bilgi sahibi olduğu, farklı görüşleri dinleyip, kavrayabildiği, bunu yapacak zaman ve olanağa sahip olduğu yerler için bu doğru. Bu yüzden de yetkiyi merkezden yerele kaydırmak gerek. Bugün yapılanın tam tersi yani. Sayı arttıkça, konu derinleştikçe referandum çare değil. Anayasal konular, ülkeyi ilgilendiren sorunlar için mevcut demokratik karar alma süreçlerinin en iyisi, tartışmasız konsensüs; önce sokakta, sonra seçilmişlerin arasında. O yüzden de her şeyden önce referanduma karşı çıkmak gerek.

Yapıyormuş gibi yapma

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Kasım 2016

Avrupa Komisyonu her yıl Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) sürecindeki performansını değerlendiren bir “ilerleme raporu” hazırlıyor. 2016 yılına ait rapor da açıklandı. Rapra göre Türkiye’nin performansı olumsuz. İfade özgürlüğünden gazetecileri hedef alan saldırılara kadar birçok eleştiri var. Sadece özgürlükler değil ekonomi de kırık not almış. Vergi ve mali konularla ilgili kurumların eleştirel medya ve iş insanlarına baskı yapması nedeniyle Türkiye’deki iş ortamının bozulduğu yazıyor. İstanbul’daki park sayısı bile rapordaki olumlu vurgudan fazla. O halde yazının sonunda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim; raporun adı değişmeli. Bundan böyle AB, her yıl Türkiye için ‘gerileme raporu’ hazırlasın, daha doğru olur.     

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland
ve AB Bakanı Ömer Çelik
Raporun siyaset ve ekonomiye dair eleştirilerini başka yerlerde okursunuz. Avrupa, çevre ve enerji konusunda ne diyor, onu yazayım.

İklim değişikliği konusunda Paris Anlaşması’nın imzalanması gerektiği açık seçik yazılmış. Türkiye ise hiç oralı değil. İklim hedeflerinin bölük pörçük ve özellikle enerji konusunda yapılanlarla tutarsız olduğu belirtilmiş. AB’nin 2030 için belirlediği enerji ve iklim politikalarıyla tutarlı bir ulusal plan ortada yok. Ozon tabakasına zarar veren gazlarla ilgili uyumlaştırma tamamlanmamış. Yeni otomobiller için AB emisyon standartlarının uyumuna ilişkin çabaların başlatılması isteniyor. Ankara için tercümesi şu: “Yapıyormuş gibi yapma, yap”.

Enerjide AB’nin hoşuna giden birkaç nokta var. Avrupa elektrik şebekesine (ENTSO_E) bağlantı, Türkiye’nin Avrupa’dan elektrik alıp verebilecek olması, enerji güvenliğini arttıran bir hamle kabul edildiği için beğenilmiş. TANAP ve Türk Akımı olumlu değerlendiriliyor. Bu boru hatları yapılırsa, Avrupa’ya farklı yollardan gaz gidecek. Olumlu değerlendirmeli bu kapsamda anlaşılır ama bu boru hatlarının geçeceği yer konusunda, özellikle Trakya’da ciddi endişe duyanlar var. AB’ye ses gitmemiş anlaşılan. Yenilenebilir enerjideki kapasite artışından memnunlar. Atık su ve çöp yönetiminde bazı ilerlemeler olduğunu da belirtmişler. Her güzel öykünün bir sonu var. Enerji ve çevre konularına ait güzel haberler bu kadar. Bundan sonrası olumsuz. İşin kötü tarafı, halkı daha yakından ilgilendiren kısımlar bu olumsuz bölümlerde yer alıyor.

Aynen böyle yazmışlar: “Enerji verimliliği konusunda hiçbir ilerleme olmadı”. AB’nin Binaların Enerji Performansı ve Enerji Verimliliği yönergeleriyle uyum için bir zaman planının bile olmadığının altı çizilmiş. Eleştiride haklılar çünkü plansız, rant amaçlı kurulan santraller yüzünden elektrik fazlası var ülkede. Özellikle elektrikte tasarruf ve verimlilik hükümeti ve yandaş şirketleri çarpar.

Bir konudan daha sıfır almışız. Kalın harflerle şöyle yazmışlar: Nükleer enerji, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma konusunda da ilerleme yok. Avrupalı bilmiyor tabii. TÜBİTAK öğrencileri isterse ‘radyasyondan korunma duası’ okuyan bir robotla sorunu çözebilecek kapasitede. ‘Okunmuş fasulye’, ‘salavat makinesi’ ve ‘hacı robot’ ekipleri el ele verirse neden olmasın? Rapora bu potansiyelimiz girmemiş, o ayrı. Onlar, daha çok Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer santral kurmaya çalışan kurumlardan (hükümet gibi) özerk çalışamadığına takmış. Diplomatik dilde söylediklerinin anlamı şu: Nükleer santral projelerinde ortaya çıkacak bir aksiliği halka söyleyebilecek bağımsız bir kurum ortada yok. Bu olmadan olmaz diyorlar.

Bizim çok canımızı yakan bir konu AB’nin Türkiye raporunu hazırlayanların gözünden de kaçmamış. ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) yönetmeliklerinin doğru uygulanması isteniyor. Uyduruk ÇED’e son deniyor. Atık yönetimi, endüstriyel kirlilik ve su konularında da AB yönergeleriyle uyumun tamamlanması gerekiyor. Hükümetin hoşuna gitmeyecek diğer talepler ise halkın katılımı ve halkın bilgiye erişimi konularında AB müktesebatına uyumlu hareket edilmesi ve iklim değişikliği alanında şeffaflığın arttırılması.

AB’nin liberal ekonomideki ısrarını bir kenara bırakırsak yaptığı diğer eleştirilere katılmamak mümkün değil. İlginç olan, 2016 Türkiye İlerleme Raporu’nda eleştirilen konuların çoğunun halkın da sıkıntı çektiği, düzeltilmesi halinde herkesi memnun edecek meseleler olması. Olumlu görülen tarafta ise şirketleri ilgilendiren meseleler var. Tesadüf mü yoksa bizi yönetenlerin önceliği biz değil şirketler mi bilemedim. Raporun özeti yukarıda, kararı siz verin.

Gelir vergimizin yüzde 1’ini bağışlayalım

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Kasım 2016

Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV), geçtiğimiz hafta ilginç bir araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Türkiye’deki bireysel bağışları ve hayırseverliği araştıran bu çalışmanın sonuçlarına göre Türkiye’de her birey yılda 228 TL bağış yapıyor. Bu bağışın da sadece 16,7 lirası kurumlara gidiyor. Aslan payı ise dilencilere ait. Her yıl yaptığımız bağışın yaklaşık dörtte birini (53,2) dilencilere veriyoruz. Dilencileri, fitre, zekat ve akrabalara verilen maddi destekler izliyor.

Bu durumu görünce iki nedeni olabilir diye düşünmüştüm. Sık sık, gerçekten muhtaç durumda olup olmadıklarını düşündüğümüz dilencilere, adı sanı belli kurumlardan daha çok güvendiğimizi ve bağış yapma kültürümüz, alışkanlığımızın olmadığını, ana göre karar verdiğimizi. Araştırmayı yürütenler beni daha fazla derde düşürmemek adına bu meseleyi de irdelemiş. Bağışçılara, “yardımlarınızı neden bir STK (sivil toplum kuruluşu) aracılığıyla yapmıyorsunuz” diye sormuş. Yanıt verenlerin yüzde 5’i kurumları tanımadığını, yüzde 13’ü tanıdığını ama güvenmediğini, yüzde 26’sı ise yaptığı yardımların düzensiz olduğundan bahsetmiş. Yüzde 52’lik bir kesim de, “yaptığım yardım miktarı çok düşük” diyerek, kurumsal miktarların bütçesinin üstünde kaldığını ima etmiş.

Çalışmanın bir ilginç sonucu da şu. Araştırmaya katılanların sadece yüzde 10’u çoğu insana güvenebileceğini belirtirken, yüzde 90’ı diğer insanlara güven konusunda hiçbir zaman dikkati elden bırakmamak gerektiğini söylemiş. Türkiye çelişkiler ülkesi. Yapılan bağışların dörtte biri hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığımız dilencilere gidiyor ama her 10 kişiden dokuzu bağış yapmak için güvenin önemli bir faktör olduğunu söylüyor. Fikir başka, eylem başka.

Çevre son sıralarda
Bağış yapılan konulara bakıldığında ise fakir ve düşkünlere yardım (%20,5), yetimlere yardım (%13,9) ve eğitim (%11,8) öne çıkıyor. Listenin son sıralarında, çevre koruma (%1,2), mülteciler (%1,1), sanat, kültür, tarihi koruma (%1) ve hayvanları koruma (%0,9) konuları yer alıyor. Genelde muhtaç insanlar bağışa itiyor. Eğitim konusun en çok bağış yapılan alanlar içinde yer almasının dibe vurmuş eğitim sisteminden mi yoksa ideolojik nedenlerden dolayı mı olduğu da ayrı bir araştırma konusu olabilir.

Sivil toplum kuruluşlarının bağış toplamakta çok zorlandığını biliyoruz. Devletin halktan topladığı vergileri belli sosyal alanlara giderek daha az aktardığını, tüm işi vatandaşların sırtına yüklemeye başladığı gerçeğini de hatırlarsak, bireysel bağışların dernekler ve vakıflar için taşıdığı hayati önemi daha da iyi görebiliriz. 15 Temmuz’da ölen 240 kişi için bile bağış kampanyalarının yapılması, devletin sosyal işleri vatandaşa yükleme konusunda ne kadar hevesli olduğunun en net kanıtlarından biri sayılabilir. Saraylar, köprüler yaptıran devletin 240 kişinin ailesine yardım edecek durumu yoksa, o başka tabii.

Bu durumda sivil toplumun kendini halka anlatması ve bireysel bağış miktarını artırmaktan başka çaresi yok. Son yıllarda yaygınlaşan, internet üzerinden projelere maddi kaynak toplanması, kurumlara yapılan aylık düzenli bağışlar ve koşu organizasyonları da bunun bir göstergesi. Aynı araştırma, bireylerin yüzde 84’ünün bağış yapacağı kurumların iyi yönetildiğinden ve bağışın amaca uygun kullanıldığından emin olmak istediklerini ortaya koyuyor. Peki, bu nasıl yapılacak?

Yüzde 1’in gücünü küçümsemeyin
Macaristan’da yıllardır uygulanan bir yöntem derdimize deva olabilir. Macarlar, gelir vergilerinin yüzde 1’ini istedikleri bir sivil toplum kuruluşuna bağışlayabiliyor. Dernekler, vakıflar da bu bağışı alabilmek için kampanyalar düzenliyor, kendilerini ve bu bağışla ne yapacaklarını anlatıyor. Şeffaflık ve kurumların tanınırlığı da bu süreçte artıyor. Bağışçılar bir form dolduruyor, bir sivil toplum kuruluşu seçiyor; hepsi bu.

Bu uygulama Türkiye’de sivil toplumun halk tarafından daha iyi tanınmasını sağlayıp, güven sorunlarını giderebilir. Dilenciler, muhtaç gruplar adına dergi sattıklarını söyleyen meçhul oluşumlar, cami yaptırma dernekleri için açılan kontrolsüz kutular gibi bağışların nereye gittiği belli olmayan grupların halkı kandırmasının da önüne geçilebilir. Her şey kayıt altına alınır. Şunu da belirtmeliyim ki benim tercihim, Türkiye’de gelir vergisinden yapılacak bağışın, araştırmada da görüldüğü gibi, fon bulmakta zorlanan çevre, hayvan hakları ve benzeri konularda çalışan kuruluşlara aktarılması olur. İnsanların vergilerinin kendi istekleri dışında kullanılmasını; yüzde 1 oranında da olsa önleyebilir. Yüzde 1’in gücünü küçümsemeyin.

Araştırmanın tamamına ulaşmak isterseniz:
Araştırma için: http://bit.ly/2fvf1uW

Kyoto öldü yaşasın Paris

Foto: UNFCC-http://bit.ly/2g1A8Ef
Özgür Gürbüz/ 4 Kasım 2016

Her geçen gün derinleşen iklim krizini önlemek için dünyanın artık yeni bir anlaşması var. 4 Kasım 2016 tarihinde (bugün) yürürlüğe girecek Paris Anlaşması, ‘küresel ortalama yüzey sıcaklığı’ndaki artışı 2 derecenin (hatta bilim insanlarının önerdiği 1,5 C°’nin) altında tutmaya çalışacak. Böylece dünyadaki birçok canlının yaşamına uygun koşullar yaratan yaklaşık 14 derecelik yüzey sıcaklığı ortalamasından çok uzaklaşılmamış olacak.

Paris Anlaşması, 2020’de yerini alacağı Kyoto Protokolü gibi yaptırımlar içermiyor. Anlaşmaya imza atan ülkelerden, seragazı emisyonlarının nasıl azaltacaklarını ve 2 derecenin altında kalma hedefine nasıl ulaşacaklarını bir niyet beyanıyla (INDC) belirtmeleri isteniyor. Parsi Anlaşması bu nedenle eleştirilse de, Kyoto’ya taraf olmamış, dünyanın en çok seragazı üreten Çin ve ABD’yi sürece katarak bu eleştirileri biraz olsun kırmayı başardı. Anlaşmanın hayata geçmesi için küresel seragazı emisyonlarının en az yüzde 55’inden sorumlu, en az 55 ülkenin anlaşmaya taraf olması gerekiyordu. Bugüne kadar 83 ülke anlaşmaya taraf oldu ve yüzde 55 barajı aşıldı. Ülkeler önce anlaşmaya imza atıyor daha sonra ülkelerindeki onay sürecini tamamlayarak taraf oluyor.

Paris Anlaşması’nın ilk taraflar toplantısı da 7-18 Kasım tarihlerinde Fas’ın Marakeş kentinde düzenlenecek BM İklim Değişikliği Konferansı’nda yapılacak. Toplantının gündeminde, şu ana kadar ülkelerin verdiği niyet beyanlarının nasıl iyileştirileceğine dair tartışmaların da olması bekleniyor. Zira, ülkelerin Paris Anlaşması’nı imzalarken verdikleri hedefler ortalama yüzey sıcaklığını 2 derecenin altında sabitlemekten çok uzak. En iyimser tahminler ülkelerin mevcut hedeflerinin 2100 yılında bizi 2,7 derece, belki de daha sıcak bir gezegene götüreceği yönünde. Paris Anlaşması öncesinde pazarlıklar, bu taahhütlerin iyileştirilmesi için yapılacak. Türkiye de geçen yıl anlaşmaya imza atıp, başta kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların yakılmasıyla ortaya çıkan seragazı emisyonlarını azaltma değil sınırlama taahhüdü vermişti. Bu da, 2014 yılında 464 milyon ton CO2 eşdeğerini bulan emisyonların, 2030’da iki katına çıkarak 929 milyon tona ulaşması anlamına geliyor. Dergimiz yayına hazırlandığı sırada Türkiye Paris Anlaşması’na taraf olmayan ülkeler arasındaydı.