Eşkıya deryaya hükümdar olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ağustos 2016

Lüferi nasıl bilirsiniz? Bu soruyu sormaya hazırlanın çünkü bu balığın da cenaze namazını kılmak üzereyiz. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın yayımladığı balık avını düzenleyen son tebliğ ile lüferin avlanması için sınır kabul edilen alt boyu 20 cm’den 18 cm’ye düşürüldü. Halbuki lüferin üremesi için 27 cm’ye gelmesi gerek. Başka türlü söylersek, yeni düzenleme lüferin denize bir yavru daha bırakmasına izin vermeden avlanmasına olanak sağlıyor. Akıl ve mantık ise balığın neslini devam ettirilebilmesi için üremesine izin verilmesi gerektiğini söyler. Balıkçıların lüferi birkaç yıl değil tüm meslek hayatları boyunca avlayabilmeleri için de bu gerekli. Balıkçılık, birkaç yıl içinde köşeyi dönüp, gelecek nesilleri düşünmeyenlerin ellerine kalmadıysa durum böyle olmalı. Demek ki bu ülkede akıl da, mantık da, balıkçı gibi balıkçı da kalmamış. Ya da var ama sesleri çıkmıyor, çıkamıyor.

Görünen köy kılavuz istemez. Dürüst balıkçıların hepsi, lüferin böyle sorgulanmadan avlanması halinde denizlerimizde nadiren görünen bir tür olacağını zaten söylüyor. Sivil toplum örgütleri, başta Slow Food Fikir Sahibi Damaklar Hareketi olmak üzere herkes yıllardır uyarıyor. Rakamlar da ortada. Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN) doğadaki türleri tek tek takip eden ve onların durumu hakkında bilgi veren en önemli kurum. 185 ülkeden 1300’ün üzerinde hükümet kuruluşu ve sivil toplum örgütünün ortak çalışmalarıyla hangi tür tehlikede, ne kadar tehlikede açıklarlar. Türkiye Cumhuriyeti de bu oluşumun bir parçası, işin içinde. Ne diyor IUCN? Diyor ki, lüfer bizim “Kırmızı Liste”mizde yer alan, tüm dünyada nesli tehdit altındaki türlerden biri diyor. Kırmızı Liste’deki durumunu da, nesli tükenmişten başlayan dokuz risk kategorisi içerisinde, tükenmişten dört sıra sonra, hassas olarak belirlemiş.

Sadece IUCN değil ki bu uyarıları yapan. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü de (FAO) sürdürülebilirlik adına türün en az bir kez üremesine fırsat verilmeli uyarısında bulunuyor. Bu işten ticari çıkarı olmayan herkes sorunu işaret ediyor.

Ortada yanıt bekleyen birçok soru var…

1. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, hal böyleyken lüferin avlanma boyunu artıracağına neden daha da kısalttı ve üreme yaşına gelmeden avlanmasına izin verdi açıklamak zorunda. Bunun bir bilimsel açıklaması var mı?

2. Aynı tebliğde orfoz avını yasaklayarak çok doğru bir işe imza atan bakanlık lüfer de neden bu hataya düştü? Orfoz da lüfer gibi avlanma baskısı altındaydı. Çift cinsiyetli ilginç bir balık. 12 yaşına kadar dişi ardından erkek oluyor. Bu nedenle orfozun üreme yaşına gelene kadar avlanmaması gerekiyor. Bakanlık 2020’ye kadar av yasağı getirerek önemli bir adım attı. Lüferi kurtarmak için benzer bir tedbiri almak neden bu kadar zor? Kim engelliyor? 

3. Bir açıklamayı da balıkçılar yapmalı. Fikir Sahibi Damaklar Hareketi’nden Defne Koryürek, tüm iyi niyetiyle hem türü hem de balıkçılıktan geçimini sağlayanları korumaya çalışırken, ona sosyal medya dahil her fırsatta saldıran “balıkçılar” kimler?

4. Koryürek’i FETÖ’cü ilan edip, bu tip çocuksu iftiralarla aradan çıkarmak gibi kimsenin yutmayacağı oyunlara bile başvuran bu balıkçılar gerçekten de İstanbul’daki kaptanları, ticari işletmeleri temsil ediyor mu? Ankara’daki devletimiz bu kişileri muhatap alıyor mu? İstanbul’daki dürüst, denizi seven, onu ekmek teknesi belleyen balıkçıların bu kişilere söyleyecek bir sözü yok mu?

Bu sorularımıza yanıt gelirse, bu köşede yayınlarız. Makul bir yanıtınız yoksa yapılacak tek iş lüferle ilgili kısmı acilen düzeltmek olmalı. Yanıtları beklerken de yapılacaklar var tabii. Eşkıyanın deryaya hakim olmaması için iradenizi, tüketicinin gücünü ortaya koymalısınız. Balık tezgahlarında gördüğünüz lüfere, yavrusu çinekop ve sarıkanata sırtınızı dönün. Bu kışı başka balıklarla geçirin. Eşe dosta haber salın. Lüfer alırsan ben yokum deyin. Yoksa sizin de denizin altını üstünü getirmek isteyen eşkıyadan bir farkınız olmaz.

Kirli enerjiye teşvik dönemi başladı

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ağustos 2016

Afşin-Elbistan Termik Santrali Foto: O.Gurbuz
Enerji ve çevre konusu bir elmanın iki yarısı gibi. Enerjide yanlış işler yapılınca çevre sorunları da artıyor. Türkiye yıllardır enerjide yapılan yanlışların bedelini sağlığıyla, doğasının zarar görmesiyle ödüyor. Termik ve nükleer santral yatırımları, yanlış HES projeleri doğaya ve canlıların sağlığına çok zarar verdi, vermeye de devam ediyor. İşin kötüsü yanlış enerji politikaları yerini artık “felaket enerji politikalarına” bırakıyor. Son birkaç haftada felaket tablosu daha net görülmeye başladı.

Özür dilendi Akkuyu göründü
Çin ile nükleer enerji alanında işbirliğinin kapılarını açan mutabakat zaptı Haziran sonunda imzalandı ve dün TBMM’de kabul edildi. Yandaş medyada üçüncü nükleerin Çin’e verileceği şeklinde yorumlanan bu gelişme Türkiye’nin nükleer enerji batağına kendisini daha fazla sokacağının sinyallerini veriyor. Ben Çin’e açılan bu kapının, zor durumdaki Akkuyu ve Sinop projeleriyle de ilgili olabileceğini düşünüyorum. Uçak krizinden sonra Rusya, Akkuyu’daki hisselerinin yüzde 49’unu satışa çıkarmıştı. Yüzde 49 çünkü Türkiye ile Rusya arasındaki anlaşma gereği çoğunluk hisse hep Rusya’da kalmak zorunda. Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesiyle proje yeniden gündeme geldi ama Rusya hem riski azaltmak hem de petrol ve doğalgaz gelirlerinin düşmesiyle zorlanan ekonomisine kaynak bulmak için satışta ısrar edebilir. Çinlilerin Ruslarla nükleer işbirliği var, Rus yapımı nükleer santraller 10 yıldır Çin’de çalışıyor ve yeni yapılanlar var. Bu hisselere Çin talip olabilir. Sinop’ta ise Çin-Japonya ortaklığı imkansız gibi. Japonya aradan çıkarsa Çin-Fransa gündeme gelebilir, benzer bir işbirliği İngiltere’de yapılmak istenen santral için var. Fransa’da para yok ama Çin’de var.

Bir ikinci seçenek de Rusya’nın yanına Cengiz İnşaat gibi hükümete yakın bir şirketi alarak projenin geleceğini sağlama almak istemesi olabilir. Bu ihtimal de kuvvetli çünkü nükleer santral için verilmiş bir alım garantisi de var. Akkuyu yapılırsa üretilen elektrik TETAŞ tarafından kilovatsaati 12,35 dolar sentten satın alınacak. İşi garantiye alma derdi olmasa kimse piyasa fiyatının yaklaşık üç kat üzerindeki bu alım garantisini başka birine bırakmak istemez. Rantı bölüştürmek üzerine bir anlaşma yapılmadıysa tabii. Üstelik, Akkuyu projesine stratejik yatırım statüsü verilmesi de gündemde. Gelsin vergi indirimleri, kredi destekleri…

Kömüre de alım garantisi
Yerli linyit kömürle çalışan ve özelleştirilen santrallerin sahipleri, elektrik piyasasındaki düşük fiyatlardan şikayetçiydi. İstedikleri kârı elde edemiyorlardı. Hükümete baskı yaptılar, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce iptal etmesine rağmen, özelleştirilen termik santrallerin çevre mevzuatından muaf tutulmasını sağlayan maddeyi yeni Elektrik Piyasası Kanunu’na tekrar eklettirdiler. Şimdi bu santraller 2020’ye kadar diledikleri gibi çevreyi kirletebilecek. Bu yetmedi, dünyanın en kirli elektrik üretme yöntemine, kömürlü santrallere bir de alım garantisi getirildi. Bu santrallerden üretilen elektriği devlet kilovatsaat başına yaklaşık 6,2 dolar sentten (megavatsaati 185 TL) satın alacak. Bu rakam, elektrik talebinin en yüksek olduğu Ağustos ayı için bu yıl belirlenen baz yük kontrat fiyatlarından (5,4 dolar sent) daha yüksek. Kömürcüler, bütün yıl boyunca talebin yüksek olduğu yaz aylarındaki fiyattan elektrik satacak. Böyle özelleştirmeye herkes talip olur. Ne risk var ne de uyulması gereken bir çevre kuralı. İklim değişikliği, hava kirliliği zaten bizim sözlüklerde yok.

İthal kömür üçkağıtları
Serbest piyasa, özelleştirme diye diye başımızın etini yiyenlerin yarattığı enerji piyasası, kömüre, nükleere verilen alım garantileriyle doldu. İlk bakışta iyi gibi görünen ithal kömüre getirilen ek vergiyle, alavere ve dalavereye davetiye çıkarıldığının farkındalar mı acaba? Belki inanmayacaksınız ama Platts gibi enerji piyasasının en önemli kurumlarında bile, Türkiye’nin Kolombiya gibi ülkelerden gelecek ithal kömüre koyduğu ton başına 15 dolarlık ek verginin nasıl aşılabileceği üzerine tartışmalar yapılıyor. AB ve bazı ülkeler bu vergiden muaf tutuldukları için, Kolombiya’dan gelen kömürün Avrupa’da bir limana indirilmesi ve oradan yeniden Türkiye’ye gönderilmesinin yasal-ekonomik koşulları konuşuluyor. Hesaplar bu işlemin ton başı maliyetinin 10 dolar olduğunu göstermiş yani vergiden daha düşük. Kömüre karbon vergisi getiremeyenlerin, özelleştirilen yerli linyit santrali sahiplerinin çıkarları için getirdiği kurallar, Türkiye’yi bu tip ticari üçkağıtların hedefi mi yapacak acaba?

Kayıp-kaçak bedeli tüketiciye yıkıldı. Kimsenin izlemediği TRT’nin masrafı elektrik faturalarına yansıtıldı. Bütün dünya, çevreyi kirletmeyen, insanları astım ve kanser hastası yapmayan güneş, rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının önünü açıp, kömür ve nükleere engel çıkarırken biz tersini yapar olduk. Yenilenebilir enerji gelişsin, daha rahat kredi bulsun diye çıkarılan alım garantisi formülü, daha ucuz oldukları öne sürülen kömür ve nükleere uygulanmaya başladı. Sonuçta elektrik üretiminde aşağıdaki tablo oluştu.

Kaynak
Alım garantisi (kWs-USD dolar sent)
Nükleer Akkuyu
12,35
Nükleer Sinop
11,80
Yerli linyit
6,2
Rüzgar
7,3
Hidroelektrik
7,3
Jeotermal
10,5
Güneş
13,3
Biyokütle
13,3
  
Dünyada güneş enerjisinin fiyatının 8 sentlere kadar indiğini, Türkiye’de 5-6 sente elektrik üreten rüzgar santralleri olduğunu hatırlatalım. Yukarıdaki tabloda da açıkça görüldüğü gibi, çevreyi kirletmeyen, iklim değişikliğine yol açmayan bu kaynaklar, sosyal maliyetleri hesaba katmasanız bile ülkemizde nükleer ve kömür santralleriyle baş edebilecek ekonomik güçte. Temiz bir dünya ve gelecek için önümüzdeki tek engel ise siyasi irade ve rant hesapları. Bunu bilmenizde fayda var.

İthal kömür vergisi neye yarayacak?

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ağustos 2016

Afşin Elbistan Termik Santrali - Foto: O. Gurbuz
İklim değişikliğinin ve hava kirliliğinin en önemli sorumlusu kömür. Buna rağmen mevcut hükümet kömüre karşı değil. İklim değişmiş, seller insanları, evleri almış götürmüş, hava kirliliği yüzünden her yıl binlerce insan Türkiye’de hayatını kaybetmiş umurlarında değil. Kömürle ilgili kaygı belirten bir tek cümle bile kurmadıkları için bunları rahat rahat yazıyorum. Kömürle ilgili tek dertleri yerli kömürle çalışan santrallerin sayısını artırmak. Karşı çıkanları da dış güç, ajan diye karalamak. ‘FETÖ’nün Bergama altın madenini ele geçirmek için icat ettiği taktikleri kullanmaya devam ediyorlar hâlâ.

Şimdilerde ise kömüre değil ithal kömüre karşılar. Şimdilerde diyorum çünkü ithal kömürle çalışan santraller yine AKP’nin iktidarında peydahlandı. 2002’de 15 milyon ton olan kömür ithalatı 2014 sonunda 30 milyon tonu buldu. Tahminen ithal kömür konusunda da kandırılan mevcut iktidar, birkaç gün önce çıkardığı Bakanlar Kurulu kararıyla elektrik üretiminde kullanılacak ithal kömürün tonuna 15 ABD Doları ek vergi getirdi. Böylece ithal kömürle çalışan termik santrallerin önünün kesileceği, yerli linyitle çalışacak termik santrallere ilginin artacağı öne sürülüyor. Yerli linyit ithal kömüre oranla çok daha kalitesiz. Kalorifik değeri düşük, yakması zor. Hepsinden öte, kömürü çıkarmak gerek. İthal kömür dediğinse bir santral kurmaya bakıyor. Sağ olsun mevcut iktidarın bu konuda çekincesi yok. Türkiye’nin en güzel sahili de olsa şirket santrali kurabiliyor, gemiyle gelen kömürü yakıp elektriği satıyor. Çanakkale, Zonguldak, Adana, İzmir ve Bartın illeri bu yüzden kömür santrali projeleriyle dolup taşıyor.

EPDK’den lisans almış kömür santrallerine baktığınızda, yerli kömürle çalışanların üç katı ithal kömürle çalışan santral olduğunu görüyorsunuz. Lisans sürecinde olanlara bakarsanız da tablo aynı. 15 ithal kömürlü santrale karşın üç adet yerli kömürlü santral sırada bekliyor. Türkiye Enerji Görünümü adlı raporun hazırlayıcılarından MMO Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz, vergi kararının olumlu olduğunu, bu vergiyle ithal kömür santrali kurmaya niyetlenen projelerin nasıl etkileneceğini görmek için de biraz beklenmesi gerektiğini söylüyor. Türkyılmaz, yerli kömüre destek vermekle beraber bazı çekinceleri olduğunu da belirtiyor: “Yerli kömürde de denetimsiz serbestlik, çok yüksek alım garantisi verilmesi doğru değil. Santraller filtresiz tek gün çalıştırılmamalı ve emisyon değerleri şeffaf olmalı. Ayrıca kümülatif ÇED raporları görmek istiyoruz, İskenderun, Çanakkale, Aliağa, Zonguldak bölgelerine kurulacak çok sayıda termik santral için tek tek ÇED raporu hazırlamak doğru değil” diyor. Hükümet ise termik santrallere getirilen çevre muafiyetini Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına rağmen yeniden yasaya koyup bu yanlışta ısrar edebiliyor.

Bakanlar Kurulu’nun aldığı, ‘Kömür İthalatına Ek Mali Yükümlülük Konulması Hakkındaki Karar’ın kapsamı da ilginç. Mali yükümlülük kapsamına alınmayan çok sayıda ülke var. Avrupa Birliği ve EFTA üyesi ülkelerle, İsrail, Makedonya, Bosna-Hersek, Fas, Batı Şeria ve Gazze Şeridi, Tunus, Mısır, Gürcistan, Arnavutluk, Ürdün, Şili, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Güney Kore, Morityus ve Malezya menşeli kömür ithalatlarında ek mali yükümlülük uygulanmayacak. Enerji Bakanlığı’nın (TKİ) Kömür Sektör Raporu’nda 2014 yılında kömür ithalatı yaptığımız ülkeler belirtilmiş. İthal kömürün aslan payı dört ülkeden sağlanıyor. Yüzde 31,6’sı Kolombiya’dan, yüzde 29,1’i Rusya’dan, yüzde 14,5’i ABD’den ve yüzde 13,4’ü Güney Afrika’dan geliyor. Ek vergi, bu ülkelerden santrallerde yakılmak için getirilen ithal kömürü daha pahalı yapacak. Ek verginin ithal kömür kullanımını azaltmaktan öte tedarikçi değiştirmeyle sonlanması da söz konusu olabilir. Bu da bir olasılık, belki de istenen budur. Kapsam dışında bırakılan ülkelerde kömür madenciliğine heveslenen firmalar var mı bakmakta fayda var. Belki tanıdık isimlere rastlarız.

Üçüncü olasılık ise aynı yerli linyit santrallerinin özelleştirilmesi sonrasında, serbest piyasadaki fiyatı düşük bulup alım garantisi talebiyle ortaya çıkan şirketlerin isyanına benzer bir isyanın ithal kömür santrali sahipleri tarafından başlatılması. Onun sonu hangi tavizle biter bilmiyorum ama kaybedenin yine tüketici olacağı ortada. Ucuz diye savundukları kömüre rüzgardan daha fazla alım garantisi isteyen yerli kömürcülerin belirlediği bir elektrik piyasasına doğru gidiyoruz. Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve iklim değişikliğinden bahsedenleri duymaktan hoşlanmayacak bir enerji politikasına yelken açtık. Yelkenleri kabartan esintide ise hepimizi zehirleyecek is kokusu var.

Doğa kanunları OHAL’den üstündür

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Temmuz 2016

Biz darbe ve karşı darbeye benzer hamlelerle uğraşa duralım dünya dönmeye devam ediyor. Son iki haftada, hangi general aslında darbeci, hangisi önlemeye çalışmış, FETÖ’cüler devlete ve medyaya hakim olurken kim uyumuş, kim ahmakmış diye anlamaya çalışırken, dünyanın çevre-ekoloji gündemi şu konulara ev sahipliği yaptı.

Avrupa Çevre Ajansı, Avrupa’da artan amonyak emisyonlarına ve sonucunda oluşan hava kirliliğine dikkat çekti. Bu emisyonların yüzde 94’ü tarım kökenli. Gübre depolama ve içinde nitrojen bulunduran gübre kullanımı amonyak emisyonlarını, dolayısıyla havayı kirletiyor. Bu da insan hayatını riske atıyor.

Enerjisini sadece güneşten alan Solar Impulse adlı uçak dünya turunu tamamladı. 17 bin güneş hücresine sahip uçak, hem çevreyi kirletmeden dünyanın bir ucundan diğerine gidilebileceğini gösterdi hem de güneş enerjisinin ileride her alanda belirleyici enerji kaynağı olacağının işaretlerini verdi.

Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2016 yılında dünyadaki elektrik üretiminin yüzde 2’sinin güneşten sağlandığını, 2030’da bunun yüzde 13’e çıkabileceğini söyledi. Bu gerçekleşirse, güneş enerjisi 14 yıl içinde dünyanın en önemli enerji kaynaklarından biri olacak.

2016 yılına ait Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu yayımlandı. Yeni nükleer santral yapımında Çin dışında fazla bir hareketliliğin olmadığı belirtilen raporun Fukuşima’yla ilgili bölümünde çarpıcı veriler yer aldı. Japon hükümeti verilerine göre kaza nedeniyle göç ettirilen nüfus Mayıs itibariyle 92 bin kişiyi geçiyor. 3 bin 400 kişinin zorunlu göç nedeniyle (sağlık durumlarının kötüleşmesi ve intihar nedeniyle) öldüğü, bunun da kayıtlara ‘deprem kaynaklı ölüm’ diye geçtiği belirtiliyor. Aynı raporda, Okayama Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmanın Fukuşima’da görülen çocukluk çağı tiroid kanseri vakasının Japonya ortalamasının 50 kat üzerinde olduğunu gösterdiği de yazıyor. Santral sahibi TEPCO şirketinin verdiği bilgilere göre kazanın maliyeti de şimdiden 133 milyar doları bulmuş.

Bern Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, erkek arılarının sinek ilaçları nedeniyle yüzde 40 sperm kaybına uğradığını söyledi. Arı nüfusunun azalması tüm besin zincirini etkileyeceği için bu konuda birçok araştırma yapılıyor. İsviçre’den gelen sonuçlar nedeni konusunda olası bir suçluya işaret ettiği için önemli.

Tüm bunlar olurken Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) süreçlerinin hızlandırılacağını ve yatırımcıların önünün açılacağını söyledi. Özhaseki, bir firma herhangi bir proje için ÇED aldıktan sonra, 60 gün içinde itiraz davası açılmazsa yargı yolu kapanacak dedi. Ardından İzmir’de 9 proje için ÇED gerekli değildir kararı çıktı. Kimilerine göre bu kararlar OHAL ile bağlantılı. Bazıları daha da kötümser, OHAL bahanesiyle çıkarılacak Kanun Hükmünde Kararnameler ile şirketlerin önündeki pürüzlerin aşılması için uygun bir ortamın yaratılacağı kaygısını taşıyor.

Biz bu kaygılardan bağımsız, uyarımızı yapalım. Hiçbir kanun, doğa kanunlarından üstün değildir. Çünkü doğanın kanunları yaşamın sürmesi için var ve yaşama hakkı her türlü haktan üstündür. Yaşama hakkına zarar verecek her türlü müdahale, öyle bir olağanüstü hal yaratır ki, üç ay sonra siz bitti deseniz de bitmez. İklim krizinde görüldüğü gibi.
Dünyada olan biten ortada. Aklı başında herkes, elindeki imkan ve gücü yaşama sahip çıkmak için kullanıyor. OHAL, rant baronlarının, şirketlerin ve politikacıların kısa vadeli çıkarları için kullanılamayacağı gibi Türkiye’nin doğru tarafta yer almasına, geleceği görmesine engel olmamalı. Türkiye’nin çevre politikasını dünyayla uyumlu bir hale getirmesi şart. Değil üç ay, üç gün bekleyecek durumda değiliz.

Kazanan vicdani ret oldu

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2016

Foto: Gökhan Tan
Şu an Türkiye’nin önündeki tek soru, aslında uzun zaman önce veda ettiği ‘parlamenter demokrasiye’ 15 Temmuz’dan sonra nasıl dönüleceği olmalı. Dünyada darbe örnekleri çok ama darbeler ve sonrasındaki geri dönüşlerde izlenen yol ortak değil. Gerçekten ‘normale’ dönmek istiyorsanız elinizde sarılabileceğiniz bir tek can simidi var; o da demokrasi. Türkiye’nin bir an önce o can simidine tutunması ve geçmişteki hatalarından ders çıkarması gerek. OHAL’de, sıkıyönetimde çözüm aramak beyhude çaba. Bu işi yapacak hükümeti kurmak da halka düşüyor.

Darbe girişimine karışmış, desteklemiş herkesin adalet önüne çıkarılmasına kimse itiraz edemez. Ancak bunun cunta dönemlerini aratmayacak bir hukuki düzen içerisinde, insan haklarına saygılı ve halkı birbirine düşürmeyecek şekilde yapılması doğru olur. Yoksa darbecilerin yaratamadığı kaosu siz kendi ellerinizle yaratmış olursunuz. 12 Eylül 1980 darbesinin sonuçlarını bugün konuşuyorsak, tankların yürüdüğü o ilk günden dolayı değil, devamında, otokrasiye dayalı politikaların devletin her alanında hakim olmasından dolayı konuşuyoruz. 12 Eylül Darbesi deyince, ordudan yana olmayan herkesin üniversitelerden uzaklaştırılmasından, siyasi partilerin etkisiz hale getirilmesinden, demokratik kurumların kapatılmasından, sendikaların ve özellikle de sol eğilimli her türlü oluşumun baskı altına alınması sürecinden bahsediyoruz. İşkencelerle, haksız yargılamalar ve bireysel özgürlüklerin kaybıyla hatırlıyoruz 12 Eylül’ü. 15 Temmuz da aslında 12 Eylül’ün ürünü. Cemaatlerin siyasete ve daha sonra devlete el atmaları, dinin siyasetin bir aracı olarak kullanılmasına özellikle 12 Eylül sonrası daha fazla göz yumulması, bir cemaatin ülkenin her alanına sızmasına kadar uzandı. Bu hataları tekrarlamak bizi bu kısır döngüden çıkaramaz. Zinciri kırmak zorundayız.

Bir hafta içinde gözaltına alınan, tutuklanan, görevinden uzaklaştırılan herkesi alt alta yazdığınızda dün itibariyle 56 bin 458 kişiye ulaşıyordunuz. Tüm bunlar, ‘yaşın yanında kurunun da yanacağı’ bir hesaplaşma sürecine işaret ediyor sanki. Sadece işten çıkarılan adalet personeli, öğretmen, bürokrat ve akademisyenlerin işlerinin kimler tarafından yapılacağı sorusu bile başlı başına ürkütücü. Yargı süreci örneğin, her alanda yavaşlayacak. Türkiye’de ekonomi, eğitim ve sosyal hayatı sarsacak sayıda gözaltılar ve uzaklaştırmalarla karşı karşıyayız. Bu kişilerin hepsi darbe girişimini desteklememişse, örneğin Türkiye’deki üniversitelerin tüm dekanları bu işe katılmamışsa bir başka temizlik harekatı söz konusu olmalı. Bu insanlar görevlerine kısa süre içerisinde geri iade edilmezse darbenin yapamadığını iktidar kendi eliyle yapmak üzere diyebiliriz. Süre uzadıkça kaos da uzayacak. Ülkenin zaten tel tel dökülen kurumları hepten yıkılacak.

Darbelere karşı kazanmanın tek yolu demokrasiyi zenginleştirmekten geçer. Basın özgürlüğüne, insan haklarına, yargı bağımsızlığına, laikliğe sahip çıkmadan, baskıcı rejimlerden umudu kesmeden darbe tehlikesini başımızdan atamayız. İnsanların düşüncelerini özgürce söyleyebileceği, farklılıklarıyla beraber yaşayabileceği ve adaletin güvencesinde hak arayabileceği bir Türkiye kurulmadan bu çile bitmeyecek. Bu yüzden de geçen haftanın en güzel sloganı “ne darbe ne diktatörlük”tü.

Geçen haftanın bir başka kazananı da vicdani ret fikriydi. Sorgulamanıza izin verilmeyen emir-komuta zincirlerinin masum insanları nasıl yanlış oyunlara alet ettiğini tüm Türkiye gördü. Gencecik askerler sadece sorgulayamayacakları birer emir almıştı. Linç, öldürmek ve işkence gibi insanlığın en ağır suçlarından üçüyle birden bir gece içinde karşı karşıya kaldılar. Vicdani ret nedir diye sorarsanız, onu da derneğin sayfasından (vicdaniret.org.) okuyabilirsiniz. Yalnız unutmayın, ‘okumuşların şerri fena oluyor’. Giden değil kalan imamın yalancısıyım.

Darbe ve diktatörlük arasında ne yapmalı?

Özgür Gürbüz/16 Temmuz 2016

Önce bir hatırlatma yapmakta fayda var. Erdoğan ve AKP'yi büyüten cemaattir. Onlar türlü oyunlarla, manevralarla (Ergenekon, yetmez ama evet) Erdoğan'ı güçlendirip, Türkiye'nin demokratik güçlerini zayıflattılar. Bazı liberal (onlara sol diyemiyorum) arkadaşlar da bu oluşuma destek oldu.

Sonra Fettullah Gülen hareketi ile Erdoğancılar birbirine düştü. Rantı mı paylaşamadılar yoksa gücü mü çok önemli değil ama bu kavganın ülkenin geleceğiyle, demokrasiyle ilgisi olmadığı en başından beri görülüyordu. Dün iyice ortaya çıktı. Erdoğan ve Fettullah Gülen taraftarlarının kavgası ülkeyi birbirine kattı, yüzlerce insan öldü. Ordu, yargı dağıldı, Türkiye'de demokrasi rafa kalktı, sokaklar zorbalara ve silahlı güçlere bırakıldı. Din, iktidarın oyuncağı haline geldi. Tüm bunları Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Mısır'da ve daha birçok Ortadoğu ülkesinde gördük. Şimdi burada oluyor.

Çoğumuz oyun muydu diye soruyor, haklılar çünkü bu ülke AKP iktidar olduğundan bu yana benzer oyunlarla askerlerin, yargıçların, siyasi parti liderlerinin tasviye edildiğine tanıklık etti. Şu ortamda sorulmayacak bu soruyu soranlara o yüzden hiç kızmıyorum. Birkaç füze atılarak savaşa sokulacak ülke bu; böyle bir oyunla Erdoğan'ın zayıflayan başkanlık hayallerini güçlendirmek isteyenler olabilir. İnsanlar 14 yılda öyle şeyler gördüler ki artık hep şüpheleniyorlar.

Oyun değil diyenler de haklı çünkü anti demokratik yasalar, keyfi görevden almalar, Güneydoğu'da süren savaş, İŞİD'in elini kolunu sallaya sallaya ülkede dolaşması bu tip girişimlere davet çıkaracak bir ortam yarattı. Darbe girişimlerinin demokrasinin olmadığı, devletin zayıfladığı yerlerde ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir? Türkiye'deki yönetim boşluğu her türlü kötülüğe fırsat sunuyor.
Tüm bunların sorumlusunun kim olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Sokağa çıkanlar bile biliyor ama güçlü gördüklerinin yanında durmaya devam ediyorlar şimdilik. Farkındaysanız, darbe girişimini yapan grubun küçüklüğü, ordunun asıl yönetimiyle ilgisinin olmadığı anlaşıldıktan sonra ekranda gördük Erdoğan'ı. Karşısındakinin zayıf olduğunu anladığında sokağa çıkma çağrıları başladı.

Peki, biz, Türkiye'de gerçek bir demokrasi isteyenler ne yapacak? Bence tek seçenek vardı ve hâlâ da o seçenek var. Pazartesi ilk işimiz örgütlenmek olmalı. Demokrasiye inanan sendikalara, partilere yazılmalı ve onlar için çalışmaya başlamalıyız. Sadece kayıt olmak ve aidat ödemek yetmez. Bu örgütlerin mahalle birliklerini kurmalı, yaşadığımız çevredeki demokrat insanlarla birlikte hareket etmeliyiz. Böyle acil durumlarda güvenliğimizi sağlamak ve Türkiye'nin geleceğini garanti altına almak için birlikte hareket etmeye mecburuz. Lanet okuma ve mucize beklemekle hiçbir şey düzelmez.

Ya hep beraber ya hiç birimiz.

Dünya Miras Listesi’nde Türkiye kaçak güreşiyor

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Temmuz 2016

Tuz Gölü - Foto: kulturvarliklari.gov.tr
İstanbul önemli bir toplantıya daha ev sahipliği yapıyor. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) Dünya Miras Komitesi’nin 40. buluşması devam ediyor. Amaç, insanlığın ortak mirası sayılan doğal ve kültürel alanların korunması. Aslında fikir güzel. Miras listeleri ortak geleceğimizi ve geçmişimizi hatırlatıyor. Ülkeleri bu ortak mirası korumak için sorumlu kılıyor. Sadece yükümlülük altında bırakmak korumacılık için tek başına bir çözüm getirmiyor. Ödüllendirmek de gerek. Miras listesinde bir yerinizin olması da bunu yapıyor, size en başta turizm olmak üzere çeşitli faydalar sağlıyor. Dünyaca kabul görmüş bir unvanınız oluyor.

İki yılda bir yapılan toplantılarda hem yeni adaylıklar hem de hâlihazırda listede yer alan bölgelerin durumları değerlendiriliyor. İstanbul’da ayın 20’sine kadar sürecek toplantıda da 27 yeni alanın adaylığı tartışılacak. Bunlardan bir tanesi Türkiye’den; Kars’a yaklaşık 50 km uzaklıktaki Ani Harabeleri Dünya Miras Listesi’ne alınırsa, korunması için kaynak bulmak daha kolaylaşacak. Batı mimarisine de örnek olduğu söylenen ve onarılmayı bekleyen 26 kilisesiyle Ani kenti dünyanın ortak mirası olacak. Belki Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkileri düzeltmek için bir başlangıç da olur.

Dünyadaki 1031 miras alanından 15’i Türkiye’de. Bunların 13 tanesi kültürel, iki tanesi ise (Pamukkale ve Göreme Milli Parkı) hem doğal hem kültürel özellikleri nedeniyle listede. Miras Listesi’ne sadece doğal güzellikleri nedeniyle sokabildiğimiz bir tek yer bile yok. Geçici listemizde bekleyen 60 yer daha var ama bunlardan sadece bir tanesi, Tuz Gölü doğal miras niteliğinde. Geçici listede hem doğal hem kültürel özellikleriyle Kekova ve Güllük Dağı-Termessos Milli Parkı karma alanlar olsa da kalan 57 alan kültürel miras olarak öne çıkıyor. Türkiye’nin doğasının çok iyi koruduğunu iddia edenleri zora sokacak bir durum bu. Halbuki aksi mümkün. WWF-Türkiye Doğa Koruma Direktörü Sedat Kalem, Türkiye’nin çok sayıda doğal mirası hak ettiğini ve bu konuda yetkililerin ve uzmanların sivil toplumu da işin içine katarak kafa kafaya verip çalışması gerektiğini söylüyor.

Doğal miras listesine aday alanımızın olmayışı aranan nitelikte alanlara sahip olmadığımıza bağlanamaz. Listelere girmek için alanları devletlerin aday göstermesi gerekiyor. Sivil toplumun böyle bir yetkisi yok. Devlet istemezse hiçbir şey olmuyor. Türkiye’nin doğal alanlar için aday gösterme konusunda belirgin bir isteksizliği var. Küre Dağları, Kaçkarlar veya İğneada Longoz Ormanları Milli Parkı aday gösterilse ve çaba sarf edilse listeye girmeleri zor olmaz. Türkiye’nin 1988’den beri Miras Listesi’ne yeni bir doğal alan kaydettirememiş olması, dönemin hükümetlerinin her an her doğal alanı bir baraja, bir santrale, taş ocağı ya da yapılaşmaya açma hesabından kaynaklanıyor desek çok itiraz eden olmaz.

Bu tür statüler, ayak bağı olarak görülüyor. İğneada UNESCO listesine girerse oraya termik ve nükleer santral yapabilir misiniz? Kaçkar Dağlar’ı bu listeye dahil edilse dünya mirasının üzerinden ‘yeşil rant yolları’ açabilir misiniz? İklim değişikliğini umursamayarak kurumasına neden olduğunuz Tuz ve Meke göllerini miras listelerine aldırabilir misiniz? Tuz Gölü’nün altına doğalgaz deposu yapabilir misiniz? Hayır çünkü diğer ülkeler bu duruma itiraz edip miras listesinden o yerin çıkarılmasını bile isteyebilir. İki gün önce İstanbul’daki toplantıda Belize’nin petrol arama çalışmaları nedeniyle uyarılması bir örnek. İşte asıl dert bu. Belki bir gün orayı da ranta açarız düşüncesiyle Türkiye’deki doğal miras alanlarının çoğu aday gösterilmiyor. Ilısu Barajı’nın altında kalması istenen Hasankeyf gibi olağanüstü bir kültürel mirasın aday gösterilmemesi gibi.

WWF’in (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) belirttiği gibi, miras listelerindeki bu alanlar sadece hayvanlar ve bitkiler için önemli değil, insanlar da buradaki doğal kaynakların korunmasından faydalanıyor. Dünyada 11 milyon insan gıda, barınma, ilaç ve su elde etmek için bu sahalara muhtaç. Dünya miras listelerindeki 229 doğal ve karma alanın yarısı tehdit altında. Halbuki bu alanların yüzde 90’ı o bölgelerde yaşayan insanlara iş ve ekmek sağlıyor. Biraz önce bahsettiğim Belize’deki miras alanının yok olması 190 bin kişinin geçimini riske atıyor örneğin. Bir baraj bir şirketi zengin ederken korunan bir alan binleri mutlu ediyor. Görüldüğü üzere mesele, birkaç kişiye değil binlere hizmet eden hükümetleri başa geçirme meselesi.

Efsane Diş Hekimi

Dt. İlhami Gürbüz
O bir diş hekimiydi. İlhami Gürbüz. Babamdı elbette ama diş hekimi bir babaydı. Her şeyden önce hastaları gelirdi. Muayenehanesi onun eviydi. “Bize yatmaya gelirdi ama o muayenehanede yaşardı” desem abartmış olmam. Zorla emekli ettik onu ama direndi. Aramızdan ayrılana dek muayenehanesini kapatmadı. Geçen yıl, 13 Temmuz’dan iki hafta önce, ağabeyim dişlerime bakarken babamdan da gelip duruma bakmasını istedim. Eldivenleri eline geçirmesi, önlüğü giymesi ve koltuğa yerleşmesi birkaç dakika sürdü. Halbuki, kliniğe gelirken çok zor yürümüştü. Son hastası ben oldum. Şimdi bir yıl oldu. Son hastası onu çok özlüyor. 

Merzifon’da hastaları ona “Efsane Diş Hekimi” diyorlardı. Babalar Günü’nde siparişini verdiğim mezar taşına öyle yazdık. 

Anlatırlar... Merzifon’da muayenehanesini ilk açtığı zamanlar haftanın bir günü, durumu zorda olanlara ücretsiz bakarmış. Kasası boş olur ama randevu defteri 3-4 ay boş olmazdı.  Hiç anlamazdık bu işi. Babamın gönül zenginliğini şimdi daha iyi anlıyorum. Gönlü zengin, gerçekten seven dostlarının neden bu kadar çok olduğunu da… 

Dedim ya, babam diş hekimiydi. Benim için hâlâ sırlarla dolu biri o. Hayatımda bir kez de olsa bisiklete bindiğini görmesem, Van’da birinci geldiğine inanmazdım. O diş hekimliğinden başka bir şey yapmamış derdim. Pinponu böylesine iyi bildiğini gözlerimle görmesem, Macaristan-Türkiye maçının kadrolarını defalarca ezbere saydığını duymasam, sporla ilgilendiğine bile inanmazdım. Keşke bir de yüzmeyi öğrendiği "Van Denizi'nde" kulaç atarken görseydim babamı. Politikaya girişi de anlatılacak bir başka hikaye elbette ama belki başka bir zaman.

Yazılarımın hepsini okurdu. Bunu okuyamayacak. Elbet bir gün anlatacağım. 

Efsane diş hekimine, babama saygı ve özlemle.