Türkiye Paris’te ne yapacak

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/15 Ekim 2014

New York’ta yapılan 23 Eylül’deki İklim Zirvesi, bir süredir yerinde sayan iklim müzakerelerini hareketlendirdi. Hem iklim anlaşmalarına imza atmış devletler hem de sivil toplum üzerindeki ölü toprağını attı. Çağrıcı Birleşmiş Milletler, tüm ülkeleri 2015’te Paris’te yapılacak Taraflar Toplantısı (COP 21) öncesi yeni hedefler almaya, taahhüt etmeye çağırdı. Zirve’de başta Avrupa Birliği olmak üzere birçok ülke yeni, ölçülebilir hedefler açıkladı. New York Zirvesi’nin en büyük hedefi ise yıl sonunda Peru’da yapılacak toplantıda yeni bir küresel anlaşmanın taslak metninin ortaya çıkması ve gelecek yıl Paris’te imzalanmasıydı. Bu başarılırsa, 2020’den itibaren yürürülüğe giren, yeni ve bağlayıcı bir uluslararası iklim anlaşmamız olacak. Kyoto’nun birinci dönemindeki gibi ancak daha yüksek oranlarda seragazı azaltmayı mecbur kılacak bu anlaşma ülkelerin ekonomi ve enerji politikalarını etkileyecek. Peki, dünyada bu gelişmeler yaşanırken Türkiye ne yapıyor ve Paris’te ne yapacak?

Aslında Paris’ten önce Lima’da, 20. Taraflar Toplantısı var ama New York’ta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmaya bakılırsa Türkiye bu toplantıya hazır değil. Erdoğan’ın 2011’deki söylemi tekrarlayan konuşması, bir anlamda son üç yılın boşa harcandığının işareti oldu. Türkiye şunu anlamak zorunda. Seragazı emisyonları kelime oyunlarıyla değil, eylemle azalıyor. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (İDÇS) imza koyduğumuzdan bu yana her yıl BMİDÇS Sekretaryası’na düzenli envanter raporu veriyoruz. O raporda da emisyonlarımızın 1990’dan bu yana yüzde 133,4 oranında arttığı yazıyor. Bunu yok sayamayız. Müzakereler öyle bir sürece giriyor ki, ya ok yaydan tamamen çıkacak ya da herkes elini taşın altına koyacak. Aklı başında hiçbir devlet ‘vurdumduymazlık senaryosuna’ güvenip plan yapmaz. Türkiye’de seller ve kuraklığın sadece bu yılki bilançosuna bakmak bile sokaklara ceset torbaları bırakmanın önlem almak olmadığını göstermeye yetiyor. O halde ne yapabileceğimizi çalışıp, toplantılara öyle gitmeliyiz.

Türkiye’nin bahanesi kalmadı
Türkiye bugüne kadar iki bahanenin arkasına sığındı. İklim müzakerelerinden sonuç çıkmaması birinci bahaneydi. Sorumluluğun başka ülkelerde olduğu ise ikinci bahane. İlk bahanenin Paris’te geçerliliğini yitirdiğini ve herkesin yeni bir anlaşmayla yola koyulduğunu düşünelim. Türkiye bu anlaşmanın dışında kalabilir mi? Hiç sanmıyorum. Kyoto sürecine yanlış başlayıp, geç dahil olduğumuz için sorumluluk almadık ama artık sürecin içindeyiz. Peki, yeni süreçte nasıl ve hangi sözlerle yer alacağız? Yine, “bizim kişi başına düşen emisyon miktarımız az, bu iş gelişmiş ülkelerin sorumluluğu” argümanının ardına sığınabilir miyiz? Bakalım.


Türkiye’de kişi başına düşen emisyon miktarı 2012 sonu itibariyle 5,9 ton. 2011 ile 2012 arasındaki artış hızımızı (%3,7) temel alırsak ve her yıl bu oranda artış öngörürsek (bu son yıllardaki en düşük artış hızı) Türkiye’nin toplam seragazı emisyonları 2020 yılında 600 milyon tona ulaşıyor. Yılda kişi başına düşen emisyon miktarı da 7,1 tonun üzerine çıkıyor. Aynı zaman diliminde, Avrupa Birliği ülkelerinin kişi başı emisyonları da muhtemelen 7 ton seviyesine inecek. 2012 itibariyle AB-28 ortalaması 8,9 ton. AB-15 ortalaması ise 9 ton. Avrupa Birliği ülkeleri seragazı emisyonlarını hızla azaltıyor ve taahhütlerini sürekli yükselttikleri için daha da azaltacak. 2002’de, AB-15’te kişi başına düşen emisyon miktarı 11 tondu ve 10 yılda 2 ton azaltmayı başardılar. 2020’de Türkiye’nin AB ortalamasını yakalayacağını söylemek falcılık olmaz. Kısacası, 2020’de devreye girecek bir anlaşmada, kişi başına düşen emisyon miktarı Türkiye’nin sorumluluk almaması için bir bahane olamayacak.

Sorumluluğu başka ülkelere atmakta kullandığımız bir diğer ‘argümanımız’ ise onların tarih boyunca atmosferi kirlettikleriydi. Türkiye’nin atmosfere seragazı bırakmasının son 20 yıl ile sınırlı kaldığı, bu yüzden de hâlâ kirletme hakkımız olduğu savunuluyordu. Acı gerçek ise şu: Son yıllarda o kadar çok miktarda seragazını atmosfere bıraktık ki, tarihsel emisyon miktarlarında da gelişmiş ülkeleri yakalamaya başladık. Türkiye’nin 1850-2011 yılları arasında atmosfere bıraktığı seragazı miktarı 6 milyar 956 milyon ton (Kaynak: The Carbon Map). Bu bizi tarihsel emisyon sıralamasında 185 ülke asında 27. yapıyor. Bizimle benzer ekonomik koşullardaki ülkeleri inceleyelim çünkü onların yeni dönemdeki hedefleri bizden de istenebilir. Meksika’nın tarihsel emisyonları 14,5 milyar ton. Brezilya’nın 11,2; Güney Afrika’nın 14,7 ve İspanya’nın 12 milyar ton. Bu ülkeler önümüzdeki dönemde yükümlülük alır veya almaya devam ederse, benzer ekonomik yapıya sahip Türkiye’nin dışarıda kalması zorlaşacak. Aşağıdaki tabloda detayları görebilirsiniz.

Son olarak, New York’taki zirvede, Paris’i beklemeden taahhütte bulunan ülkelerden bazılarına bir bakalım. Endonezya, 2020’ye kadar seragazı emisyonlarını yüzde 26, Malezya yüzde 40; Uruguay ise 2030’a kadar yüzde 85 azaltmayı taahhüt etti. Avrupa Birliği’nin 2030 hedefi ise emisyonlarını yüzde 40 oranında azaltmak. Birlik içerisinde bu hedefi görüp arttıranlar da var. İrlanda’nın azaltım hedefi 2050’ye kadar yüzde 80. Hindistan, 2030’a kadar güneş ve rüzgardan elde edeceği enerji miktarını iki katına çıkarmayı, Şili ise 2025’e kadar elektrik üretiminin yüzde 45’ini yenilenebilir enerji kaynaklardan sağlamayı hedefledi. 

Her şey tozpembe değil. Çin ve ABD’nin birbirini sınaması, Rusya ve Kanada’nın ortalarda gözükmemesi hâlâ soru işaretleri yaratıyor. Japonya’nın yeniden görüşmelere döneceğinin sinyallerini vermesi, Kore ve Fransa’nın iklim fonuna para aktarması ise yeterli olmasa da iyi sinyaller. Bu durumda Türkiye’nin şu ana kadar sürdürdüğü çözümsüzlük stratejisini rafa kaldırıp, Paris’e samimi bir hedefle gitmesi, en azından hazırlanması, en doğru iş olacak. Sular altında kalma tehlikesi yaşayan Tuvalu halkı, kendilerine 2020’ye kadar yüzde 100 yenilenebilir enerji hedefi koyarken, bizim de en azından o insanların yüzüne bakabilecek bir taahhütle masaya oturmamız, stratejileri geçtim, insanlığın gereği. Umarım sorumlular bizi utandırmaz.

Kobane ve sivil itaatsizlik

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ekim 2014

Vicdani retçiler, barış eylemcileri ve pasifistler için en zor zamanlar, havada kuşların değil kurşunların uçtuğu günlerdir. Bu zamanlarda kimse söze, vicdana kulak vermek istemez, şiddet hayata egemen olur. Pasifizm ve sivil itaatsizlik zayıf, etkisiz eylem biçimleri sanılır ve küçümsenir. Gandi’nin İngiliz İmparatorluğu’nu sivil itaatsizlik eylemleriyle dize getirdiği unutulur. Halbuki otoritenin ve zorbanın en korktuğu eylem ona itaat edilmemesidir. Cumartesi Anneleri ve Gezi’nin gücü kalabalık olmalarından değil, ısrarla otoriteye boyun eğmemelerinden gelir. Zorunlu din dersine girmemek, celp kâğıdını yırtmak ve kesilecek ağaçların önünde durmak sivil itaatsizlik eylemleri arasında sayılabilir.

Sivil itaatsizlik eylemleriyle diğerleri arasında ince bir çizgi var. Bu eylemlerin genelinde bir yasa değişikliği talep edilir ya da adil olmayan bir yasanın, uygulamanın kaldırılması istenir. Eylemden önceki tüm seçeneklerin denenmiş olması önemlidir. İtaatsizlik saklanmaz, şeffaflık ve şiddet içermeyen eylem ön plandadır. Eylemci tutuklanmayı, yargılanmayı göze alır. Bu, konunun gündeme taşınmasının bir parçasıdır. Gandi meşhur tuz eylemine başlamadan önce İngilizlere mektupla haber bile vermiştir. Güvenlik güçlerine karşı sözlü ya da fiziksel şiddete başvurmaz ancak itaat etmez. Karakola mı götüreceksin, taşıyıp götüreceksin der. Çıkış noktası genelde politiktir. Kamu vicdanına seslenmeyi amaçlar, bir grubun çıkarı için yapılmaz.

Soru şu. IŞİD gibi bir örgütle karşı karşıya kaldığınızda oturma eylemi yapabilir misiniz? Kobane’de IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurabilir misiniz? Hayır. IŞİD bir devlet ya da otoritesini yasalardan alan bir yapı değil. Çete reisi veya bir sultan gibi, kararları anlık ve hukuksuz. Gandi’nin zafere ulaşmasının bir nedeni de karşısındaki gücün kurumsallığıdır. Devlet terör örgütü veya çete gibi davranamaz. Davranırsa karşısına aldığı halk da öyle davranır ve iş işten geçer. Türkiye’deki eylemlerde ‘şiddetsizlik’ sınırının belli zamanlarda aşılmasında devletin ya da otoritenin, konumunu unutup şiddete başvurması ya da emrindekilerin şiddetine göz yummasının rolü de büyüktür.

Buradan, ‘IŞİD’i sivil itaatsizlik eylemleriyle durdurmak mümkün değil’ sonucunu çıkarmayalım. Soruyu doğru zamanda sorabilseydik belki IŞİD ortaya çıkmadan onu durdurabilirdik. Suriye’ye müdahaleye karşı sokakları işgal edip, oturabilseydik. İmza kampanyalarıyla her gün görünür olabilseydik. Batı’nın Ortadoğu’yu anlamama yeteneğine şapka çıkarmadan, Esad’ı destekliyor gibi görünmekten korkmadan, “savaş hiçbir sorunu çözemez” diyerek, Suriye’ye giden TIR’ların önüne yatıp yolları kapatabilseydik. Hep birlikte ve aynı anda, sınırlarımızdan Suriye’ye kimin ve nelerin geçtiğinin açıklanmasını isteyen dilekçeler yazarak, kamu kuruluşlarına telefonlar açarak onları çalışamaz hale getirseydik. Daha da önemlisi, ortada İŞİD bile yokken, silahlanmaya, palalılara, düğünde gelini vuran çifteye karşı çıkabilseydik, bugün Esenyurt’ta, Gaziantep’te ve Bingöl’deki ölümleri durdurabilirdik. Sözün kısası, belki de bu kötü günleri görmeden, savaşın daha az can almasına neden olabilirdik. Belki de olamazdık ama denemedik.

Barış eylemcileri, pasifistler ve savaş karşıtlarının bugün etkisiz olmaları onların eylem biçimlerinin güçsüzlüğünde değil, aslında bu ülkede yaşayan herkesin şiddet içeren eylemlere öyle ya da böyle güvenmesinden kaynaklanıyor. IŞİD kapıya gelmeden yapılacakları yapmadığımız için şimdi savaşı ve silahı konuşuyoruz. Hatalarımızı, eksikliklerimizi kabul edersek gelecekte yolu şiddetten geçmeyen bir barış umudumuz olabilir. Farkındayım, bu yazdıklarım Kobane’yi İŞİD’in elinden kurtarmayacak ama belki geleceği kurtaracak. Evet, sadece belki ve eğer hepimiz istersek.

Nükleer santraller ve lösemi

Kaza ve sızıntı yapmasalar bile nükleer santrallerin yakın çevresinde yaşayanlarda kansere yakalanma riskinin daha yüksek olduğunu gösteren önemli çalışmalar var. Bunlardan belki de en bilineni, “KIKK Araştırması” adıyla anılan ve Almanya Radyasyondan Korunma Dairesi’nin başlattığı çalışma. Almanya’daki 16 nükleer reaktörü kapsayan araştırmada, nükleer santrallere beş kilometreden yakın bir mesafede yaşayan ve beş yaşayan küçük çocuklarda rastlanan kanser sayısı, nükleer santralden uzakta yaşayan aynı yaş grubundaki çocuklarla kıyaslanıyor. 1980-2003 yılları arasındaki veriler kıyaslanınca, nükleer santralden uzakta oturan çocuklarda lösemiye daha az rastlandığı ortaya çıkıyor. Dr. Alfred Körblein’in yürüttüğü bu çalışma 2007’de gözden geçirildi ama santrallerin kanser etkisini gösterecek veriler değişmedi. Nükleer santrale beş kilometre çapında bir mesafede yaşayan, beş yaşın altındaki çocukların kansere yakalanma olasılığı beklenenden 1,6 kat; lösemiye yakalanma olasılığı ise nükleerden uzak duran çocuklara oranla 2,2 kat daha fazlaydı. Buna rağmen, araştırmayla ilgili tartışmalar bitmedi.(Körblein daha önce Türkiye'ye de gelmiş ve araştırmasının sonuçlarını açıklamıştı. O konuda yazdığım haber için lütfen tıklayınız)

The Ecologist dergisinde yayımlanan yeni bir makale, KIKK Araştırması’nda çıkan sonuçları açıklayacak nitelikte. Dr. Ian Fairlie tarafından kaleme alınan ve 29 Eylül 2014’te yayımlanan makalede, nükleer santrallerin yakıt değişimi sırasında normal çalışma süresindeki radyasyonun 500 katını çevreye bıraktığı belirtiliyor. 12 saat boyunca radyoaktif emisyonların tepe noktasına çıktığını belirten Fairlie, çocuklarda görülen löseminin kaynağının yakıt değişimi sırasında ortaya çıkan yüksek radyasyon olabileceğine dikkat çekiyor. Nükleer reaktörlerde yakıt değişimi 1 veya 1,5 yılda bir yapılıyor. Bu sırada da santrallerden etrafa yayılan rutin radyasyon en yüksek miktarlara ulaşıyor. Dr. Fairlie, nükleer santral yakınında yaşayan çocuklarda daha sık lösemiye rastlanmasının sebebi bu olabilir mi sorusuna, “Evet, olabilir” yanıtını veriyor. Fairlie, “Nükleer santrale yakın ve oradan esen rüzgarların yolu üzerinde oturanlar, yakıt değişimi sırasında yıl boyunca aldıkları rutin radyasyon seviyelerinin 20 ila 100 katı radyasyona maruz kalıyorlar” diyor. Makalede, yakıt değişimi yapacak nükleer santrallerin bu sırada bölge halkını uyarması gerektiği ve yakıt değişiminin rüzgarların radyoaktif emisyonları okyanusa doğru taşıyacağı zamanlarda yapılması gerektiği de yazılı.

The Ecologist'teki makaleye ulaşmak için lütfen tıklayınız:

Çanakkale 100 bin parça

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ekim 2014

Planlamaya hiç karşı olmadım. Hatta bizim gibi herkesin kafasına eseni yaptığı ülkelerde bir zorunluluk olduğunu bile düşünürüm. Ancak planı doğru yapacaksınız. Yanlış plan yaparsanız geri dönüşü olmaz. Balıkesir-Çanakkale 1/100 bin ölçekli Çevre Düzeni planı da geri dönüşü olmayan planlardan biri. Türkiye’nin en güzel illerinden Çanakkale bu planda katlediliyor. Türkiye’nin en temiz havası kömürcülerin tozuna, madencilerin siyanürüne feda ediliyor. El değmemiş ormanlar, eşine az rastlanır verimli tarım toprakları inşaat ve yol çetelerinin işgaline sunuluyor.

Planlar doğru yerleşmenin, sürdürülebilir yaşamın koruyucuları gibidir. Yanlış planlarsanız ya da bilerek yanlış yaparsanız çarpık kentleşmeye, ormansızlaşmaya, tarımda dışa bağımlılığa ve bin türlü sağlık sorununa davetiye çıkarırsınız. En değerli hazinemiz toprak biter. Çevre düzeni planı bavul değil. Boşaltıp yeniden dolduramazsınız. Orman, su ve hava gitti mi gider.

Çanakkale için yapılan planda dev sanayi bölgeleri, madencilik sahaları, Gökçeada ve Bozcada gibi korunması gereken yerlerin ranta açıldığı görülüyor. Bunların hangisine Çanakkale’nin ihtiyacı var? Tek tek bakalım.

Dünyada çıkarılan altınların yüzde 80’inden mücevher yapılıyor. Mücevher bir ihtiyaç değil, hayat kurtarmıyor, dünyayı ileri götürmüyor. Kalan yüzde 20’nin büyük bir kısmı da yatırım amaçlı alınıyor. Çıkarılan altının çok azı elektronik eşya yapımında kullanılıyor. Bunu iyi bir şey kabul etsek bile dünyada bilgisayarlara yüzlerce yıl yetecek altın zaten var. Mesele sadece bu değil. Altın madeni işletmelerinin ocak başı satış gelirinin sadece yüzde 2’si devlet payı olarak ödeniyor. Bergama’dan başlayarak hukukun askıya alınması, madencilere istedikleri gibi kirletme izni verilmesi birkaç kişiyi zengin etmekten ibaret. Bir altın yüzük için 18 ton maden cevheri atığı üretilen bir sektörden bahsediyoruz. Aklı, vicdanı olan biri bu madenleri plana koyar mı? Koymaz.

Planda termik santraller de var. Türkiye’nin elektrik talebi 2013’te sadece yüzde 1,3 oranında arttı. Santral yapımı ise hız kesmedi. Fazla kapasite var. Önümüzdeki yıllarda da elektrik talebi yüksek oranlarda artmayacak çünkü ekonomideki büyüme sınırlı kalacak. Daha da önemlisi, istenirse ekonomideki büyüme daha az enerji tüketimiyle gerçekleşebilir. Türkiye zaten enerjiyi kötü kullanan bir ülke. Verimlilikle, aynı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi daha az elektrik tüketerek büyüme sağlanabilir. Türkiye’nin tüketimini klimaların zorladığı gerçeğini de unutmayalım. Ortada sanayi kaynaklı bir talep yok. O nedenle Çanakkale’yi kömür tozuna boğacak, tarımı bitirecek termik santraller plandan çıkarılmalı.

Çanakkale Boğazı’na yapılmak istenen köprü ise aynı İstanbul’da olduğu gibi trafik ihtiyacından değil, yol boyunca yeni yerleşim yerleri açma isteğinden o plana dahil edilmiş. Bina dikilen topraktan zeytin, domates, buğday, arpa, yulaf, çavdar, susam, tütün, fasulye, nohut, bezelye, börülce çıkacak mı? Siyanür toprağa ve suya bulaşınca kavun, karpuz, şeftali, ceviz, erik, badem, vişne, elma, armut, kiraz, domates, patlıcan, pırasa, lahana, ıspanak, havuç, biber ve türlü türlü üzüm yetişecek mi? Termik santralden bırakılan soğutma suları denize varınca tekir, mercan, barbunya, sardalye, lüfer, palamut, kılıç ve kolyoz oltaya takılacak mı? Hurda demirciler ve otomobiller ili işgal edince koyun, keçi, sığır ve 50 bine yakın arı kovanı yüz bin parçaya bölüp mahvettiğiniz Çanakkale’de yaşayacak mı? Yukarıdaki saydıklarım ürünlerin hepsi Çanakkale’de üretiliyor. Bir zahmet şu listeye bir daha bakıp Çevre Bakanlığı’na itiraz dilekçenizi hemen kaleme alın. İtiraz süresinin son günü 8 Ekim 2014. Bakanlığa, “Çimentoya su verilince karınlarımız doyacak mı” diye sormayı da ihmal etmeyin.

Finlandiya’da nükleer kaos

Finlandiya’da yapımına 2005’te başlanan nükleer reaktörün 2018’den önce devreye giremeyeceği açıklandı. Maliyeti ise 5 milyar avrodan fazla arttı. Hükümet iki yeni nükleer reaktör planlarından birine hayır dedi, diğerine şart koştu. Yeşiller koalisyonu terk etti.

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2014

Nükleer felaket denince akla ABD, Sovyetler Birliği ve 2011’de Japonya’da meydana gelen nükleer santral kazaları geliyor. Finlandiya’daki nükleer felaket ise ekonomik ve siyasi. Rus gazına bağımlılığı azaltacak iddiasıyla inşaatına 2005’te başlanan Olkiluoto-3 reaktörü Finlandiya’nın başına bela oldu. Yapımcı Areva-Siemens konsorsiyumu, yaptığı açıklamada reaktörün en erken 2018 yılında devreye gireceğini kabul etti. İnşaata başlandığında reaktörün 2009 yılında elektrik üreteceği söyleniyordu.

Dünyadaki en gelişmiş nükleer reaktör diye tanıtılan Avrupa Basınçlı Su Reaktörü’nün (EPR) maliyeti de dudak uçuklatıyor. 1600 megavatlık (MW) reaktörün maliyetinin 3,2 milyardan 8,5 milyar avroya çıkması bekleniyor. Bu tahmin, reaktörün yapımını üstelenen Areva’nın Yönetim Kurulu Başkanı Luc Oursel’e ait ve iki yıl öncesine dayanıyor. Olkiluoto-3 reaktörün siparişini veren TVO firmasının başı da hem artan maliyet hem de tazminat davalarıyla ciddi anlamda dertte. Gecikmeden dolayı tahkime giden TVO, Areva’nın kendisine 1,8 milyar avro ödemesini talep ediyor. Areva ise gecikmeden TVO’yu suçluyor ve 2,7 milyar avroluk tazminat istiyor.

YENİ REAKTÖRLER ZORDA
Olkiluoto’daki başarısızlık Finlandiya’daki diğer nükleer santral projelerini de etkilemeye başladı. TVO firması, gecikmeler ve mali belirsizlik nedeniyle aynı nükleer santralde kurulması planlanan 4 numaralı reaktörün inşaatına başlayamadı. Hükümetten yeni reaktör için verilen iznin uzatılmasını istedi ancak hayır yanıtı aldı ve bu proje deyim yerindeyse bir başka bahara kaldı. Finlandiya hükümeti, Fennovoima’nın Pyhajoki Nükleer Santral projesine verdiği destekte ise şartları ağırlaştırdı. Rusya’nın devlet şirketi Rosatom’la yapılan anlaşmada, konsorsiyumun yerli ortaklarının payının yüzde 50’den 60’a çıkarılmasını istedi. Projedeki ortağın Rusya olması, ortak bulma konusunda Fennovoima’nın işini zorlaştırıyor. Ukrayna krizi ve nükleeri tercihteki asıl nedenin Rusya’ya bağımlılığı azaltmak olması, projeye eleştirel yaklaşanların sayısını arttırıyor.

Hükümetin Fennovoima’ya yeşil ışık yakması ülkede bir de siyasi krize yol açtı. Hükümet ortağı Yeşiller koalisyondan çekildi ve iktidardaki koalisyonun elindeki sandalye sayısını 102’ye düşürdü. Muhalefetin elinde ise 98 sandalye var. 2005’te ‘çözüm’ diye sunulan nükleer şimdi Finlandiya’da sadece sorunlarıyla gündeme geliyor.

***
Sinop’ta da Areva var
Finlandiya’da aldığı siparişle başı belaya giren Areva şirketinin adı Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralde de geçiyor. Türkiye ile Japonya arasında imzalanan anlaşma metni aradan geçen 1,5 yıla rağmen kamuoyuyla paylaşılmasa da basına sızan haberler Sinop’ta Areva ve Mitsubushi Heavy Industries şirketlerine ait Atmea tipi reaktörlerin kullanılacağı belirtiliyor. Dünyada Atmea reaktörlerinin kullanıldığı bir nükleer santral yok. Nükleer santral projesinde ısrar edilirse ilk kez Sinop’ta denenecek. Aynı Finlandiya’daki EPR gibi denenmemiş bir teknoloji. Mersin’de kurulmak istenen nükleer santralde kullanılacak Rus yapımı VVER1200 reaktörleri de henüz hiçbir nükleer santralde elektrik üretmedi.

Elektrik ve laiklik

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Eylül 2014

Elektriğin henüz İslami usullere uygun üretileni icat edilmedi. ‘Helal elektrik’ kavramını ilk kez ortaya atmaktan gurur duyuyorum ama derdim o değil. Elektrik üretiminde değil elektrik tüketiminde vicdan özgürlüğünün sağlanması için bir devlet neleri yapmalı onları yazacağım. Helal elektrik üretimi sorununu da konunun uzmanlarına havale ediyorum. İran gazı, Rus uranyumuyla elektrik üretimi vacip midir bir araştırsınlar.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Ocak ayında yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 84 bin 684 cami var. Yasalar, sadece cami, mescit, kilise, havra ve sinagogları ibadethane kabul ediyor ve aydınlatma giderlerinin Diyanet Bütçesi’nden karşılanmasına izin veriyor. Suyu ise belediyeler ücretsiz sağlamakla yükümlü. Şimdi hesap yapalım. Büyüklükleri ve haliyle elektrik harcamaları değişse de, bir caminin aylık aydınlatma faturasının 200 TL olduğunu varsayalım. Camilerin elektrik faturaları için Diyanet’in bütçesinden çıkan miktar ayda 17, yılda ise 204 milyon TL’yi buluyor.

Camiler, Türkiye’deki sünni Müslümanlara hizmet etmek için kurulmuş. Sayılarının 15-20 milyon olduğu tahmin edilen Aleviler, başka dini inanca sahip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları veya ateistler camiye gitmiyor. Ancak camilerin aydınlatma masrafları, devletin bu hizmetini kullanıp kullanmadığınıza bakılmaksızın diyanet bütçesinden yani herkesten tahsil ediliyor. Halbuki aynı otoyol gibi, bu hizmetten yararlananlar da ayrıca ücretlendirilebilirler. Giden öder, gitmeyen ödemez. Camilerin ısıtma giderleri için cemaatten para toplanabildiğine göre pratikte sorun yok. Buna aydınlatma ve imamın maaş giderleri de eklenebilir. Şimdiki durumun adı ‘zorla yapılan tahsilat’tır. Dinde zorlama olur mu sorusunun yanıtını bu ülke her gün acı bir sürprizle aldığı için ben soruyu, “demokratik, laik bir devlette zorlama olur mu” diye soracağım. Demek ki neymiş, ‘dinde özgürlük’ türban veya başörtüsüyle sınırlı değilmiş.

İşin garibi, radikal İslamcı gruplar, 2013’teki yasa değişikliğinden bu yana, diyanet bütçesinden başka ibadethanelerin elektrik faturalarının ödenmesine ateş püskürüyor. “Kilisenin parasını müftülük ödüyor” diye kızıyorlar. O zaman gitmediği camide kullanılan elektrik için para ödemek istemeyenlere de kızmayacaksın.    

Enerjide laik düzene geçmenin önündeki tek engel camilerin elektrik faturaları değil. Bir de TRT engeli var. Türkiye’de elektrik fatura bedellerinin yüzde 2’si TRT’ye aktarılıyor. Bu sayede TRT, izleyici kaybederim, reklam alamam korkusu olmadan, hükümetin dini ve siyasi görüşünün propagandasını yapabiliyor. Parasını ödeyen sizlerin görüş ve inançlarına uygun düşmeyen yayınlara yer verebiliyor. Ne kadar mı bu bedel, onu da Elektrik Mühendisleri Odası Enerji Birimi Koordinatörü Olgun Sakarya’nın yardımıyla hesaplamaya çalıştım. 2012’de bu tutar kaba bir hesapla 870 milyon TL’yi buluyor. Hesap yanlış, eksik diyenler doğru bedeli çıkarır görürüz. TRT’nin yayınlarının bu ülkedeki her dine, mezhebe, dinler içerisindeki farklı görüşlerle ve dinsizlere hitap ettiğini kimse iddia edemez. Yabancı ülkelerde de devlet kanalları var ama hükümetin sesi olmadığı için halk maddi desteğe sesini çıkarmıyor. TRT payı da zorla yapılan bir tahsilat. Demokrasilerde işi olmaz.

“Alt tarafı yılda 1 milyar TL, abartma” diyenlere de bir çift lafım var. Kaçak elektrik kullanımı gündeme gelince “ben tüketmediğim elektriğin parasını niye ödüyorum” diye soranları olayı abartmakla suçluyor musunuz? İzlemediği, kendisini hiçe sayan televizyona para vermek istemeyene de kızamazsınız. Bu aralar baskıyı, dayatmayı özgürlük gibi göstermek moda oldu. Madem derdiniz özgürlük, gelin önce dini özgürleştirelim. Devletin, inanmayanın parasından kurtaralım, kendi yağıyla ve inananların bağışlarıyla kavrulsun. İmamların maaşını, camilerin suyunu ve elektriğini o hizmetleri kullananlar ödesin. İşe de elektrik şebekesini laikleştirmekten başlayalım.

Bugün Dil Bayramı

Bugün Dil Bayramı. Dil Devrimi 82. yaşında ama daha yapılacak çok iş var.

İzninizle daha iyi yazmak için birkaç basit öneri sunmak istiyorum. Öncelikle cümlelerinizden, "yönelik, olan ve olarak" gibi kelimeleri atarak işe başlayın. Bir örnek: Sivas'ın ilçesi olan Divriği'ndeyiz. Buradaki "olan" kelimesini cümleden çıkardığınızda anlam değişmez aksine güzelleşir.

http://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/395049--kosullarimizin-saglanmasi-gerekecek
Kötü kullanım o kadar yaygın ki, Anadolu Ajansı'nın metinlerinde bile hata bulmak mümkün. Halbuki gazeteciliğe başladığımızda bize AA'yı örnek almamız salık verilirdi. Yandaki fotoğrafta gereksiz kelime kullanımına bir örnek. Haberdeki "olan" kelimesini atın, anlamın değişmediğini göreceksiniz.

Türkçe'de yabancı kelime kullanımı da ayrı bir sorun.Her zaman iyi bir karşılık bulunamıyor olabilir. Peki, iyi örnekleri kullanıyor muyuz? Navigasyon demek yerine neden "yolbul" gibi harika bir kelimeyi kullanmıyoruz?

Beni bu aralar en çok CNBC-e'deki (cenebece-e okunur) çeviriler rahatsız ediyor. "Stabil durumda" gibi hangi dile ait olduğu belirsiz cümleler kuruluyor. Bir çevirmen çeviri yaptığı iki dili de çok iyi bilmek zorunda. Ne yazık ki bizde yabancı dili güzelse o çevirmenin iyi olduğu sanılıyor.

Dil emek ister, çaba harcamazsak gelişmez. Bundan 5-10 yıl önce yazdıklarıma bakıyorum, onlarca hata buluyorum. Önemli olan hatalarımızı düzeltmeye, tekrar etmemeye çalışmak.

New York İklim Zirvesi'nde verilen taahhütler

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-mun tüm ülkelerin temsilcilerini küresel iklim değişikliğini durdrumak için önlem almaya ve sözden eyleme geçmeye çağırdı. Ban Ki-mun'un çağrısıyla 24 Eylül 2014 tarihinde New York'ta biraraya gelen ülkelerin temsilcileri, küresel iklim değişikliğini durdurmak için neler yapacaklarını BM kürsüsünden duyurdu. Aşağıdaki haritada, ülkelerin New York'taki zirvede verdikleri taahhütleri görebilirsiniz. Merak ettiğiniz ülkenin üzerindeki balona tıklamanız yeterli. (Dil: İngilizce)