Japonya en ucuz enerji kaynağını keşfetti

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Ağustos 2014

2011 Mart ayında Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinde dev bir kaza oldu. Santralden sızan radyasyon, suya, havaya ve toprağa bulaştı. Reaktörleri soğutmada kullanılan tonlarca radyoaktif suyun büyük bir bölümü de okyanusa bırakıldı. Japonlar haftada bir okyanustan su örnekleri alıp radyasyon seviyesini ölçüyor. Radyasyon bir yere gitmiyor ama okyanus çok büyük olduğu için dağılıyor. Belirli bir noktada yüksek seviyede radyasyona rastlanmazsa bu zararsız kabul ediliyor ve alarm düğmesine basılmıyor. Düşük seviyedeki radyasyonun zararsız olmadığını söyleyen onlarca bilim adamı var ancak kuralları koyanlar buna inanmamızı istiyor. Japonya’daki ölçümler daha uzun yıllar sürecek. Toprak, hava ve balıklardaki radyasyon sürekli gözetim altında tutulacak. Balıkçılar ve çiftçiler o bölgeden umudunu kesti. Artık radyasyon Fukuşima’da hayatın bir parçası, yok etme şansınız yok.

Çernobil sonrası İngiltere’nin Cumbria bölgesindeki koyunlarda da radyasyon ölçümleri başlatılmış, hayvanların başka bölgelere götürülmesi yasaklanmıştı. 1986’da başlayan ölçümler 2012 yılında sonlandırıldı. 26 yıl boyunca çiftçiler, koyunlarını radyasyon taramasından geçirmeden pazara götüremediler. 2 bin kilometre ötede olmuş bir nükleer kaza sonucu alınan en basit önlemden bahsediyorum. Şimdi düşünelim. Mersin ya da Sinop’ta olacak bir nükleer kaza sonrası yapmamız gerekecek bin tane işin sadece üçünü düşünelim.

1. Karadeniz ve Akdeniz’de, onlarca farklı noktada, denizdeki radyasyon seviyesini sürekli ölçmemiz gerekecek.

2. Bölgedeki hayvan stoklarını düzenli radyasyon taramasından geçirmek zorunda kalacağız.

3. Topraktan, meyve ve sebzelerden sürekli örnek alıp onları radyasyon kontrolüne göndereceğiz. Yoksa ne yiyebileceğiz, ne de satabileceğiz.

İşte Türkiye’nin ihtiyacı olmamasına rağmen nükleer santralde ısrar etmesinin en zararsız sonuçlarından üçü bunlar olacak. Sizce ülkede bu denetimleri yapabilecek, hükümetten korkmadan sonuçları açıklayabilecek bir kapasite var mı?

Fukuşima kazasından önce Japonya’da 54 nükleer reaktör çalışıyor, ülkedeki elektriğin yüzde 30’unu üretiyordu. Daha sonra birer birer kapatıldılar. 15 Eylül 2013’ten bu yana Japonya’daki nükleer santrallerin hepsi kapalı. Nükleer lobi, santrallerden birkaçını yeniden açtırmak için uğraşıyor; Abe hükümeti de bu fikri destekliyor. Elektrik üretiminin neredeyse üçte birini nükleere bağlayan bir ülkede değişim anında olmaz ancak nükleersiz bir Japonya artık herkesin dilinde. Japonya’nın 2030 hedefinde elektrik ihtiyacının yüzde 20’sini rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak yazılı. Daha da önemlisi, Japonya’nın tasarruf ve verimlilik tedbirleriyle elektrik talebini 2010-2012 arasında yüzde 8 düşürmüş olması. Aynı Almanya gibi, dünyanın bir başka sanayi devi de çözümü daha az tüketmekte buldu.

Türkiye ise yüzde 25’lere varan enerji tasarrufu potansiyelini görmek yerine, daha çok enerji tüketerek ekonomisini ilerletmeye çalışıyor. İşin komik tarafı, bir yandan da enerji ithalatından şikayet ediyor. Halbuki, tasarruf edilen, verimli kullanılan enerjiden ucuzu yok. Japonya’dan nükleer santral almak yerine, iki yılda nasıl oldu da Türkiye’nin elektrik tüketiminin yaklaşık dörtte biri kadar tasarruf yapmayı başardılar onu öğrensek çok daha iyi olacak.

Kuzey Ormanları Savunması, 5-6-7 Eylül tarihleri arasında Kemerburgaz’da bir kamp düzenliyor. Kamptaki enerji atölyesine ve iklim değişikliğini konuşacağımız panele beklerim.

Ya dolmazsa

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Ağustos 2014

Bizim Mahmut Amca iyidir, hoştur ama biraz dediğim dediktir. Kumru Teyze olmasa Gezi’de sokağa bile çıkmayacaktı. “Hükümet yanlış yapıyor ama devlete de karşı gelinmez oğul” diye tutturduydu. Sonra sokaktaki gençleri görünce o da tava elinde camdan inmedi. Dün bize geldi, İzmir’e kızlarını ziyarete gideceklermiş, bana nasıl gidelim diye sordu. Önce anlamadım, meğer Kumru Teyze göndermiş. Kumru Teyze iyi bir Yeşil BirGün okuru. “Sor bakalım Özgür’e, İzmir’e arabayla mı, uçakla mı gitmek daha çevreci” diye Mahmut Amca’yı bize yollamış. Mahmut Amca’nın otomobilsiz seyahat ettiğini pek hatırlamam. Son hortumdan bu yana Kumru Teyze iklim değişikliğine fena taktı, otomobili de hiç sevmez. İklimi bahane edip İzmir’e uçakla gidecek ama Mahmut Amca’yı arabasından vazgeçemiyor olsa gerek. Niyeti anladım ama tarafsızlığı elden bırakmamak lazım.

Mahmut Amca’yı buyur ettim, açtım bilgisayara baktım. İstanbul-İzmir 560 km. “Uçakla olmaz Mahmut Amca” dedim, “Çok seragazı çıkar, küresel ısınmaya neden olursunuz. Sonra söylemedi deme, torunlarını zorda bırakırsın”. “Avrupa Çevre Ajansı’na (AÇA) göre 700 km’den kısa mesafelerde uçak yerine trene binmek daha çevreci” diye de ekledim. Vitesi beşe takmış bir şoför gibi gülümsedi. “İzmir’den de Antalya’ya geçecektik, oraya da mı uçak yasak” diye sordu. Yaşlarını da düşünerek, “En iyisi” dedim, “siz İstanbul’dan uçakla Antalya’ya gidin, kızınızı da arayın o İzmir’den Antalya’ya otobüsle gelsin”. Mahmut Amca’nın otomobil hayalleri suya düştü, radara yakalanmış gibi oldu.

Sonra kağıdı kalemi alıp Kumru Teyze’ye AÇA’nın verilerine bakarak bir not yazdım:

Bir kilometrelik yolu bir kişi otomobille giderse, kilometre başına iklim değişikliğine neden olan yaklaşık 160 gram seragazı çıkarır. Aynı yolu uçakla alırsa100 ila 250 gram, trenle giderse 40 ila 160 gram ve otobüsle giderse 40 ila 80 gram seragazına neden olur. Binilen aracın dolu olması, aynı yakıtla daha çok kişi yol aldığı için kişi başı emisyonları düşürüyor. Tam dolu otobüste kişi başı emisyon 40 grama kadar düşüyor. En çevrecisi otobüs, zaten İzmir’e İstanbul’dan tren yok.

Ulaşım hesabı karışık gibi görünüyor ama değil. İklim değişikliğine daha az katkıda bulunmak için uzun yolda yapılacaklar tablosu yukarıdaki gibi. AÇA, 700 kilometreden az bir yola gidiyorsanız tren veya otobüsü tercih edin diyor. Kısacası, İstanbul-Ankara arası uçağı unutun. Gidilen mesafe 700 km’den fazlaysa uçağı ya da otomobili düşünebilirsiniz. Yalnız, otomobilde tek değilseniz iş değişiyor. Beş koltuk dolduğunda otobüs ve trene yakın sayılara erişmek mümkün.

Kentte ise ilk tercihimiz yürümek ve bisiklete binmek olmalı. Bisiklet ve yürümeyi, tüm koltuklar dolu olmak şartıyla minübüs, metro, hafif metro ve otobüs izliyor. Bizde toplu taşıma araçlarını boş görmek zaten zor. Pestilimiz çıkıyor ama çevreyi koruyoruz; anlayacağınız metrobüs bir melek. Tek kişinin olduğu otomobiller ise tam bir çevre düşmanı.

Mahmut Amca nota uzunca baktı, bizim tavandaki Örümcek Selim’e bakarak (Evet, bizim evde örümceklerin adı var) bir şeyler mırıldandı. “O zaman biz Kumru’yla arabayı alalım. Yoldan da iki otostopçu aldık mı, otobüsle aynı hesap” dedi ve kalktı, gitti. Giderken de, “Otobüs en iyisi tabi de, ya dolmazsa” diye bir daha seslendi. Merdivenlerden inerken birkaç kez daha “ya dolmazsa” dediğini duydum.

Olimpos’u bekleyen tehlike

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Ağustos 2014

Olimpos'ta olmaması gereken şemsiyeler - Foto: O.Gurbuz
Dört haftalık bir aradan sonra tekrar merhaba. Gazetedeki dostlar, “yazarımız dört hafta boyunca tembellik hakkını kullanacak” diye not düşmenin diğer yazarları kışkırtabileceği düşüncesiyle bu süreyi size haber vermeden geçirmeyi tercih etti ama ben tembelliğin yayılması adına yazmayı uygun buldum. Ne kadar çok çalışırsak, dünyaya o kadar zarar veriyoruz. Diğer nedenleri bıraktım, sadece iş saatlerinin düşmesi için bile sendikalara üye olmak, onların bu talepleri dillendirmesini sağlamak gerek. Tembellik hakkı iyidir, sahip çıkmalı.

Tatilden çıkan her yazar gibi ben de bu yazıda denizden kumdan bahsedeceğim. Bizde sürpriz yok. Neredeyse her yıl olduğu gibi bu yıl da yolumuz Olimpos’a düştü. Burası Türkiye ekoloji hareketi için önemli bir yer. Beş yıldızlı otellerle kuşatılmış Antalya bölgesinde, sorunları olmasına rağmen hâlâ betona boğulmamış bir koy ve kumsal. Turizmi oranın halkı yapıyor, para büyük sermayeye değil küçük işletme sahiplerine gidiyor. Eleştirilecek yanları var ama “başka bir turizm” için kötünün iyisi tadında bir yer.

SİT ALANI
Birçok kişi bölgenin korunması için çaba harcıyor elbette ama betonun Olimpos ve Çıralı’dan uzak durmasının ardında yatan ilk neden doğanın ve tarihin kendisi. Çıralı sahili Akdeniz’in simgesi iribaşlı deniz kaplumbağalarının (Caretta caretta) yuvalama alanı. Plaj onların, biz misafiriz. Kıyı kesimi ve kumsal 1. Derecede Doğal Sit Alanı, iç kesimler ise 3. Derecede Doğal Sit Alanı statüsünde. O nedenle kumsalda yapılaşma yok, şemsiye yok, şezlong yok varsa da Çıralı’daki gibi yuva alanlarının gerisinde. Olimpos ile Çıralı sahilinin birleştiği yer ise 1. ve 2. Derecede Arkeolojik Sit Alanı. O yüzden bölgede ahşap evler, ağaç evler var. Beton yasak, her ne kadar Kültür Bakanlığı birkaç yıl önce antik kent ve plaj girişine turnike koyarak bu kuralı ihlal etse de birkaç istisna dışında bu kurala uyuluyor.

Olimpos sahilinde çöp - Foto: O.Gurbuz
Günübirlik teknelerin sahile yaklaşmalarını engelleyecek dubalar bu yıl denize yeniden konulmuş. Tekneler yaklaştıkça yavaşlayıp hız sınırına uymak zorunda kalıyor. Sintine atıklarına bu yıl rastlamadım. O konudaki çabalar sonuç veriyor olabilir, ya da şanslıydım. Bunlar olumlu gelişmeler. Olumsuzlukların başında ise araç ve bununla birlikte plajdaki şemsiye-şezlong sayısının artması geliyor. Antik kentin girişine yapılan otopark Olimpos’u tehdit ediyor. Bir de sahilin çöpe boğulması ve geceleri ateş yakılması sorunları var. Temiz ve güzel olduğu için geldiği yeri kirletip giden bir güruhuz biz. 

ŞEMSİYE MERAKI
Kumsala sapladığınız her şemsiye, Carettaların yumurtalarını parçalayan bir mızrak olabilir. Bu yaptığınız, hamile bir kadının karnına bıçak saplamaya benziyor. Sahilde bıraktığınız her plastik torba, denize ulaşırsa kaplumbağaların boğulmalarına neden olabilir. Kaplumbağalar Mayıs-Ağustos ayları arasında kumsala yumurta bırakıyor. Yavrular 1,5-2 ay sonra kabuklarını kırıp denize ulaşmaya çalışıyor. Bu zamanlarda plajda ışık olmamalı, ateş kesinlikle yakılmamalı. Yavrular denize kendi başlarına gitmeli, denize taşınmamalı ki yıllar sonra yuvalayacakları kumsalı tanıyabilsinler. Yavrular gibi dişiler de hassas. Gece karaya çıktıklarında karşılarına şezlong çıkarsa, ses ve ışıklar onları rahatsız ederse yumurta bırakmadan denize dönüyorlar. WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) 2010 yılında bir araştırma yapmıştı. O yıl 224 kaplumbağa karaya çıkmış, 76 tanesi yumurta bırakmış. Tespit edilen 76 yuvada 5 bin 842 yumurta vardı ve bu yumurtalardan çıkan yavruların yüzde 61’i denize kavuşmuştu.    

NE YAPILMALI?
Öncelikle Olimpos’a araç girişi sınırlandırılmalı. Otopark ana yola yakın bir yere taşınıp, tatilciler minibüslerle (mümkünse elektrikli araçlarla) pansiyonlara taşınmalı. Bölgede şemsiye satışı yasaklanmalı, şezlong kiralamaya son verilmeli. Çevre Bakanlığı ve yerel idareler denetimde yetersiz. Yaz boyunca bir çevre kuruluşuyla anlaşılıp, denetim yetkilendirilmiş gönüllülerce yapılabilir. Yatacak yer ve cep harçlığı karşılığında orada çalışmak isteyecek onlarca genç bulunacağına eminim. Gazete izin verirse ben de giderim. Jandarmanın da desteğiyle plajda ne çöp kalır ne de ateş yakılır. Bu konuda yeterli uyarı tabelası da yok, sayıları arttırılmalı.

Olimpos konforlu bir tatil yeri değil. Güneş altında pişme, çakılda yatma yeri. Bunu böyle kabul edin, konfor arıyorsanız Türkiye’de onlarca otel sizi bekliyor. Burası kaplumbağaların ve Likyalıların evi. Bize sessizce misafir olmak düşer.

Süleyman Seba siyah beyazdır

Özgür Gürbüz-Yön Haber/14 Ağustos 2014

İstanbul'a 1980'de taşındık. Önce Suadiye. Göztepe'ye taşındığımızda herhalde 10 yaşındaydım. O zamanlar "takım tutmak" nedir bilmezdim. Spor ise koşuşturmaktan ibaretti. Taşındığımız mahallede herkes futbol oynuyordu, ilk kez orada topa ayağımı vurdum. "Ayağıma top vurdu" desem herhalde daha doğru olur. Kadıköy'deyiz, etrafta Fenerbahçeli çok. Galatasaraylı da az değil ama Beşiktaşlı neredeyse yok denecek kadar az. Babam Galatasaraylıydı ama bir Fener maçına gitmiş, ezilmekten zor kurtulduğu için tövbe etmişti. Macaristanı deviren milli takımın kadrosunu hâlâ eksiksiz sayabiliyor; o başka... Nedenini bilmiyorum ama ağabeyim Fenerbahçeliydi. Anlayacağınız, sülalede Beşiktaşlı bulmak mümkün değil. O koşullarda, çevrenin de etkisiyle ben de "Fenerli gibi" oldum. Mersin İdman Yurdu ve Sarıyer maçlarına gittiğimi, Fenerbahçe'nin bir şampiyonluğunda caddede tur attığımı bile hatırlıyorum. Şu tur meselesinde karşı komşum, Taner'in payı da olsa gerek. İşte tam o zamanlarda Süleyman Seba belirdi. Düzgün bir adam, dürüst. Futbolu futbol için seven biri. Hemen etkiledi beni. Yanında da Gordon Milne ve yoldaşları; Metin, Ali, Feyyaz, Gökhan, Ulvi, Kadir, Zeki, Amokachi, Walsh, Sergen, Recep, Samet, Şifo Mehmet, Ziya... Süleyman Seba'nın çocukları bunlar, belki Walsh hariç, onun yaşı Seba kadar vardı Beşiktaş'a geldiğinde. Böyle akıp gidiyor isimler. Ve tabi ki Kaptan Rıza; Atom Karınca! Rıza'yı hep Seba'nın oğlu gibi hayal etmişimdir. Onun gibi inatçı, çizgisini bozmayan ve çok çalışkandı Rıza. 

Seba ve ekibi sayesinde Beşiktaş inançlı, mütevazi, çok çalışan ve şu aralar anlamını unutsak da "efendi" bir takım olmuştu. Efendilik her şeyi özetliyordu aslında. Efendi olmak için paraya, şana, şöhrete gerek yoktu; hileye, hurdaya bulaşmamak yetiyordu. Dürüsttü Beşiktaş yahu, mütevaziydi. Neon ışıkları renkli olur ama insanı kandırır, Beşiktaş siyah-beyazdı. Kısacası Beşiktaş kalbimi "pır pır" attırıyordu. İngiliz futbolunun disiplini de mantığıma hitap ediyordu. Yalnız değildim, o yıllarda rotayı benim gibi  Beşiktaş'a kıran çok kişi olduğunu biliyorum. İşte ben böyle Beşiktaşlı oldum. Efsane Başkan Süleyman Seba ve ekibi sayesinde. Biliyorum ki benim gibi binlercesi de o yüzden Beşiktaşlı. Şerefimizle oynayıp hakkımızla kazanamayacaksak kaybetmeyi yeğlediğimiz için Beşiktaşlıyız. O yüzden Gezi'de ezilenin yanındaydık, sesi çıkmayan ağacı, kuşu ve karıncayı savunduk. İşte yine o yüzden bu takımın taraftarı nükleere karşı pankart açar, HES'lere gıcık olur. En çok şampiyon olan, kasasında en çok parayı bulunduran biz değiliz. Söylemenize gerek yok, çok iyi biliyoruz ama hiç umurumuzda değil. Belki de o yüzden bize çok yakışıyor şu "Halkın Takımı" deyişi. Bu ülkede halk ligi hep ikinci bitirdiği, Seba gibi bir halk adamının izinden gittiği için bu ünvan bize çok yakışıyor. Kulübe yeni tesisler kazandırmak için para biriktiren, harcarken de elleri titreyen bir başkandı Süleyman Seba. Güneşin altında, gölgede, alacakaranlıkta baktığımızda rengini seçemediğimiz, "acaba yeşil mi yoksa sarı mı" demediğimiz bir renktin sen. Siyah ve beyazdın.

Işıklar içinde yat efsane başkan. Bir zamanlar tek başınaydın ama bugün binler yürüyor ardından.

Kurşunlu benzin kimin icadı

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Temmuz 2014

Kurşunlu Benzinin Gizli Tarihi
2009 yılında İstanbul’daki çevre yollarındaki ağır metal kirliliğini gösteren bir araştırmayı haberleştirmiştim. Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Mert Güney’in çalışması, İstanbul’daki 1. Çevreyolu kenarından alınan bir kilogram toprakta 1572 miligram kurşun tespit etmişti. Avrupa Birliği’nin (AB) bir kilogram toprakta bulunmasına izin verdiği kurşun miktarı en fazla 100 miligram. İstanbul’un göbeğinde sınır değer 15 kat aşılmıştı.

Kurşun solunum ve sinir hastalıklarına yol açabiliyor, kanserojen etkileri var. Peki, İstanbul’un göbeğinde bu kadar çok kurşunun ne işi var? Nedeni, motorlu taşıtlar ve kullandıkları benzin. 1996’dan bu yana Türkiye’de kurşunlu benzin satışlı yasak ama yılların neden olduğu kirlilik orada duruyor. Yol kenarlarındaki tarlalar, orada yaşayanlar için ciddi bir tehlike arz ediyor. Asıl ilginç olansa şu. Kurşun insan eliyle katılmadıkça benzinin içinde yok. Kurşunsuz benzin satıyoruz diye sizlere ‘çevreci çevreci’ gülümseyen petrol şirketleri var ya; işte onlar kurşunu benzene katmasalardı bugün böyle bir derdimiz de olmayacaktı. H2O Kitap’tan çıkan ‘Kurşunlu Benzinin Gizli Tarihi’ adlı kitap size enerji dünyasının bu az bilinen öyküsünü en ince ayrıntısına kadar anlatıyor.

Aslında kurşun içermeyen benzine kurşunu ilk General Motors, Du Pont ve bugün ExxonMobil diye bilinen Standard Oil-New Jersey şirketleri katıyor. Dertleri, yakıtın motor silindirinde darbeli yanışını ya da bilinen ismiyle, ‘vuruntuyu’ önlemek. Masumane görülen bu istek aslında gereksizdi. 1921 yılında Thomas Midgley adlı mühendisin, tetraetil kurşunu (TEL) vuruntu azaltıcı olarak kullandığı sırada aynı işi benzin-etanol (bitkisel alkol) karışımı bir yakıtla yapmak mümkündü. Dert sadece vuruntuyu önlemek olsaydı etanol sorunu çözebilirdi ama bitkiden alkol üretmek ve benzine karıştırmak herkesin yapabileceği bir işti. O yüzden kimya, otomotiv ve enerji alanındaki bu üç büyük şirket, patentini ellerinde tutabilecekleri kurşunlu benzini yaratmayı tercih etti; dünyanın kurşuna boğulması pahasına.

Kurşunun can alması uzun sürmedi. 1923 yılında New Jersey Deepwater’da açılan TEL tesisinden, ardından 1924’te Daytona’da açılan bir başka tesisten, kurşun zehirlenmesi sonucu işçi ölümleriyle ilgili haberler gelmeye başladı. Bu ölümler de şirketleri durdurmaya yetmedi. Amerika’daki Toplum Sağlığı Merkezi gibi otoriteler ilgisiz, Kurşun Sanayicileri Derneği gibi lobi örgütleri ise çok aktifti. 1936’ya gelindiğinde kurşunu benzine bulaştıran “Ethyl” katkı maddesi Amerika’da satılan benzinin yüzde 90’ına girmeyi başarmıştı. Sadece Amerika değil tüm dünya kurşunlu benzinle tanışacaktı.

Kurşunlu benzinin insan ve çevre sağlığı için büyük risk oluşturduğunu ispatlamak yıllar aldı. 1996 itibariyle Afrika’da satılan tüm benzinin yüzde 93’ü, Ortadoğu’da yüzde 94’ü, Asya’da yüzde 30’u ve Latin Amerika’da yüzde 35’i kurşun içermekteydi. Dünya Bankası’na göre gelişen ülkelerdeki kentlerde yaşayan 1 milyar 700 milyon kişi, yüzde 90’ı kurşunsuz benzinden kaynaklanan havadaki kurşun nedeniyle sinirsel hastalıklar, yüksek tansiyon ve kalp hastalığı riskiyle karşı karşıya. 2000’li yılların başında kurşunlu benzin birçok Avrupa ülkesinde yasaklandı. Türkiye yasağı 2004 Şubat ayından itibaren uygulamaya koydu. Süper benzin diye bilinen aslında kurşunsuz benzine göre 31 kat fazla kurşun içeren benzinin satışı yasaklandı. Oktanı yüksek benzinle sorun halloldu. Olan insanlara ve doğaya oldu. Kurşunsuz benzin satışından milyarlar kazanan firmalar bugün alanlarında dünya devi.

Kurşunlu Benzinin Gizli Tarihi, enerjide dönen dolapları daha iyi anlamak isteyenler için bir başucu kitap niteliğinde.

Akkuyu’nun maliyeti kafa karıştırıyor

Mersin’in Gülnar ilçesinde kurulmak istenen nükleer reaktörün aynısı Finlandiya’da iki katı fiyata mâl oluyor. Buna rağmen, Rus devlet şirketi Rosatom’a nükleer santral siparişi veren firma elektrik maliyetinin Türkiye’den iki kat ucuz olacağını iddia ediyor.

 Özgür Gürbüz-BirGün/12 Temmuz 2014

Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral için Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) süreci devam ediyor. Daha önce reddedilen ÇED raporu, Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı Akkuyu NGS A.Ş. aracılığıyla tekrar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunuldu. İnceleme Değerlendirme Komisyonu raporu görüşmek için 24 Temmuz’da Ankara’da toplanacak.

ÇED süreci devam ediyor ancak nükleer santralın maliyetiyle ilgili tartışmalar da Finlandiya’dan gelen haberlerle yeniden hareketlendi. Rosatom, Akkuyu’da yapacağı VVER-1200 tipi nükleer reaktörünün aynısını Finlandiya’da da yapmayı planlıyor. Reaktörlerin tipi aynı ama maliyeti farklı. Türkiye’de dört tane yapılması düşünülen ve her biri 5 milyar dolara mâl olacağı söylenen 1200 megavat (MW) gücündeki bir reaktör için Finlandiya’da konuşulan rakam 10 milyar doları buluyor. Bu fiyat farkı, “Türkiye’de bu iş neden daha ucuz” sorusunu da gündeme getiriyor. Üstelik, Finlandiya’da reaktör siparişini veren Fennovoima şirketini içinde bulunduran Voimaosakeyhtiö Kooperatifi’nin Yönetim Kurulu Başkanı Pekka Ottavainen, üretilecek elektriğin maliyetinin kilovatsaat başına 9,53 dolar senti geçmeyeceğini söylüyor. Türkiye’de ise daha ucuza inşa edileceği ifade edilen Akkuyu NGS’nin üreteceği elektriğe devlet tarafından verilen alım garantisi 12,35 dolar sent; 3 sent daha yüksek.

“Avrupa’da ucuz mühendis çalıştırılamaz”
Nükleer santrallarda üretilen elektriğin fiyatını etkileyen en büyük faktör yapım maliyeti. Bu nedenle, Akkuyu’daki nükleer reaktörün daha ucuza yapılacağının beyan edilmesine rağmen, daha yüksek fiyatla elektrik satacak olması kuşkuları arttırıyor. Nükleer enerji konularındaki çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, maliyeti düşürecek etkenler arasında güvenlik tedbirleri, ucuz işçilik ve malzeme olduğuna dikkat çekiyor. Kılıç, “Batı ülkelerinde bilhassa Avrupa Birliği’ne (AB) bağlı ülkelerde kurulacak nükleer reaktörler, Avrupa Atom Enerjisi Birliği’nin (Euratom) güvenlik-tasarım kıstaslarına uygun olması lazım. Kullanılacak tüm malzemelerin uluslararası standartlara tabi ve sertifikalı olması gerekiyor. Avrupa’da inşa edilen bir reaktörde kökeni belli olmayan malzeme, ekipman veya Hindistan’dan, Çin’den gelen ucuz teknisyen ya da mühendis çalıştırmak imkansız” diyor.

Konu hakkında görüşlerini aldığımız Akkuyu NGS A.Ş. yetkilileri ise, nükleer santrallerin inşaatında maliyetin birden fazla değişkene bağlı olduğunu, inşaatın kapsamı, yeri ve iklim koşulları, yapım ve işletme süreçleri, yerli ekipmanların kullanımı, vergi sistemi ve oranları gibi şartların maliyeti etkilediğini belirtiyor. “Dolayısıyla Akkuyu NGS ile başka sahalarda inşa edilen tesislerin yapım maliyetlerinin birbiri ile karşılaştırılması doğru değildir” diyen Akkuyu NGS, Mersin’de inşa etmek istedikleri santralde dört reaktörün olmasının da fiyatı düşüren bir etmen olduğunu vurguluyor ve yapılacak tesislerin işletileceği yerdeki iklim koşullarının da dikkate alındığında ilave teknik çözümlerin kullanılacağının hesaba katılması gerektiğini belirtiyor.

SANTRAL ÇALIŞTIRILMAYACAK
Akkuyu sahasının 1976’da alınan yer lisansı çalışmalarında görev alan nükleer mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman ise Mersin’deki 4 reaktörlü santral için sözü edilen 20 milyar dolarlık fiyatın mutlaka artacağını söylüyor. Bu da serbest piyasaya satılacak elektriğin fiyatını arttırabilir. Yarman, “Rusya, hâlâ Avrupa'ya oranla daha ucuz iş gücüyle çalışıyor. Dolayısıyla, kurulu nükleer güç, ya da nükleer kilovatsaat, burada Avrupa'ya oranla halen daha ucuzdur. Yine de reaktörlerin Türkiye'de yapımı 10 yıldan fazla bir süre rahat alacak. Bu durumda Rusya'da ve Avrupa'da fiyatlar bugüne kıyasla hayli eşitlenmiş olacak. O zaman, Rus nükleer gücü Avrupa'daki eşdeğerlerine oranla ehven olmaktan çıkacak” açıklamasını yapıyor. Yarman maliyet hesaplarında bir başka noktanın daha göz ardı edilmemesi gerektiğini belirterek, “Bu reaktörlerin Akdeniz turizmine, buradan içeriye olsun, dışarıya olsun, sebze ve meyve ihracatına vereceği zarar er veya geç idrak edilecek ve kurulacak reaktörler çalıştırılmayacaktır. O vakit, Akkuyu, dünyanın en pahalı nükleer müzesi olacak” diyor.

Statüko Erdoğan’ı işaret ediyor

Özgür Gürbüz-Yön Haber/9 Temmuz 2014

www.yonhaber.com
Bu yazının niyeti size kime oy atmanız gerektiğini söylemek değil. Bugüne kadarki süreçte farklılıkları bir kenara not almak. Üç aday var, sizin de bir oyunuz. Karar sizin. Yerel seçimlerde de gördük, başkalarını oy atmaya ikna etmek seçimleri futbol maçına çeviriyor. Takım tutmalar başlıyor, söylenenler, vaatler unutuluyor. Malum, herkesin gönlündeki takım her daim şampiyon. Sonuncu da olsa, beşinci de olsa öyle. Seçimlere takım tutar gibi gidersek hepimiz kaybederiz. Türkiye’de futbolun hali ortada, hiç harcanmadığı kadar para harcanan bir lig, birbirini bıçaklayan taraftarlar var ama başarı sıfır. Ders çıkarmalıyız.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin sürpriz ismi Ekmeleddin İhsanoğlu oldu. Tayyip Erdoğan ve Selahattin Demirtaş’ın adaylıklarıysa kimseyi çok şaşırtmadı. ‘Çatı adayı’ İhsanoğlu’nun kendisi kadar nasıl belirlendiği de ilginçti. CHP, belki de son 10-15 yıllık tarihinde ilk kez bir hamlesini kimse duymadan gerçekleştirebildi. Bu kadar dinlemeye, sızdırmaya rağmen, kimsenin İhsanoğlu ismini açıklanana kadar telaffuz etmemesini CHP’nin başarı hanesine yazmalı. Genelde CHP’nin hamlesi bilinir, AKP’nin hamlesi şaşırtırdı.

Erdoğan’ın ezberi bozuldu
CHP’nin İhsanoğlu seçimini, muhafazakar tabandan oy alma çabası diye niteleyenler var. Bence bu seçimin hedefini adayın verdiği mesajlarla değerlendirmeli. Birinci mesaj Erdoğan’ın Türkiye’de kutuplaşmaya yol açan diline, tavrına ve politikada seviyeyi düşüren üslubuna yanıt niteliği taşıyor. Erdoğan’ın en büyük silahına, hakarete varan üslubuna ters düşen bir aday seçildi. İhsanoğlu, muhafazakar camianın yakından tanıdığı ve saydığı bir isim. Erdoğan kendisine, daha önce halka ve başka liderlere hitap ettiği gibi seslenirse oy kaybeder. Sahtekar ve alçak gibi sözler geri teper. Nitekim, rakibine karşı ilk çıkışı, “monşer”le sınırlı kaldı. Ne dinleyenler anladı, ne de kendisi.

CHP’nin İhsanoğlu’nu aday göstererek verdiği bir başka mesaj da, “bildiğimiz tarza sahip” bir Cumhurbaşkanı adayı çıkararak bu seçimin belki de en kilit noktasına, başkanlık sistemine geçilmeyeceğine vurgu yapması. Bu konuda HDP’nin adayı Demirtaş da aslında aynı çağrıyı yapıyor. Bu iki adaydan birinin seçilmesi halinde herkes biliyor ki, “tek adamcılık” gibi bu toprakların başına tarih boyunca bela olmuş bir politik sisteme geçilmeyecek. Güç halka yani parlamentoya verilecek. Ne garip, tek adamı isteyenler yıllardır meydanlarda “halkçılık” oynuyorlardı.

demirtaş’ın farkı siyasi geçmişi
Demirtaş’ın verdiği mesajlara baktığınızda temelde İhsanoğlu’ndan çok farklı olmadığını göreceksiniz. Muhafazakar bir geçmişi yok ama Kürt seçmenin var ve Demirtaş’ın buna karşı bir çıkışı olmayacak. Cumhurbaşkanı’nın rolünün değişmemesi anlamında İhsanoğlu’ndan farklı bir politika izlemeyeceği ortada. Verdiği farklı mesaj, siyasi mücadelesinden geliyor. İnsan hakları savunucusu, azınlıkların yanında bir siyasetçi. Bu anlamda klasik, sözünü söylemeden önce beş kez düşünecek bir Cumhurbaşkanı olmayacak ancak Cumhurbaşkanı’nın rolü değişmediği sürece bu mesajların etkisi de sınırlı kalacak.

Kısaca özetlersek, son 12 yıldır tanıklık ettiğimiz kavga, ayrımcılık, çatışma ve rant üzerine kurulu statükonun daha da güçlenerek devam etmesini isteyenler Erdoğan’a, bir nefes almak isteyenler ise İhsanoğlu’na ya da Demirtaş’a oy verecek.

Beklemedeki cihazlar her yıl Kanada kadar elektrik tüketiyor

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Temmuz 2014

"Beklemede bırakma prizden çek"
Televizyonunuzu hiç kapatıyor musunuz? Uzaktan kumandadaki bir tuşa basarak kapatmaktan bahsetmiyorum, fişi prizden çekmekten bahsediyorum. Evinizdeki birçok elektrikli alet uzaktan kumandayla kapattığınızda, elektrik tüketmeye devam ediyor. Şarjda unuttuğunuz cep telefonları, açık bırakılan çay/kahve makinaları, DVD çalarlar, bilgisayarlar, yedek bellekler ve daha neler neler.

Bugün 7 milyar nüfuslu dünyada 14 milyar ağ bağlantılı elektrikli cihaz var. Herkese eşit dağıldığını, kişi başına iki cihaz düştüğünü sanmayın; bir azınlıktan bahsediyoruz. 2020’de bu sayının 50, 2030’da ise 100 milyara ulaşması bekleniyor. 2008’de bu cihazların tükettiği elektrik miktarı 420 milyar kilovatsaatti (kWs); Fransa’nın yıllık tüketimi kadar. 2013’te ise bu sayı 616 milyar kWs’e çıktı. Artık bir Kanada kadar elektrik tüketiyorlar. Böyle giderse 2025’te dünya elektrik tüketiminin yüzde 6’sı bu cihazlara gidecek, 1140 milyar kWs. Hatırlatalım, Türkiye’nin yıllık elektrik tüketimi 250 milyar civarında. 

Peki, sorun ne? Bu cihazlara, cep telefonlarına, bilgisayarlara, akıllı televizyonlara veda mı etmemiz gerekiyor. Fikrimi sorarsanız “veda etsek hiç fena olmaz” derim ama öncelikle bu cihazları nasıl kullandığımıza bakarak işe başlayabiliriz. Uluslararası Enerji Ajansı tarafından yapılan araştırma ve rapora göre ağ bağlantılı cihazların bağlantısını kullanmadığımız zamanlarda kapatmak (uykudayken interneti kapatmak, ağa bağlı bilgisayar, bellek gibi cihazları prizden çıkarmak gibi) ve kullanmadığınız cihazları bekleme (standby) konumunda bırakmak yerine kapatmak (televizyonu kapattığınızda prizden çıkartmak, çay makinasını devamlı açık bırakmamak gibi) bu aletlerin tükettiği elektriğin yüzde 60 azalmasını sağlıyor. Çok zor demeyin. Kullandığınız çoklu prizleri düğmeli/anahtarlı seçin yeter. Ben evde, gece yatmadan tek düğmeye basarak televizyon, DVD çalar ve modemi aynı anda kapatabiliyorum. Bu tedbirler uygulanılırsa dünyada o yıl için 600 milyar kWs elektrik tasarrufu yapılabilir. Bu da 200 orta büyüklükte kömür santralinin ya da kabataslak bir hesapla 100 nükleer reaktörün kapanması demek.

İşin ciddiyetini anlatmak için birkaç örnek vereyim. 2012’de, Birleşik Krallık ’ta evlerde tüketilen elektriğin yüzde 16’sı ‘bekleme’ özelliği ve ağ bağlantısı olan cihazlarca israf ediliyor. Amerika’da bu cihazların tükettiği elektrik 100 milyar kWs’i buluyor ve bunun tüketicilere maliyeti 3 milyar dolar. Bugün 2 milyar 730 milyon insan internete bağlanıyor. 2016’da 800 milyon evde kablosuz internet ağı olacağı düşünülüyor. Bu ağlara bağlanacak cihazları varın siz hesap edin. Beklemedeki enerji tüketimi (vampir enerjisi de deniyor) can yakıcı olabilir. Örneğin bir bulaşık makinası beklemede saatte 4,2 vat elektrik harcayabilir. Bu da yılda 35 kWs’e denk düşer. Beklemedeki bir yazıcı saatte 2,2, DVD oynatıcısı 3, LCD ekran 0,6 ve müzik seti 4,6 vat elektrik tüketebiliyor[1].  

Burada herkese iş düşüyor, cihaz üreticilerinden tüketicilere kadar. Yıllardır kumandalardan açma/kapama düğmesinin kaldırılmasını savunuyorum. Bence televizyonlar böyle üretilmeli. Odalarda merkezi düğmeler olabilir, ışığı kapatır gibi tüm odanın elektriği kesilebilir (bu fikrimi ilk kez burada açıklıyorum). Demek ki mimarlara da iş düşüyor. Tüketicilere de iş düşüyor. Çevreci ya da yeşil olmak zordur, sadece lafla, eylemle olmaz. Hayatınızı değiştirmek zorundasınız. Yani, poponuzu koltuklardan kaldırıp, televizyonu/bilgisayarı düğmesinden kapatmak veya çoklu prizlerdeki düğmelere uzanmak gerekiyor. Çay suyu kaynatmak için 2 dakika beklerseniz ölmezsiniz, merak etmeyin. Hem elektrik faturalarınız da azalacak. Eleştirdiğimiz şirketlere, ayakkabı kutularına daha az para gidecek.


[1] Tayvan Enerji Bakanlığı Ekonomik İlişkiler Bürosu