Milli Çevre Muhabiri Andı

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Mart 2013

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önceki gün gazetecileri uyardı. “Gayri-milli medya” olmayın dedi. Bazı gazete ve siyasi partilerin “milli” olmadıklarını da sözlerine ekledi. Bildiğiniz gibi her şeyin başı eğitim. Gazeteciyi, politikacıyı yıllarca başıboş bırakmışsın. Gerekli eğitimi vermediğin gibi, zamanı gelince dinlendirmemişsin şimdi şikayet ediyorsun. Bu olmaz. Her şeyin başı eğitim.

Kendi alanımdan bir örnek vereyim. Milli çevre muhabiri yetiştirmek için işe iletişim fakültelerinden başlamak lazım. Öyle detaylı bir müfredata da gerek yok. Ne de olsa çevre haberleri kıyıdan, köşeden görülür. Gazetecilerin beyinlerine kazınacak bir andımız olsa yeter. Ben bir örnek hazırladım. İletişim fakültelerinde haftada bir okutulsa, ezberi zorunlu kılınsa sorun hallolur. İşte andımız…

Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
Gazetecilik yaşamım boyunca doğanın sadece yerlisini koruyacağım.
Papatyanın sadece bu toprakta yetişenini,
Ayının sadece anladığım dilden böğürenini,
Derenin sadece başı sonu bu ülke sınırları içerisinde akanını haber yapacağım.

Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
“Milli ekosistemimizi” istila eden yabancı türlerle hayatımın sonuna kadar mücadele edeceğim.
Nükleer, kimyasal atıklar komşu ülkelere gizlice veya alenen götürülürse sesimi çıkarmayacağım.
İnsanları kanser yapan etkiler milli sanayimizden geliyorsa görmezden geleceğim.
Başta küresel ısınma olmak üzere, içinde “küresel”, “global”, “evrensel” geçen hiçbir çevre haberine imza atmayacağım. 

Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
Tarihi eser yağması ecdadın eserleriyle ilgili değilse gözlerimi kapayacağım; gerekirse ecdadın eserleri olsa da aynısını yapacağım.
Madenler ve taş ocakları milli sermaye tarafından işletiliyorsa sökülen ağaçlar zaten yaşlıydı diye yazacağım.

Sel baskını ve deprem gibi afetlerde “takdir-i ilahi” manşeti atacağım.
Park, bahçe gibi “boş alanların” ekonomiye kazandırılması için çalışacağım.
Sokaktaki kedi ve köpekleri canavar gibi gösteren fotoğraflar çekeceğim.
Vejetaryenliği dış mihrakların halkımızı bir deri bir kemik bırakma oyunu olarak yazacağım.

Rantın önündeki engellerin aşılması için gerekirse çimenleri ellerimle yolacağım.
Termik santrallerin kül barajlarında, “külden kale” yapan çocukları fotoğraflayacağım.
Olmadık yerlere dikilen AVM’lerin, TOKİ binalarının fotoğraflarını montajlayıp, yeşil renkte basacağım. Etrafına ağaçlar ekleyip kolajlayacağım.

Bunlar da yetmezse,

Çevre denen illetin ve çevreci denen musibetin kökünün kazınması için her türlü gayreti göstereceğime ve ölümü bile göze alacağıma, milli çevre muhabiri olarak şerefim ve namusum üzerine and içerim.

İstanbul Pekin'e benzer mi?

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Mart 2013 

Pekin'de otomobiller bisikletlerin yerini alıyor-Foto: O.Gurbuz
Pekin'de 20 milyon kişi yaşıyor. Yaşıyor ama nefes almakta zorlanıyor. Geçen hafta kenti ziyaret eden kum fırtınası işleri daha da zorlaştırdı.  Pekin'de yaşarken kum fırtınası görmüşlüğüm var. Gökyüzünün kaybolması nasıl tarif edilir bilemiyorum ama öyle bir şey bu fırtına. Kum fırtınaları Pekinlilerin yabancı olduğu bir konu değil, hava kirliliği de ancak bu yıl nefes almakta zorlanır oldular. Öyle ki, Komunist Parti'nin yayın organı “Halkın Günlüğü” bile duruma isyan etti.

1 Mart Cuma günü Pekin'de, PM 2,5 yoğunluğu (çapı 2,5 mikron veya daha küçük olan ve akciğerlere nüfuz edebilen havadaki parçacıklar) metreküp başına 469 mikrograma ulaştı. Dünya Sağlık Örgütü bir gün boyunca maruz kalınacak miktarın metreküp başına 25 mikrogramı geçmemesi gerektiğini söylüyor. 469 bir şey değil, Pekin'in bazı bölgelerinde 600 mikrogram görüldü. Kabaca söylersek sınır değerin 20-25 katı bir hava kirliliğinden bahsediyoruz.

Hava kirliliğin iki ana kaynağı var. Endüstri ve ulaşım. 20 milyon kişilik kentte belediye metro ağını her geçen gün genişletiyor ancak araç sahipliği uçak hızıyla artıyor. Kentte 5 milyon 200 binin üzerinde araç var. Sadece 2010 yılında başkentte yola çıkan yeni araç sayısı 750 bin civarındaydı. 2011'de yerel yönetim duruma el koydu ve plaka dağıtımını kurayla yapmaya başladı. Otomobil almak için paranız olabilir ama önce şansınız olacak. 2012'de yola çıkan yeni araç sayısı, kura çekimi nedeniyle 173 bine düştü. Kentte tek-çift plaka uygulaması olduğunu da hatırlatalım. Kurada şansınız yaver gidip otomobilinize plaka alsanız bile, her gün o otomobili sürme şansınız yok. Yerel yönetimin şimdiki hedefi ise araçların egzoz emisyonlarını düşürmek. Pekin'de Avro 5 standardına yakın Çin 5 standardına sahip olmayan araçların satışı Cuma gününden itibaren yasaklandı. 2016'dan itibaren de Çin 6 standardı mecburi olacak. Otomobil üreticileri ayakta, birçoğunun elinde bu standartlara uyan araç yok. Pekin gibi dev bir pazarı terk etmek zorunda kalabilirler. Ulaşımda petrolün, endüstride ise kömürün rolünü unutmamak lazım. Elektrik üretimi ve sanayi kaynaklı hava kirliliğinde kömür kullanımı ana neden.

Nereden nereye! Çin'in ihracata yönelik ekonomik modelinin sürdürülebilir olmadığını anlayan merkezi yönetim iç tüketimi artırmak ve ekonomik büyümeyi sürdürmek için bireysel tüketimi artırmayı planlamıştı. Formül buydu. Ekonomik krizde büyüme hızının düşmemesinin ardında yatan nedenlerden biri de bu. Aynı bizde olduğu gibi. Çin'de kapağı şehre atıp, düzenli maaş alan herkes şimdi ev ve araba almaya çalışıyor. Bu aynı zamanda bir statü göstergesi haline geldi. Bisikletle dolu Pekin caddeleri otomobillerle doldu. Doldu ama önce trafik tıkandı sonra hava karardı. Şimdi başta Pekin olmak üzere her büyük kent aynı sorunlarla boğuşuyor. Artan nüfus, trafik ve hava kirliliği gibi sorunlarla...

İSTANBUL'DA 3 MİLYON ARAÇ
Türkiye çoğu zaman Çin'le kıyaslanıyor. Büyüme modeli ve hızı benzerlikler taşısa da arada belirgin farklar var. İstanbul ve Pekin'i ele alalım. Pekin'de yeni kurulan mahallelerde çarpık kentleşme daha az. Parklar, geniş caddeler göze çarpıyor. Toplu ulaşım da daha iyi durumda. Pekin'de mevcut metro hattının uzunluğu 442 km. 16 hat, 261 istasyon var. İstanbul'da hafif metroyu da saysanız 50 km'lik bir metro hattından bahsediyoruz.

İstanbul çarpık kentleşme için okullarda örnek gösterilebilir. İstanbul'un merkezinde, mezarlıklar dışında yeşil alan kalmadı. Bir de otoyol kenarları var. Taksim için cennet sayılabilecek Gezi Parkı bile rantın izniyle katledilmek üzere. Park deyince belediyenin aklına ağaç değil 'otopark' geliyor. Nasıl gelmesin? İstanbul'da araç sayısı 2 milyon 906 bin. Pekin'dekine yakın. İstanbul'un nüfusu ise 13 milyon; 7 milyon daha az. İstanbul bugün Pekin gibi bir hava kirliliği kriziyle karşı karşıya kalmıyorsa bunu iklime, coğrafi konumuna borçlu. Ağır metal kirliliği gözle görülmediği için o konu da es geçiliyor. Bu daha ne kadar böyle sürer bilinmez. Şehrin iki yakasını bir araya getirecek raylı sistem, Marmaray bitmeden, otomobiller için bir başka tüp geçit planlayanlar Pekin'den ders çıkarmalı. Halkın tüketim tercihlerini belirlemek her zaman yöneticilerin elindedir. Yüksek vergiler, iyi bir toplu ulaşım ağı, düzgün kentler hava kirliliğini önleyebilir, otomobil sevdasının önüne geçebilir. Enerji ithalatında aslan payının doğalgazda değil petrolde olduğunu hatırlatalım. Bu saçma ekonomik büyüme modelinden vazgeçmenin zamanı geldi. O sizden vazgeçmeden.

NÜKLEER KARŞITLARI SOKAKTA
Bulgaristan'ın Belene nükleer santralini yapmaktan vazgeçmesi geçen haftanın haberiydi. Bizim medyamız pek oralı olmadı. Hükümet korkusu mu, gazetecilik bilmemek mi yoksa Rus şirketin reklam pastası mı kestirmek zor. Almanya, Japonya, İsviçre, İtalya derken komşu Bulgaristan da nükleere hayır dedi. Mersin'e nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi Rosatom da bir açıklama yaptı ve bu yıl başlayacak inşaatın 2015'e kaldığını söyledi. Nükleer enerji miladını doldurdu, boşa kürek çekmenin anlamı yok. Mersin projesi de öyle ya da böyle iptal olacak. Ekonomik gerekçeler ve siyasi konjonktür nükleerin aleyhine. Nükleer enerjiyi ülkeden şutlamak için şimdi tek gereken halkın sahaya inmesi. Tüm dünyada bu iş böyle oldu. İstanbul Nükleer Karşıtı Platform da bunu yapıyor. Fukuşima'nın ikinci yıldönümünde, Galata Köprüsü'nde el ele vererek nükleere karşı bir insan zinciri yapacaklar. 10 Mart Pazar günü saat 12:00'de. Ben zincirin bir ucundan tutmaya gidiyorum. Hormonlu domates gibi çocuklarınız olsun istemiyorsanız siz de gelin.

Karadenizliler doğa için biraraya geliyor

Karadeniz'de hidroelektrik santrallere karşı başlayan mücadele, termik ve nükleer santrallerle sürüyor. Karadeniz İsyandadır Platformu, 2-3 Mart 2013 tarihlerinde İstanbul'da bir forum düzenleyerek farklı mücadele alanlarındaki insanları biraraya getiriyor. Forumun amacı ortak sorunları tartışmak ve bu sorunların çözümü için fikir geliştirmek.

Beşiktaş'taki Yıldız Dış Karakol Binası'nda (TMMOB Mimarlar Odası) gerçekleşecek forum programına ulaşmak için aşağıdaki adrese tıklayabilirsiniz. 2 Mart günü saat 10:00'da başlayacak forumda Hukuk, Medya, Sanat ve Mücadele gibi çeşitli atölyeler var.

http://forumkaradeniz.wordpress.com/

Geri dönüştürmeyi öğretebildiklerimizden misiniz?

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Şubat 2013

İşe giderken evden kahvaltı yapmadan çıktığımda soluğu yakındaki bir pastanede alıyorum. Her gün aynı sandviçi yemekten sıkılmayanlardanım ama mesele bu değil. Yüzlerce kişi her sabah benim gibi soluğu o pastanede alıyor. Açma, börek, sandviç ve plastik torba alıyorlar. Bir simide bir torba. Bir açmaya bir torba. İki çöreğe iki torba… Plastik torba yiyip, plastik torba içiyorlar sanki. Onlar hamur işi yediklerini sanıyorlar, aslında petrol türevi bir maddeyi mideye indiriyorlar.

Her sabah yüzlerce insanın, aldığı en ufak yiyeceği bile naylon torbanın içine koydurması beni çıldırtıyor. Saydığım tüm bu yiyeceklerin kağıt torbalar içinde sunulduğunu da belirtmeliyim. Kimse nasıl bir suça ortak olduğunun farkında değil. Çözüm kolay. Aldığım sandviçi sırt çantamın içine güzelce yerleştiriyorum, ne kırıntı oluyor ne de leke yapıyor. Bu yöntemi beğenmeyenler, yanlarında ufak bir bez torba taşıyabilir. Her gün bir plastik torba tüketmek yerine bir bez torbayla aynı işi görebilir. Çok mu zor? Hayır, gereksizce kullanılan petrol ürünleri nedeniyle, onlarca canlının hayatına kastetmekten zor olmasa gerek. Bu torbalar atılsa dert, yakılsa dert. Plastiklerin yakılması ve suya temas etmesi kanserojen maddelerin üretilmesine neden oluyor. Sizin ve diğer insanların kansere yakalanma riskini artırmak istemiyorsanız plastik torbalar gibi, benzeri “kullan-at” ürünleri tüketmekten kaçınmalısınız. İşte size altı basit öneri:

Su ve meşrubat içerken cam şişeleri tercih edin.

Alışverişe bez torbanızla gidin.

Ambalajı bol ürünleri almaktan kaçının.


Depozitoyu savunun.

Tüm bunları yaptıktan sonra da elde kalan atıkları mutlaka geri dönüştürün.

Toplu taşımayı kullanın, bisiklete binmeyi veya yürümeyi ihmal etmeyin.


Yukarıdaki altı madde, doğayla uyumlu yaşamak için ilk yapılacaklar listesi gibidir. Tüketim toplumunu değiştirmek için bireysel çabalar tek başına yeterli olmaz ancak tüketmeme konusundaki kararlılığınızı gösterir. Bir çeşit meydan okumadır. Karşı tarafta suçluluk duygusu uyandırır. Üzerlerinde bir “yeşil baskı” kurar. Yeşil devrim de diğerleri gibi gökten zembille inmeyecek; adım adım ilerleyek. Tüketim toplumuna karşı duruşumuzun en iyi göstergesi attığımız nutuklar değil, irademizdir.

KİŞİ BAŞINA YILDA 407 KİLO ÇÖP
İşin politikacıları ilgilendiren bir boyutu daha var. Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Türkiye’de belediye sınırları içerisinde oturan her bir kişi yılda 407 kilogram atık üretiyor. Avrupa Birliği’ne (AB) üye 27 ülkenin ortalaması ise 507 kilogram. Bizden daha çok belediye atığı çıkaran ülkeler var. Danimarka’da kişi başına 673, Macaristan’da 413, Portekiz’de ise 514 kilogram belediye atığı üretiliyor. Daha çok atık üretiyorlar ama bu ülkelerin hepsinde atıkların tümü işleniyor, doğaya kontrolsüz biçimde atılmıyor. 27 ülkenin hemen hemen hepsinde durum böyle. Türkiye’de ise kişi başına üretilen 407 kilogram atığın sadece 343 kilogramı işleniyor. Dünya Dostları Derneği’nin “Az Aslında Daha Çok” adlı (Less is More, Friends of the Earth, 2010) raporuna bakılırsa Türkiye’de belediye atıklarında geri dönüşüm yok denecek kadar az. Halbuki kamunun ya da özel sektörün açıkladığı rakamlar geri dönüşüm rakamlarının bu kadar da kötü olmadığını söylüyor. Bunun açıklaması şu olabilir. Kağıt toplayıcısı dediğimiz, ekmeğini çöplerden kazanan insanlar tüm belediye çöplerini ayıklayarak, istatistiklere girecek hiçbir geri dönüşüm malzemesini belediye araçlarına bırakmıyor. Çünkü raporda Türkiye’deki belediye atıklarının geri dönüşüme giden oranının yüzde sıfır olduğu yazılı.

Yine aynı raporda, Türkiye’deki alüminyum kutularının yüzde 75’inin geri dönüştürüldüğü ve bu işin büyük bir kısmının kayıt altına alınmadan yapıldığı yazılı. Bu da tezimi kuvvetlendiriyor ancak bir başka soruna daha işaret ediyor; sigortasız ve güvencesiz çalışan atık işçilerinin durumuna.

ESKİ ELBİSELER AFRİKA’YA
Atık denince akla sadece plastik torbalar, kağıt, cam ve metaller gelmemeli. Geri dönüşüm denince akla sadece bireylerin gelmemesi gerektiği gibi. Eski binaların yıkılmasıyla ortaya çıkan molozların, eski elbiselerin ve otomobil aküleri gibi onlarca ürünün geri dönüştürülmesi gerekiyor . Bu konu belediyeleri, özel sektörü ve hükümetleri de ilgilendiriyor. Londra’daki ünlü Wembley Stadyumu yenilenirken, eski stadyumun molozlarından çıkan alüminyumun yüzde 96’sının geri dönüştürüldüğünü (400 tondan fazla) unutmamak lazım. Bunu bireyler yapamaz. AB’de her yıl 5 milyon 800 bin ton tekstil ürünü çöpe atılıyor ve bunun sadece dörtte biri geri dönüştürülüyor. İşin çok tartışılacak bir sosyal boyutu daha var. Sadece İngiltere’de çöpe atılan her üç tekstil ürününden biri yeniden giyilmek üzere başka ülkelere gönderiliyor. En çok da Afrika’ya.

En yaşanabilir kent Ankara mı?

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Şubat 2013 

Sizce Türkiye'nin “en yaşanabilir kenti” hangisi? İstanbul'da yaşadığım için yedi TOKİ üzerine kurulu bu diyarın en yaşanabilir kent olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Aklıma Eskişehir, İzmir, Gaziantep veya Antalya geliyor. Belki de daha küçük bir kent bu ödülü hak eder. Mesela Çanakkale, Bozcaada, Seferihisar veya Datça.

Kısa adı LivCom olan İngiltere'deki bir kuruluşa göre Ankara Büyükşehir Belediyesi en yaşanabilir kentler arasında yer alıyor. Başkan Melih Gökçek'in idaresindeki Ankara'nın “susuz ve ağaçsız” yaşama gayretlerini takdir etmekle birlikte, bu ödülün itibarı hakkındaki iddialar ister istemez dikkat çekiyor. Haftalık haber dergisi Bağımsız'dan İrfan Taştemur'un haberine göre Melih Gökçek bu ödülü para karşılığı satın almış. Habere göre LivCom bu ödülleri, kentlerin kredi almalarını kolaylaştırmak için ihtiyaç duyan belediyelere para karşılığı dağıtıyormuş. Gökçek bu haberi, beklenildiği üzere, pek hoş karşılamadı. Haberi yapanlar hakkında söylemediğini bırakmamış. Gökçek, jürinin kimlerden oluştuğu konusunda bir bilgi vermese de, ödülün yapılan sunumlar sonucunda alındığını söyledi. Ankara Büyükşehir Belediyesi Dubai'nin Al Ain kentinde üç günde dört sunum yapmış ve ödülü kapmış. Gökçek açıklamasında, “Gerçekten çok ciddi bir gurur tablosu yaşadık. Özellikle 400 katılımcının devamlı olarak bizim masanın fotoğrafını çekmesi Ankara olarak Türkiye olarak gerçekten bizlere gurur verdi” demiş. 400 kişinin fotoğrafını çektiği masayı merak ettim, evet. 

Hikayenin bir kısmı bu. LivCom'un internet sitesinde kim olduklarını anlatan en ufak bir bilgiye rastlamadım. Neyse, kentler konusunda araştırma yapan başka ve daha saygın kuruluşlar var; biz onlara bakalım. Belediye Başkanları Derneği (The City Mayors Foundation) onlardan biri. 2012 yılında dünyanın en iyi belediye başkanlarını seçtiler. Seçimi bir jüri yapmıyor, iki üç günlük bir iş de değil. Haksız rekabeti önlemek için önce bölge seçimleri yapılıyor. Asya, Avrupa, Kuzey Amerika ve Afrika kentlerinin belediye başkanları kendi aralarında yarışıyor. Gökçek  2012'de ilk 25'e girmiş ama Asya'dan aday gösterildiği için Avrupa kentleriyle yarışmak zorunda kalmamış. 2012'de en iyi 10 kent arasına girememiş. Asya kategorisinde beşinci sırada yer almış. Asya'da birinci sırada Endonezya'dan Surukarta, üçüncü sırada Filipinler'den Angeles City var. 

MODERN SANAT KENTİ ZENGİN ETTİ
2012 seçimlerinin ilk turu ocak ile mayıs ayları arasında yapılmış. 205 binden fazla kişi/kuruluş 912 belediye başkanını aday göstermiş. İkinci turda ise 463 bin kişi oy kullanmış. Oy kullananların üçte biri Asya'dan olmasına rağmen birincilik İspanya'dan Bilbao'ya gitmiş. Bask bölgesinin başkenti Bilbao Belediye Başkanı Inaki Azkuna'ya ödülü kazandıran ise endüstri kentini sanat şehrine dönüştüren projesi. Bu projenin merkezinde ise 230 milyon dolar harcandığı için zamanında büyük tepki toplayan Guggenheim Modern Sanat Müzesi var. Müze açılmadan önce Bilbao'ya 100 bin ziyaretçi geliyormuş şimdi ise bu sayı 700 bin. Müzenin 1997'den bu yana Bask Eyaletine getirdiği gelir 3 milyar 100 milyon dolar! Gel de tükür bakalım böyle sanatın içine! Şimdi düşünme sırası Ankaralılarda. Sanatın içine tüküren başkanı seçmek yerine, sanattan yana olanını seçselerdi belki bugün daha zengin bir kentte yaşıyor olacaklardı.

BAŞKAN YEMİNİ
İşin bir başka ilginç yanı ise bu yarışmaya katılan belediye başkanlarının imzalamak zorunda oldukları etik kurallarla ilgili. Gökçek'in de imza attığı 11 kuraldan bir tanesi şöyle diyor: “Başkanlar, ırkları, dinleri, fiziksel engelleri, cinsiyetleri ve cinsel tercihlerinden ötürü bireylere veya gruplara karşı ayrımcılık uygulayamaz”. Ankara'nın travestilerine, Alevilerine sormalı ya da birileri Belediye Başkanları Derneği'ne esaslı bir mektup yazmalı. Etik kurallar gereğince Gökçek'in o listede hiç olmaması gerekiyordu.

TÜRKİYE'DEN SADECE ALTI BELEDİYE
Ankara iyi bir örnek olmayabilir ama Türkiye'de dünyaya ayak uydurmaya çalışan kentler de yok değil. Belediye Başkanları Sözleşmesi'ne (Covenant of Mayors) imza atarak iklim değişikliğiyle mücadele etme, sakinlerini daha iyi çevre koşullarında yaşatma sözü veren altı “kahraman” belediyeyi de unutmamalı. İzmir'den Bornova, Seferihisar ve Karşıyaka, İstanbul'dan Kadıköy, Balıkesir-Erdek'ten Karşıyaka ve Eskişehir belediyelerini sırası gelmişken tebrik etmeyi de unutmayalım. Asfalt döşemenin icraat sayıldığı bu devirde küresel ısınmaya yol açan seragazlarını azaltmayı hem de hiç bir zorunlulukları yokken taahhüt etmek, o yola girmek kuvvetli bir alkışı hak ediyor.

Taksim Gezi Parkı Yaşıyor


Koruma Kurulu'nun kararına rağmen Taksim projesi devam ediyor. Taksim'de ağaçlar kesilmesine, yaşamın beton duvarlar arasına hapsedilmesine en baiından beri karşı çıkan ve Taksim Dayanışması adı altında buluşan onlarca kişi ise direnmeye devam ediyor. 
Bu defaki buluşma 16 Şubat 2013, Cumartesi 15:00-18:00 saatleri arasında metro çıkışında.

Nükgöm

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Şubat 2013
 
Malumunuz, hükümetimiz Mersin'de nükleer santral kurulması için çabalıyor. Daha doğrusu, işi Rusya'ya havale etti, onlar çabalıyor bizimkiler de nükleer iyidir masalları anlatıp kamuoyunu yanıltıyor, pardon, bilgilendiriyor. Atom santrali yaparak muasır medeniyetler seviyesine çıkacağımız masalı da en çok başvurulan bilgilendirme yöntemlerinden. Toprağı bol olsun, eski bir nükleerci hocamız, “Nükleer santraller halkın kültür seviyesini yükseltir” bile demişti. Zaman kendisini haklı çıkardı. Nitekim, nükleer enerji alanındaki yoğun çaba ve isteğimiz bu yönde sonuç verdi. Nükleer santrallerin çalışmaya başladığı 1954 yılından bu yana tüm dünyada kimsenin çözemediği nükleer atık sorununu, hükümetimiz üstün gayretleri ve “el çabukluğu-marifet tekniğiyle” beş yıl içinde çözdü. Bu ileri düzeydeki tekniğin adı kısaca “nükgöm” olarak adlandırıldı. Uzun ismi ise “nükleer atıkları bulduğun yere göm”. Tekniğin uygulanmasında atalarımızın kullandığı araç ve gereçlerin, kazma ve küreğin kullanılması ise bu yeni buluşu daha da önemli ve yüzde 100 yerli yapıyor. Biliyorsunuz, biz otomobilden buzdolabına her şeyin ecnebisini, konuşmaya gelince ise her bir şeyin yerlisini severiz.
 
Nükleer atıkların bertaraf edilmesi işlemi nükgöm ilk kez İzmir Gaziemir'de uygulandı. 16 Nisan 2007'de varlığından haberdar olunan nükleer atıkların üzerine 10 bin 200 ton toprak döküldü. TOKİ inşaatında yeni kapı yapılsa açmaya giden bakanlarımız nedense gömme töreninde yoktular. Kurdele kesilmedi, besmele çekilmedi. Önemli olan netice tabi, böylece nükleer atık sorunu da halloldu. Allah vatana millete başka dert vermesin.
 
Hatırlatalım. Nükleer atıklar, İzmir’in Gaziemir ilçesindeki Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne ait kurşun döküm fabrikasından İZAYDAŞ'a gönderilen üç kamyon cürufun birinde radyasyon tespit edilmesiyle ortaya çıkmıştı. Hemen ardından, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) olaya el koydu ve fabrikada incelemeler yaptı. TAEK'in ara ara gittiği fabrikadan 16 Nisan 2007 ile 24 Ekim 2008 tarihleri arasında 247 ton radyoaktif cüruf çıkarıldı. Bu atıklar Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ne gönderildi. Söz konusu radyoaktif madde Europium-152. 135 yıl radyoaktif kalıyor, doğadan insandan uzak tutulması gerekiyor. Çekmece'deki tesislerde yer kalmamış olacak ki TAEK 24 Ekim 2008 tarihinden sonra atık taşımaktan vazgeçti. Gaziemir'deki nükleer atıklar bir anlamda kaderine terk edildi. Fabrika'nın Torbalı'ya taşınmasıyla da atıklar fabrika arazisinde başıboş bırakıldı. Çit çekiliyor, tabelalar asılıyor ama bir süre sonra orası çocukların oyun alanı oluyor.
 
2012 yılında Radikal gazetesinden Serkan Ocak konuyu yeniden gündeme taşıyana kadar kimse bir şey yapmıyor. Sonra ise mucizevi çözüm “nükgöm” hayata geçiriliyor. Kalan atıkların üstüne tonlarca toprak atılıyor ve doğadan yalıtılması gereken nükleer atıklar kaderine terk ediliyor. Aslında Gaziemir'de “resmi” bir nükleer atık deposunun temelleri atılıyor. Yarın ülkenin başka bir yerinde nükleer atık bulunursa ilk adres Gaziemir olabilir. O yüzden de İzmirliler ne yapıp edip, o atıkları geldiği yere göndermek zorunda. Söylemedi demeyin.
 
Europium-152, nükleer santraller çalışmaya başlayınca çıkacak nükleer atıkların yanında devede kulak kalır. Bu daha hiçbir şey değil. Nükleer santralden çıkacak atıkları ne yapacaksınız diye sorduğumuzda, “atacağız, satacağız” diyenlerin ne gibi cin fikirlerinin olduğunu artık herkes gördü. Uygun bir yere gömüp, arakalarına bile bakmadan kaçacaklar. 240 bin yıl radyoaktif kalacak atıkları umarım biraz daha derine gömerler. İşte size nükleer enerjiye geçmeye çalışan Türkiye'nin acı gerçeği.
 
ELEKTRİĞİN YÜZDE 27'Sİ RÜZGARDAN
Enerji Bakanlığı nükleerle yatıp nükleerle kalka dursun, Avrupa'da her geçen gün yeni rüzgar santralleri kuruluyor. 2012 yılında 12 bin 416 megavat gücünde yeni rüzgar türbini elektrik üretmeye başladı. Avrupa'daki toplam rüzgar gücü 110 bin megavata yaklaştı. Bunun 2 bin 312 megavatı Türkiye'de kurulu. 2012'de Türkiye'nin inşa ettiği santrallerin kurulu gücü 506 megavat. Almanya'da 2 bin 440, İngiltere'de bin 897, İspanya ve İtalya'da da bin 200 megavat civarında yeni rüzgar kurulu gücü devreye girdi.
 
Avrupa Birliği'nde (AB) tüketilen elektriğin yüzde 7'si rüzgardan sağlanıyor. Danimarka'da bu oran yüzde 27, Portekiz'de yüzde 17, İspanya'da yüzde 16, İrlanda'da yüzde 13 ve Almanya'da yüzde 11. Yukarıda saydığımız ülkelerden daha iyi potansiyele sahip Türkiye'de ise elektriğin yüzde 2,3'ü rüzgardan elde ediliyor. AB'ye üye 27 ülkede yenilenebilir enerji yatırımlarında başı yüzde 54'lük payla güneş çekiyor. Yüzde 37'lik payla onu rüzgar izliyor. Yukarıdaki grafiktede görüldüğü gibi tüm enerji kaynaklarında da yine güneş önde. Bizde ise güneş enerjisi hâlâ bürokratik engelleri aşmayı bekliyor. Klasik olacak ama şöyle bitirelim: Güneş balçıkla sıvanmaz, radyoaktif atık yok olmaz!

Bir termik alana bir orman bedava

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Şubat 2013

Geçici her şey beni korkutur. Bir işe başlarsınız, size en düşük olanından bir “geçici” maaş verirler; daha sonra o para kalıcı maaşa dönüşür. Geçici işleriniz olur, tam alışıp hayatınızı yola koyacak gibi olursunuz; kovulursunuz. Diş hekiminin yaptığı geçici dolgu, bilin ki o koltuğa 3-4 hafta sonra tekrar oturmak demektir. Bir de geçici yasa maddeleri var. Onları da hiç sevmem. Genelde yangından mal kaçırmaya yarar.
 
Yatağan Termik Santrali Foto: O. Gurbuz
Elektrik Piyasası Kanunu Tasarısı şu sıralarda TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nda görüşülüyor. Komisyonun adını söylemek görüşmeden zor olsa gerek. İlk iki madde geçti bile. Tasarı, genel hatlarıyla elektrik piyasasında özel sektörün payını artıracak düzenlemeler içeriyor. Ayrıca çevre katliamına davetiye çıkaran geçici bir maddesi var. Geçici Madde 8. Bir kenera not alın, ileride bu maddenin adını sıkça duyacaksınız.
 
Bugün Türkiye'de elektrik üretme kapasitesinin yüzde 40'ından fazlası bir kamu kuruluşu olan Elektrik Üretim A.Ş.'nin (EÜAŞ) elinde. EÜAŞ'ın 27 hidroelektrik ve 18 termik santrali özeleştirme kapsamına alınmıştı. Seyitömer Termik Santrali geçtiğimiz günlerde özelleştirildi, diğerleri de sırada. Hükümet yıllardır bu santralleri satmaya çalışıyor ancak satmakta zorlanıyor. Termik santrallerin çoğu eski. Aralarında Yatağan, Afşin-Elbistan gibi çevre karnesi kırıklarla dolu santraller de var. Böyle olunca alıcı bulmak ya da iyi paraya satmak zorlaşıyor. “Geçici Madde 8” bu sorunu çözebilir. Elektrik Piyasası Kanunu Tasarısı bu haliyle Meclis'ten geçerse, EÜAŞ'a bağlı santrallere, bunların özelleştirilmesi halinde ise onu alacak özel şirketlere 2019 yılına kadar çevresel yükümlülükler konusunda muafiyet getiriliyor. Sürenin uzatılması da Bakanlar Kurulu'nun elinde olacak. Geçici maddede, “çevre mevzuatına uyumuna yönelik yatırımların gerçekleştirilmesi ve çevre mevzuatı açısından gerekli izinlerin tamamlanması amacıyla 31 Aralık 2018’e kadar süre tanınır” deniyor. Devamı da var. Bu santraller, ister kamuda kalsın ister özelleştirilsin, çevre mevzuatına uymadıkları takdirde idari para cezası almayacak, elektrik üretim faaliyetleri durdurulamayacak.
 
ASİT YAĞMURLARI GELİYOR
Kömürle çalışan termik santrallerden çıkan kükürt dioksit ve azot oksitler asit yağmurlarına neden olur. Bölgedeki bitki örtüsünü, tarım ürünlerini olumsuz etkiler. Bu yasa geçerse söz konusu işletmeler asit yağmurlarına neden olan kükürt dioksiti tutan baca gazı arıtma (desülfürizasyon) tesisini kurmayabilecekler. Varsa da çalıştırmayabilirler. Ceza yok, kızan yok.
 
Termik santraller havayı, suyu ve toprağı kirletir. Dolayısıyla kirlilik besin zincirine yani gıdalara kadar yayılabilir. Kül dağları kontrol edilmeye çalışılsa bile sorundur. Rüzgarda uçuşur, kilometrelerce toprak küllerle kaplanır. Termik santral atıkları bölgedeki yeraltı ve özellikle yerüstü sularının asitlenmesine, kimyasal açıdan kirlenmesine neden olabilir. Bu da insan sağlığını uzun erimde olumsuz yönde etkiler . Bu yasa geçerse suları kirletmek altı yıl boyunca serbest. İklimi değiştirmenin cezası yok.
 
TEŞVİKİN DANİSKASI
Geçici Madde 8, Meclis'te kabul edilirse Yatağan'da olduğu gibi havayı solunamaz hale getirmek, insanları astım hastası yapmak, akciğer kanseriyle tanıştırmak devlet eliyle desteklenmiş olacak. Kömürcülere sorsanız hiç teşvik almadıklarını, rüzgar, güneş ve jeotermal gibi temiz enerji kaynaklarının ise hep teşvik beklediğini söylerler. Bundan daha büyük teşvik mi olur? Sırf özelleştirmeler gerçekleşsin, işletmeler kısa sürede kâr etsin diye canımızı, doğamızı size feda ediyoruz. Bu teşvik değil, teşvikin daniskasıdır.
 
Enerji Bakanı Taner Yıldız, termik özelleştirmelerinde çevre yatırımı için yatırımcıya süre verilmesi gerekir, kömüre çevreyi kirleten bir enerji kaynağı olarak bakılmamalı diyor ve ekliyor: “Tabii ki çevreyle beraber yapacağımız yatırımlar olacak. Ama yeni başlayan yatırımcının çevre şartlarına uyması için de bir zaman var. Onu da vermiş olacağız”. Anlamak mümkün değil. Güneşe, rüzgara yatırım yapan, santralin çalışmaya başladığı ilk günden itibaren çevreye verdiği zararı en aza indirmiş oluyor çünkü bu santraller zaten bu özellikleriyle tasarlanıyor. Bu yüzden diğerlerine göre daha maliyetli de olabiliyorlar. Temiz enerjiye yatırım yapan bunu ilk günden yapıyor da kömüre yatırım yapan neden yapamıyor? Bu mu serbest piyasa, bu mu ucuz dediğiniz, teşviksiz olduğunu iddia ettiğiniz kömür?
 
Yatırımcının zamana ihtiyacı var kısmı da hiç inandırıcı değil. Yatağan Termik Santrali'nin ilk ünitesi 1982 yılında devreye girdi. Kül barajı 10 yıl sonra 1992'de bitirilebildi. Santral, kükürt tutucu baca gazı arıtma tesisine 2007 yılında kavuştu. Yatağan 25 yıl inim inim inledi. Zeytinlikler, tarlalar zarar gördü. 30 yıldır çalışan santrallere hâlâ hangi zamanı tanımaktan bahsediyorsunuz? Yatırımcıyı bilmem ama insanların ve doğanın sabrı kalmadı. Termik santralleri satacağım diye, santral alana “bonus” niyetine yanında “doğa” verilir mi? Böyle promosyon mu olur?