Çin'in yeni liderleri belli oluyor


Özgür Gürbüz/14 Kasım 2012

Çin Komünist Partisi'nin 18. Ulusal Kongresi, Çin'in başkenti Pekin'de 8 Kasım 2012 tarihinde başladı. Bugün sona erecek Kongrede Çin'in yeni liderleri de belli olacak. Saat farkından dolayı belki de siz bu satırları okurken isimleri internette dolaşmaya bile başlayacak.Yeni liderlerin Çin'in mevcut yönetim biçimini veya siyasi-ekonomik politikalarını değiştireceğini düşünmek hayal olur. Çin Cumhurbaşkanı Hu Cintao'nun kongrenin açılışında, Çin'e özgü sosyalizme devam edileceği vurgusunu içeren, bir önceki dönemin özetini sunduğu rapor da bunun en belirgin göstergesiydi. Çin'e özgü sosyalizm vurgusu metnin odak noktasıydı ama bir diğer odak nokta ise ekonomiydi. Ekonomide en belirgin hedef, gayri safi yurtiçi hasılanın 2020'de, 2010'a göre iki kat artırılması. Bu da mevcut büyüme odaklı politikaların devamı anlamına geliyor. Çin'de değişim artık bir tabu değil ama yavaş ve temkinli davranılması esas. Çin'in özelliği belki de bu “sakin güç”te yatıyor. 

82 MİLYON ÜYESİ VAR
Çin Komünist Partisi (ÇKP) Ulusal Kongresi beş yılda bir toplanıyor. Ülkede tek parti yönetimi olduğu için bu seçim sadece parti üyelerini değil tüm Çin vatandaşlarını ilgilendiriyor. Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olduğu için de tüm dünyayı. ÇKP 82 milyon 600 bin üyeye sahip. Çin'de bile 82 milyon üyeyi ağırlayacak bir kongre salonu yok, haliyle temsili demokrasi parti içinde ciddi bir rol üstleniyor. Bu işin şakası ama Çin'i anlamak ve iyi anlatmak için ülkenin büyüklüğünü hatırlatmakta her zaman fayda var. Her eyalet, özerk bölge ve benzeri yapılardan gelen delegeler Ulusal Kongre'de 82 milyon parti üyesini temsil ediyor. Bunların arasında Çin Halk Kurtuluş Ordusu üyeleri de var. Delegelerin seçimi gizli oyla yapılıyor.

ÇKP'nin bugünkü toplantısına geçmeden önce iki parti organını da bilmek gerekiyor: ÇKP Merkez Komitesi ve ÇKP Merkez Komitesi Siyasi Bürosu (Politbüro). ÇKP Merkez Komitesi şu anda 247 kişiden oluşuyor. Bu üyeler beş yılda bir gerçekleşen kongrede seçiliyor. Bu yıl da seçim olacak hem de önemli bir seçim. ÇKP Merkez Komitesi Siyasi Bürosu ise 24 üyeye sahip. Bunların dokuz tanesi, partinin en yüksek organı da sayılabilecek Çin Komünist Partisi Siyasi Bürosu'nun Yürütme Komitesi'ni oluşturuyor. Partinin Genel Sekreteri Hu Cintao. Cintao aynı zamanda Çin'in  Cumhurbaşkanı ve Merkezi Askeri Komisyonu'n başındaki kişi. Cintao 1942 doğumlu, 70 yaşında. Onun gibi 70 yaşındaki bir başka siyasetçi ise Çin Başbakanı Ven Ciabao. İkisinin de yaşı önemli çünkü 68 yaşını geçtiğinizde sizden politikayı bırakmanız isteniyor. Bu yılki Ulusal Kongre'yi daha ilginç kılan da aslında bu. Hu Cintao ve Ven Ciabao'nun yerlerine kimlerin geçeceği merakla bekleniyor. Sürpriz olmazsa partinin başına şu anda başkan yardımcılığı görevini üstlenen Şi Cinping geçecek. Başbakan Yardımcısı Li Kıçiang'ın da Ven Ciabao'nun yerini alması ve Başbakan olması bekleniyor. Bazı kaynaklar, Cintao'nun tercihinin Kıçiang'dan yana olduğunu ancak partideki tüm grupların Cinping ismi üzerinde anlaşabildiğini söylüyor. Mao Zedung zamanı olsaydı Cintao istediği ismi yerine getirebilirdi. Şimdilerde ise tek adamdan çok parti yönetimi beraber karar alıyor.

Bu isimlerin yerine başka birinin seçilmesi halinde ÇKP'nin seçimlerinin şimdikinden daha çok konuşulacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Böyle bir sürprizin nedenlerini bulmak Çinliler için bile kolay olmaz. Zira, parti meselelerinin kamuoyunda çokça tartışıldığını söylemek zor. Yeni liderlerin ülkede radikal bir değişiklik yapması beklenmiyor. Cinping iş başına gelirse yasal sınır olan iki dönem boyunca iktidarda kalabilir. 1953 doğumlu olduğu için yaş sınırından dolayı görevi erken bırakması söz konusu değil. Şi Cinping 1975 ile 1979 tarihleri arasında Tsinghua Üniversitesi'nde Kimya Mühendisliği bölümünde eğitim gördü. 1998'den 2002'ya kadar ise Tsinghua Üniversitesi Kültürel ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nin Marksizm Teorisi ve Siyaset Bölümü'nde yüksek lisans yaptı. O dönemde, Fuciyan Eyaleti'nde belediye başkanıydı. Cinping'in bir kızı var ve ABD'de Harvard'da okuyor. Eşi ise ünlü bir halk şarkıcısı, Peng Liyuan. O da alanında iyi eğitim almış biri, geleneksel etnik müzik üzerine yüksek lisans yapmış. Cinping'i, eğer seçilirse, en çok yolsuzluk meselesi zorlayacağa benziyor. Küresel ekonomik kriz sırasında ekonomiyi ayakta tutmak, kentleşen Çin toplumunda kırsalla kent arasındaki gelir farkını kapatmak diğer zor işler. Dış politika ise zaten gergin. İlk uçak gemisinin denize indirilmesi, Japonya ile yaşanan sorunlar, Kuzey Kore ve Suriye gibi Çin'in etkin olduğu diğer sorunlar da cabası. Yeni liderler, Mart ayındaki parti kongresinde açıklanacak ve 2013 yılında görevi devralacak. Şi Cinping ve Li Kıçiang'ın bu sorunlarla yüzleşmeden önce hazırlık yapmak için fazla zamanı yok.

Papalagi ve Taksim Meydanı

Bugün Taksim'de gördüklerimiz, yarık insanlarının toprak insanlarına açtığı savaşın sadece bir cephesidir.

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Kasım 2012

Papalagi tıpkı bir midye gibi, sert bir kabuğun içinde oturur. Bir çıyan gibi, taşların arasında lavların çatlaklarında yaşar. Sağı, solu, altı, üstü hep taşlarla örtülüdür. Barınağı dikine duran taş bir sandığı andırır, çok sayıda gözü olan delik deşik bir sandığı...

...Papalagi, yaşamını işte bu kutular arasında geçirir. Günün hangi saatinde olduğuna göre ya o kutuda ya bu kutudadır. Çocukları burada, topraktan yukarıda -genellikle yetişkin bir palmiye ağacından bile yüksekte- taşların arasında büyür...


...Bu taş kutular, omuz omuza duran insanlar gibi birçoğu bir arada durur, aralarında ne bir ağaç ne de bir çalılık vardır onları ayıran. Ve her birinde bütün bir Samao köyünü dolduracak kadar çok insan yaşar. Bir taş atımı uzaklıkta yine omuz omuza vermiş duran çok sayıda taş kutu daha vardır. Bunlarda da insanlar yaşar. Bu iki sıranın arasında Papalagi'nin “cadde” dediği bir yarık vardır. Sert taşlarla kaplı bu yarık, çoğu kez bir ırmak kadar uzundur. Boş bir yer bulmak için saatlerce koşmak gerekebilir...

Papalagi Samaoca'da 'beyaz adamlar' demek. Samao kültürüne yabancı bir şeyi tanımlamakta da kullanılıyor. Yukarıdaki alıntılar Erich Scheurmann'ın Papalagi adlı kitabından alındı. Kitap Ayrıntı Yayınları tarafından yıllar önce Türkçe'ye “Göğü Delen Adam” adıyla çevrildi. Samao takımadalarında yaşayan Tuiavii adlı bir kabile şefinin Avrupa'yı gezdikten sonra 'beyaz adamlar' yani 'Papalagi' hakkında tuttuğu notlardan oluşuyor. Bugünlerde Tuiavii'nin gerçekten var olup olmadığı tartışılsa da kitap beyaz adam için bir hayat bilgisi niteliğinde. İstanbul'daki Taksim Meydanı'nın deşilmesi ve gezi parkındaki ağaçların sökülmesi projesinin hayata geçirildiği ilk gün, aklıma Tuiavii'nin beyaz adamı tarif ettiği bu kitap geldi. Aynı şekilde, TOKİ denince de hep papalaginin inşa ettiği o “taş sandıkları” düşünmüşümdür. 

GEZİ PARKI YOK OLUYOR
Taksim'den Elmadağ'a uzanan sert taşlarla kaplı o yarık, Cumhuriyet Caddesi, tam da Tuiavii'nin tarifini yaptığı caddeye benzemiyor mu? Boş bir yer bulmak için saatlerce koşmanız gerekebilir. Tek kurtuluşunuz olan caddedeki ağaçlar ise şimdi birer birer sökülüyor. Mecidiyeköy'den Taksim'e, yanyana iki ağacın birbirine bakışabildiği tek yer Gezi Parkı'dır. Bugün oraya yapılmak istenen mini alışveriş merkezi insanların adına İstanbul denen bu koca tımarhanede korkamadan sarılabilecekleri, yanında durabilecekleri, altında oturabilecekleri ve hatta korkmadan sırlarını açabilecekleri tek canlıyı, ağaçları yok edecek. Bu yalnızlar kentinin tek dostları öldürülecek. Taksim projesine karşı çıkmak için bir başka nedene ihtiyacınız yok. Sadece o parka bakmanız bu projenin ne kadar yanlış olduğunu anlamaya yeter. 

Avrupa'ya geldiğinde Tuiavii'nin anlamakta zorlandığı ilk şeylerden biri beyaz adamın neden kendini bu havasız, doğadan uzak taştan sandıkların içine soktuğu olmuş. Ona göre Papalagi'nin kent adını verdiği yer, ömründe hiçbir ağaç, ırmak ve gökyüzünü görmemiş, Büyük Ruh'la yüzyüze gelmemiş insanların yaşadığı yer. Tuiavii, bu kentlerde yaşayan insanlara “yarık insanları”, köylerdekilere ise “toprak insanları” diyor. Şef'e göre yarık insanları kendilerini toprak insanlarından daha üstün görüyorlar. Çünkü yaptıkları iş meyve toplamaktan daha önemli. Yedikleri her şeyin topraktan geldiğini düşünmezler, nasıl elde edeceklerini de bilmezler. Toprak insanlarının ise yarık insanlarına yiyecek sağlamaktan canları çıkar ama neden diğerlerinin bu kadar yorulmadıklarını anlamazlar. Tuiavii der ki, “Papalagi her şeyi olduğu gibi kabul eder”. Aynı Taksim'de olduğu gibi. Yarık insanları, yarığına bile sahip çıkamayacak kadar hayatta yoktur aslında. Güçlerinin ve ne istediklerinin bile farkında değil artık İstanbullu Papalagi. 

“TANRISI PARADIR”
Bence Taksim'i yerle bir edenler Tuiavii'nin yarık insanları çünkü onlar taştan ve asfalttan açtıkları yollarda ayakları toprağa değmeden gitmeyi seviyorlar. Tuaivii'nin de dediği gibi onlar, adına “para” dedikleri yuvarlak metal ve ağır kâğıtları seviyorlar. Yine Şef Tuaivii'nin dediği gibi: “Bir Avrupalı'ya sevginin tanrısından söz edecek olsan, yüzünü buruşturur ve güler. Senin düşüncenin yalınlığıyla alay eder. Ama pırıl pırıl bir yuvarlak metal ya da koca bir ağır kâğıt uzatacak olursan, o an gözleri parlar ve dudakları arasından salyalar akar. Onun sevgisi paradır, tanrısı paradır”. İşte, Taksim Meydanı böyle salya sümük bir durumda bu günlerde.

Çarşamba akşamı yaklaşık bir saat, sağanak yağmur altında Gezi Parkı'ndaydım. Kapana kısılmış, oradan oraya dolaşan insanları izledim. Yüzüm iş makinalarına sırtım ağaçlara dönüktü. O makinalar yok mu, ah o makinalar. Papalagi makinalarıyla yarattıklarının sevgiden yoksun olduğunu anlamaz. Tuaivii şöyle sorar: ...Eğer makine ben elimi bile sürmeden yenisini yapacaksa, ben tanoamı* şimdi sevdiğim gibi sevebilir miyim? Papalagi hiçbir şeyi sevmez, makina her şeyin aynısından bir daha yapabilirken nasıl sevsin ki? 

Şef Tuaivii buradan çok uzaklarda. Müsadenizle son soruyu ben sorayım. Ey yarık insanları, sayıları milyonları bulan İstanbul'daki Papalagi, o dozerleriniz, kazma kürekleriniz ve sevgiden yoksun yüreklerinizle, bize Gezi Parkı'ndaki ağaçlardan bir tane ama bir tane yapabilir misiniz? Madem yapamıyorsunuz, yok etme kudretini kendinizde nasıl buluyorsunuz?
 ---

 * Ulusal içkilerinin yapımında kullanılan tahtadan bir tabak.

Taksim için mücadele devam ediyor. Bilgi için Taksim için Nöbetteyiz! Adlı facebook sayfasına bakabilirsiniz.

Nükleer santral kaça patlar?

Özgür Gürbüz-2050 Degisi/8 Kasım 2012

Türkiye nükleer santral kurma konusunda ısrarını sürdürüyor. Halka rağmen ısrar sürüyor da denebilir. Yapılan farklı araştırmalar Türkiye'de halkın yüzde 60-70'inin nükleer santral istemediğini ortaya koyuyor. Bu birçok ülkede santral planlarının çöpe atılmasına yetecek bir orana işaret ediyor. 1978 yılında Avusturya'nın Zwentendorf kentindeki yapımı biten nükleer reaktör hiç çalıştırılmadan kapatılmıştı. Nedeni ne santral teknolojisinin eski, ne de maliyetinin yüksek olmasıydı. Halk istemediği için santralin kapısına hiç açılmadan kilit vuruldu. Nükleer santralin çalıştırılmasına hayır diyenlerin oranı halk oylamasına katılanların yüzde 50,47'siydi. Yaklaşık 30 bin oy farkla 730 megavat (MW) gücündeki santrale ve planlanan diğer reaktörlere “hayır” dendi. Bu oylamanın ardından Avusturya hükümeti ülkede fisyon reaktörleri kurulmasını yasakladı. Yıl 1978. İlginçtir, dünyadaki ilk büyük nükleer kaza 1979 yılında meydana gelen Üç Mil Adası (Three Mile Island) kazasıydı. Kısmi çekirdek erimesiyle sonuçlanan bu kazadan önce Avusturya'nın böyle bir karar alması başlı başına incelenmesi gereken bir konu.

Halk oylamalarının nükleer enerji konusunda karar almak için bir yöntem olarak kullanılıp kullanılamayacağı tartışılan bir konu. Halk oylamasına karşı çıkan en kuvvetli görüşlerden biri, dört yıllığına iktidara getirilen bir hükümetin 250 bin yıl radyoaktif kalacak atıkların üretilmesi konusunda karar alma yetkisine sahip olup olmadığı. Bu açıdan bakıldığında, halkın büyük bir kesimine danışılmış olsa da, bugün yaşayanların henüz doğmamış insanların geleceğini etkileyecek bir karara imza atmaları tartışmalı. Doğada oy kullanamayan diğer canlıların düşünceleri ise insan merkezli bir toplumda zaten hiç dikkate alınmıyor. Halk oylaması taraftarı karşı görüş ise, 10-20 kişiden oluşan bakanlar kurulu yerine, milyonlarca insanın fikrinin alındığı bir demokratik yöntemin uygulanmasının daha akılcı ve kabul edilebilir olduğunu öne sürüyor. Tartışmayı uzatmak mümkün ama kısaca özetlemeye çalıştığım gibi halk oylamasının nükleer enerji konusunda “tek yetkili merci” olduğunu söylemek mümkün değil. O halde nasıl karar vereceğiz? Bu sorunun yanıtı da kolay değil ama işin ekonomik yönünü değerlendirmek, en azından nükleer enerji için ödenecek maddi bedelin bir kısmının bugün yaşayanlar tarafından karşılanacak olması nedeniyle üzerinde daha kolay anlaşılır bir yöntem olabilir. Bu analizi, sorunu tek başına çözemeyeceğini baştan kabul ederek okumakta fayda var. Bir ekonomik analiz içerisinde tüm sosyal (dışsal) maliyetleri hesaba katmak zaten çok zor. Kesilen bir ağacın Orman Bakanlığı'nın fiyat tarifesinde bir bedeli olabilir ancak o ağaçta yuvası olan bir kuş için bu bedel emin olun ki yetersizdir. Bu nedenle, sosyal maliyetler konusunu başka bir yazıya bırakarak nükleer santraller için düz bir maliyet hesabı yapığımı baştan belirtmeliyim.

İşe, Fukuşima'daki nükleer felaketten sonra santral maliyetlerinin daha da arttığını söylemekle başlayalım. Bu çok normal. 1986 yılındaki Çernobil kazasından sonra da reaktör tasarımları ciddi bir değişikliğe uğramış, bu da doğal olarak maliyetlere yansımıştı. Reaktör tasarımlarındaki farklılıkları kabaca bağlı bulundukları kuşaklara (nesil veya jenerasyon da deniyor) göre sınıflandırabiliriz. Şu anda en yeni kuşak reaktörler 3+ olarak adlandırılıyor ve 4. kuşak reaktörlerin ticari faaliyete geçmesi içinse en iyimser tahminler 2030'ları işaret ediyor. Bir reaktörün farklı bir kuşağa ait olması, onun daha güvenli, daha ekonomik ve nükleer silah yapımına neden olacak teknik açıklara müsaade etmemesi için bazı tasarımsal değişikliklere uğradığını anlatır. En azından teoride bu böyle. Yeni teknoloji ürünü nükleer reaktörlerin, daha ucuza elektrik üreteceği, daha az güvenlik problemiyle karşılaşacağı ve daha kısa sürede yapımının tamamlanacağı söylenir ancak iş uygulamaya gelince durum dramatik değişiklikler gösterebiliyor.

İLK YATIRIM MALİYETİ
Nükleer santraller için önemli maliyet kalemleri, içine yapım giderlerini de alan ilk yatırım maliyeti, yakıt maliyeti, işletim giderleri ve söküm bedeli olarak sıralanabilir. ABD Enerji Enformasyon İdaresi'nin (EIA) 2010 yılında nükleer reaktörler için belirlediği ilk yatırım maliyet tahmini kilovat kurulu güç başına 3 bin 902 dolardı. Bir yıl sonra, 2011'de bu tahminlerini 5 bin 339 dolara çıkardılar. Nükleer reaktörlerin bir yılda ilk yatırım maliyeti yüzde 37 arttı. 2012 yılında Litvanya'da yapılması düşünülen ve hükümetle muhalefeti birbirine düşüren 1350 MW’lık nükleer reaktör için verilen teklif ise 8 milyar 640 milyon doları buldu[1]. Bu da kilovat kurulu güç başına ilk yatırım maliyetinin 6 bin 400 dolara çıktığını gösteriyor. EIA'nın 2010 rakamıyla, Litvanya'daki fiyatı karşılaştırırsak bu iki yılda yüzde 60'a varan bir artışa işaret ediyor. Tüm elektrik üretim seçenekleri için benzer bir eğilimin söz konusu olmadığını göstermek adına güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik panellerin yatırım maliyetine bakmakta fayda var. EIA'nın aynı raporunda, fotovoltaik paneller için kurulu güç maliyetinin 2011'de yüzde 25 oranında ucuzlayarak 6 bin 300'den 4 bin 75 dolara gerilediği belirtiliyor. 2012'de fotovoltaik paneller için bu fiyatın bin 800-2 bin 300 bandında seyrettiğini de hatırlatalım[2].

Nükleer santrallerden üretilen elektriğin maliyetinin yüzde 60 (bazı kaynaklar da bu oran daha yüksek) oranında ilk yatırım maliyetiyle ilişkili olduğu belirtilir[3]. Ucuza elektrik üretmek istiyorsanız ilk yatırım maliyetini düşürmeniz gerekir ki, nükleer santraller için bunun gerçekleştiğini söylemek çok zor. Söküm maliyeti reaktörden reaktöre değişse de Dünya Nükleer Birliği (WNA) ilk yatırım maliyetinin yüzde 9 ila 15'ine işaret etmektedir. Bu bilgiler ışığında analizimizi Türkiye'ye ve Akkuyu'da yapılması düşünülen nükleer reaktöre çevirmekte fayda var. Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında 12 Mayıs 2010 tarihinde bir anlaşma imzalandı ve Akkuyu sahası ihalesiz bir şekilde devlet şirketi Rosatom'a verildi. Nükleer santral kararını haklı çıkarmak için üretilen teknoloji transferi yapacağız, enerjide dışarıya özellikle de Rusya'ya bağımlıyız şeklindeki sloganlar bu anlaşmayla anlamını yitirdi.

Türkiye, dört adet 1200 MWe gücünde reaktörden oluşan Akkuyu Nükleer Santrali için farklı bir finansman modeli oluşturdu. Santralin mülkiyetini Akkuyu NGS'ye verdi. Böylece 20 milyar doları bulacağı söylenen ilk yatırım maliyetini Rus şirketine yükledi; beraberinde kredi bulma derdini ve onun faiz yükünü de. Bu nedenle ilk yatırım maliyetinde meydana gelen ve yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız fiyat artışı Türkiye Cumhuriyeti'ni çok da kaygılandırmadı. Aslında kaygılandırması gerekiyor. Türkiye'nin aksine fiyat artışları Rusları etkiledi. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Vladimir İvanovski birkaç hafta önce yaptığı açıklamada, 2013’te Mersin’de temeli atılacak Akkuyu Nükleer Santrali’nin maliyetinin artacağını söyledi. İvanovski, “Maliyet 20 milyar dolardan 25 milyar dolara çıkabilir” dedi[4]. Anlaşmada Türkiye tarafına ilk yatırım maliyetiyle ilgili bir yükümlülük verilmediğinden olsa gerek (en azından bizim bildiğimiz ve görebildiğimiz kadarıyla) Enerji Bakanlığı bu açıklamaya bir tepki vermedi. Akkuyu NGS yetkilileri haberin kamuoyunu olumsuz etkileyeceğini düşünmüş olmalılar ki, daha sonraki açıklamalarında yine 20 milyar dolar rakamını telaffuz etmeye hatta daha aşağıya çekmeye başladılar. Biz 20 milyar doları temel alalım. Bu durumda Akkuyu için ilk yatırım maliyeti, kW kurulu güç başına 4 bin 116 dolar seviyesinde kalacak (20 milyar/ 4800 MW). ABD'de ilk yatırım maliyetlerinin 7 bin doların üzerinde olacağı yönünde raporların geldiği şu günlerde Rusya'nın bu rakamı nasıl tutturacağı bir soru işareti. Ana parayı devlet kasasından alsalar ve faiz ödemeseler bile (faiz gelir kayıplarını hesaba hiç katmadıklarını düşünüyorum) bu rakamı tutturmak zor. Çin'de yapımı süren AP-1000 tipi reaktörün ilk yatırım maliyetinin kW başına 3 bin 500 dolara geldiği yönünde haberler var[5]. Çin'de işçilik maliyetlerinin ucuz olmasının nükleer santrallerin diğer ülkelere kıyasla daha ucuza mal edilmesine neden olduğu biliniyor. Bu durumda birkaç seçenek var. Ruslar Akkuyu'daki reaktörü ya Çinli işçilere yaptıracak ya da çalışacak işçilere Çinli işçilerin aldığı parayı verecek. Üçüncü seçenek ise VVER-1200 modelinin Batı’daki reaktörlere göre, bir şekilde daha ucuza yapılacak olması. Peki ama nasıl? Umarım bu sorunun yanıtını Enerji Bakanlığı yetkilileri biliyordur.

Nükleer enerjinin bir sorunu da inşaat tarihlerinin planlandığından uzun sürmesi. Diyelim bir apartman yapacaksınız. Parayı verip, bir köşeye demir-çelik yığdığınızda o apartmanın maliyetini aşağı yukarı bilirsiniz. Nükleerde siz müteahhitle parayı verip el sıkışsanız bile, inşaat sırasında fiyatın artması ve müteahhidin kapınızı daha fazla para için çalması sürpriz olmaz. Buyurun size iki güncel örnek. Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör yapan iki ülke var;  Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da inşaatına 2005’te başlanan reaktörün 2009’da devreye girmesi bekleniyordu. İnşaat hala sürüyor, en erken 2014’te reaktör elektrik üretmeye başlayacak. Bu gecikme sonucunda 3 milyar avroya mal olması beklenen reaktörün maliyeti 6 milyar avroyu geçti. Fransa’da yapımı süren aynı tip reaktörün kaderi de aynı oldu. İnşaatına Finlandiya’dan 2 yıl sonra başlanan reaktör de söylenildiği gibi 4 yılda bitirilemedi. 2016 yılında biterse Fransızlar bayram edecek, maliyeti de yine söylendiği gibi 3 milyar avroda kalmadı, şimdiden 6 milyarı gördü. Bu da başka bir risk. Türkiye’de bir gecikme olursa bilin ki Akkuyu NGS bunu fiyatlara yansıtmak ve maliyeti oradan çıkarmak zorunda kalacak.

ELEKTRİK FİYATLARI YÜKSELMEK ZORUNDA
Anlaşmaya göre Türkiye'nin santralin maliyetiyle ilgili yükümlülüğü dolaylı ve alım garantisiyle sınırlı. Yap-İşlet-Sahip ol (Build-Operate-Own / BOO) modeli gereği Akkuyu NGS’nin ilk yatırım bedelini şirket elektrik satışıyla karşılamak zorunda. Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan uluslararası anlaşmanın1 10. maddesinin beşinci bendinde belirtildiği gibi, TETAŞ, “Akkuyu NGS” adlı proje şirketinden santralde üretilmesi planlanan elektriğin ilk iki ünite (reaktör) için yüzde 70'ini ve diğer iki ünite için de yüzde 30'una tekabül eden sabit miktarlarını, her bir güç ünitesinin ticari işletmeye alınma tarihinden itibaren 15 yıl boyunca 12,35 ABD senti/kWh ağırlıklı ortalama fiyattan (Katma Değer Vergisi dâhil değil) satın almayı garanti etti. Akkuyu NGS, dört reaktör faaliyete geçtiğinde santralin yılda 40 milyar kWs elektrik üreteceğini söylüyor. Bu kapasite faktörünün yüzde 90'larda olacağı anlamına geliyor ki, daha önce çalıştırılmamış yeni bir model (VVER-1200) için çok iddialı. Bu rakamı esas alırsak 15 yıl boyunca Akkuyu NGS'ye ödenecek rakam 50 milyar doları bulacak. Reaktörlerin planlandığı gibi peşi sıra devreye girdiği varsayılırsa ilk reaktörün devreye girmesinden 11 yıl sonra ilk yatırım maliyeti kadar bir paranın Akkuyu NGS'ye sadece alım garantileri karşılığında ödenmiş olacağı anlamına geliyor. Bu süetçe ödenecek işletme giderlerini, yakıt maliyetini de hesaba katarsak ve inşaatta hiç gecikme olmadığını varsayarsak 15 yıldan sonra ilk yatırımın geri dönüşünden bahsedebiliriz. Şirketin alım garantisi dışındaki üretimini piyasaya satması halinde kâr etmesi bile mümkün (bütün bu hesabı yaparken faizsiz para aldıkları ve faiz getirisini hesaba katmadıklarını düşünüyorum). Tabii bir şartla. Yatırım maliyetinin söylendiği gibi, düşük sayılabilecek 20 milyar dolar seviyesinde tutulması gerekiyor. 15 yıllık sürenin sonunda ise bizi daha ilginç bir süreç bekliyor. Yılda 40 milyar kilovatsaat elektrik üretecek bu santralin serbest piyasaya elektrik satması gerekecek. Şu anda PMUM'da oluşan fiyatların 7 dolar sent civarında olduğunu anımsarsak, Akkuyu NGS'nin kâr edebilmesi için fiyatların serbest piyasada daha da yükselmesi şart. Çünkü alım garantisinde verilen 12,35 sentin altında bir fiyattan piyasaya elektrik satışı santralin kâr etmesini engelleyebilir. Pazarlık masasında 12,35 sentlik fiyatın belirlendiği tarihte sonuçları açıklanan Citi Bank'ın araştırması bu iddiamın emellerinden birini oluşturuyor.

“Yeni Nükleer – Ekonomi Hayır Diyor" başlıklı ve 9 Kasım 2009 tarihli “Citi Group” araştırmasında, beş ana risk alanına dikkat çekiliyor. Planlama, inşaat, elektrik satış fiyatı, santralin işletimi ve nükleer atık sorunuyla miyadı dolan santralin söküm işlemleri. Citi raporuna göre, nükleer reaktörün yapım maliyeti kurulu kilovat güç başına 3 bin 400 - 4 bin 733 dolar arasında değişiyor. Raporda, bir nükleer reaktörün zarar etmemesi için üretilen elektriğin kilovatsaatinin piyasada en az 6,5 avro sentten (8-9 dolar sent) satılması gerektiğine vurgu yapılmış. Akkuyu için öne sürülen ilk yatırım maliyetinin kilovat kurulu güç başına 4 bin 116 dolar olduğu hesaba katılırsa bu raporda kâr edilmesi için belirtilen fiyat şartının Akkuyu nükleer santrali için de geçerli olduğu söylenebilir (Batı standartlarında bir nükleer santral yapılacaksa işçilik maliyetleri dışında fiyatı aşağı çekecek bir etken olmamalı). Dokuz sent civarındaki fiyat şu andaki piyasa fiyatının üzerinde ve raporda da belirtildiği gibi üreticiye ciddi bir kar sağlamıyor. Akkuyu NGS ya da Rosatom bu fiyatın üzerinde ve sürekli elektrik satmak isteyecektir. Tasarım ömrü 60 yıl olarak belirtilen (dünyada henüz hiçbir reaktör bu kadar uzun süre çalışmadı) reaktörün uzun vadede daha çok kâr edeceğini hesaplıyor da olabilirler. Komplo teorilerini hiç sevmem ama Türkiye’de elektriğinin yüzde 45'lere yakını doğalgaz çevrim santrallerinden sağlanıyor. Türkiye'nin bir numaralı doğalgaz tedarikçisinin Rusya olduğunu hatırlatalım. Doğalgaz fiyatlarının biraz artması, elektrik fiyatlarının da artmasına neden olur. İpler iyiden iyiye Rusya'nın elinde olacak. Bu senaryoyu bozmak için ya ciddi miktarda gaz sağlayacak yeni doğalgaz tedarikçileri bulacaksınız ya da bambaşka bir yola girip, hem enerjiyi verimli kullanacak hem de yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretmeye başlayacaksınız. Bunun önündeki en büyük engel ise sorunun bir numaralı kaynağı, Akkuyu'da kurulmak istenen santral.

NÜKLEER VE GÜNEŞ FARKLI DÜNYALARIN OYUNCULARI
30 bin megavat güneş ve bir o kadar da rüzgar kurulu gücüne sahip Almanya'da, sistem artık farklı işliyor. Güneşin veya rüzgarın çok olduğu günlerde, bu kaynaklardan üretilen elektrik miktarı o kadar artıyor ki, serbest piyasada fiyatları oldukça düşebiliyor. Mart ayında güneş enerjisinden elektrik üretim rekoru kıran Almanya'da bu oldu. Talebin arttığı gün ortasında güneş panelleri şebekeyi elektriğe boğdu ve azami yük (peak load) fiyatlarını aşağıya çekti. Spot piyasada fiyatlar 3,5 avro sente kadar indi. Bu durum başta nükleer olmak üzere, esnekliği olmayan baz yük santrallerini rahatsız ediyor.

Tablo 1. Almanya’da 7 Mart 2012 tarihinde oluşan fiyatlar

 
Aslında rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla nükleer arasındaki asıl kavga şebeke üzerinden oluyor. Baz yük santrallerinin sayısının ve öneminin giderek azaldığı akıllı şebekelerle desteklenen bir modele uyum sağlamakta en çok nükleer santraller zorlanıyor. Bir nükleer santrali açıp kapamanız, nükleer reaksiyonu durdurup yeniden başlatmanız günler alabilir. Nükleer santraller yapı itibariyle sürekli çalışmak, yakıt değişimine kadar devamlı elektrik üretmek istiyor. Yenilenebilir enerji ise doğası gereği daha esnek. Diğer baz yük santrallerin nükleer kadar sorunu yok. Onlar da oyunu böyle oynamak istemiyorlar ama bir doğalgaz santralini açıp kapatmak nükleer kadar zor değil. Doğalgaz santrallerinin ilk yatırım maliyetlerinin kW kurulu güç başına 1000 dolar seviyesine geldiği günlerde elektrik üreticisi şirketler de bu durumdan çok şikayetçi değil. Nükleerin karşılaştığı tek sorun bu yeni sisteme “uyum” sorunu da değil. Fiyat rekabetinde de nükleer enerji zor günler yaşıyor. Aşağıdaki tablo yenilenebilir enerji kaynakları için farklı ülkelerden derlenmiş üretim maliyetlerini gösteriyor. Türkiye’de, hem işçilik hem de yenilenebilir enerji potansiyellerin güçlü olması nedeniyle (güneşlenme süresinin uzunluğu gibi) bu rakamların daha aşağısında üretim maliyetlerine ulaşmak da mümkün. Bir de bu karşılaştırmayı nükleer santralin en erken elektrik üreteceği tarih 2020’deki yenilenebilir enerji fiyatlarıyla yapmak lazım. Temiz enerjide teknoloji sürekli geliştiği ve ilk yatırım maliyetleri hızla aşağı çekildiği için aşağıdaki fiyatların da altında rakamları görmek mümkün olacak. Halihazırda 12,35 sentin altında üretim yapabilen biyokütle, jeotermal, rüzgar gibi enerji kaynaklarına o tarihlerde güneş enerjisini ve hatta yakın bir tarihe kadar adından dolayı espri konusu olan “dalga enerjisini” de ekleyebileceğiz. Bugün “ucuz nükleer” diye yola çıkanların yerinde olsam o tarihlerde uzun bir yurt dışı seyahatine çıkardım.

Tablo 2. Yenilenebilr enerji kaynakları elektrik üretim maliyetleri
TÜRÜ
kWs MALİYETİ (ABD sent)
Büyük Hidro (1 MW üstü)
5-10
Küçük Hidro (1 MW altı)
5-40
Rüzgar
5,2-16,5
Rüzgar Açıkdeniz
11,4-22,4
Rüzgar ev tipi (0,1-3 kw)
15-20
Biyokütle
7,9-17,6
Jeotermal
5,7-8,4
Güneş Çatı fotovoltaik paneli
22-44
Güneş fotovoltaik (santral tipi)
20-37
Yoğunlaştırılmış Güneş Termal
18,8-29
Dalga enerjisi
21-28
Kaynak: REN 21, 2012

SÖKÜM VE ATIK MALİYETLERİ
Söküm maliyetinin ilk yatırım maliyeti kadar gündeme gelmemesi, sökülme işlemine reaktör yapıldıktan 40-60 yıl (hatta daha geç) sonra başlanacak olmasından kaynaklanıyor. Genelde devletler, işletmeci firmadan söküm ve atık için gerekli parayı, üretime geçtikte sonra yavaş yavaş ödemesini ister. Türkiye'nin Rusya Federasyonu ile yaptığı anlaşma da bu temele dayanıyor ama özellikle nükleer atık konusunda ciddi belirsizlikler görülüyor. Atıkların Türkiye'de mi kalacağı, Rusya'nın yasalarına rağmen oraya mı gönderileceği belli değil. Akkuyu NGS A.Ş. Adlı Rosatom bünyesindeki şirketin Türkiye'de “halkı bilgilendirmek” için kurduğu internet sayfasında aynen şu satırlar yazılı: “Nükleer santralde kullanılacak tüm yakıt Rusya’dan getirilecek. Atıklar da yine Rusya’ya geri gidecek. Atıkları Türkiye satın almak isterse, Türkiye’de de kalabilecek”. Şirket, imza attığı uluslararası anlaşmanın 10. maddesinin 9. bendiyle çelişiyor. Bu maddede, “Proje Şirketi, ESA çerçevesinde TETAŞ tarafından alınan elektrik için kullanılmış yakıt ve radyoaktif yakıt yönetimi hesabına 0.15 ABD senti/kWh ve işletmeden çıkarma hesabı için 0.15 ABD senti/kWh tutarında ayrı bir ödeme yapar. ESA dışında satılan elektrik için Proje Şirketi yürürlükteki Türk kanunları ve düzenlemeleri uyarınca gerekli ödemeleri ilgili fonlara yapacaktır” deniyor. Kullanılmış yakıtlar Rusya’ya götürülecekse, neden TETAŞ’a para veriliyor? Nükleer atıklar (yakıt yerine nükleer atık demek daha doğru olur)  “bir şekilde” Türkiye'de kalacaksa, Türkiye bir de bunun için para mı ödeyecek? Bu kadar önemli bir konunun, santrale beton dökülme aşamasına gelindiği şu günlerde bile çözülmemiş olması kaygı verici.

Atıkları satın alacaksak bunun da bir maliyet kalemi olacağını ve tarihe geçeceğimizi belirterek söküm masraflarıyla ilgili bir hesap yapalım. Yılda 40 milyar kWs elektrik üretmesi beklenen Akkuyu NGS’den üretilen her kWs için 0,15 ABD sentini söküm masrafları için ayırması anlaşmada isteniyor. Santralin verim kaybı, çalışmayacağı ayları da hesaba katarsak 60 yılda 3 milyar dolara yakın bir paranın bu fona ayrılacağını söyleyebiliriz. Dünya Nükleer Birliği söküm bedelinin ilk yatırım maliyetinin yüzde 15’ine denk düşebileceğini söylüyor. Bu da tam 3 milyar dolara denk düşüyor. Siz de fark etmişsinizdir ki, yatırım maliyetinin gerçek yatırım maliyeti olup olmadığını, santralin sökümünün hangi standartlara uygun bir şekilde yapılacağını bilmeden bu rakamın yeterli olup olmayacağı konusunda bir yorum yapmak zor. Santralin bazı parçalarının yüksek seviyeli atık muamelesi göreceğini de biliyoruz. Atıkların ne yapılacağı bile belli değilken, sadece bu yüzdesel hesaba bakarak bir tahminde bulunmak doğru olmaz. Maliyet kadar bu belirsizlik de önemli. Elinizde 240 bin yıl radyoaktif kalan atıklar var ama bunu ne yapacağınızı belirlememişsiniz.

YAKIT MALİYETİ VE KAZA
Çernobil Nükleer Santrali - Foto: O. Gurbuz
Yakıt maliyeti nükleer santraller için elektrik üretim maliyetinin yüzde 10 ila 15’i arasında değişiyor. Farklı kaynaklarda farklı rakamlar var ama bu yazıda bahsetmeye çalıştığım diğer kalemlere göre yakıt maliyetini tahmin etmek veya hesaplamak daha kolay. Uranyum fiyatlarına endeksli bir hesaplama yapmanız gerekiyor. Fukuşima öncesi nükleer reaktör sayısının hızla artacağını uman nükleer endüstri uranyum fiyatlarının da aynı oranda artacağını düşünüyordu. Sınırlı uranyum rezervlerine ve madenlere de ilgi artmıştı. Uranyum rezervlerinin sınırlı olması yeniden işleme gibi yakıt maliyetini arttıran yöntemlerin de daha sık gündeme gelmesine neden olmuştu. Fukuşima sonrası birçok ülkenin nükleerden çıkış kararı alması bu eğilimi değiştirdi. Yakın zamanda fiyatlarda çok ciddi bir artış beklenmiyor. Yakıt konusunda bir başka sorun yakıtın fiyatından çok yakıt fabrikalarının belli ülkelerin tekelinde olması ve her reaktör tipinin farklı yakıt çubukları kullanmasıyla ilgili. Tek tedarikçiye bağımlılık burada “dışa bağımlılık” konusunu gündeme getiriyor.

Bu aşamada değineceğim son konu, kaza olması halinde ortaya çıkacak maliyet. Hem Çernobil hem de Fukuşima’da görüldüğü gibi sadece temizlik çalışmalarının tutarı bile 300-350 milyar doları bulabiliyor. Bu nedenle hiçbir sigorta şirketi bir nükleer santrali sigortalamaya yanaşmıyor. Hiçbir özel şirketin devlet desteği olmadan böyle bir maliyetin altından kalkması da mümkün değil. Nükleer kazadan sonra bir mucize eseri hiç can kaybı yaşanmasa bile, yatırım riski bu kadar büyük bir girişimin “normal şartlarda” serbest piyasa koşullarında gerçekleşmesini beklemek aslında bir hayal. İlk yatırım maliyeti, faiz oranları, inşaatın süresi gibi değişkenler nükleer santrallerin elektrik üretme maliyetlerini ciddi oranlarda etkileyebiliyor ancak bir kaza olması halinde asıl fiyat ortaya çıkıyor. Bırakın büyük çaplı bir kazayı, ufak bir radyoaktif sızıntının gerçekleşmesi halinde bile nükleer santral aylarca kapatılabilir. (Belçika’da şu günlerde olduğu gibi[6]) İşletme riskinin sadece sağlık açısından değil iktisadi açıdan da ne kadar riskli olduğunu anlamak için bu faktörü unutmamak gerek. Nükleer enerjinin şeffaf ve serbest bir piyasanın oyuncusu olmadığı açık. Sübvansiyonlar, sızıntı ve kazaların boyutlarını gizleyecek denetime kapalı otoriter rejimler nükleer enerji için tercih nedenidir. Bu nedenle kaça patlar sorusuna yanıtım kısaca “çok pahalıya” olacak.  


[1] http://www.reuters.com/article/2012/06/21/lithuania-energy-idUSL5E8HLBX620120621 adresinde en son 23 Eylül 2012 tarihinde görüldü.
[2] Renewables 2012, Global Status Report, REN 21.
[3] Reducing the capital cost of Nuclear Power Plants, Nuclear Energy Agency, 3 Şubat 2000.
[4] http://haber.gazetevatan.com/faturasi-25-milyar-s/463454/2/Haber adresinde en son 23 Eylül 2012 tarihinde görüldü.
[5] The Cost of Nuclear Power: Why nuclear will cost us more than the alternatives. No2nuclearpower, Şubat 2011.
[6] Bakınız: http://www.reuters.com/article/2012/09/13/belgium-nuclear-idUSL5E8KD9D420120913

Çin’in yeşil ekonomisi ve Türkiye

Türkiye’de ekonomi tüketime dayalı, yapay bir büyüme eğilimi içerisinde. Çin’de ise teknoloji transferi, yerli sanayi ve çevre koruma alanındaki hedeflerin öne çıkarıldığı farklı bir büyüme modeli uygulanıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/ 4 Kasım 2012

Ekonomi camiası sık sık Türkiye ile Çin’in adlarını birlikte dillendiriyor. Avrupa Birliği (AB) ve ABD’deki duraksamaya rağmen büyümeye (klasik anlayışa göre) devam eden bu iki ekonominin benzer özelliklerine dikkat çekiliyor. Son 30 yıl boyunca, yıllık büyüme oranını ortalama yüzde 10’da tutmayı başaran Çin’in yanına Türkiye’yi koymak özellikle hükümete yakın ekonomistlerin sevdiği bir iş. Ancak ‘Pekin ördeğinin ayağı’öyle değil. Gayri Safi Hasıla’nın son birkaç yılda Çin kadar artması, bize iki ekonominin de aynı yolda gittiğini anlatmaz. Kaldı ki, 2011 yılında Çin ve Arjantin’den sonra G-20 ülkeleri arasında en büyük üçüncü ekonomik büyüme oranına imza atan Türkiye’nin bu yılki performansıyla Çin’den uzaklaştığınıda görmek lazım.

2012’de Türkiye için öngörülen büyüme rakamı yüzde 4’ün de altında kalacağa benziyor. Çin ekonomisi de yavaşladı ancak 2012 büyüme oranının yüzde 7’lerde seyredeceği tahmin ediliyor. Çin’in imalat sanayi ve ithalat rakamları, ABD ile AB’deki ekonomik duraklamadan haliyle etkilendi ama hâlâ güçlü. Çin’in ekonomik krizi Türkiye’den daha az hasarla atlatmasının ardında gelecek vaat eden, gelişen sektörleri doğru belirleyip yatırım yapması gibi nedenler var. Türkiye ile Çin ekonomileri arasındaki birinci fark ekonomik büyümede süreklilik konusu, ikincisi ise yatırım yapılan alanların farklılığı.

2006 yılından bu yana atmosfere en çok seragazı bırakan Çin’in ekonomisinin yeşil bir vizyona sahip olduğunu belirtmekle işe başlayalım. Bunun hem ekonomik hem de çevresel nedenleri var. Yapılan araştırmalar, Çin’deki nehirlerin yüzde 60’ında su içilebilecek kalitede değil. Ülkedeki su kaynakları ve göllerin yüzde 70’i de ciddi boyutlarda kirlenmiş. Sadece su kaynaklı kirliliğin ülkede 360 milyon kişi için sağlık sorunları yarattığı belirtiliyor. Hızla gelişen sanayi kaynaklı kirlilik tarımsal üretimi de düşürüyor. Çin Devlet Çevre Koruma Genel Müdürlüğü, 2005 yılında çevre sorunlarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 10’una mâl olduğunu söylüyordu. Bütün bunlar Çin’in neden bu kadar çok yeşil ekonomi vurgusu yaptığını sanırım açıklıyor. Peki, Çin neler yapıyor?

Bu soruya en iyi yanıtı Worldwatch Enstitüsü tarafından hazırlanan“Çin’de Yeşil Ekonomi ve Yeşil İş” adlı rapor veriyor. Rapor, enerji, ulaşım ve ormancılık alanlarına odaklanmış.Ormanlaştırma kampanyaları sonucu ortaya çıkan yeni verilere inanmakta zorlanıyorsunuz. “Altı Ana Ormancılık Projesi” ile sadece 1999-2008 yılları arasında 52 milyon hektar alana fidan dikilmiş ve Çin’in orman alanı yüzde 30 oranında artırılmış. 2010 yılında ise ülkenin yüzde 2,7’si koruma alanı olarak belirlendi. 122 milyon hektarlık bir alan. Ülkede 2 bin 150 adet orman parkı var ve bunlar biyoçeşitliliğin korunmasınısağlıyor.

ÇİNLİFİRMALAR İLK 10’DA
Enerji sektöründe en büyük değişim yenilenebilir enerji kaynaklarına yapılan yatırımın giderek artması. 2020’ye kadar 300 ila 460 milyar dolar arasında bir rakam hidroelektrik hariç yenilenebilir enerji kaynaklarına harcanacak. Çin’de elektrik üretiminin yüzde 70’inden fazlası kömürden elde ediliyor. Bu pay azalacak ve yerini güneş, rüzgar gibi temiz enerji kaynakları alacak. Güneşten elektrik üreten fotovoltaik panel üretiminde Çin Japonya ve Avrupa’yı geçti. Bu sektörde 100 bine yakın kişi çalışıyor ve 15 milyar dolar civarında ithalat yapılıyor. Worldwatch 2011-2020 yılları arasında fotovoltaik üretimi nedeniyle her yıl 23 bin kişiye yeni istihdam sağlanacağınıtahmin ediyor. Rüzgar enerjisinde de durum farklı değil. 2011 sonunda kurulu rüzgar gücü 63 bini megavatı geçti, tüm Avrupa’da bu rakam 100 bin megavat. Türkiye de rüzgar türbinleri kuruyor ancak Çin aynı zamanda üretim de yapıyor. Dünyadaki en büyük 10 türbin üreticisinden dördü Çin’den. Bundan, çok değil 5-10 yıl önce bu listede Çin’den bir firma bulamazdınız. Türkiye’de ise yerli türbin için çalışmalar var ama çok yavaş ilerliyor.

120 BİN KİLOMETRE DEMİRYOLU
Foto: O. Gurbuz
Bu durum sadece rüzgar veya güneş enerjisi için geçerli değil. Ulaşımdan, imalat sanayinin birçok alanına kadar ekonominin büyük bir bölümünde Çin’in araştırma-geliştirme yatırımları ön plana çıkıyor. Çin firmaları, yurt dışındaki firmaları satın olarak teknoloji ve bilgi birikimine erişiyorlar. Ülkeye gelen yabancı yatırımlara da ortak oluyor, hem kârı paylaşıyor hem de teknolojiyi öğreniyorlar. Kendi trenlerini, uçaklarını ve otomobillerini yapıp, uzay projelerini yürütüyorlar. Çin yüksek hızlı trenler için döşenmiş en uzun demiryolu hattına sahip (17 hat, 8 bin 400 km). 2020 hedefi bu rakamı 18 bin kilometreye çıkarmak. Hızlı trenler yolcu taşımacılığı için önemli ama ticaret için daha yavaş giden, ekonomik trenlere ihtiyacınız var. Ülkede bu konuda da çok ciddi çabalar var. 2002 ile 2009 tarihleri arasında demiryollarıyla yolcu taşıma kapasitesi 1,5 kat; yük taşıma kapasitesi ise 1,6 kat arttı. 2015’e kadar Çin’deki demiryolu ağının 120 bin kilometreye ulaşması bekleniyor. Kentlerde raylı taşımacılığın payı da inanılmaz bir hızla artırılıyor. 2001 yılında 900 milyon kişi kentlerde demiryoluyla taşınıyordu, beş yıl sonra bu rakam ikiye katlandı;1 milyar 800 milyon oldu. 2010 yılına gelindiğinde metro ve hafif metro ağının uzunluğuŞanghay’da 420, Pekin’de 330 kilometreyi buldu.

Çin, bu alanların bazılarında özellikle ileri teknoloji konusunda hâlâ dışa bağımlı ancak “makus talihi” değiştirmek için adım attıklarını ve devlet desteğiyle ciddi bütçeler ayırdıklarınıgörmezden gelmemeli. Türkiye’de ise yatırım denince akla alışveriş merkezi, konut projesi, köprü veya otoyol geliyor. Büyük projelerin çoğunda aynı Çin’de olduğu gibi yabancıortaklar var ama işin içinde teknoloji transferi gibi bir kavram ya da plan yok. Çevrenin korunması gündemde bile değil. Sokağa çıkıp protesto gösterisi düzenlemenin çok zor olduğu Çin’de geçtiğimiz hafta bir petrokimya tesisinin genişletilmesi planıhalkın tepkisi nedeniyle durduruldu. Bizde çevrecilerin neredeyse sokağa çıkmadığı gün yok ama hükümetin diyalog kurmaya bile yanaşmadığını görüyoruz. Çin’in gördüğünü Türkiye neden görmüyor, merak etmemek elde değil.

Greenpeace ve Ayşe Arman

Yeşilbarış örgütünü neredeyse 20 yıldır izliyorum, bir süre kampanya yürüttüm. Kampanya başarısından bu kadar uzaklaşıp görünürlüğe bu kadar önem verildiğini daha önce hiç görmemiştim.

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Ekim 2012

Yıl 1970. Bob Hunter ve arkadaşları “Dalga Çıkartmayın” adlı bir komite kurdular. O gün için tek dertleri vardı, ABD'nin Alaska yakınlarındaki Amçitka Adası'nda yapacakları nükleer denemeyi durdurmak. Komitenin üyelerinden ekolojist Bill Darnell, barış (peace) odaklı bu gruba yeşil (green) kelimesini hatırlattı. Böylece, dünyanın en büyük çevre örgütlerinden biri olacak Greenpeace'in (Yeşilbarış) adı ve mücadele alanları ortaya çıkmış oldu. Nükleer silahlara karşı duran en kuvvetli kelime barış, ekolojiyi en iyi anlatan renk ise yeşildi. İki ayrı kelime, grubun para bulmak amacıyla kullandığı ilk yöntem olan rozetlere sığmayınca birleştirildi ve Greenpeace (Yeşilbarış) adı ortaya çıktı.
Nükleer silahlara ve savaşa karşı zafer işareti yaparak 'barış' istemek, çiçek çocuklarından geliyor. Vietnam Savaşı sırasında ortaya çıkmıştı. Çiçek çocuklarının şarkılarıyla ruhlarını tazeleyen grup, 1971 yılında nükleer denemelerin yapılacağı adaya bir tekneyle gidip, denemeyi durdurmaya karar verdi. Tekne nükleer denemenin olacağı bölgede olursa, Amerikalılar büyük bir olasılıkla nükleer bombayı patalatamayacaktı. Veya onları da öldürmek zorunda kalacaklardı. Yaptıkları rozetleri satarak tekne parasını çıkaramayacaklarını anlayınca bir rock konseri düzenlediler. Topladıkları 23 bin dolarla tekne satın alındı. Daha adaya varmadan ABD Donanması tarafından yolları kesilse de kamuoyu ölümü göze alan bu yolculuğu duymuştu. Nükleer deneme yapıldı ancak daha sonraki denemelerden vazgeçildi. Amçitka Adası ise kuşlar için koruma alanı ilan edildi. Greenpeace o gün bugündür şirketlerden bağış, yardım almaz. Gelirler bireylerin verdiği maddi katkılardan oluşur.
40 YIL SONRA BAŞKA BİR GREENPEACE
Yıl 2012. Bu defa Greenpeace'in gemisiyle yola çıkan gözü pek eylemciler değil Hürriyet gazetesinin en çok okunan yazarlarından Ayşe Arman. Amaç Greenpeace'in 'Kuzey Kutbu'nu kurtar' kampanyasını duyurmak. Ayşe Arman yazacak, Türkiye duyacak. Duyacak ama sonra ne yapacak? Yeşilbarış'a destek verecek ve böylece örgüt daha çok parayla daha fazla eylem yapacak. Tahmin edebileceğiniz gibi çevre camiası bu konuyu tartışıyor. Kimileri, binlerce kişiye ulaşıldığını söyleyip yapılan işi destekliyor kimileri ise Arman'ın doğru kişi olmadığını söylüyor. Kocasının BP'de üzt düzey yönetici olması da sıkça dillendiriliyor. Bu eleştirilerin doğru ama yetersiz olduğunu çünkü çoğu yorumun işin özünü görmekten uzak olduğunu düşünüyorum. 
İlk sorun Türkiye'deki birçok sivil toplum örgütünün düştüğü hataya Yeşilbarış'ın da düşmesi. Kampanya, Yeşilbarış'ı Yeşilbarış yapan Hunter gibi eylemciler tarafından değil, mücadeleden giderek uzaklaştıklarını düşündüğüm 'profesyonel' iletişim sorumluları tarafından yapılmış gibi duruyor. Arman'ın hatırı sayılır okuyucu kitlesine ulaşmak ve onlardan maddi destek sağlamak hedeflenmiş olabilir. Bugün herhangi bir şirket, medyada adını duyurmak istese benzer bir yola başvurur. Gazeteciler bir geziye davet edilir, kendilerine bilgiler verilir ve onlardan daha sonra kendileri hakkında güzel yazılar yazması beklenir. Ayşe Arman'da bunu yapmış. Üç tane güzel gezi yazısı, Greenpeace ve gemisi hakkında renkli ve eğlenceli bilgiler vermiş. Arada sırada kömürden, toplam iki kez de petrolden bahsetmiş. Ellerine sağlık ama unutulan bir şey var. Greenpeace bir şirket değil. 
ARMAN DOĞRU KİŞİ DEĞİLDİ
Arman kutuplara gitti ve geri geldi. Bu süre boyunca planlı bir kampanya yürütüldü. Kampanya Greenpeace ve Hürriyet gazetesi tarafından hazırlanan videolarla süslendi. İlk videoda dört çeker cipine atlayan Arman kutuplara gitmenin mutluluğu içindeydi. Aracınızın motoru ne kadar büyükse küresel ısınmaya yol açan petrolü o kadar çok yakıyorsunuz. Kuzey Kutbu'nu kurtarmak için cipe binmek, yangına körükle gitmeye benziyor. Arman Kuzey Kutbu'na kadar gitmişken Hürriyet için küçük bir reklam filmi bile çekti. Elinde iki cep telefonu, gazetenin internet sitesine kutuplardan bile erişilebileceğini gösteren reklam filmini ne yazık ki izledim. Demek bizim telefoncular, oraya bile baz istasyonlarını dikmeyi başarmışlar. Yeter ki Ayşe Arman internetsiz kalmasın. Bu işin şakası ama o reklamın bana düşündürttüğü ilk şey buydu.
Greenpeace'in Ayşe Arman kampanyası umarım onlara daha çok destekçi kazandırmış, kasalarına daha çok para girmesine neden olmuştur. Son 5-6 yıldır örgütün öncelikli derdi zaten bu oldu.  Kampanya başarısından çok popülerleşme, ana akıma yaklaşma ve sanal alemde var olma ön plana çıktı. Kullandıkları dil belki daha 'neşeli' oldu ama anlamsızlaştı. Ekolojinin özüne aykırı, “seninki kaç santim” gibi cinsiyetçi bir dil, kampanya sloganı bile yapıldı. Mücadeleden bihaber birileri, “nükleerle yaşamaya hazır mısınız” gibi bir sloganı, kampanyacıların başına nasıl dert açacağını düşünmeden piyasaya sürdü. Sonra bir enerji bakanı geldi ve “hazırız” deyip Yeşilbarış'ı mat etti. Yeşilbarış örgütünü neredeyse 20 yıldır izliyorum, bir süre kampanya yürüttüm. Kampanya başarısından bu kadar uzaklaşıp görünürlüğe bu kadar önem verildiğini daha önce hiç görmemiştim. Greenpeace'e destek vermek yakında 'Vakko' marka çanta taşımaya benzeyecek. Vakko marka çantaların bu dünyayı kurtaracağını sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. 
ÇEVRECİLER SEMPATİK OLMAK ZORUNDA DEĞİL
Greenpeace'in bu kampanyayla yaşadığı asıl sorun ise örgütün giderek onu var eden unsurlardan uzaklaşması. Arman yazısında, “biz enerjiyi verimli kullanmıyoruz” diye okuyucularına mesaj veriyor ancak ilk videoda evindeki gereksiz ışıklandırmalar göze çarpıyor. Ulaşımda verimlilik toplu taşımadan geçer ama size “verimli olun” diyen kişi, özel ve çok petrol yakan bir araca biniyor. Elinde iki cep telefonu var vs. Ayşe Arman'ın evinin bir odası, Bob Hunter, David Mc Taggart gibi daha sonra Greenpeace'in başkanlığını da yapmış müthiş insanların nükleer denemeleri durdurmak için okyanusa açıldıkları o tekneden sanırım daha büyük. Bilemeyiz, belki de bu kutup gezisinden sonra Arman iki odalı bir apartman dairesine taşınır, cipini az yakıt yakan bir şehir aracıyla değiştirir ve hatta bisiklete binmeye başlar. Lüks lokantalardan, pahalı elbiselerden vazgeçer. Çünkü Greenpeace'i Greenpeace yapan sadece söyledikleri değil aynı zamanda yaptıklarıdır. O gemideki eylemcilerin yaşam biçimidir. Yoksa Yeşilbarış, politikaların değişmesi kadar, tüketim toplumunun terk edilmesi, yaşam tarzımızın değişmesi gerektiğine artık inanmıyor mu? Kutuplara kadar götürdüğünüz Arman'ı ikna edemediyseniz kimi ikna edeceksiniz? Kampanyanın asıl başarısızlığı aslında bu yanlış kişi seçiminde yatıyor. 
Uzun lafın kısası, Greenpeace'in kamuoyuna mesajlarını iletmesi için seçtiği kişi ya bu mesajları hiç duymamış ya da hiç iplemiyor. Ayşe Arman'a haksızlık etmek istemiyorum, iyi niyetinden de şüphe etmiyorum. Sorun, dünyayı kurtarmak için yanlış bir yöntemin seçilmesi. Greenpeace'i moda yapmak, onu sosyal medyada takip etmeyi cazip kılmak insanları sorumluluklarından uzaklaştırıyor. Yeşilbarış'ı 'beğen'mekle iş bitmiyor, kendi yaşam tarzınızı, mevcut politikaları 'beğenmemekle' iş başlıyor. Yeşilbarış hoşunuza giden değil, hoşunuza gitse de gitmese de doğruları söyleyerek sizi rahatsız eden bir kurum olmak zorunda. Onu sempatik kılmak, ana akıma yaklaşmayı da beraberinde getirecekse örgütün etkisini de azaltabilir. Başbakan Erdoğan'ı bir düşünün, o zaman demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. 
Küresel ısınmayı yavaşlatmak için vaktimiz o kadar az ki, sadece güzel yazı yazmak veya bir örgüte maddi destek vermek yetmiyor. Yaşam tarzımızı değiştirmemiz, sokağa çıkıp bağırmamız da gerekiyor.

Nükleere geçiş sınavı (NGS)


Foto: http://www.akkunpp.com/fotogaleri
Mersin'de nükleer santral kurmak isteyen Akkuyu NGS şirketi Büyükeceli'de kurulan bilgilendirme ofisi ve şirketin internet sayfası aracılığıyla kamuoyunu yanlış bilgilendiriyor, hükümet de buna göz yumuyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Ekim 2012

Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) Elektrik Üretim adlı Rus şirketi, Mersin'e nükleer santral kurmak için var gücüyle uğraşıyor. Rus devlet şirketi Rosatom'un Türkiye şubesi, şu aralar nükleer santrali halka şirin göstermek amacıyla çeşitli kampanyalar yürütüyor. Bizim devletin de desteğiyle, Büyükeceli Beldesi'nde adı “bilgilendirme” asıl görevi “beyin yıkama” olan bir merkez bile açtılar. Bölgedeki öğrencileri, vatandaşları nükleer enerjinin çok iyi bir şey olduğuna inandırmak için burada “eğitim” veriyorlar. Yanlış bilgi gırla. Biz, okullarda yenilenebilir enerjiyi, iklim değişikliğini anlatmaya kalksak Milli Eğitim 40 dereden su getirtir. Peki, Atomsporun sunumlarını kim denetliyor? Çocuklarımızı bu kişilerin, amaçları kâr etmekten başka bir şey olmayan bu insanların ellerine nasıl bırakıyorsunuz? Bu günahın vebalinin altından kalkabilecek misiniz? Kalkamayacaksınız, onu siz de biz de iyi biliyoruz.

Bu da yetmedi. Yüzde 100 Rus malı santrali yerliymiş, ülkeye teknoloji transferi yapıyormuş gibi göstermek için Rusya'ya öğrenci göndermeye başladılar. Neymiş efendim, bu öğrencilerin birkaç tanesi geldiğinde santralde çalışacakmış. Santral yerli olsa, tüm çalışanlar buralı olsa ne fark eder? Sanki “yerli nükleerden” atık çıkmayacak, kaza riski olmayacak! 2011'de 50 öğrenci Rusya'ya gitti, bu yıl 75. Bu öğrencilerin bazıları döndüklerinde, halka rağmen yapılmak istenen nükleer santralde iş bulmayı umuyor. Ben size ne iş yapacaklarını söyleyeyim. Santralde bir sızıntı meydana gelirse saklamak zorunda olacaklar, eşleri dostları kanserden ölürken medyanın önüne çıkıp, yok öyle bir şey diyecekler. Türkiyeli oldukları için bir kaza olduğunda bilgileri çarpıtma görevinin onlara verileceğini bilmiyorlar tabi. Kendilerine bir gelecek değil, hayat boyu utanç duyacakları bir iş teklifi yapıldığından habersizler. Daha da kötüsü, pırıl pırıl beyinlerini yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklar için kullanmak yerine milyonların hayatını tehlikeye atan bir nükleer santralde şalter indirip kapatacak birer işçi olmak uğruna harcadıklarının farkında bile değiller. Umarım bilgilerini başka alanlarda kullanabilecek iradeyi memlekete döndüklerinde gösterebilirler. Umarım sağ duyulu davranırlar.


Foto: http://www.akkunpp.com/fotogaleri
Görüldüğü gibi o öğrencilerden umudumu tamamen kesmedim. Hatta onlara yardım etmek amacıyla bir sınav bile hazırladım. Malum, bir nükleer reaktörde 200-300 kişiye iş var. Bunların çoğu da Rosatom'un Rusya'dan getireceği kişiler olacak. Türkiye kontenjanı için Akkuyu NGS adlı şirketin bir sınav hazırlığı içinde olduğunu öğrendim ve soruları da sizler için ele geçirdim. Nükleere Geçiş Sınavı (NGS) adı verilen bu sınavdan beş soruyu çalışmanız için burada paylaşıyorum. Hem Rusya'daki öğrencilere hem de sizlere tavsiye ediyorum. Bu sınavdaki sorulara doğru yanıt verirseniz başta Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı olmak üzere kamu kesiminde iş bulma şansınız çok yüksek. Hadi bakalım, kolay gelsin!

1. Binlerce yıl radyoaktif kalan nükleer atıkların akıbeti hakkında Akkuyu NGS Elektrik A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Rauf Kasumov ne demiştir?

A) Türkiye’de 75 milyon kişi var. Herkese 1 kilo nükleer atık versek geriye hiçbir şey kalmaz.
B) Nükleer atıklar radyoaktif ama geceleri çok güzel ışık veriyor.
C) Nükleer atıkları Türkiye satın almak isterse burada kalır. İstemezse Rusya‘ya gider.
D) Türkiye’de önce trafik sorununu çözmek lazım. Nükleer atık sorununu sonra çözersiniz.

2. Akkuyu NGS A.Ş.'nin internet sayfasında rüzgar enerjisi hakkında aşağıdakilerden hangisi yazılmamıştır?

A) Rüzgar santralleri doğaya ciddi zarar verir. Hava akımlarının doğal dolaşımı bozması nedeniyle, iklim değişikliğine sebep olur.
B) Rüzgar santralleri hayvanlar için büyük bir tehlike oluşturur. Her gün binlerce kuş ve yarasa pervane kanatlarına çarparak ölürler.
C) Bilim adamları rüzgardan enerji alındığında; hava iletişiminde, radyo ve TV sinyallerinin yayılmasında sorun yaşandığını kanıtlamışlardır.
D) Rüzgar enerjisi iklim değişikliğine yol açmayan çevreci ve ucuz bir elektrik üretim biçimidir.

3. Büyükeceli beldesindeki “Nükleer Bilgilendirme Merkezi”nin Başkanı Eyüp Sancı, çocuklara nükleer santrali sevdirmek için Rusya'dan hangi örneği vermiştir?

A) Okullarda zorunlu nükleer enerji dersi veriliyor.
B) Rusya’da “Nükleer enerji, ne güzel şeysin sen” adlı pop şarkısının cd’si çocuklara ücretsiz dağıtılıyor.
C) Farmville benzeri bir oyunla çocuklara hangi yoldan elektrik ihtiyaçlarını karşılayacakları soruluyor. En mantıklısı nükleeri seçmek çünkü rüzgar bazen esmiyor.
D) Okullarda nükleer santral şeklinde lolipop dağıtılıyor.

4.Büyükeceli beldesindeki “Nükleer Bilgilendirme Merkezi”nin Başkanı Eyüp Sancı, nükleer santral kurulması halinde Büyükeceli halkına ne vaat etmiştir?

A) Bir nükleer kaza olursa siz herkesten önce öğreneceksiniz.
B) Nükleer santral bölge ekonomisine hareket getirecek. Modern bir aydınlatma yapılacak ve yakın köylerden gelenler burada pazar kurarak, ürünlerini satabilecek.
C) Denize giremeyeceğiniz için artık mayo, bikini masrafınız olmayacak.
D) Santral kurulursa ürünlerinizi radyasyon korkusu nedeniyle satamayacaksınız. Büyük şehirlere göç edip, daha güzel yaşayacaksınız.

5.Rusya'daki Vorenej-2 reaktörünün inşaatını yöneten Genel Müdür Sergey Petrov, yaptıkları nükleer santralin güvenliği hakkında Türkiye Enerji Bakanlığı’ndan gelen heyeti nasıl ikna etmiştir?

A) Annesinin ölüsü üzerine yemin etmiştir.
B) Tüpgazla kıyaslamıştır.
C) Santralin teknik detaylarını açıklamış, uzun uzun anlatmıştır.
D) Heyeti 136 metrelik bir bacanın tepesine çıkarıp oradan manzarayı seyrettirmiştir.

***
Doğru yanıtlar: 1-C, 2-D, 3-C, 4-B, 5-D

Temiz Enerjiye Nükleer Saldırı

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 20 Ekim 2012

Türkiye'de nükleer enerjinin kabul görmesi için yürütülen ana akım medya ve devlet destekli kampanya sınır tanımıyor. Gazetelerde nükleer enerjiyi aklamaya yönelik, nükleer karşıtı argümanlara tek satır yer vermeyen onlarca haber çıkıyor. Çoğu aynı kalemden çıkmış gibi. Mersin'e nükleer santral kurmaya çalışan Rus şirketinin temsilcileri teknik bilgilerden uzak, doğruluğu şüpheli demeçler veriyor, gazetelerimiz de nedense(!) bunları sorgusuz sualsiz yazıyor. Bazı gazetelerin haberleri açıkçası “reklam” kokuyor.

Mersin'in Akkuyu mevkine nükleer santral kurmaya çalışan Akkuyu NGS adlı şirketin internet sayfası ise gazetelerden de beter. Sayfa yalan yanlış bilgilerle dolu. Yenilenebilir enerji kaynakları hakkında verilen bilgiler evlere şenlik. Bu bilgilerin temiz enerji sektörü tarafından fark edilmesi ve itirazların yükselmesiyle çoğu yayından kaldırıldı. Şirketin halkı “bilgilendirmek” amacıyla açtığı bu sayfada rüzgar, güneş ve hidroelektrik enerji yerden yere vuruluyor, kaynağı belirsiz bilgilerle kötüleniyordu. Birkaç örneği tarihe not düşme adına buraya taşıyalım:

Rüzgar santralleri doğaya ciddi zarar verirler. Hava akımlarının doğal dolaşımı bozması nedeniyle, iklim değişikliğine sebeb olur. Buna ek olarak, rüzgar santralleri hayvanlar için büyük bir tehlike oluşturur. Her gün binlerce kuş ve yarasa pervane kanatlarına çarparak ölürler”.

Sanırım metinler Rusça'dan çevrilmiş. Dil ve yanlış yazılan “Sebep” kelimesi gibi örnekler bende o izlenimi doğurdu. Bir devlet şirketi olan Rosatom Rusya'da yaşayanlara da bu bilgileri veriyorsa koskoca Rusya'da kurulu rüzgar gücünün 9 megavat civarında seyretmesine ve 2010 yılında bir tek rüzgar türbini bile dikilmemiş olmasına şaşırmamak lazım. Rüzgar türbinleri nedeniyle her gün binlerce kuş ve yarasa ölüyor olsaydı herhalde şu anda kuş görmek için müzelere gidiyor olurduk. İklim değişikliğinden kasıt küresel ısınma olmasa gerek zira nükleer santrallerin rüzgardan daha fazla küresel ısınmaya neden olduklarını herkes biliyor.

Yazılanları görmemiş olanlar için bir örnek daha aktarayım. "Bir rüzgar santrali, bir üniteli nükleer güç santralına göre 3000 misli daha az elektrik üretir" diye buyurmuş Atomspor. Hangi santral, kurulu gücü ne; bilinmiyor! Hiçbir şey belli değil. Kapasite faktörü diye bir şey var, nükleerde yüzde 80 ise rüzgarda yüzde 30. Nükleerle aynı kurulu güce sahip bir rüzgar santrali üç kat daha az elektrik üretir deseler tamam ama 3 bin diyorlar. Herhalde evin bir odasına koydukları rüzgar türbiniyle nükleeri kıyaslamışlar. Bu rakamı elde etmek için camları da kapatmış olmaları lazım.

Nükleere destek temiz enerjiye köstek
Akkuyu NGS A.Ş.'nin internet sayfasında yazılanlara kötü bir propaganda demek olayı hafife almak olur. Yıllardır söylüyorum, nükleer enerjiyle yenilenebilir enerji kaynakları aynı ipte yürüyemez. Temiz enerji liberal, doğru fiyatlandırılmış bir piyasada kendi ayakları üzerinde durabilir ama nükleer enerji devlet desteğine mecburdur. Bugün dünyada devlet desteği almadan yapılmış tek bir nükleer reaktör bulamazsınız. Hükümet, nükleer atık, kaza gibi ciddi risklere sahip nükleer enerjiye 15 yıl alım garantisi veriyor. Hem de kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Rüzgar enerjisinden elektrik üretseniz alım garantisi 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 7,3 sent. Güneşe yine nükleerden beş yıl daha az süreyle bir alım garantisi veriliyor ve fiyat 13,3 sent. Bu tablo bile kimin desteklendiğini kimin kösteklendiğini gösteriyor. Çevreyi kirletmeyeceksin, istihdam yaratacaksın, dışa bağımlılığı azaltacaksın ama alım garantisine gelince nükleer kaza ve atık gibi maddi karşılığı hesaplanamayacak risklere sahip nükleerden daha düşük bir rakama talim edeceksin. Yenilenebilir enerji bu ülkede üvey evlat mı?

İş bununla da bitmiyor. Varsayalım Türkiye'de güneş enerjisi hatırı sayılır bir kurulu güce ulaştı ve aynı Alamnya'da olduğu gibi öğle saatlerinde ciddi miktarda elektrik üretiyor. Güneş enerjisi talebin yüksek olduğu bu zamanda fiyatları aşağı çekeceği için nükleer gibi baz yük santraller “işin kaymağı” diyebileceğimiz bu zamanlarda yüksek fiyattan elektrik satamayacaklar. Temiz enerjinin çok üretim yaptığı anlarda üretimi kısmak veya şalter indirmek istemeyecekler. Zaten nükleer enerji teknik olarak da bunu yapamaz. Devreden çıkarılması ve yeniden alınması hem zaman ister hem de güvenlik nedeniyle teferruatlıdır. Halbuki yeni dünyanın elektrik sistemi, küçük üretim güçlerinden ve akıllı şebekelerden oluşacak. Esneklik, yerinde üretim ön planda. Bu da nükleerin yenilenebilir enerji kaynaklarını sevmemesi için bir başka neden. O yüzden, nükleer santral kurmak isteyen firmanın internet sitesine kadar taşan bu propagandaya şaşırmamalı. Türkiye'de yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının gelişmesi her nükleer şirketi rahatsız eder.

Türkiye seçimini yapmalı
Mesele sadece internet sayfası olsa iyi. Büyükeceli'de bir "bilgilendirme merkezi” var. Oraya gelen öğrencilere, sivil toplum temsilcilerine rüzgar ve güneş hakkında aynı yanlış bilgileri anlatmadıkları ne malum? Nükleer enerji şirketinin yetkilileri Enerji Bakanlığı bürokratlarına farklı şeyler mi söylüyor sanıyorsunuz? İnternet sayfasına bu bilgileri yazanlar mutlaka her yerde de anlatıyordur. Bu bilgiler sitede aylardır duruyordu. Yanış bilgilendirmeyi bugüne kadar açıktan yapıyorlardı, yarından sonra gizli gizli yapmayacakları ne malum? Büyükeceli'deki o merkez kapatılmak zorunda. Türkiye'de yenilenebilir enerjiye yatırım yapan firmalar, yatırımcılar bu tehlikenin farkında olup, hükümete rahatsızlıklarını uygun bir dille iletmeliler. Türkiye 2023 için seçimini yapmak zorunda. Ya geleceğin enerji kaynaklarını seçecek ya da bu eski oyunlardan medet uman, geçmişin enerji kaynağı nükleeri.