Ovalar, nehirler, dağlar için...

31. İstanbul Film Festivali'nin çevre temalı filmleri gerçekle yüzleşmek isteyenler için iyi bir fırsat. Ovalarında, nehirlerinde ve dağlarında olan biteni göremeyenler için de iyi bir hatırlatma niteliğinde. 

Özgür Gürbüz-Birgün/10 Nisan 2012

Beyaz perdeye yansıtılan görüntüler bazen hayalleri bazen de görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz gerçeği konuk eder. 31. İstanbul Film Festivali, başta belgesel kuşağı olmak üzere 'çevre' temalı birçok filme salonlarını açmışa benziyor. Gerçekle yüzleşmek isteyenler için iyi bir fırsat. Ovalarında, nehirlerinde ve dağlarında olan biteni göremeyenler için de iyi bir hatırlatma niteliğinde.

Büyülü Krallık filminden bir sahne. Kaynak: www.iksv.org
Geçen yıl, yönetmen Iciar Bollain'in 'Yağmuru Bile' filmi beni çok etkilemişti. Suya erişim hakkını ve Bolivya'daki yerlilerin mücadelesini bir filmin içerisine yedirmeyi başararak belgesel hüviyetinden çıkarılmış bir çevre filmi izlemiştik. Bu yıl ise çevre filmlerini izlemeye Başkaldıran Toprak ikilemesiyle başladım. Serinin ilk filmi Arjantin'de altın madenciliğinin içyüzünü ortaya çıkaran, doğaya verilen zararı biraz da halkçı bir bakış açısıyla anlatan önemli bir belegesel. Konuya duyarlı olanlar için öykü çok tanıdık. Hükümet ve yerel idarecileri tavlayan çokuluslu maden şirketleri, sömürülen doğa, iş vaadiyle kandırılan halk ve madenlerden geriye kalan siyanür havuzları. Fernando Solanas'ın belgeselindeki altın madeni görüntülerine ve açılmış dev çukurlara dikkatlice bakmanızı öneririm. Bu fotoğrafların aynısını Türkiye'de, örneğin Bergama'da görmek mümkün ancak ne siz o fotoğrafı çekebilecek kadar madene yaklaşabilirsiniz ne de Türkiye'deki ana akım gazetelerde o fotoğraflar yayımlanır. Madencilerin reklam gelirleri ve hükümetle ilişkileri buna engel. O nedenle benzer bir belegeselin Türkiye'de çekilebileceğinden emin değilim. İyisi mi siz, Arjantin'i Türkiye'ymiş gibi izleyin.

Solanas'ın serisinin ikinci filmi ise petrolü konu alıyor. Arjantin'deki petrol rezervlerinin nasıl yabancı şirketlere devredildiğini, bu uğurda hükümetlerin nasıl devrildiğini anlatıyor. 'Kara Altın' konulu serinin ilk filmi kadar sağlam bir altyapıya sahip olmasa da izlemeye değer. İkinci filmdeki anti-emperyalist bakış açısı petrol sahalarının kimin elinde olduğuna o kadar çok odaklanıyor ki, mesele çevre sorunlarına ve küresel ısınmaya geldiğinde ortaya bir çelişki çıkıyor. Sahaların halka geri verilmesinin petrolün yarattığı çevre sorunlarının çözümüne ve özellikle de küresel ısınmanın durdurulmasına neden olmayacağı açık. Belgesel bu sorunları görüyor ama çözüm önermiyor. Bu yüzden ufak bir çelişki yaşasa da yine ibretlik bilgiler ve görüntüler içeriyor.

Festivalin çevre alanında en başarılı filmlerinden biri de kentleşme ve kentsel dönüşümü ele alan Ekümenopolis. Bu yapıtın başrol oyuncusu ise İstanbul. İmre Azem'in filmi Ekümenopolis'i mutlaka izlemeli ve kentsel dönüşüm konusunu filmi izledikten sonra tekrar düşünmelisiniz. Fimin sonlarına doğru biraz tekrara düştüğünü düşünsem de, başlangıçtaki animasyonlar ve konusu itibariyle çok önemli bir boşluğu doldurduğu inancındayım. 

Festivalin çevre filmleri listesi bu kadarla kalmıyor. Henüz izleyemediğim Küreselleşme Üçlemesi'nin yönetmeni Micha X Peled, GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar), ucuz işgücü ve büyük süpermarketlerin hegemonyasını üç farklı ülkeden, Çin, Hindistan ve ABD'den örneklerle anlatıyor. Bu üç belgeselin toplam sekiz ödül aldığını belirtelim. Unutulan Topraklar, Türkiye'de nükleer enerji tartışmalarına Çernobil'den bir mesaj iletiyor. Büyülü Krallık ise beni heyecanlandıran bir film. Festival kataloğunda bu film için, 'ıssız bir gölde geçiyor' denmiş. İçinde insan olmayınca 'ıssız' deme cesaretini gösterdiğimiz bu göl acaba gerçekten de o kadar ıssız mı? Festivalin göze çarpan bir başka çevre filmi ise yine tanıdık sahnelere sahip. İstanbul Sokak Köpekleri adlı film, Kültür Başkenti adına köpeklere çektirilen eziyeti konu alıyor. Dileriz birgün bu ülkede çekilen çevre filmleri de bizlere insanların doğaya çektirdiği acıları değil diğer canlılarla birlikte yaşamayı öğrenmiş bir ülkeyi gösterir.

Büyüme dediğin yalan gel biraz da sen oyalan

Özgür Gürbüz-Birgün/8 Nisan 2012

Türkiye ekonomisi 2011 yılında yüzde 8,5 oranında büyümüş! Ekonomi gündeminin kuşkusuz en önemli maddesi, geçen hafta açıklanan büyüme rakamıydı. Açıkça yazarsak, gayri safi yurtiçi hasılada (GSYH) 2010 yılına göre yüzde 8,5 oranında artış olmuş. Bu ne demek? Türkiye'de daha çok mal ve hizmet üretilmiş demek. GSYH, bir ülkede üretilen mal ve hizmetin para birimi üzerinden hesaplanmasıdır. Şimdi can alıcı sorumuzu soralım. Siz büyüme rakamı yüksek çıktığında sevinenlerden misiniz yoksa üzülenlerden mi? Ben üzülenlerdenim.

İNSAN ÖLDÜRMEK EKONOMİYİ BÜYÜTÜYOR
Büyüme rakamı üzerinden yapılan tartışmaları izledim. Hükümete yakın ekonomistler bu büyümenin ayakları yere basan, sağlıklı; uzak duranlar ise özellikle cari açık yüzünden kırılgan olduğunu söylüyorlar. Bence iki taraf da yanılıyor. Her şeyden önce büyüme denen şey kocaman bir yalan, kapitalist ekonomik sistemin yarattığı bu aldatıcı gösterge, gerçek gelişme veya ilerleme adına hiçbir şey ifade etmiyor. Kapitalist bir ekonominin büyümesi için ana kıstas mal ve hizmet ticaretinin artması. Malın veya hizmetin ne olduğu önemli değil. Ağaç kesilip masa yapılsa ekonomi büyüyor. Salgın hastalık olsa ilaç satışı arttığı için yine ekonomi büyüyor.

Büyüme rakamına sevinenler için somut bir örnek verelim. Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKE) 2010 yılında 604 milyon liralık silah satışı yapmış. Tüm parçaların yurt içinde imal edildiğini düşünürseniz bu satış, o yılın ekonomisini 604 milyon lira değerinde büyütmüş demektir. Sizce bu sevinilecek bir şey mi? Hasta mısınız siz? Hâlâ, “evet, sevinilecek bir şey, ekonomi böyle bir şey” diyorsanız, sizi o silahlarla öldürülen kişilerin yakınlarıyla tanıştırmak isterdim. Bakalım sizinle aynı fikirdeler mi? Daha da trajik olan, bu silahlarla öldürülen kişilerin bile ekonomiyi büyüttüğü gerçeği. Ölen her kişi için satın alınan cenaze hizmetlerini düşünün, tabut masrafını, resmi dairelerdeki işlemler için ödenen ücretleri veya mezar yeri parasını. Bunların hepsi kapitalist ekonomik modelde büyüme hanesine yazılan artı değerler. İşte bu kadar saçma bir rakamı kendimize pusula edinmiş durumdayız.

GERGEDAN ÖLDÜRSEM EKONOMİ BÜYÜR MÜ?
Dünyada sadece insanlar yaşamıyor ama insanlar ekonomiyi 'büyütmek' adına her şeye hükmetmeye çalışıyor. Bir de hayvanlar üzerinden örnek verelim. Güney Afrika'da boynuzları için öldürülen gergedan sayısı giderek artıyor. Siyah gergedanların soyu tükenmek üzere. Sadece 2011 yılında 448 adet gergedan, boynuzları için öldürüldü. Gergedan boynuzları özellikle Asya ülkelerinde ilaç veya afrodizyak niyetine satılıyor. 1800 yılında 1 milyon gergedanın yaşadığı tahmin ediliyordu şimdi ise bu sayı 16 binlere kadar geriledi. 1989'da Çin'de gergedan boynuzunun kilosu 7.400 dolardı. Şimdi ise soylarının tükenme tehlikesine rağmen yarım kilosu 27 bin dolardan alıcı buluyor. Kaçak avcılığın önlenmesi için boynuzların kontrollü bir şekilde kesilip satılmasını önerenler bile var. Bu kabul edilirse satışlar kayıt altına alınacak ve satılan her gergedan boynuzu ekonomiyi büyüten bir etken haline gelecek. Harika değil mi? Bundan daha vahşi bir ekonomik gösterge olabilir mi?

GSYH'nin artmasının, kaybedilen değerler (toprak, su, canlılar) toplam veriden düşülmedikçe bir anlamı yok. GSYH yerine başka bir göstergeye ihtiyacımız var. Önerilerden bir tanesi Gerçek İlerleme Göstergesi-GİG (Geniune Progress Indicator). GİG'in yaratıcıları, GSYH'nin sadece pazardaki aktivitelerin sayısal değerini hesapladığını, sosyal ve ekolojik maliyeti dikkate almadığını söyleyerek medyadan politikacılara kadar herkese, ekonomik büyüme rakamlarını kullanmama çağrısı yapıyor. Yeşil ekonomiye yöneltilen, kapitalizmden ne kadar ayrı olduğunu açıkça gösteremediği yönündeki eleştirilere katılıyorum ancak yeşil ekonominin GİG gibi yeni kavramların yerleşmesi konusundaki çabaları da göz ardı edilmemeli.

Büyüme meselesi sadece rakamlardan ibaret değil. Sosyal gelişmişlik bence bir ülkenin gerçekten 'büyüdüğünü', ilerlediğini gösteren önemli bir konu. Yine basit bir örnekle açıklayalım. 25 Mart 2012 tarihinde Şili'de 7,1 büyüklüğünde bir deprem oldu. Çoğunuzun bu depremi duymadığından eminim. Bir kişi bile ölmedi, bir tek binada ciddi hasar yok. Dolayısıyla pek haber de olmadı. Deprem 200 bin kişilik Talca kentinin 27 kilometre ötesindeydi. Bir gün sonra, ayın 26'sında Muş'ta 5,0 büyüklüğünde bir deprem oldu. Bir kişi ağır yaralandı, yedi ev yıkıldı ve çöken ahırlar yüzünden hayvanlar öldü (telef oldu demiyorum). 2010 yılı verileriyle Türkiye, dünyanın en büyük 17. ekonomisi, Şili ise 43. sırada. Türkiye “şu kadar büyüdü, böyle ilerledi” diyenler bu rakamlara iyi baksınlar. Nüfusu çok olan bir ülkede otomobil de çok satılır. Gerçek ilerleme ise, işe otomobille değil, metroyla gidip gidemediğinizle ölçülür. Binlerce bina yaparak ekonomiyi büyütürsünüz ama deprem olduğunda o binaların başınıza yıkılıp yıkılmadığına bakılır.

***
Özgür Üniversite Forumu'nun son sayısında ekonomik büyüme konusu ele alınmıştı. Çok değerli makaleler var. Bu konuda daha detaylı bir yazım forum.ozguruniversite.org adresinde bulunabilir.

14 Nisan Cumartesi günü Denizli Nükleer Karşıtı Platform'un davetlisiyim. Nükleer santralların ekonomi ve güvenlik boyutunu konuşacağız. TMMOB Makine Mühendisleri Odası Konferans Salonu'nda saat 14:00'te.

Nükleerkondu

Özgür Gürbüz-Birgün/1 Nisan 2012 
 
Halkın katılımı toplantısı protestolar nedeniyle yapılamadı.
Mersin’in Büyükeceli Beldesi’ne bağlı Akkuyu mevkiinde kurulması düşünülen nükleer santral konusunda hükümetin ısrarı sürüyor. Geçen perşembe günü Büyükeceli’de ÇED süreci kapsamında halkın katılımı toplantısı yapıldı. Olan biteni Olgu Kundakçı Birgün’de detaylarıyla yazdı, ben de kendi gözlemlerimi anlatayım. Toplantı nükleer karşıtlarının protestoları nedeniyle yapılamadı. Saat 10’da başlaması gereken toplantıda sloganlar hiç dinmeyince oturumu yönetenler yaklaşık 1,5 saat sonra ısrarlarından vazgeçtiler. Akkuyu NGS A.Ş‘nin Rus yöneticileri kendilerini toplantı salonunun dışına zor attı. Bu esnada ve daha öncesinde yaşanan tartışmalarda üç kişi gözaltına alındı. Santralde iş sözü aldığı öne sürülen ve nükleer karşıtlarına toplantı öncesi, “Toplantıyı engellemek isteyen kendini dışarıda bulur” diyen bir kişi de toplantının başında dışarı çıkarıldı.

ÇED raporunu hazırlayacak Dokay adlı şirketin, Bergama’daki altın madeninden, Gerze’deki termik santral projesine kadar nerede çevreyi tehdit eden bir faaliyet varsa ona ÇED, yani Çevre Etki değerlendirme raporu hazırladığını en başta söyleyelim. ÇED Başvuru Dosyası’nı okuduğumda ilk izlenimim şu oldu. Bu nükleer santralden çok, herhangi bir fabrika için hazırlanmış bir rapora benziyor. Herhalde Mersin’e gazoz fabrikası kurmak isteseniz buna benzer bir dosya işle başvuru yapardınız. Yıllardır söylüyoruz, Türkiye’de bırakın nükleer santralde çalışmış bir bilim insanı bulmayı, nükleer santral görmüş mühendisleri biraraya toplasanız ancak bir otobüs dolar. Başvuru Dosyası’nda binlerce yıl radyasyon yayan nükleer atıklar, kaza riski, kaza sonrası alınacak önlemler adeta ‘es’ geçilmiş. Nükleer reaktörle ilgili tüm teknik bilgiler de muhtemelen Rus şirketinin kendilerine sağladığı broşürlerden ‘kopyala-yapıştır’ metoduyla rapora eklenmiş.

Dosya eksikliklerle dolu, burada hepsini yazmak mümkün değil. Sadece nükleer atık konusundan birkaç örnek vereyim. Sayfa 38’de, “Hükümetlerarası Anlaşma’nın 12. maddesi uyarınca radyoaktif atıklarla ilgili bilgiler Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin (NGS) teknik tasarımı kapsamında hazırlanmakta olup, bu konudaki çalışmalar titizlikle sürdürülmektedir” deniyor. Kısacası memlekete nükleer santral kurmaya heveslenen firmanın nükleer atıklarla ilgili henüz bir planı yok! Yine aynı sayfada, “Atıklar devamlı gözetim altında olacağı için herhangi bir çevresel etki beklenmemektedir” deniyor. 240 bin yıl radyoaktif kalacak atıklar için çözümünüz bu mu? Başına bir detektör ve bekçi mi koyacaksınız? Fukuşima’da gözlem altındaki atık havuzunda olanları unuttunuz mu? Mersin’de deprem olsa, nükleer atıklardan radyasyon sızmasını bakışlarınızla mı önleyeceksiniz? Dünyada atık sorununun çözümü yok ama raporda sanki ‘mesele’ değilmiş gibi anlatılmış, sayfa 92’de atıkların ‘bertaraf’ edileceği yazılmış. Dünyada bir ilk, “Erke Dönengeci 2”. 

Adeta bir nükleerkondu kurmaya benzeyen bu girişimin toplantısı da farklı olmadı. Gülnar Kaymakamı, “Bilgilenme hakkı önce burada yaşayanların hakkı” diyerek toplantıya sadece Büyükeceli’den gelenleri almak istedi, dert aslında sadece nükleere evet diyenleri içeri almaktı. Protestolar artınca bu istek gerçekleşmedi. Bilgilendirme toplantısına gelenler didik didik arandı tabi Ruslar hariç. Jandarma bölgesi olmasına rağmen çevik kuvvet beldeye getirildi. Avukatlar ve halk bastırmasa toplantı nükleere evet diyen 20-30 köylüyle yapılacaktı. Toplantı girişinde konuşma şansı yakaladığım Büyükeceli Belediye Başkanı Mehmet Kale, aslında beldedeki halkın yüzde 80’inin nükleere karşı olduğunu ama çoğunun korkudan ya da iş bulma umuduyla toplantıya gelmediğini söyledi.   

Nükleer Karşıtı Platform üyelerinin baskısıyla yapılamayan bu toplantı aslında bir formalite. Bu toplantının ve söz konusu ÇED sürecinin bir “formalite” olduğu, 21 Mart Çarşamba günü Resmi gazete’de yayımlanan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan imzalı genelgeden anlaşıldı. Daha ÇED süreci bile sonuçlanmamışken, söz konusu genelgede tüm kamu ve kuruluşlarına projenin ivedilikle sonlandırılması için emir verildi. Genelgede, “Projenin gecikmeye mahal vermeden zamanında tamamlanabilmesi için, kamu kurum ve kuruluşlarımızca her türlü iş ve işlemler ivedilikle sonuçlandırılacaktır” emri vardı.

Türkiye’nin nükleer santrale ihtiyacı olmadığını biliyorduk. ÇED süreci daha başlangıcında bize gösteriyor ki, hükümetin ve yapımı üstlenecek şirket Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş.’nin, Türkiye’de güvenli bir nükleer santral inşa etme, inşaatı bağımsız denetime tabi tutma ve halkın fikrini almaya da niyeti yok. Zaten çok riskli olan nükleer enerji santralinin, bu şartlarda adeta patlamaya hazır bir bombaya benzediğini söylemek hiç de yanıltıcı olmaz. Kimse farkında değil ama perşembe günü canı pahasına bilgilendirme toplantısını yaptırmayan o 500 kişi adeta nükleer bombanın üzerine yatarak belki de tüm Türkiye’yi ipten aldı. Bir sonraki toplantıda 500 kişi 5 bin olmalı.

Atom santralinin ÇED'ine de hayır!

Yazı ve fotoğraflar: Özgür Gürbüz / 1 Nisan 2012

Büyükeceli'ye vardığımızda güneş daha yeni doğmaya başlamıştı. Uykusuz geçen yolculuktan sonra niyetim minübüste en azından bir saat olsun uyumaktı. Akkuyu mevkinde kurulmak istenen nükleer santral nedeniyle yapılacak halkı bilgilendirme toplantısına daha üç saat vardı. Nükleer karşıtlarının bazıları bir gün önceden Büyükeceli'ye gelmiş, gece boyunca yöre halkıyla sohbet etmişti. Daha rahat uyumak için minübüsün ilk sırasındaki koltuğa yerleştim. Gözlerim kapanmadan önce önümüzde park etmeye çalışan kamyonu gördüm. Antalya-Mersin karayolundan beldeye giren ana yolun girişindeki dar ve alçak kaldırıma yanaşmaya çalışıyordu. Kamyondan şalvarlı, başörtülü bir kadın indi. Orta yaşta ve oldukça çevikti. Yanaşmaya çalıştığı kaldırıma baktı. Birkaç deneme sonrası ilerideki kahvenin sahibi duruma el koydu. O da kadın şoförden çok başarılı değildi ama kamyonu kaldırıma iyice yanaştırdılar.

Kadın kamyon şoförü pek rastlanır şey değil, merak ettim; uyku da kaçıp gitti. O gün beldede pazar kuruluyormuş. Beldenin içinden geçen ana yol aynı zamanda pazar yeri. Kamyonu park eden kadın araçtan yine hızlıca indi. Eline aldığı çekiçle kasanın kapaklarını tutan zincirleri bir çırpıda özgürlüğüne kavuşturdu. Kamyonun içi patates çuvalları, kasa kasa meyve sebzeyle doluydu. Tek başına olduğunu farkeder farketmez indim, yardım ettim. Bazı kasalar o kadar ağırdı ki nasıl tek başına bu işi yaptığına hayret etmedim değil. Kamyondan malları indirirken bir yandan da sohbet ettik. “Protesto için mi geldiniz” dedi. “Evet” dedim. “Nükleer santral yapmak istiyorlar ya...” diye söze girdim ama çok da uzatmadım. Biliyordu zaten ne olup bittiğini. 40 yıldır orada yaşayan herkes bir lanet gibi beldenin üzerine çöken bu 'nükleer hikayeyi' çok iyi biliyordu. Aklı işinde, daha bildik bir dilde söylersek, geçim derdindeydi. Beldede nükleere evet diyen az sayıdaki halkın ana motivasyonu da buydu. Çoğu santralde iş bulma umudunda. Nükleer bir lanet çünkü bu tehlike bölgede oldukça orada halkın faydalanacağı, para kazanacağı uzun vadeli hiçbir işe girişilmiyor. Örneğin, enfes koylara sahip beldede turizm gelişemiyor. Nükleer santralin yanıbaşında denize girecek kadar 'akıllı' turist olmayacağı için yıllardır bölgeye yatırım yapan yok. Tarım da aynı kaderi paylaşıyor. Nükleer santral kurma planları Büyükeceli'nin hayatını kararttı. Bölgeye ilk gidişim 1995, o gün bugündür sorun aynı. Yine de halkın büyük çoğunluğu atoma hayır diyor. Belediye Başkanı Mehmet Kale'ye göre atomu istemeyenlerin oranı yüzde 80. Medya ise hep o halihazırda santralde çalışanları ya da iş bulma umudunda olanları gösteriyor. Ana akımın yüreği kara, bildik hikayey. Büyükeceli'nin kurtuluşu nükleer santral planlarının bir daha geri gelmeyecek şekilde iptal edilmesinde yatıyor. Aksi takdirde Büyükecelili için bir gelecekten söz etmek mümkün değil.

HER ŞEY YÖNETMELİKTE YAZMAZ
Saat 10'da başlayacak Halkı Bilgilendirme Toplantısı öncesi Büyükeceli Beldesi'ndeki düğün salonu önünde toplanılmaya başlandı. Jandarma barikat kurmuş, nükleer santral kurmak isteyen Akkuyu NGS adlı Rus Rosatom'un şirketi ise düğün salonu önüne dev ekran koydurtmuştu. İçeri giremeyenlere canlı yayın yapmaya hazırlanmışlar. Süreç pek de şirketin umduğu gibi gitmeyince canlı yayın falan kalmadı tabi. Yine de ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Önce toplantıya nükleer karşıtlarını almamaya çalıştılar. Jandarma komutanı ve emniyet yetkilileri, salona sadece 1. dereceden etkilenen köylülerin alınacağını söylediler. Kıyamet koptu tabi. Gülnar Kaymakamı, “Bilgi edinme hakkı burada yaşayanların hakkı” dedi. Nükleer karşıtları bu garip isteklere, “Köylü kentli ayrımı yapılamaz, bu yaptığınız yönetmeliklere aykırı” şeklinde yanıt verdi. Bir emniyet görevlisinin bu karşı çıkışa, “Her şey yönetmelikte yazmaz” yanıtını vediğini duydum. Çevreciler geri adım atmadı, ısrar ettiler ve uzunca bir mücadelenin sonunda salona girmeyi başardılar. Yarım saatlik itiş kakış ve bağırışmalar güvenlik görevlilerini yıldırdı. Zaten söyledikleri hukuki değildi. Nükleer santral kuracaksın ama bunun etkisini sadece 4 kilometre ötesinde yaşayanlara soracaksın. Olur mu öyle şey? Gören de gazoz fabrikası kurulduğunu sanır. Gerçi hazırlanan ÇED raporu da bu mantığın hakim olduğu bir rapor. Şirket ve hükümet, Kıbrıs'tan Karadeniz'e kadar herkesin fikrini almak zorunda. Nükleer santralde kaza olursa bundan tüm Türkiye ve çevresindeki ülkeler etkilenecek. Tek tek her ilde ve komşu ülkelerde halkı bilgilendirme toplantısı yapılması şart.

Toplantıya giriş hakkını zorla da olsa alan nükleer karşıtları bu defa da arama engeliyle karşılaştılar. Bozuk paralar toplatıldı, çakmaklar alındı. Kadınlar iç çamaşırlarına kadar arandı. Gazetecileri bile aradılar. İlginçtir, toplantı salnundaki VIP koltuklarında yerini çoktan almış olan Rus şirketin yetkilileri ve çevreci olmayan projelere ÇED raporu hazırlama konusunda ün yapmış Dokay'ın çalışanları bu arama işkencesinden geçirilmedi. Rusya'ya vize kalktı diye müjde veren Başbakan Erdoğan'ın, kendi vatandaşlarına Akkuyu'da nasıl 'vize' konduğunu ve Rus şirketin nasıl el üstünde tutulduğunu görmesini isterdim. Gerçi, biliyordur ya...

SALONU ZOR TERKETTİLER
Yetkili bir emniyetçiye, “Toplantı salonu kaç kişilik” diye sordum. 300 dedi. İşte o salon doldu, dışarıda da bir o kadar kişi kaldı. Toplantının başladığını söylemek çok zor ama oturum başkanı mikrofona, “ses, bir-iki” dahi demeden nükleer yandaşı Büyükecelilerden biri, “Toplantıyı engellemek isteyen kendini dışarıda bulur” diye bir tehdit savurdu. Nükleer karşıtlarının tepkisi sonuç verdi ve bu kişi toplantı salonundan çıkarıldı. Çevre Bakanlığı İl Müdür Vekili Ahmet Taş, ÇED Genel Müdürü Osman Öztürk, Mersin Vali Yardımcısı Ahmet Şahin, Akkuyu NGS ve Dokay yetkilileri söz alacaktı ancak alamadı. Nükleer karşıtları en az 1,5 saat boyunca sloganlar atarak toplantının yapılmasını engelledi. Toplantı sırasında bazı tartışmalar da yaşandı, bir kişi gözaltına alındı. Özel koruma ve sivil polislerin kurduğu barikatın arkasında, nükleer santralin ne kadar 'çevreci' olduğunu anlatmaya hazırlanan bir masa dolusu yetkili bir süre sonra pes etti. Toplantıda mikrofonu ve kürsüyü ele geçiren çevreciler, toplantının meşru olmadığını ilan ettiler. Nükleer Karşıtı Platform üyeleri Sabahat Aslan ve Erhan Karaçay (aynı zamanda EMO Yönetim Kurulu Üyesi) türünü tarif edemeyeceğim bir tiyatro oyununa benzeyen bu gösteriyi sonlandırdı. Daha sonra Osman Öztürk toplantının protestolar nedeniyle iptal edildiğini açıkladı. Rus uzmanlar bu kararın ardından hemen salonu terk etmeye başladı. Protestolar arttı, kapıda yığılma oldu. Şirket yetkilileri kendilerini dışarı zor attılar desem abartmış olmam. Yerlerinde olmak istemezdim.

TUTANAK SAVAŞI
Ardından tutanak için mücadele başladı. Tutanakta toplantının yapılamadığının yazılmasını isteyen nükleer karşıtları ısrarcıydı. Halkı bilgilendirme toplantısını yapanlar ise tabiri caizse biraz 'uyanık'. Tutanak tutmadan toplantıyı terkedip, çevrecilerden habersiz kendilerine göre bir tutanak hazırladılar ve toplantının yapıldığını yazdılar. Toplantının “t” si yapılamadı aslında. Bunun haberini alan nükleer karşıtları tutanağın peşine düştü. Salondan çıkmayı reddettiler. Israr sonucu sırra kadem basan meşhur tutanak ortaya çıktı. Toplantıya katılan halkın imzası bile olmayan tutanakta protestolar nedeniyle toplantının iptal edildiğinin yazıldığı görüldü. Yine de tutanağın gerisi doğruları anlatmadığı için işi sağlama almak isteyen hukukçular, Barolar Birliği'ne ayrı bir tutanak hazırlayarak gönderdiler. Büyükeceli'de adına 'toplantı' denilebilecek bir şey olmadı. Videolar, fotoğraflar ve ilgili haberler gerçeği gösteriyor. Devlet halkına her şeyden önce doğruları anlatmalı.

Son mücadele de Jandarma Karakolu önünde oldu. Gözaltına alınan iki kişi bırakılana kadar karakolun kapısı önünde bekleyen eylemciler, arkadaşlarının serbest bırakılmasından sonra konuşmalarla eylemi sonlandırdı. Akkuyu'da ilk golü nükleer karşıtları attı ama maç henüz bitmedi.

Akkuyu'da halk nükleere geçit vermedi

Mersin'in Büyükeceli beldesinde yapılmak istenen nükleer santralin halkı bilgilendirme toplantısı yöre halkının protestoları nedeniyle yapılamadı. Büyükeceli beldesi düğün salonunu dolduran nükleer karşıtları Akkuyu mevkiinde yapılacak nükleer santrale hayır dedi ve toplantının başlamasına izin vermedi. Bir saatten fazla slogan atan Nükleer Karşıtı Platform üyeleri ve yöre halkı, oturum başkanını toplantıyı iptal etmeye zorladı. Rus şirketinin yetkilileri bu karardan sonra alelacele toplantı salonunu terk etti.

HES’leri yaptıktan sonra halkın fikrini alacaklar

Özgür Gürbüz-Birgün / 25 Mart 2012

Türkiye’de 543 adet hidroelektrik santralin (HES) yapımı sürüyor. İnşası süren HES'lerin kurulu gücü 15 bin megavatın üstünde. Şu anda Türkiye'nin tüm santrallerinin kurulu gücünün neredeyse üçte birine eşit. Birçok HES projesine halk karşı çıkıyor. Süren yüzlerce dava, mahkemelere taşınan onlarca eylem var. Sorunun çözümü için elle tutulur bir faaliyet yürüten yok. Örneğin Aarhus Sözleşmesi gibi, çözümde etkin rol oynayabilecek, halkın taleplerini hukuk desteğiyle güçlendirecek bir mekanizmanın adı bile geçmiyor. Neden? Nedenini Dışişleri Bakanlığı açıklamış!

İzmir Barosu Dışişleri Bakanlığı’na Türkiye’nin neden Aarhus Sözleşmesi’ne imza koymadığını sormuş. Aarhus Sözleşmesi, çevresel konularda bilgiye erişimi kolaylaştırmayı, halkın katılımının sağlanmasını ve yargıya başvurulmasında kolaylık sağlayacak düzenlemelerin yapılmasını içeriyor. Uzun adı her şeyi açıklıyor zaten: “Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru” sözleşmesi.

Dışişleri Bakanlığı’nın 21 Şubat 2012 tarihli yanıtı aynen şöyle: “Ancak, Aaarhus Sözleşmesi’nin yargı yoluna başvuru başlıklı 9. maddesinin 1. bendinde, taraf devletlerin, bilgiye ulaşma istemi yanlış biçimde kısmen ya da tamamen reddedilen, ya da gerekli biçimde incelenmeyen herkesin, ulusal mevzuat çerçevesinde, yargı yoluna başvurmasını garanti edeceği hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de alınan (örneğin bir baraj inşaatıyla ilgili olan) ve çevreyi etkileyebilecek nitelikte, karar sürecindeki bilgiye ulaşılmak istenmesi ve bu istemin reddedilmesi halinde, herhangi bir yabancı Türkiye’de idari dava açabilecektir. Yargı sonucunda alınan karar hükümetleri bağlayan yürütmeyi durdurucu nitelikte olabilmektedir”.

Evet, Aarhus Sözleşmesi söz konusu projelere itirazı, radyasyondan gürültü kirliliğine kadar birçok konuda bilgi edinmeyi kolaylaştırıyor, projelerin engellenmesi için evrensel bir ilkeyi de kuvvetlendiriyor. Bu ilkenin adı ‘uygun olmama’. Halk istemezse, proje çevre için zararlıysa, halktan bilgi gizleniyorsa o projeyi yapan şirket veya devletin işi zorlaşıyor. Yerel halk oylamalarının önü açılıyor. Fena mı? Tabi ki değil. Dışişleri’nin yanıtı aslında bir itiraf gibi. Yapılan HES'lerin, termik ve nükleer santrallerin hepsinin uluslararası standartlara uygun olmadığının ipuçlarını veriyor. Sözleşme, çoğu Avrupa ülkesi 40’ın üzerinde devlet tarafından tanınmış durumda. O ülkelerde sorun olmuyor da neden bizde sorun oluyor? Projeleriniz çevreciyse Aarhus Sözleşmesi'nden korkmanıza gerek yok. Ama değilse…

İklim değişikliği konusunda başmüzakereci sıfatına da sahip Mithat Rende imzalı yanıtta en çok hidroelektrik santral projelerinin baltalanmasından korkuluyor. HES’ler için ağaçların baltalanmasından çekinmeyen devletimiz şöyle diyor: “Ülkemiz açısından büyük önem taşıyan sınıraşan sular kapsamında gerçekleştirilmesi öngörülen büyük baraj ve HES projelerine ilişkin olarak kıyıdaş ülkelerin birinin vatandaşı olsun ya da olmasın her ülke vatandaşı gerektiğinde projeleri durdurma imkanına sahip olacaktır”. Hükümet ağzındaki baklayı çıkarıyor, sorun dış mihraklar! Bahsedilen projelerin büyük çoğunluğu da GAP'taki (Güneydoğu Anadolu Projesi) barajlar olmalı, örneğin Hasankeyf'i sular altında bırakacak Ilısu Barajı gibi. İşin komik tarafı, verilen yanıtın içinde ‘gerektiğinde projeleri durdurma imkanına sahip olacaktır’ denmesi. Madem bir gereklilik söz konusu, niye kızıyorsunuz ki?

Türkiye Aarhus Sözleşmesi’ne imza atarsa, çevreyi etkileyebilecek her türlü faaliyetle ilgili bilgileri halkla menfaat ilişkisi aranmaksızın vakit geçirmeden paylaşmak zorunda kalacak. Yargıya başvurunun önündeki mali ve diğer engellerin ortadan kaldırılması ya da azaltılması için uygun yardım mekanizmalarının kurulması sağlanacak. Bu, neden önemli? Önemli çünkü HES ve diğer çevre sorunları için açılan davalarda bilirkişi ücretleri davacı köylülerin başına yıkılıyor, dava açmak oldukça pahalı bir iş haline getiriliyor. Bilirkişi ücretleri bir uzman için 15 bin lirayı bulabiliyor ve davacılardan peşin alınıyor. Dava kazanılırsa ücret geri veriliyor, kazanılmazsa verilmiyor. İneğini satıp bilirkişi ücretini ödemeye çalışan köylünün haberini hatırlayın. Bugün onlarca çevre davası var ve bu bilirkişi ücretleri, cebinde parası olmayan halk karşısında şirketlerin en büyük kozlarından biri.

Aarhus’un bir başka yararıysa halkın katılımının sağlanması olacak. Daha da önemlisi halkın ne dediği ciddiye alınacak. İki örnek vereyim. Bergama’daki altın madeni ve Akkuyu’da kurulması düşünülen nükleer santral için yöre halkı sandık başına gitmişti. Köylüler, iki mini halk oylamasında da madene ve nükleere ‘hayır’ demişti. Aarhus’a imza atmış olsaydık bu iki anlamsız ‘yatırımı’ tartışmayacaktık bile. Bugün yöre halkının ne düşündüğünü ipleyen yok.

Devlet bunun farkında, sözleşmeyi imzalamaya yanaşmıyor hem de AB'ye giriş için olmazsa olmazlardan biri olmasına rağmen. Hükümet, aynı Kyoto Protokolü’nde olduğu gibi Aarhus'u da 'kalkınma' dedikleri aslında kolektif bir yıkımdan başka bir şey olmayan faaliyetlerinin önünde bir engel olarak görüyor. Kısaca, önce talan edilecek, iş işten geçtikten sonra da imza atılacak. Avrupa Birliği sürecinin yavaşlatılmasının arkasında yatan nedenlerden biri de bu olmalı.

Türkiye’nin faşizmle sınavı

Birgün zamanaşımı tehlikesini
22 Haziran 2011'de manşetten duyurmuştu
Özgür Gürbüz-Birgün/18 Mart 2012

İki ay arayla oldu. İki ay arayla, birbirine 3 bin 500 km uzaktaki iki ayrı kentte insanlar yakıldı. Almanya’daki kentin adı Solingen, Türkiye’dekinin adı ise Sivas.

29 Mayıs 1993 sabahı Genç Ailesi’nin yaşadığı Solingen’deki ev sabahın erken saatlerinde dört ırkçı Alman genci tarafından ateşe verilmişti. Genç ailesinden beş kişi hayatını kaybetmiş, ailenin diğer üyeleri de yaralanmıştı. İki ay sonra, 2 Temmuz 1993’te Sivas’taki Madımak Oteli önünde toplanan binlerce kişi oteli ateşe verdi. Otelde Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak; türkü söylemek, dans etmek ve konuşma yapmak üzere gelmiş aydınlar vardı. Türkiye’nin şairleri, yazarları, sanatçıları… Otelde çalışan iki kişiyle birlikte 33 aydın yanarak veya dumandan boğularak can verdi. Onları öldürmeye çalışırken ölen iki kişiyi ise saymaya bile gerek yok, onlar zaten yaşayan birer ölüydüler.

‘Dindar’ bir gazetede olsam herhalde, “Solingen’de dört şeytan gece sinsice Genç Ailesi’nin evine yaklaştı” diye yazardım. Sivas’ta binlercesi bütün gün boyunca sokaklardaydı. Geçen salı günü Ankara’da, Sivas davası düşmesin, yıllardır bulunamayan beş zanlı hakkındaki arama kararları kaldırılmasın diye toplanan göstericilere gaz bombası sıkan kolluk kuvvetleri 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta yoktu.

Solingen’de Genç Ailesi’nin evini kundaklayan aşırı sağcı dört genç hemen yakalandı. 1994 Nisan’ında dava görülmeye başlandı ve Ekim 95’te yaşları 16 ile 23 arasında değişen bu dört kişiye 10 ila 15 yıl arasında değişen cezalar verildi. Sivas’ta ise olaydan sonra 124 kişi hakkında dava açıldı. 26 Aralık 1994'te karara bağlanan dava sonucunda 22 sanık hakkında 15'er yıl, 3 sanık hakkında 10'ar yıl, 54 sanık hakkında üçer yıl, altı sanık hakkında ikişer yıl hapis cezası, 37 sanık hakkında da beraat kararı verildi. Dava böyle bitmedi, temyize gidildi. Yargıtay ile Devlet Güvenlik Mahkemesi arasında dolaşan davada cezalar ağırlaştırıldı. 2000’de haklarında idam cezası verilen kişi sayısı 33’tü. İdam cezası kaldırılınca cezalar müebbet hapse çevrildi. Olayların bir numaralı sorumlusu olarak nitelendirilen Sivas Belediye Meclisi Üyesi Cafer Erçakmak, katliamın olduğu kentte, Sivas’ta ölene kadar bulunamadı. Aranan beş sanık ise davanın 13 Mart’ta zamanaşımına düşürülmesiyle resmi olarak ‘aranmaz’ oldu. Sanıkların arandıkları sırada ellerini kollarını sallaya sallaya ortalıkta dolaştıklarına dair pek çok bilgi var. Örneğin, katliam sanığı Muhammed Nuh Kılınç’ın Almanya’da Mannheim’da bir dönerci dükkanı işlettiği basında yer almıştı.

Peki, yargı sürecinden sonra ne oldu? Solingen’de ölen 18 yaşındaki Hatice Genç’in okuduğu okulun önüne “gamalı haçı” parçalara ayıran iki metal figür kondu. Sivas’ta ise 35 insanın yakıldığı Madımak Oteli’nin altına kebapçı açıldı. Solingen’deki saldırıdan sonra Almanya Cumhurbaşkanı cenaze törenine katıldı. Zamanaşımından sonra Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun'' dedi. Gerçekten bunu mu kastetti yoksa bir dil alışkanlığı mı bilemiyorum.

Başbakan daha birkaç ay önce Almanya’da, Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün 50. yılı nedeniyle yaptığı bir toplantıda, Solingen’i Almanlara hatırlatmıştı. Konu açılmışken, bu sorulara yanıt vermeme üzerine kurulmuş iletişim stratejisi üzerine de birkaç şey söylemek isterim. Sanıyorum bu başbakana verilmiş bir taktik. Başbakanın danışmanları, “size Ermeniler derlerse siz onlara Cezayir deyin. Size Kürtler derlerse siz onlara Solingen deyin. 12 Eylül derlerse 28 Şubat’a konuyu bağlayın” diye Erdoğan’a öğütlemiş olmalılar. Bu taktik halkı uyutmak için yeterli olur ama sadece başbakanın tek başına konuşmacı olduğu yerlerde işe yarar. Belki de o yüzden Başbakan Erdoğan muhalefet liderleriyle teke tek tartışmaktan çekiniyor, kim bilir?

Solingen’de ölen 9 yaşındaki Hülya Genç’in adı Frankfurt’ta bir meydana verildi. Meydanda yine neo-nazilerin simgesi haline gelen “gamalı haçı” çekiçle parçalayan bir adam heykeli var. Genç ailesinin evinin önünde ise ölen her bir kişi için dikilmiş beş adet kestane ağacı bulunuyor.

Sivas’ta ise 35 kişinin yakıldığı otel olaydan tam 17 yıl sonra kamulaştırıldı. Binada katliamda ölenlerin isimlerinin olduğu bir pano var ama o panoya sanki dalga geçer gibi 35 kişiyi yakarken ölen iki kişinin adları da eklendi.

Sivas’ta otelin önünde sadece 150 kişi yoktu. Otelin önünde eyleme karışan binlerce kişi bugün hâlâ serbest. Sivaslıların belki de birçoğu komşularının katil olduğunu biliyor ama kollarından tutup polise götürmüyor. Madımak Oteli’nin önünde toplananlarla aynı sokakta yürüyor, aynı marketten alışveriş yapıyor ve aynı otobüsü paylaşıyor. Bazıları da katillerle aynı yatağı…

Katillerle bir arada yaşamaktan çekinmeyenlere, suçluları bilmesine rağmen, gece uykularında canlı canlı yakılan o masum yüzleri görmeyenlere bilmem ne demeli. Kelimeler, sözler yetersiz kalıyor. Geçmişte dünyanın en kuvvetli faşist diktatörlüklerinden birine sahne olan Almanya bugün başka bir ülke. İngiliz yayın kuruluşu BBC, yıllar önce bir anket yapmış ve Avrupalılara kendilerini ilk önce hangi kimlikle tanımladıklarını (örneğin İngiliz mi yoksa Avrupalı mı) sormuştu. Almanya, Avrupa’da kendisine Avrupalı diyenlerin en çok olduğu ülkeydi. Almanya’nın da hâlâ sorunları var ama milliyetçiliğin, ırkçılığın geldiği nokta bu. Türkiye ise faşizme karşı vermek zorunda olduğu sınavdan kaçmak için türlü bahaneler uydurmaya devam ediyor. Bu nedenle ruhlarını kötülüğe teslim edenlerle birlikte yaşamaya mecbur bırakılıyoruz. Sınavdan kaçarak sınıf atlamak mümkün mü? Böyle bir memleketin sonu hayırlı olabilir mi?

Akkuyu'da nükleer santral için halkın katılımı toplantısı yapılacak

Akkuyu'da kurulmak istenen nükleer santral için bildiğiniz gibi ÇED süreci başladı. 29 Mart'ta Büyükeceli Beldesi, Belediye Düğün Salonu'nda halkın kaılımı toplantısı yapılacak. Aşağıda bilgi notunu bulabilirsiniz. Mersin'deki tüm duyarlı dostların o gün orada olması gerekiyor. Yanlış bilgilendirmeye fırsat vermeyelim.

Bilgi notu aşağıda:

Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. Tarafından Yapılması Planlanan Akkuyu Nükleer Güç Santralı Projesine İlişkin ÇED Sürecine Halkın Katılması Toplantısı İlanı.

Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. tarafından, Mersin İli Gülnar İlçesi Büyükeceli Beldesi sınırları içerisinde yapılması planlanan ve 4800 MWe kurulu gücünde olan “Akkuyu Nükleer Güç Santralı Projesi” ile ilgili olarak 17/07/2008 tarih ve 26939 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin 9. maddesi uyarınca ÇED sürecine halkın katılımını sağlamak, halkı yatırım hakkında bilgilendirmek, görüş ve önerilerini almak üzere aşağıda belirtilen gün ve yerde “ÇED Sürecine Halkın Katılımı Toplantısı” düzenlenecektir.

İlgilenenlerin katılımını rica ederiz.

NOT; 29/03/2012 tarihinde aşağıda belirtilen yerlerden toplantıya katılmak isteyenler için saat: 08.00 itibari ile proje sahibi tarafından Belediye Binalarının önünden araç kaldırılacaktır.

-Mersin Merkez, Gülnar, Silifke, Bozyazı, Aydıncık, Anamur, Taşucu, Yeşilovacık, Akdere.

FAALİYET SAHİBİ;

Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş.
Aziziye Mahallesi Kırkpınar Sokak No:18/5 06650
Çankaya-ANKARA

Telefon Numarası: 0 312 4426000
Faks Numarası: 0 312 4426016


RAPORU HAZIRLAYAN KURULUŞ;


DOKAY-ÇED Çevre Mühendisliği Ltd. Şti.
Ata Mah. 1042.Cadde No:140/A
Dikmen 06460 Çankaya/ ANKARA

Telefon: (312) 475 7131
Faks: (312) 475 7130

TOPLANTI YERİ VE TARİHİ;
Mersin İli Gülnar İlçesi Büyükeceli Beldesi Belediye Düğün Salonu
Tarih: 29/03/2012 – Saat: 10.00
Mersin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü