Vah İsmail, Şah İsmail

Özgür Gürbüz-Beyaz Forma Siyah Şort/31 Ocak 2012

Bu yıl Beşiktaş’ın kadrosuna bakıp ‘neresi eksik’ diye bakındığınızda ilk akla gelen yer sol bek. “Orada İsmail yok mu, neden eksik olsun” demeyin. Sezon başından beri maçları izleyenler bilirler, bugün Beşiktaş’ın en zayıf noktası İsmail Köybaşı’nın olduğu yer. Büyük ümitlerle Beşiktaş’a transfer edilen İsmail beklenen ilerlemeyi ne yazık ki gösteremedi. Savunmada zoraki sağ bek oynayan Hilbert bile İsmail’e göre daha fazla güven veriyor. Bunun arkasında ise Türkiye’ye özgün bir sorun yatıyor. Futbolcular altyapıdan en basit futbol bilgilerini öğrenmeden çıkıyorlar. İsmail’de sık sık gördüğümüz zamanlama, markaj ve yer tutma hataları hep bu temel bilgilerin eksikliğinden kaynaklanıyor.

Benim gözüme çarpan ve İsmail’in sık sık tekrarladığı ilk yanlışı topu kapmak için yaptığı, karşı oyuncuya yönelik hamlelerindeki zamanlama hatası. İsmail rakip karşısına geldikten bir süre sonra, (sabırsızlıktan mıdır bilinmez) topu almak için zamansız bir hamle yapıyor ve genelde de çalımı yiyor. Türkiye’de savunma oyuncularının işinin topu kapmak olduğu yönünde, mahalle maçlarından kalma bir fikir var. Yanlış! Savunma oyuncuları en gerideki oyuncular oldukları için her şeyden önce rakibi savunma bloğunun ardına sarkıtmamaya çalışırlar. Öncelikleri atağı yavaşlatmak, topu kullandırmamak ve alan daraltmaktır. Yani, rakibin üzerine gidip onu yavaşlatarak oyunu dondurmakla savunmacı kendisinden beklenen işin büyük bir bölümünü gerçekleştirmiş olur. Savunma yerleşir, destek gelir. Kanat oyuncuları için bu daha da önemlidir. Sıfıra inmiş bile olsa rakibinizin önünü kapattığınızda ortayı önler, rakibin topu geriye çıkarmasına neden olursunuz. Görev büyük ölçüde tamamlanmıştır. İsmail gereksiz yere top kapmaya çalışarak risk alıyor ve takımı sık sık zorda bırakıyor. Eğitim kaynaklı ilk hatası bu.

İkinci hatası ise rakibi nerede karşılayacağını bilmemek. Rakip hücum yaparken İsmail çoğu zaman karşı takımın kanat oyuncusuyla aynı çizgide bekliyor, arkasında değil. Hızına güveniyor, top rakibe gelmeden kesmek istiyor olabilir. Messi gibi bir oyuncuyu savunurken topu aldırmamaya çalışmak mantıklı olabilir. İyi ama dünyada kaç tane Messi var? Halbuki daha garantili olan rakibin arkasında beklemek. Unutmadan hatırlatalım, en garantili oyunu oynamak zorunda olan oyuncular savunmacılardır. Daha sonra orta saha ve ileri uç oyuncuları gelir. Sol bekin arkada kaldığı durumlarda, rakip topu alsa ve beki geçmeye kalksa bile, bek hızıyla onu yakalayabilir. İsmail’in hızı buna uygun. Bu yüzden riske girmesine gerek yok. İsmail ise tam tersini yapıyor, rakibi orta saha çizgisine yakın bir yerde ve paralelinde bekliyor. Bu da açık alan yaratıyor. Beşiktaş Gaziantep maçında İsmail’in cezası nedeniyle aynı mevkide oynayan Tanju bu konuda İsmail’den çok daha iyiydi ve Beşiktaş o maçta sol kanattan hemen hemen hiç açık vermedi.

İsmail, yer tutma ve markaj konusunda basit hatalar yapıyor ve kendisinden umutlu olanları üzüyor. Hücuma çıkma isteği de belli ki İsmail’in kafasını karıştırıyor. Ben olsam önce savunma yeteneklerimi ve temel bilgilerimi olabilecek en üst düzeye getirir sonra hücum varyasyonlarında nasıl bir rol alabileceğimi düşünürdüm. Şu anda iki arada bir derede, garip bir oyuncu izliyoruz. İsmail daha 22 yaşında ve bu temel bilgileri öğrenmek için zamanı var. Çok zamanı yok ama var. Bunu başarırsa ‘Şah İsmail’, başaramazsa ‘Vah İsmail’ olur ve birçok isim gibi başka kulüplerin yolunu tutmak zorunda kalabilir.   

Neden vergi veriyoruz?

Özgür Gürbüz-Birgün/29 Ocak 2012

Su, elektrik, gaz parayla.
Yiyecek içecek beleş değil.
Toplu taşıma parayla, otoyol, köprü parayla.
Devlet okulu bile bağıştı, defterdi, kitaptı durmadan para istiyor.
Çöp atmak parayla; vergisi var. Kolaysa verme!
Belediye kaldırım yapsa faturası vatandaşa çıkıyor.

Üniversite parayla, iyisini okumak istersen o daha da çok parayla.
Ehliyet çıkarsan parayla, nüfus cüzdanını kaybetsen parayla.
Sosyalinden bile olsa ev almak bir dert. Kiralasan parayla, almaya kalksan bir servet.
Cep telefonu parayla, kullanmak vergiyle.
Hasta olmak bedava, iyi bakılmak parayla.
Cicili bicili hastanelere gitmek özel sağlık sigortasıyla, o da bir ton parayla.
Ölürsen de kurtuluş yok, mezar yeri de parayla.
Geçenlerde bir haberde okumuştum, Eyüp'te bir kişilik mezar yeri 10 bin lira.
Dört kişi üst üste gömülsen, imamı da ikna etsen, adam başı yine 2 bin 500 lira!
Bir tek hava bedava, o da şimdilik.
Unutmadan, tuvaletler de parayla; ister büyük ister küçük.

Harçlarla bizi haraca bağlayanlar, dolaylı vergilerle de boğazımızı sıkıyor. Böyle garip bir düzen, garip bir memleket olur mu? Madem her şeyi paralı yapacaktınız, neden vergi topluyorsunuz? Memlekette parasız bir hizmet kalmadı, kalanların da hizmet kalitesi ortada.

Devlet okulları dökülüyor, toplu taşımanın iyi olduğu kent sayısı bir elin parmağını geçmez. İşsizlik sigortasından faydalanmak için önce bir işten kovulmuş olmanız gerekiyor.
Otoyollara girmek isterseniz paralı, bozuk yollar ise bedava.
Bütün dünyadaki kentlerde halkın dinlenme alanı olan parklar bizde yok. Kalan birkaç yeşil alan da alışveriş merkezlerine, gökdelenlere feda edildi.
Sahile gitsen kumsallar otellere kiralanmış, şezlong parası vermeyene deniz de yok. Bir ağacın, bir deren yok. Mangalına kömür bulsan, mangal yakacak yerin yok. Mesire yerleri bile parayla.

İşte memleketimde vergisini tıkır tıkır ödeyen ‘sade vatandaşa’ devletin sunduğu hizmet. Bizim memlekette sade vatandaşın işi zor ama herkes sade vatandaş değil. Vatandaşlar bu ülkede ikiye ayrılır: ‘Özel vatandaşlar’ ve ‘sade vatandaşlar’.

Özel vatandaşlar genelde özel hastanelerde doğarlar, özel okula giderler. Hasta olduklarında özel doktorlar özel hastanelerin kapısında onları karşılar. Evlerini özel korumaları korur, işyerlerine ya özel araçla ya da şirketlerinin sağladığı özel servislerle giderler. Hayatları en başından sonuna kadar ‘özel’ bir hayattır. Bu bizim memlekette neredeyse bildik bileli böyledir ama özel hayatın daha bir özel olduğu tarih, Özal hükümetinin iktidara geldiği tarihtir. Özal iktidarı kısa sürede ‘özellerin’ iktidarı olmuştur.

Bugün Türkiye’de otopark hizmetlerinden enerjiye kadar birçok alanda neredeyse özelleştirilmeyen kurum, kuruluş kalmadı. Ya da şöyle diyelim, özelini isterseniz hepsi fazlasıyla var. Özel hastane, özel güvenlik, özel okul, halk otobüsünden minibüsüne kadar özel taşımacılık; o da var!

Gelelim sade vatandaşa. Bizim sade vatandaş devlet hastanesinde doğar, devlet okullarında okur. Eğitim özel olmadığı için ‘sade’dir; yabancı dil, matematik vs. gibi teferruatlardan arındırılmıştır. Bu derslerin adı vardır ama kendisi yoktur. Üniversite’nin devletine girse, yurdun özeline mahkûm kalabilir. Sade vatandaş şanslıysa kendisi gibi sade zevklere sahip bir eş bulur, evlenir. Mümkünse çocuk yapmaz çünkü okutmak zordur, mümkünse hastalanmaz çünkü çalışmak zorundadır. Sade vatandaşın özel sağlık sigortası da yoktur. Özel olmadığı için bedelli askerlik de yapamaz, sadesinden bir er-onbaşı olur.

Bizim memlekette sade ve özel vatandaşın rüyaları bile kesişmez. Tek ortak noktaları (eğer veriyorlarsa) vergi vermektir. Verilen vergilerin neye yaradığı ise bilinmez. Eski bir rivayete göre bu vergiler yol, su ve elektrik olarak vatandaşa geri dönmektedir. Gerçekte ise Türkiye'deki 5 milyon asgari ücretli ülkenin en büyük 90 firmasının ödediği kadar vergi ödemektedir. Vatandaşın sokakta çişi gelse ve eğer cebinde parası yoksa altına yapmaktan başka çaresi yoktur.

Umudu hatırlatanlara selam olsun

Bir başka Hrant, bir başka Musa, bir başka Uğur, halkını sevdiği için öldürülmeyecek, güpegündüz gelen kanlı katillere bu halk bir gün gereken yanıtı verecek. Hrant'ın ardından yürüyen on binler bu umudun selidir. En karanlık günlerde umudu hatırlayanlara, hatırlatanlara selam olsun.

Özgür Gürbüz-Birgün/22 Ocak 2012

Yıl 1980, Özgür daha çocuk, yedi yaşında, sekizine az var. Mevsimlerden yaz, Merzifon'da yaz güney illerinin baharı gibidir, Taşan Dağı'ndan esen rüzgar sıcak havayı garajlara kadar hafifçe sürükler, oradan Yedikır Gölü'nün üstüne doğru bırakır.

Rüzgarın önüne tankların çıkmasına, 12 Eylül'e günler var. Dedim ya, Özgür daha yedi yaşındaydı. Büyümemişti, annesinin elini sıkı sıkı tutarak Merzifon'un Cumhuriyet Caddesi'nden yukarı doğru ağır ağır yürüyordu. Cumhuriyet Caddesi, eskiden Çınar Oteli'nin olduğu yerde birkaç kola ayrılır, bir tanesi Özgür'ün evine, Ulus Caddesi'ne gider. Özgür'e annesinin elini sıkı sıkı tutması tembihlenmişti çünkü iki yıl önce Ulus Caddesi'ndeki evlerinin önünde Özgür'e otomobil çarpmıştı. Annesinin elini bırakıp karşı komşunun közlediği mısırı almaya koşturduğu gün kendisini asfaltın üstünde, havada bulmuştu. Özgür'e bir şey olmadı, otomobilin tamponu eğrildi. Ya da böyle avuttular Özgür'ü...

O gün Özgür annesinin elini bırakmadı ama annesi Özgür'ün elini bıraktı. Bağırıyor, yardım istiyordu. Ulus Caddesi'ne giden yolun başında iki-üç kişi bir genci öldüresiye dövüyorlardı. Güpegündüz, herkesin ortasında. Vuranlar sağ görüşlü dövülen genç ise sol görüşlüydü. Kimse kılını kıpırdatmadı. Özgür'ün çocuk aklına güvenilmez ama polisleri gördüğünü hatırlıyor, kavga çıkınca dondurmacı dükkanına saklandıklarına dair bir iddiası var. Solcu öğrencinin gözlükleri vardı, elleri sopalı saldırganlar gözlüğünü darmadağan etmişlerdi. Özgür'ün annesi atıldı, bağırdı ve belki de utançtan olacak esnaf müdahele ederek çocuğu kurtardı. Kurtardı ama duyum odur ki, Erkek Sanat Okulu'nda (Endüstri Meslek Lisesi) okuduğu söylenen o gencin kör olduğu söylenir. Umarım doğru değildir.

Aradan 14 yıl geçti. Özgür 1993 yılında ilk kez gözaltına alındı. Gazeteci-yazar Uğur Mumcu yine güpegündüz, evinin önünde öldürülmüştü. Özgür Cumhuriyet Gazetesi'nin Cağaloğlu'ndaki bürosundan Taksim'e yürüyen gruba katılmıştı. Binlerce insan. Galata Köprüsü'nün sonunda polis yolu kesti. Özgür en önde kalmıştı, burnunun ötesi polis kalkanıydı. Bir ara sırtını polise döndü, bir el ensesinden onu kalkanlara doğru çekti. Gözaltına alındı. Belli ki göze batmıştı. Ne yaptığı, ne ettiği belli değildi. Polisler, “katil polis, faşist polis diye bağırmışsın” dediler. Yoktu öyle bir şey. Bu sloganları yıllar sonra Metin Göktepe'nin ardından yapılan yürüyüşlerde duydu. O geceyi karakolda geçirdi, korkmuştu. Karakolda, öldürülen diğer gazetecileri düşündü. Çetin Emeç'i, Turan Dursun'u, Musa Anter'i... Gazeteci olmayı hep istemişti, o gün daha çok istedi.

Aradan yine 14 yıl geçti. 19 Ocak 2007'de, Hrant Dink'in öldürüldüğü gün Özgür de on binlerin arasındaydı. Kimsenin elini tutmuyordu ama binlerce insanla adeta kolkola yürüyordu. Hrant Dink de herkesin gözü önünde, göz göre göre öldürülmüştü. Hrant Dink'i düşünürken yedi yaşında yine herkesin gözü önünde öldürülesiye dövülen o genci hatırladı. Bombalanan, vurulan, öldürülen gazeteciler aklına geldi. Hrant'ın fotoğrafına bakamadı.

Bu ülkede gazeteci olmak zor. Ermeni olmak zor. Devlete muhalif olmak zor. Hrant Dink hem gazeteci, hem Ermeni hem de muhalifti. Varın siz düşünün cesaretini. Eminim cesareti bu ülkenin halklarına duyduğu sevgiden kaynaklanıyordu. Hiç tanışamadık ama böyle hissediyorum. Güpegündüz, göz göre vurulması herhalde bundandır. Bu ülkede cesurlar sevilmez, ses çıkarmamak, görmezden gelmek makbuldür. Kraldan çok kralcı olmak gerekir. Gazetecinin meslek aşkı bir kara sevdadır. Gazetecinin, yazarın, düşünürün halkına duyduğu sevgi karşılıksız bir sevgidir. Mutlu son yoktur. Bir gün ya unutulur ya da kaderine terk edilir.

Ne mutlu ki Özgür'e bugün Hrant Dink'in yazılarını yazdığı bir gazetede yazılar yazıyor. Köşesini her gün merakla okuduğu Uğur Mumcu'nun gazetesi Cumhuriyet'te yazıları yayımlandı. Her gazeteciye nasip olmaz. Ve katiller için ne acıdır ki, yedi yaşından beri gözleriyle şahit olduğu bu zulme rağmen Özgür, 14 yıl sonra bir başka gazetecinin öldürülmeyeceğine dair umudunu hâlâ yitirmedi. Bir başka Hrant, bir başka Musa, bir başka Uğur, halkını sevdiği için öldürülmeyecek, güpegündüz gelen kanlı katillere bu halk bir gün gereken yanıtı verecek. Hrant'ın ardından yürüyün on binler bu umudun selidir. En karanlık günlerde umudu hatırlayanlara, hatırlatanlara selam olsun. Işıklar içinde yatın.

Küçük güzeldir

Ekonomik büyüme söylemini eleştiren bu yazı 18 Ocak 2012 tarihinde Özgür Üniversite Forumu'nun, "Büyüme" başlıklı 33. sayısında yayımlandı.
33. sayının tamamını okumak için: http://forum.ozguruniversite.org/

Özgür Gürbüz-Özgür Üniversite Forumu/18 Ocak 2012

Çocukların daha doğduğu gün büyümesi istenir. Benim hatırladığım bir tek ninni var. “Uyusun da büyüsün, tıpış tıpış yürüsün” diye başlıyor. Daha sonra ninniye danalar giriyor, bostancı onları kovuyor, bolca okuma ve büyük adam olma dileğiyle ninni devam ediyor. Ne gariptir ki, çocuklar büyür büyümez işler değişiyor. Bebeklik fotoğrafları çekmecelerden çıkarılır, bu defa da o çocukların bebekken ne kadar güzel olunduğuna dair methiyeler dizilir. Küçükken büyük, büyükken küçüklük övülür. Ne istediğini bilememe durumunun psikolojide bir karşılığı elbet vardır. Belki de bu durum insanın görerek öğrenmesine iyi bir örnek. Büyüdükçe, küçük olmanın ne kadar güzel olduğunu anlıyoruz ama yaşamadan da öğrenemiyoruz. 

İhtiyaçların manipülasyonu
Aslında yaratılmamış istekler içerisinde 'küçük' önce gelir. Evsiz bir insan şato değil, başını sokacak küçük bir ev ister. Aç insana küçük bir lokma yeter. Büyük ekran televizyon, büyük evler aslında hep tüketim toplumunun insana sonradan öğrettikleri sözde ihtiyaçlardır. Canlıların büyümesi kadar, taleplerinin küçük ve kendine yeterlilik temelinde sürdürülebilir olması da doğal sürecin ta kendisidir. Çiçek için su ve mineral, insan için barınacak yer, yiyecek temel ihtiyaçlar arasındadır. Fazla su çiçeği çürütür, fazla yemek ise insanı hasta eder. Maslow'un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi'nin en alt basamağında hava, su, gıda, seks ve uyku gibi fiziksel ihtiyaçlar vardır. Bu ihtiyaçlara erişim için ne bir filanca marka otomobilinizin olması gerekir ne de falanca cep telefonunuz. Maslow'un ihtiyaç listesinin üst basamaklarındaki ihtiyaçların birçoğu da, kapitalizm tarafından kendi çıkarları için kullanılmış, farklı yorumlatılmıştır. Örneğin barınma ihtiyacı bir insan için asla ve asla 20 odalı bir şatoda yaşamak değildir. Maslow, insanın kendisine saygı duyulmasını istemesi bir ihtiyaç olarak tanımlamış, tüketim toplumu ise usta bir manipülasyonla saygıyı sahip olunan sermaye birikiminin çokluğuyla ilişkilendirmiştir. Refah ise bugünkü sistemde satın alma gücüne eşitlenmiş durumdadır. Güvenlik ise bir bedel karşılığı satın alabileceğiniz bir hizmet haline getirilmiştir. Örnekler çoğaltılabilir.

Bu manipülasyonun ve büyüklüğe övgünün temelinde sıkı bir pazarlama çalışması yatar. Büyük takım, büyük ev, büyük ülke ve çok para... Ekonomistler veya daha açık bir ifadeyle kapitalist ekonomistler “küçük güzeldir”[1] önermesini pek sevmezler. Kapitalizm büyümeyi, büyümek için de tüketimi savunur. İngiliz ekonomist E. F. Schumacher'in küçük güzeldir önermesi ise sadece boyutsal veya hacimsel bir büyüklüğe değil, merkezileşmemiş bir yönetim ve ekonomik modele de eleştirel yaklaşıma işaret eder. 

Doğanın bedeli
Kapitalizm, belki de ekonomik bir model olarak şekillenmeye başladığı ilk günden, feodalizmden bu yana, üretimin ve üretim sürecinde kullanılan hammadde kaynaklarının sınırsız olduğunu düşünerek hareket etti. Doğa, üretimin bir girdisi olarak kabul edildi ama maliyeti onu elde etmek için harcanan gidere göre hesaplandı. Kömürün değeri, çıkarılması için harcanan malzeme ve işgücüne verilen bedel üzerinden belirlendi. Üzerine eklenen kârdan sonra fiyat oluştu. Emeğin sınırlı olması ilk başlarda köleliği, zamanla da ucuz işçiliği gündeme getirdi. Sermayeyi elinde tutanlar doğayla birlikte emeği de sömürmenin yolunu aradılar. Tüm bunların ardında daha fazla büyüme talebi vardı. Büyüme kutsallaştırılırken, büyümenin hangi temeller üzerinde şekillendiği sorgulanmadı. Doğanın sömürüsü, ekolojik yıkım hesaba katılmadı. Bugün sıkça karşılaştığımız yeşil ekonomi, sosyal maliyet, ekonomide küçülme[2] (degrowth), gerçek ilerleme göstergesi ve yeşil pazarlama gibi kavramlar uzunca bir süre ekonomistler tarafından görmezden gelindi. Sadece kapitalizm değil yaşanmış sosyalizm tecrübeleri veya denemeleri de ekolojik tahribat konusuna ekonomik modelleri içerisinde gereken önemi vermedi.

Bu kavramları ele almadan önce güncel ve yakın bir örnek üzerinden, 'büyüme' kavramının nasıl tek yanlı ve övgüsel ele alındığına bir bakalım. Türkiye'ye yatırım yapılmasını özendirmek isteyen Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı'nın “Invest in Turkey” sitesinden bir alıntı: 

2010 yılında, ülkenin gayri safi yurt içi hâsılası (GSYİH), neredeyse üç kattan fazla artarak 2002 yılındaki 231 milyar ABD doları seviyesinden 736 milyar ABD dolarına ulaşmış ve aynı dönemde kişi başına düşen milli gelir 3 bin 500 ABD Doları'ndan 10 bin 79 ABD Doları'na yükselmiştir. ...Türkiye, böylesine kısa bir sürede sergilediği üstün performans sayesinde, küresel ölçekte sıra dışı bir “yükselen ekonomi” haline gelmiş, satın alma gücü paritesine göre GSYİH sıralamasında, 2010 yılında AB üyesi ülkelerle kıyaslandığında 6. büyük ekonomi, dünyanın ise 16. büyük ekonomisi konumuna yükselmiştir. [3] 

Bugün gazetelere sık sık haber olan, hükümetin dilinden düşürmediği ekonomide büyüklük kavramı gayri safi yurt içi hâsılayla ilişkilidir. Gayri safi yurt içi hasıla, o ülke ekonomisinde üretilen mal ve hizmetlerin değerlerinin toplamıdır. Çoğu zaman, hasılanın artışı büyüme hatta kalkınma ve gelişme olarak algılanmaktadır. Halbuki ürettiğiniz malın ne olduğunu daha da önemlisi üretirken ne tükettiğinizi hesaplamadan yapılan hesaplamalar sizi sadece bir illüzyona davet eder. Basit bir örnekle açıklamakta fayda var. Kesilen bir ağaçtan yapılan ve 100 birim fiyatla satılan bir masa, o ülke ekonomisini 100 birim büyütür. Masa üreticisi ağaç için bir bedel biçmiş olabilir ama onun ağacı kesmek için ödediği bedel, o ağacın ekolojik değerini değil insanların belirlediği fiyatın karşılığıdır. Bugünkü ekonomik sistemde doğal kaynaklı girdiler sadece azaldıkça değerlenir ve buna rağmen biçilen değer ya da fiyat her zaman onun ekosistem içindeki gerçek değerinin aşağısındadır. Bir örnek: Milyonlarca yılda oluşmuş petrol rezervlerini varili 100 dolardan satmak sizce bu ekonomik malın gerçek ederi mi?

Çalışan bir buzdolabının yerine yeni bir buzdolabı almak ekonomiyi büyütür ama yeni doğal kaynakların kullanılmasına neden olur. Gerçek ilerleme doğanın dengesinin korunduğu bir ekonomik sistemde refahı arttırmaktır ki bunu sağlamanın yolu yeni mal ve hizmet tüketimiyle sınırlı değildir. Aksine, büyük oranda tüketimden uzaklaşmakla ortaya çıkar. Kapitalist sistemde paranın satın alamayacağı bir şey yoktur. Kirleten öder ilkesi, doğaya bir bedel biçer. Ödediğiniz bedelin düşüklüğünün yanında bir başka sorun da doğanın sadece bir mal veya girdi olarak görülmesidir. Canlı kanlı bir örnekle durumu daha açıkça ifade edelim. 

Cinayetler ekonomiyi büyütür mü?
Güney Afrika'da boynuzları için öldürülen gergedan sayısı giderek artıyor. Siyah gergedanların soyu tükenmek üzere. Sadece 2011 yılında 448 adet gergedan boynuzları için öldürüldü. Gergedan boynuzları özellikle Asya ülkelerinde ilaç veya afrodizyak niyetine satılıyor. 1800 yılında 1 milyon gergedanın yaşadığı tahmin ediliyordu şimdi ise bu sayı 16 binlere kadar geriledi. 1989'da Çin'de gergedan boynuzunun kilosu 7400 dolardı. Şimdi ise soylarının tükenme tehlikesine rağmen yarım kilosu 27 bin dolardan alıcı buluyor.[4] Kaçak avcılığın önlenememesi nedeniyle boynuzların kontrollü bir şekilde kesilip satılmasını önerenler bile var. Böylece gergedanların öldürülmesinin önüne geçileceği öne sürülüyor. Boynuzlar zamanla tekrar büyüyor ama hayvanların tek savunma silahı boynuzları olduğu için bu yöntem de sorunlu. Sizin de fark ettiğiniz gibi burada asıl mesele, insanın başka bir canlının bir uzvunu ister kaçak ister yasal yollardan ticarete konu yapmış olması. Gergedanı insanlardan koruyamamanın bedelini yine gergedana ödetme çabasıyla karşı karşıyayız. Yasal satışın faturalandırıldığını bir düşünün; satılan her boynuz gayri safi yurt içi hasılanın artmasına ve ülkenin büyümesine neden olabilir. Bundan daha 'sakat' ve 'vahşi' bir ekonomik model olabilir mi? 

Ekonomik büyüme mi refah mı?
Tüketime dayalı ekonomik modelin bir başka yalanı ise daha fazla mal tüketiminin veya satın alma gücüne sahip olmanın size refah sağlayacağı iddiasıdır. Tam tersine, kapitalistlerin ekonomik büyüme olarak tanımladıkları sayısal artışın en büyük sorunu refahla ilişkisinin büyük ölçüde kopmuş olmasıdır. Günümüzde açıklanan ekonomik büyüme verileri, insan hayatına kasteden ekonomik faaliyetleri bile olumlu değerlendirmektedir. Silah satışının bir toplumda refahı arttırdığı nasıl iddia edilebilir? Hava kirliliğinin insan sağlığını tehdit ettiği bir kentte otomobil veya ucuz kömür reklamları ekonomik büyümeyi destekleyen etkinlikler arasında sıralanabilir mi? İşte size biraz eski ama hem günümüz Türkiye'sine uygun hem de çarpıcı bir örnek: 

“Amerika'da hızla büyüyen sektörlerden birisi hapishanelerdir. 1990'larda yılda yüzde 6,2 oranında büyüdü. Her 150 Amerikalıdan biri parmaklıklar ardında, dünyadaki en yüksek oran; Kanada'da her 900 kişiden biri, Nova Scotia'da her 1600 kişiden biri hapiste. O.J. Simpson davası Amerikan ekonomisine 200 milyon dolar ekledi ve Littleton Katliamı ABD'de güvenlik endüstrisini ateşledi; her yıl ekonomiye 40 milyar dolarlık katkı yapıyor ve bu hizmetin çoğu okullar tarafından satın alınıyor. Kumar ABD'de bir başka hızlı büyüyen endüstri, her yıl 50 milyar dolarlık hacme sahip. Boşanmalar ekonomiye 20 milyar dolar, trafik kazaları da 57 milyar dolar ekliyor.[5] 

Görüldüğü üzere bugün bizim sevinmemiz istenen büyüme verileri aslında toplumun sosyal sorunlarının çoğalmasına neden olan faaliyetlerden bile kaynaklanabiliyor. Kapitalist ekonomi bu konuda hiçbir ayrım yapmıyor. 

Tembellik hakkı kapitalizme karşı
Kapitalizm doğa kadar insanı da sömürüyor. Bedeli olmayan hiçbir faaliyet ekonomik büyüme kapsamına alınmıyor. Siz hiç yokmuşsunuz gibi davranılıyor. Gönüllü çalışarak yaptığınız hiçbir iş ekonomik büyüme rakamlarına eklenmez. Evde sekiz saat çocuk baksanız bunun ekonomik değeri yoktur. Çocuğunuzu kreşe gönderdiğinizde ise ekonomik büyümeye katkı sağlamış olursunuz. Doğurduğumuz çocuklara çok daha az zaman ayırmak zorunda kalacak kadar çok çalışmak zorunda bırakılmamız ve en çok sevdiğini söylediğimiz çocuklarımızdan uzaklaşmamız ilerleme kabul ediliyor. Böyle bir sistemi kabul etmiş durumdayız. Halbuki bugünkü teknolojiyle gerçek ihtiyaçlarımızı belki haftada iki-üç gün çalışarak karşılayabiliriz. Çalışmamak şirketlere kar sağlamadığı için ekonomik büyüme veya ilerleme için tehlike olarak görülüyor. İş saatlerinin düşürülmesi sermaye sahipleri için en az sendika kelimesi kadar korkutucu olmalı. Bir insan içinse refah ve ilerlemenin karşılığı daha az çalışarak ihtiyaçlarını karşılamak, sevdikleriyle vakit geçirmektir. Henüz şuurunu yitirmediyse tabii. Tembellik hakkı bir anlamda kapitalist sistemin en büyük korkularından biridir.

Yukarıda örneklerle kısaca özetlemeye çalıştığım gibi dünyadaki tüm canlıların yaşam haklarına saygı duyan, kölelik ve sömürünün önüne geçen, gerçek refah ve mutluluk için insanlara yaşam alanı ve süre tanıyan yeni bir ekonomik sistem kurmak için öncelikle illüzyondan öteye gitmeyen gayri safi yurt içi hasıla verilerini esas almayı bırakmak zorundayız. Halkın ekonomik büyümeyi ilerleme, büyüme şeklinde olumlu bir veri olarak algıladığını düşünürsek, 'GSYİH' yerine gerçek ilerlemeyi gösteren bir başka formüle ihtiyacımız olduğu kesin. Maskeleri düşürmek gerek. 1995 yılında üç Kaliforniyalı araştırmacının 400 ünlü ekonomistle işbirliği içerisinde geliştirdiği Gerçek İlerleme Göstergesi - GİG (Geniune Progress Indicator) şu an için iyi bir başlangıç noktası gibi görünüyor. GİG'in yaratıcıları, GSYİH'nın sadece pazardaki aktivitelerin sayısal değerini hesapladığını, sosyal ve ekolojik maliyeti dikkate almadığını söyleyerek medyadan politikacılara kadar herkese ekonomik büyüme rakamlarını kullanmama çağrısı yapıyor.[6] Bu yeni büyüme dizini, yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz sosyal ve ekolojik faaliyetlerin maliyetini hesaplamaya çalışıyor. 

Örnek GİG çalışması: Nova Scotia
GPI Atlantic ekibi 12 yıllık bir çalışmanın ardından Kanada'nın Nova Scotia eyaleti için yaptıkları hesaplamaları 2008'de açıkladılar. Beslenme ve yaşam biçimiyle ilgili faaliyetlerden doğan maliyetlerden birkaç örnek vermek istiyorum:

Sigara alışkanlığı Nova Scotia ekonomisine yılda 943 milyon ABD Doları'na mal oluyor. Bunun 171 milyon doları doğrudan sağlık harcamalarından kaynaklanıyor. Kişi başına düşen miktar 1000 dolar. Obezite üretim kaybıyla beraber yılda 320 milyon dolara mal oluyor. Hava kirliliği kişi başına yılda 560 dolar ek yük getiriyor. 1995'ten 2004 yılına kadar geçen sürede Nova Scotia'da yüzey sularına bırakılan kirleticilerin oranı yüzde 300 artmış. Bunun ve sulak arazilerin belli bir bölümünün kaybının sonucunda yılda 3 milyar 450 milyon dolarlık bir maddi kayıp söz konusu. Kömür Nova Scotia'nın elektrik üretiminde yüzde 80 civarında pay sahibi. Neredeyse tamamı ithal. Bölgedeki elektrik santralleri ve rafinerilerden kaynaklanan hava kirliliği ve küresel ısınmaya yol açan seragazlarının ekonomik zararı kişi başına 400 dolar, toplamda ise yılda 380 milyon dolar. Araştırma gerçekten de detaylı ve çok fazla çalışılmış alan var ama en çarpıcı olanlarından biriyle bitirelim. Nova Scotia'da özel otomobil kullanımının maliyeti, tüm sosyal ve çevresel maliyetler hesaplandığında 2007 için 7 milyar 200 milyon dolar olarak tahmin edilmiş. Bu maliyetin üçte biri ise dışsal maliyet yani otomobil kullanıcılarına değil topluma yüklenmiş olan maliyet.[7] Kanada'daki bu çalışma gerçekten de büyüme verilerini ve ona olan inancı yerinden etmeye yetecek kadar güçlü. GİG'in kıstasları ve değerlendirmesiyle hesaplanan sayısal büyüklüklerin toplanıp çıkarıldığı bir büyüme verisi bize çok farklı sonuçlar verecektir. Otomobil satışlarını büyüme rakamına ekleyip, trafik kazaları, petrol tüketimi sonucu yaratılan hava kirliliği ve küresel ısınmanın sonuçlarını bu rakamdan çıkarmadan gerçek büyümeyi görmek mümkün değil. Türkiye'de üçüncü köprü tartışmasına bir de bu gözle bakmakta fayda var. 

Tüketerek değil verimli kullanarak yaşama
Buraya kadar ekonomik büyüme adı altında hesaplanan bazı kalemlerin nasıl ahlaksal değerlerden yoksun olduğunu ve tüm bu hesaplamaların matematiksel temelde de eksik ve yanlışlarla dolu olduğunu anlatmaya çalıştım. Şimdi ise bir başka örnekle ekonomik büyümenin mantıksızlığına da dikkat çekmeye çalışacağım. Ekonomik büyümenin enerji tüketimiyle çok yakın ilişkisi olduğu ortada. Bizlere söylenen bir başka yanlış bilgi ise kalkınma için kişi başı enerji tüketiminin artması gerektiğidir. Aynı GSYİH verilerinin karşılaştırılarak ülkelerin gelişmişlik derecesinin bulunmaya çalışılması gibi, kişi başına düşen enerji tüketim rakamlarının kıyaslanması da ülkelerin gelişmişlik düzeyleri hakkında bize doğru bilgiyi vermez. Bugün çeşitli teknolojiler ve farklı metotlar izlenerek daha az enerji kullanarak aynı işi/üretimi gerçekleştirmek mümkündür. Bunun için geliştirilen ekonomik göstergenin adı enerji verimliliğidir. Gayri safi hasıla verisinin yanlışlığını bir an için göz ardı edip enerji yoğunluğu kavramını güncel Eurostat verileriyle inceleyelim. Ülkelerin enerji yoğunluğunun ölçülmesi için 1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla yaratmak için ne kadar enerji harcadıklarına bakılır. Türkiye için bu rakam 1990'da 258 kgep'ti (kilogram eşdeğeri petrol). 2009'da ise bu rakam sadece 1 kg azaldı ve 257'ye geriledi. Halbuki İrlanda, 1990 yılında 253 kgep ile 1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla yaratırken 2009'da 109 kgep ile yine 1000 avro değerinde GSYİH yaratmayı başarır hale geldi. Yunanistan enerji yoğunluğu rakamlarını aynı dönem içerisinde 264 kgep'ten 167'ye; Danimarka 133 kgep'ten 106'ya geriletmiştir. Yani, daha az enerji harcayarak aynı işi yapmayı öğrendi. Demek ki bugün televizyonlarda, üniversitelerde bize durmadan empoze edilmeye çalışılan daha çok enerji tüketmeyle kalkınılacağı savı doğru bir önerme değildir. Öyle olsaydı tüm Türkiye'de gece gündüz elektrikli tüm aletleri çalıştırır, kişi başına düşen enerji tüketimini 3'e 5'e katlar ve kalkınırdık. Büyüme ve kalkınma adına tüketimin artırılması gerektiği iddiası sadece enerji sektöründe değil birçok sektörde benzer örneklerle rahatlıkla çürütülebilir. Boşa harcanan enerjiyle gelişilemeyeceği aşikâr. Ama boşa harcansa da tüketilen her birim enerji sayesinde bazı şirketlerin para kazanacağı ortada. Zaten içinde bulunduğumuz ikilemin kaynağı da bu. 

Kaç dünya tüketiyoruz?
Tüketime dayalı büyüme modelinin savunucularını en çok kızdıran bilgilerden biri de kaynakların sınırlı olduğu gerçeğidir. Bu, herkesin bildiği bir bilgi olsa da kapitalist ekonomistler sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranmayı severler. Büyümek için tükettikleri doğal kaynakların sınırlı olması veya kendilerinden sonraki kuşaklara bu kaynakların ne kadarını bıraktıkları kâr odaklı ekonomik faaliyetler için çok da önemli değil. Ekosisteme verdiğimiz zararı ölçmenin farklı yolları var. Ekolojik ayak izi de bunlardan biri. Basit bir anlatımla bir insanın yaşarken ne kadar doğal kaynak (toprak ve deniz ile atıklarının sindirilmesi için gerekli doğal alan/kaynak) kullandığını görmemize yarıyor. Çevre günahımız da denebilir. Ne kadar çok uçağa biniyorsanız, özel otomobil kullanıyorsanız veya tüketiyorsanız ekolojik ayak iziniz de o kadar büyüyor. Küresel ölçekte yapılan araştırmalar, insanların bir yıl içinde tükettiği doğal kaynakları ve bıraktıkları atıkların yükünün doğa tarafından sindirilmesi için gezegenin 1,5 yıla ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Yani, şu andaki yaşam tarzımızla her yıl 1,5 dünyanın sağlayabileceği kaynakları tüketiyoruz; açıkçası cepten yiyoruz.[8] Bunun sürdürülebilir olmadığı çok açık. Böyle giderse yaşamımızı sürdürebilmek için 2050'de ikiden fazla Dünya bulmamız gerekecek.

Dünyanın ekolojik ayak izi alarm veriyor ama bazı ülkelerde yaşayanların ayak izleri diğerlerinden doğal olarak daha fazla. Tahmin edebileceğiniz gibi kuzey ülkelerinde, kişi başına düşen gelirin yüksek olduğu ülkelerde ekolojik ayak izleri de büyüyor. Bir Amerikalının ayak izi 43 Afrikalının ekolojik ayak izine eşit. Dünyadaki herkes ABD’de ya da Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki ortalama bir vatandaşın tüketim alışkanlıklarına sahip olsaydı, ihtiyaçlarımızı karşılamak için 4,5 gezegene ihtiyacımız olacaktı. Yaşayan Gezegen Raporu 2010’a göre kişi başına düşen ekolojik ayak izi en yüksek 10 ülke şunlar: Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Danimarka, Belçika, Amerika Birleşik Devletleri, Estonya, Kanada, Kuveyt ve İrlanda.[9] 

Ekolojik ayak izi bize dünyanın sınırsız isteklerimize çok uzun süre yanıt veremeyeceğini gösteriyor. Yeni bir “mavi gezegen” bulmak veya tüketimi azaltmak zorundayız. İki seçeneğimiz var. Bu verilerde ilginç olan başka bir nokta, çevreyi kurtarmak için teknolojiden medet umanları düşündürecek nitelikte. Yüksek teknolojiye sahip birçok ülkenin ekolojik ayak izlerinin büyük olması teknolojiye bel bağlamanın biraz fazla iyimserlik olduğuna dair ipuçları veriyor. Sadece bu veriden yola çıkarak kesin bir hükme varmak doğru olmaz ancak şu ana kadar gelinen süreçte teknolojinin az tüketmekten çok daha fazla tüketmeyi teşvik ettiğini söylemek mümkün. Bunun teknolojinin yanlış kullanımından mı yoksa teknolojinin endüstriyel üretimle olan yakın ilişkisi nedeniyle mi gerçekleştiği iyi araştırılmalı. Belki de teknolojinin kapitalizm tarafından manipüle edildiğinden de bahsedilebilir. 

Büyümenin sınırı olmalı
Elimizde fazla seçenek yok. Yeni bir gezegene taşınamayacağımıza göre sınırlı kaynaklarla sınırsız talebi karşılamaya çalışmaktan vazgeçeceğiz. Sınırsız bir talep yaratmayacağız. Talebi kontrol etmeyi öğreneceğiz. Büyümeyi, ilerlemeyi daha çok tüketerek değil, gerçek refahı eşit ve adil bir şekilde paylaştırarak ve sosyal insanı yeniden keşfederek başaracağız. Tüm bunları yapmak için büyümeyi sınırlamalıyız. 1972'de Roma Kulübü büyümeye sınır koyma konusunda ilk uyarısını yaptığında, küçülmenin kaçınılmaz olduğunu söylemişti. Yaptıkları uyarıda küresel toplumun büyüme için konması gereken sınırı aşacağını ve aştıktan sonra da çöküşe veya büyümeyi durdurmaya, ekonomiyi küçültmeye mecbur kalacağını söylüyordu. Kısacası küçülme kaçınılmaz. Bugün, içinden bir türlü çıkamadığımız ekonomik krizin ekolojiyle ilişkisi olmadığını söylemek mümkün değil. Sınırlı kaynakların paylaşımında yaşanan savaşın yanı sıra, ekolojik krizin yol açtığı sorunlar sonucunda da ciddi anlaşmazlıkların doğacağı ortada. O halde ekonomide küçülmenin planlı bir şekilde harekete geçirilmesi gerekiyor. Küçüleceğiz ama nasıl? Bunun bir geçiş süreci içerisinde olacağını söyleyenler olduğu gibi, çok kısa sürede gerçekleşmesi gerektiğini söyleyenler de var. Her türlü ekonomik faaliyetlerin çevreye etkisini ölçen toplumsal maliyet, karbon vergisi gibi yeni ekonomik araçların hesaplamalara katılmasıyla işe başlanılabilir. Bu yeni maliyet kalemlerinin yatırım kararlarındaki kıstasları değiştirme şansı var. En azından bu yöntemleri denemek gerektiğini düşünüyorum çünkü insanların tüketim toplumunun etkisinden bir parmak şaklatmasıyla çıkabilmesi biraz zor gözüküyor. Belki de bu nedenle yeşil ekonomi çokça dile getiriliyor.

Yeşil ekonomiyi kapitalist ekonominin garından yola çıkmış bir trene benzetiyorum. Son durağın neye benzeyeceğini tanımlamak zor ama kapitalizme ait bir başka gara girmeyeceği kesin. Bu yeni ekonomik sistemin yolda şekillenmesi ona bazı avantajlar da sağlıyor. Tabi bazı dezavantajlar da. Deniyor ve yanılıyor. Önemli olan bu “yeşil” trenin kapitalizmden çıkış rotasını kapitalistlerin değiştirmesine izin vermemek. Bunu deniyorlar. Yeşil ekonomi ve yeşil pazarlama gibi kavramları ele geçirip içini boşaltmaya çalışıyorlar. Bütün bu belirsizliklere rağmen yeşil ekonominin geliştirmeye çalıştığı araçlardan bazıları, gergedan örneğinde gördüğümüz sorunları çözmeye yarayabilir. Yeşil ekonomiyi farklı kılan bir nokta doğmamışların haklarını savunması. Bir başka nokta ise konuşamayanların veya konuştuğu dili insan tarafından anlaşılmayanların haklarını savunması. Yani, bitkilerin, hayvanların, bebeklerin ve çocukların. İnsan merkezli bir ekonomik sistem olamayacağı için, ekonomik değeri ne olursa olsun başka bir canlı üzerinde tahakkümü kabul edemez. Bu yüzden de gergedanların, gelir beklentisi olmadan, başka deyişle zarar etme pahasına korunması yeşil ekonominin üstlendiği sorumluluklar arasında. Bir üçüncüsü ise emekliler. Kapitalist sistemlerde emeklilik yaşı giderek geciktiriliyor. Sistem üretim sürecine dahil olmayanları sevmiyor. Emeklileri iki kere sevmiyor çünkü gelirleri azaldıkça tüketime de yeterince katkıda bulunmuyorlar.

Adı ne olursa olsun, dünyadaki tüm canlıların haklarını koruyan ve yaşamlarını paraya çevirmeyen bir sisteme ihtiyaç var. Büyümek yerine hayatta kalmanın, mutluluğun da tüketimle gelmediğini herkes fark etmeli.





[1] İngilizcesi: Small is Beautiful. Bu önermenin Schumacher'in hocası Dr. Leopold Kohr'dan geldiği söylenir.
[2] Zayıf bir ekonomi değil, ölçek değiştiren, bilerek küçülen yani sağlıklı bir hale gelen ekonomi anlamında.
[5] Measuring real progress, Dr. Ronald Colman, 2001.
[6] GPI Atlantic, http://www.gpiatlantic.org/gpi.htm adresinde 8 Ocak 2012'de görüldü.
[7] The 2008 Nova Scotia GPI Accounts Indicators of Genuine Progress, http://www.gpiatlantic.org/pdf/integrated/gpi2008.pdf adresinde 8 Ocak 2012 tarihinde görüldü.
[9] http://www.wwf.org.tr/page.php?ID=349 adresinde 9 Ocak 2012 tarihinde görüldü.

ÇED değil HOP raporu isteriz

Özgür Gürbüz-Birgün/15 Ocak 2012

Mersin’in Büyükeceli beldesine nükleer santral kurmaya çalışan Rus şirketi Rosatom halkı ikna turları düzenlemeye karar verdi. Bildiğiniz gibi kamuoyu araştırmaları Türkiye’de halkın büyük çoğunluğunun nükleere hayır dediğini ortaya koyuyor. Hükümeti ikna etmenin santral kurmaya yetmeyeceğini şirketler de artık fark ediyor. Sadece Rosatom değil, Türkiye’de faaliyet gösteren diğer şirketler de halkı karşılarına alarak iş yapamayacaklarını yavaş yavaş anlıyor. Sinop’un Gerze ilçesine termik santral kurmak isteyen Anadolu Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan ise bir istisna. Radikal gazetesine verdiği demeçte, ÇED raporu çıkarsa 1 milyar avroluk yatırıma başlarım. Bu benim hakkım. Çıkmazsa devletin kestiği parmak acımaz. Bugüne kadar harcadığım 15 milyon doların üzerine bir bardak su içerim” diyor.

ÇED raporlarının (Çevre Etki Değerlendirmesi) formaliteye dönüştüğünü bu ülkede bilmeyen kalmadı. ÇED için olumlu rapor almanız veya gerekli değildir yazısına sahip olmanız o tesisin çevreci olduğunu ne yazık ki göstermiyor. Ekoloji Kolektifi durumun vahametini yaptıkları basın açıklamasında sayılarla ortaya koydu: “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın verilerine göre ilk ÇED Yönetmeliği’nin yayınlandığı 1993 yılından 2010 yılı sonuna kadar verilen 452 ÇED gereklidir kararına karşı 31 bin 285 kez ÇED gerekli değildir kararı verilmiş. 32 ÇED olumsuz kararına karşı 2 bin 55 ÇED olumlu kararı verilmiş. Sermayenin çöplüğüne döndürülen bir ülkede sözde çevre mevzuatının ‘ciddi araştırmalardan sonra hazırlanan’ ÇED raporlarının hazin bilançosu bu.

HOP raporun varsa gel
Elbet bir gün Özilhan da ÇED raporu değil halktan alacağı HOP raporu (Halkın Onayladığı Proje) olmadan işe girişilmeyeceğini anlayacak. Kimileri deneme-yanılma yöntemiyle öğrenir; yapacak bir şey yok. Yalnız Gerze’de santral planları iptal olunca bir bardak su yerine Efes içse iyi olacak çünkü yakında Efes içen kimse kalmayacak. Anadolu Grubu ürünlerine boykot yaygınlaşıyor. Vicdanı olan boykota katılıyor. Kömürün isi Özilhan’ın görüş açısını da daraltmış, 40 yıllık bir ürünün marka değerini harcadığının bile farkında değil. Hâlbuki Özilhan çevrecilere kızacağına, HOP raporu alabilecek diğer yatırım seçeneklerine baksa kendisi de rahatlayacak.

Güneş 2020’de nükleerden ucuz olacak
Avrupa Fotovoltaik Endüstrisi Birliği 2020 yılında güneşten elektrik üretmenin kilovatsaat (kWs) başı maliyetinin 10,20 dolar sente kadar düşeceğini tahmin ediyor. Bilin bakalım Mersin-Akkuyu’ya kurulmak istenen ve 2020 yılında ilk elektriği üretmesi planlanan nükleer reaktörden Türkiye elektriği kaça alacak? Yapılan anlaşmaya göre belirlenen fiyat 12,35 dolar sent. Hükümetin nükleerde ısrarı sizce de mantıksız değil mi? Evet, öyle.

Güneş enerjisi teknolojisi giderek gelişiyor ve panel maliyetleri düşüyor. Güneş panelini çatınıza koyduktan sonra yakıt gideri yok. Türkiye’de güneş enerjisi pahalıdır nutukları atanları dinliyorum hemen hemen hepsi bugünkü fiyatlarla nükleeri ya da 2-3 yıl sonra çalışmaya başlayacak termik santralleri kıyaslıyorlar. Hâlbuki 7-10 yıl sonra elektrik üretecek nükleerle o günkü fiyatları kıyaslamalısınız. Böyle basit bir öngörüden bile yoksun enerji sektöründe kime ne söylesek boş.

Güneşi teşvik yasası güneşin önünde duruyor
Güneş panellerini kurmak da kolay. 2019 yılında başlasanız 2020’de birkaç termik santrale eş elektrik üretecek gücünüz olabilir. Örnekleri var, bol keseden atmıyoruz. İspanya 2008 yılında 2600 MW (megavat) gücünde güneş paneli kurdu. Almanya 2011’de 7400 MW ile yeni bir rekor kırdı. Ülkede 130 bin kişi güneş enerjisi sektöründe çalışıyor.

Gerze’de kurulmak istenen termik santralin tahmini üretimi 7,2 milyar kWs. Akkuyu’da kurulması planlanan ilk reaktörün üreteceği miktar 8 milyar kWs civarında. 2010 yılında Almanya’da güneşten üretilen elektrik ikisinden de fazla, 12 milyar kWs. Çevre kirliliği yok, küresel ısınmaya katkı yok, ithal kömürle dışa bağımlılık yok. Peki, ne var? Türkiye’de yenilenebilir enerjiyi desteklemek için çıkarılan yasada güneş enerjisine 600 MW sınırlaması getiren bir yasa var. Siz daha fazlasını isteseniz bile Türkiye’de kurabileceğiniz güneş enerjisi 600 MW’ı geçemez. Almanya’nın bir yılda kurduğu gücün 12’de birine izin var. Güneşi teşvik eden yasa böyle buyuruyor. Üstelik aynı paneller Türkiye’de kurulsa çok daha fazla elektrik üretecek çünkü bizde güneş daha güçlü. Yani üretim maliyeti de Almanya’dan daha ucuz olacak.

Biz anlamasak da, Özilhan’a güneş değil termik santral kur; hükümete rüzgârla, enerji tasarrufuyla uğraşma, parayı nükleer santrale yatır diyenlerin bir bildiği vardır elbet.

Bu da elektrikli "chopper"

Özgür Gürbüz-12 Ocak 2012

Siemens eChopper Foto: O. Gurbuz
Bu elektrikli motosikleti Durban'daki iklim görüşmeleri sırasında fotoğrafladım. Her ne kadar elektrikli araçlara çok sıcak bakmasam da bu motosiklet, klasik (chopper) tutkunları için oldukça çekici bir seçenek. Siemens'in Orange County Choppers ile birlikte ürettiği bu model göründüğünden daha rahat. Koltuğa oturduğunuzda aldığınız his aynı, tek farkı o alıştığınız (benim alışamadığım) gürültülü motor sesinin olmaması. Motosikletin bir bölümü geri dönüştürülmüş malzemeden yapılmış. Motoru elektrikli. Özellikleri de şöyle:

  • 27 beygir gücünde. 72-96 volt çıkışlı.
  • Debriyajsız, tek vites.
  • Elektrikli akü tam dolduğunda 120 km gidebiliyor.
  • Saatte 160 km hız yapabiliyor.
  • Akü 110 voltluk bir prize bağlanırsa 5 saatte, Siemens şarj istasyonlarında 1-2 saatte doluyor.
  • Metzeler lastikler var.

Entelköylüler ve “aşırılar” birleşsin!

Özgür Gürbüz-Birgün / 8 Ocak 2012

Biraz geç de olsa 'Entelköy Efeköy'e Karşı' filmini izlemeyi başardım. Film, ‘entel’ köylülerin termik santrale ve ona destek veren herkese karşı sürdürdükleri mücadeleyi konu alıyor. Böylece, konusu ‘çevre’ olan bir sanat etkinliğine gitmediğimi öğrendiklerinde yüzüme garip garip bakan dostlardan köşe bucak kaçmama gerek kalmadı. Adınız yeşile çıkmaya görsün, sokağa yeşil boya dökülse bilmeniz gerekiyor.

Ben filmi sanatsal bir değerlendirme yapmak amacıyla izlemedim; bir ‘yeşil’ gibi izledim. Zaten, bir ara öldüğümü, hayatımın gözlerimin önünden film şeridi gibi aktığını düşündüm. Filmi ister istemez bir belgesel izler gibi izledim. Filmi izlemeyenler için kısa bir bilgi notu düşmekte fayda var. Filmde Efeköy'e bir termik santral yapılmak istenir. Köylüler tarımdan fazla para kazanamadıkları için iş ve istimlak geliri umuduyla santral yapılmasını destekliyor. Santrale karşı çıkanlar ise kentten köye göçüp, kısa bir süre önce bölgeye yerleşen çevreciler (entelektüeller) ya da yeşiller. Üçüncü grup ise aslında tek kişi, köylülerin 'Aşırı' dediği eski bir solcu. Bir de termik santral kurmak isteyenler var. Kaymakam termikçilerin yanındadır. Her şey çok esprili anlatılmış ve mesajlar çok yerinde. Köye Efeköy değil Yatağan ya da Gerze deyin, film değil bir belgesel izlediğinizi düşünebilirsiniz. Öncelikle emeği geçenlere teşekkür ederim.

Bugün sadece termik santral değil, tüm çevre mücadelelerinde filmdeki gruplara rastlamak mümkün. Bazen geçim derdi bazen de yol bilmezlikten erken pes eden köylüler, kötü adamı oynayan şirketler ve onların yanındaki devlet. Bir de iyi adam rolünde, halkı tabiri caizse uyandırmaya çalışan doğa korumacılar . Bizim memlekette bu rol genelde solculara verilir, filmin yönetmeni Yüksel Aksu da geleneği bozmamış. Bu yazıyı yazmamın amacı aslında sesli düşünmek. Filmden öğrendiklerimi gerçek hayatta sürdürülen yaşam mücadeleleriyle kıyaslayarak sizlerle paylaşmak.  

Köylüler konusunda söylenecek pek fazla bir şey yok. Entelköy Efeköy'e Karşı'da karikatürize edilen köylüler aslında toplumun büyük bir bölümünü yansıtıyor. Hayatlarını riske atma pahasına, para için her şeyi yapan sonra da dizini döven binlerce insan var bu ülkede. Böyle olmayanlar da yok değil. Munzur'un Karadeniz'in, Bergama'nın aslan yürekli köylülerini de biliyor bu memleket.

'Entellerin' bir örnek model oluşturma çabası filmde olumlu sonuçlanıyor ancak gerçek hayatta bu her zaman böyle değil. 'Aşırı'nın filmin başında entellere yönelttiği, düzen değiştirilmeden bir örnekle sorun çözülemez eleştirisine ben de katılıyorum. Velhasıl, bu hiçbir şey yapmamak anlamına da gelmemeli. Filmin sonunda adeta kahraman ilan edilen 'Aşırı'nın en büyük zaafı da kanımca bu. Film boyunca çoğu zaman doğruları söylese de elini taşın altına koymuyor. Düzen değişmeli diyor ama nasıl değişecek o belli değil. Bugün çevre mücadelesinde gördüğüm en büyük tehlike de bu. Ne istemediğimizi biliyoruz ama ne istediğimiz konusunda pek emin değiliz. 'Çarşı her şeye karşı' misali mücadele yürütmek zor; bunu artık kabul edelim. Filmde de çok net görülüyor. Gerçek hayatta benzer mücadeleleri sürdüren bizler bundan ders çıkarmalıyız. Entelköylülerle aşırıların birleşmesi iyi olur; yeşil-sol koalisyonu yani...

Entellerin kentten kaçışının bir kandırmaca olduğuna hep inanmışımdır. Kapitalizm size kafa dinleyeceğiniz boş bir dağ, temiz bir nehir bırakmaz. Filmde, kentten köye göçenlerin ya da kaçanların karşısına 'dakka bir gol bir' misali termik santral projesinin çıkması da bunun bir örneği. Nereye gidersek gidelim kapitalizmle mücadele etmek zorundayız. Pasifik Okyanusu'nun ortasındaki adaların bile küresel ısınma yüzünden sular altında kaldığı unutulmamalı.

Eşekleri köylünün şiddetinden kurtaran entellerin daha sonra onları sürdürülebilir turizmin bir aracı yapıp, üzerlerinden para kazanmaları da gözden kaçmamalı. Sistemin içinden hemen çıkmak mümkün değil, bu iş adım adım olacak. Eşekler de özgürleşecek elbet ancak herkes insanlığını hatırlamadan ya da hatırlamak zorunda bırakılmadan bu mümkün değil.

Toprak Ana diye bir şey vardı

Özgür Gürbüz-Birgün / 1 Ocak 2011
Pervin Çoban - Foto: Anadoluyu Vermeyoz/Facebook

2011’in Nisan ayında onlarca insan köylerinden, kentlerinden yola çıktı ve bir yürüyüş başlattı. Büyük Anadolu Yürüyüşü’ne katılan bu insanlar yüzlerce kilometre yol yürüdüler. Soranlara dertlerini anlattılar, yardım isteyene yardım ettiler, el uzatanların ellerini tuttular. Gündüzleri güneş, geceleri ay onlara yol gösterdi. Kimi, üzerine baraj kurulması planlanan dereler için, kimi maden ocakları açmak için köklerinden sökülecek ulu ağaçlar, kayaları dinamitlenecek dağlar için yürüdü. Dağlar onlar yürürken selam durdu, dereler kervanları görünce buza kesti, çağlamadı. Bulutlar güneşin önüne geçti, yürüyüşçüleri terletmedi. Rüzgar yağmuru başka ovalara sürükledi. Doğa yürüyüşçülere selam durdu lakin doğanın izinden, yolundan ve sözünden çıkan insanoğlu polis oldu Ankara’da yürüyüşçülerin karşısına dikildi. Yürüyüşçüleri milletin vekillerine ulaştırmamak için her şey yapıldı. Söylenen sözler duyulmuştur elbet. Yürüyüşçüler günlerce orada yolun açılmasını bekledi sonra deresine, dağına sahip çıkmak için köyüne, kasabasına döndü. Döndü ama yürüyüş bitmedi. “Anadolu’yu vermeyoz” diyenler şimdi her yerde.

“Anadoluyu Vermeyeceğiz” yürüyüşüne katılan ve 680 km yol yürüyen Pervin Çoban ile Ankara'da konuşma fırsatım olmuştu. Pervin Çoban veya herkesin onu çağırdığı ismiyle Pervin Ana, binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan Yörüklerin son temsilcisi Sarıkeçililerden. Sarıkeçili yörüklerinde 287 göçer aile var. Mersin’in tüm sahillerindeler. Bir kısmı Silifke, bir kısmı Erdemli’de. Pervin Ana’ya develeriyle birlikte onca yolu neden yürüdüğünü sordum. O da bana anlattı.

“Bizim yaşam kaynağımız Göksu’nun üzerindeki tüm suyu barajlara aktarıyorlar. Bizim atardamarımız orası, oradan besleniyoruz. Tankerimiz yok, su taşıyan borumuz yok. Göçerler doğal akan sularla, sarnıçlarla çeşmelerle hayatını devam ettiriyor. Bunlar ortadan kalkınca bizim sonumuzu da getirmiş olacaklar. Önceden beri yasaktın, ayıptın, hayvan otlatman suçtu diye üstümüze geldiler, şimdi de suyumuzu elimizden almak istiyorlar.

Su varsa orada hayat vardır. Anadolu’yu bizim ecdadımız neden keşfetmiş? Burada suyu keşfettiği için. Uçan kuşlardan, bitkilerden keşfederiz. Burada su var deriz. Ben değil ama bizim büyüklerimiz doğa bilimci gibidir. Ağustos ayında başlarız. Hayvanlara göre, doğadaki canlılara göre mevsimin nasıl geleceğini büyüklerimiz bize söyler. Bulutlara, yıldızlara göre gelecek yılın nasıl geleceğini anlatır. Uçan kuşlara göre… Martılar alçaktan mı uçuyor, leylekler toplu mu, dağınık mı gidiyor. Bahardan kışın geleceğini bize haber verir büyüklerimiz.

- Nerede hasat, nerede çiçek, ot olacağını bilirler...

O nedenle yaşayan insanlarımız birer hazine gibidir. Suyun olmadığı yerde hayatın olmayacağını bilirler. Akan suyu dereden avucunla içeceksin ya da tulumla, tas ile içeceksin. O pet şişelerden su içmek beni rahatsız ediyor. O damacanalardaki su bizi kandırmıyor. Suyu avucunla kana kana içeceksin. Su içtiğine önce beynin sonra da bedenin inanacak ki, su içtim diyeceksin.
 
O su kaynakları sadece biz insanoğlu için değil. Gözlerimizle gördüğümüz ya da görmediğimiz; gündüzleri çoğu hayvanı görürüz ama geceleri görmediğimiz kurtlar, çakallar, ayılar tüm bu hayvanlar bu sulardan yararlanıyorlar. Senin damacanadaki suyundan kaç hayvan faydalanabilir?

Onların canını sen mi verdin? Onları susuz bırakmaya hakkın var mı? Azcık aklın varsa onların hakkını da düşünmek zorundasın. Azcık aklın varsa doğadaki tüm canlıların hakkı olduğunu düşünmek zorundasın. Para yemiyorsun ki? Sen de su içiyorsun, bu havayı teneffüs ediyorsun. Parayı teneffüs etsene, sattığın sulardan kazandığın o parayı yesene! Bu kadar haksızlık dünya üzerinde başka bir yerde yaşanıyor mu bilmiyorum. Gelişmişlikten kalkınmaktan bahsediliyor. “Geri kakalamaktan” başka bir şey değil bunların yaptıkları.

-İlkel yaşam diyorlar ama...

Alakası yok. İlkesiz yaşam diyorum ben. İnsanlardan önce doğanın dilini anlamaları lazım. Doğadaki tüm canlılarla konuşabilmeleri lazım. Önce kendilerini de doğanın bir parçası olarak hissedip, o doğadaki tüm canlılar ne diyor buna bakmaları lazım.

Toprak ana diye bir şey vardı. Bunları unuttular, sildiler. Toprak Ana diye bir şey tanıyor musunuz? Tanımıyorsanız, bunları unutup yok ettiyseniz dokunmayın onlara. Doğa Ana, Toprak Ana kutsaldır diye yazdığınız çizdiğiniz bir şey var mı? Yasalarınızda var mı? Madem bunu unuttunuz neden kullanıyorsunuz onu; alıp satıyorsunuz?

Kölelik vardı eskiden. Bu sistem kölelikten daha kötüye götürüyor. Neden? Çünkü iki lokmaya köle olmam ben. Doğa Ana’nın bağrında biz o kadar rahatız ki. Hem yaşarken hem de öldükten sonra rahatız. Biz onunla kucaklaşıyoruz. Gecemiz gündüzümüz, o yıldızların altında. Onları sevmesini biliyoruz. Sen ne hakla gelip bunları yok etmeye çalışıyorsun, o yetkiyi sana kim verdi? Ben hep o soruyu soruyorum.

Yeni yılın ilk yazısını Pervin Ana'nın sözlerine ayırdım. Bu bilgeliğe, bu aydınlığa hepimizin ihtiyacı var. Yoksa yeni yıl dediğimiz eski yıllardan farklı olmayacak. Yeni bir yıl ve yeni bir dünya için Pervin Ana'nın sözlerini eşe dosta anlatalım. Bırakalım Toprak Ana bizi kucaklasın, biz Toprak Ana'yı kucaklayalım.