Vizyonsuzluk

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 24 Ocak 2011

1990'lı yılların başı ile ortası arasıydı. Bizim gibi birkaç kendiniz bilmez çevreci, yeşil, anarşist, falan filan, Akkuyu'da kurulması düşünülen nükleer santrala itiraz ediyor, dünyada hızla gelişen rüzgar ve güneş enerjisinden örnekler veriyorduk. Gelecekte insanoğlu gereksinim duyduğu elektriği bu kaynaklardan, doğaya mümkün olduğunca az zarar vererek üretecek diyorduk. O dönemin yetkilileri ise bize, “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” diye sorup, tabir-i caizse “dalga” geçiyordu. Kömür, nükleer, gaz lobilerinin etkisini bir yana bırakalım, en basitinden görmüyor, göremiyorlardı. Onların “vizyonsuzluğundan” ne yazık ki Türkiye de nasibine düşeni almak zorunda kaldı. 1995'te temiz enerjinin hizmetindeki naçizane kulunuz, “nükleer ileriye doğru değil geriye doğru bir adımdır diyerek” nükleere kaşı 170 km geri geri yürüken, Türkiye gazetesinin yaşı kemale ermiş kalemlerinden biri, “bunlar sahiden gerici” diyerek bana köşesinden yanıt veriyordu. Dönemin hükümeti ve destekçileri geleceği görmekten ne kadar uzak da olsa, 18 günlük yürüyüşüm boyunca karşıma çıkan her bir vatandaş onların tam tersine, temiz enerjiye, doğasına ve yaşamına sahip çıkmaya kararlıydı. Bu, Türkiye'ye özgü bir durum değil, dünyanın birçok ülkesinde halk kendisini yönetenlerden daha ileride durur.

O zamanlar rüzgar türbini resimlerini yabancı dergilerde görüyorduk. Memlekette rüzgarı savunanlara gerici dendiği zamanlarda, 1995'te, Avrupa'da 814 megavatlık rüzgar kurulu gücü kurulmuştu. Neredeyse, Türkiye'nin 2010 yılında ulaştığı toplam kurulu güce eşit, gericiliğin hesabını siz yapın artık. 2009'a gelindiğinde ise Avrupa'da sadece o yıl kurulan rüzgar türbinlerinin kurulu gücü 10 bin megavatı geçiyor, doğalgaz santrallarını bile geride bırakıyordu.

Rüzgar Avrupa'da 200 bin kişiye iş sağlıyor
Avrupa'da rüzgar enerjisi bugün 200 bine yakın insana iş sağlıyor. Bundan iki yıl önce bu rakam 155 bindi. 2002 ile 2007 yılları arasında rüzgar enerjisi sektöründe doğrudan çalışan işçi sayısı yüzde 125 arttı, her gün 33 kişiye istihdam sağlandı. Avrupa Rüzgar Enerjisi Birliği (EWEA), 2020 yılında sektörde çalışan sayısının 446 bin, 2030 yılında ise 479 bine ulaşacağını öngörüyor. Avrupa Komisyonu ise, 2020 yılı hedeflerinin tutturulması halinde yeşil yakalı işçi sayısının 2 milyon 800 bine ulaşmasını bekliyor. EWEA'nın yaptığı ankete göre çalışanları yüzde 37'si türbin üretiminde, yüzde 27'si rüzgar çiftliklerinin planlanmasında, kurulmasında, çalıştırılması ve bakımında görev yapıyor. Parçaların üretiminde de çalışanların yüzde 22'sine istihdam sağlanıyor. Yani, şu türbin imalatının neresinden tutarsanız tutun, elinizde istihdam kalıyor.

Yasa hiçbir şey söylemiyor
Geçtiğimiz günlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden geçen yasa değişikliği tasarısıyla yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğe verilen alım garantileri değiştirildi, güneş enerjisi gibi bazı yeni kaynaklar da listeye alındı. Nereden baksanız, 2005 yılında çıkan ilk kanunla birlikte başlayan, alım garantilerinin yeterliliği üzerinde süren tartışmalar, bu değişiklikle de son bulmadı. RESYAD'ın yasadaki değişikliğin resmi gazetede yayımlanmasından sonra yaptığı açıklamada, rüzgar ve hidroelektrik için bir değişiklik olmadığı, güneş ve biyokütle içinse önerilen rakamların beklentilerin altında olduğu belirtilmiş. Bunu bir kenera not düşmek gerekir. Ancak asıl sorun, bu yasanın da daha önceki yasa gibi, Türkiye'nin geleceği için bir öngörüde bulunmamasıdır. Kamuoyu araştırmalarında ilk sıralarda yer alan ve giderek kronikleşen işsizlik sorununun çözümünde önemli rol oynayabilecek yenilenebilir enerji kaynaklarının, bu anlamda kullanılacağına dair yasada ciddi bir işaret bulmak oldukça zordur. Türkiye'nin kuvvetli iç pazarına dayanarak, başta güneş paneli olmak üzere, bu enerji kaynaklarından enerji üretiminde kullanılacak aksam ve parçaların üretilmesinde bir merkez olacağı, ihracat üssü haline geleceği yönünde bir vizyonun ana hatları bu yasayla da çizilmemiştir. Sadece yenilenebilir enerji değil, nükleerden kömüre, hemen hemen diğer tüm enerji kaynaklarıyla ilgili yasal düzenlemelerde de, iç talep gibi, üretimin sihirli kelimelerinden birine sahip olunmasına rağmen, bunu destekleyecek bir programın eksikliği kendini göstermektedir.

Türbin döner Ahmet bakar
Ceyhan'ın taşıma petrolle bir “merkez” olacağına inanılacağı kadar, yerli kaynaklarla, hem enerji üretimi hem de ekipman ihracı yapılabileceğine inanılsaydı, sanırım Türkiye'de ne bu kadar işsiz olurdu ne de memleket enerjide bu kadar dışa bağımlı kalırdı. Türkiye'nin mevcut ve yaşımın elverdigi kadarıyla anımsadığım tüm hükümetlerinin asıl sorunu işte bu vizyon yoksunluğu aslında. Bu nedenle, bugün ne bindiğimiz otomobilin adı “devrim”, ne gittiğimiz yollar “demir ağlarla” örülü. Mehmet güneş enerjisine 13,3 dolar sent verseniz de işsiz, 20 verseniz de. Panel yapmasını öğretecek, fabrika kurduracak vizyon olmadıktan sonra; ha türbin döner Ahmet bakar, ha su akar Zeynep bakar.

Çevreciler Meclis önünde

Özgür Gürbüz / 23 Ocak 2010

Daha önce İzmir Barosu'nun ayrıntılı itirazına yer verdiğimiz “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı”na tepkiler giderek artıyor. 24 Ocak günü birçok çevre kuruluşu, Ankara'da Türkiye Büyük Milet Meclisi önünde biraraya gelerek tasarının onaylanmaması için seslerini yükseletecek. Bu kuruluşlara WWF-Türkiye'de (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) eklendi.

WWF-Türkiye, yaptığı yazılı açıklamada söz konusu tasarının Türkiye'de yıllardır korunan alanları tehdit ettiğine dikkat çekerek, söz konusu tasarının biyolojik çeşitliliği korumak yerine, doğayı tahrip edebilecek yatırımlar da dâhil her türlü kullanımın önünü açacağını öne sürüyor. Açıklamada, “... tasarı ile "Doğal Sit" statüsü ortadan kaldırılarak ülkemizdeki 1234 Doğal Sit Alanı'nda tahribatın önü açılacaktır. Oysa HES'ler başta olmak üzere doğaya zarar veren birçok müdahale Doğal Sit'ler sayesinde koruma kurulları tarafından engellenebilmiştir” deniyor.

Birçok çevreci ve yeşil örgüt 24 Ocak 2011 tarihinde, saat:11:30'da Ankara'da TBMM'nin önünde buluşacak. Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı'na yönelik eleştirilerini dile getirmek üzere bir araya gelecek bu kuruluşlara destek olmak isteyenlere duyurulur.

Tabiatı Koruma Yasa Tasarısı'na İzmir Baro'su tepkili

Özgür Gürbüz / 12 Ocak 2011

2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nu değiştirmeyi amaçlayan “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı" hükümet tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) sunuldu. Tasarıya çevreciler kadar hukukçular da tepkili. İzmir Barosu yaptığı yazılı açıklamada, tasarının yasalaşması halinde her türden koruma alanı ile ilgili doğal ve tabii sit kararları ve bu alanların doğal ve tabii sit statülerinin sona ereceğine dikkat çekiyor. Çevreyle biraz olsun haşır neşir olanlar çok iyi bilir ki, doğal çevreyi korumada yasaların arkasına dolanmanın moda olduğu ülkemizde bu değişikliklerin gerçekleşmesi adeta doğal hayatın idam fermanının imzalanması anlamına gelir.

İzmir Barosu'nun açıklamasındaki önemli bir husus da, tasarının genel gerekçesinde yer alan, “Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin birliğe katılma süreci içinde Çevre Faslını açmış bulunmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin AB’ye üye olarak katılabilmesi için tabiatın ve biyolojik çeşitliliğin korunması gibi yerine getirmesi gereken bazı taahhütleri bulunmaktadır. Bu taahhütlerden bazıları; Kuş Direktifine uyum, Habitat Direktifine uyum, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ile Uluslararası Ramsar Sözleşmesi hükümlerinin yerine getirilmesi ve iç mevzuatın AB mevzuatı ile uyumlaştırılması” iddiasının asılsız olduğunu öne sürmesi. Baro'nun iddiasını destekleyen açıklaması aynen şöyle: “Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu yasa Tabiatı ve Biyolojik Varlıkları korumaya ilişkin bir yasa değildir. Bu yasa, amaç maddesinde yazılı koruma kullanma dengesi ifadesi ile de açığa vurulduğu gibi; aslında korunması gereken alanların mevcut durumdan daha da fazla yapılaşmaya açılmasının, bu alanların, işletme ve yönetme adı altında piyasalaştırılması önünde hiç bir engel kalmaması amacıyla hazırlanmış bir yasadır. AB uyum süreci ile de bir ilgisi de bulunmamaktadır. AB ilerleme raporunda 'endişe verici bir gelişme' olarak ifade edilmiş bir kanun tasarısıdır.”

İzmir Barosu'nun diğer itiraz nedenleri de kısaca şunlar:

*Yasanın gerekçesinde “Tabiatı koruma konusundaki farklı kurumların yetkili olması yetki karmaşasına neden olmakta” denilmektedir ancak Baro, koruma alanları ve sorumlu kuruluşların incelenmesi halinde bu alanların yüzde 86'sının zaten Çevre ve Orman Bakanlığı'na bağlı olduğunun, Doğal SİT Alanları ile Doğal Varlıkların'ın Turizm ve Kültür Bakanlığı'ndan alınarak Çevre ve Orman Bakanlığı'na verildiğinin anlaşılacağına dikkat çekiyor.

*Kanun maddeleri tek tek incelendiğinde, yapılmak istenen değişikliğin vereceği zararın telafisinin çok uzun yıllar boyunca mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü, Yasa'nın geçici 1. ve 2. maddesi her türden koruma alanı ile ilgili doğal ve tabii sit kararları ve bu alanların doğal ve tabii sit statüleri sona erdirilmektedir.

*15.madde ile ülke düzeyinde ‘’üstün kamu yararı’’ ve ‘’stratejik kullanımı ‘’gerektiren doğal sit alanlarında kullanma izni, intifa ve irtifak hakkının 49 yıla kadar süre ile Bakanla Kurulu Kararı ile verilebileceği hükme bağlanmıştır. Böylece otoyollar, nükleer santraller, boğaz köprüleri, HES’ler, kitle turizm tesisleri ve benzeri yatırımların önündeki koruma hukuku engeli kaldırılmıştır. İşte yasanın gizli amacı, tamamen Hükümetin kontrolü altında bulunan Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu tarafından çok kısa süre içinde rant getirecek projeleri 1.derecede doğal sitler, milli parklar ve tabiat alanlarında yaşama geçirmektir.

*Tasarının geçici 1. maddesine göre mevcut tüm statüler kaldırılacak , Bu alanlar tekrar isimlendirilecektir. Yapılacak bu yeniden değerlendirilme sonucu, koruma statüsü özellikleri taşımadığına karar verilenler artık korunmayacaktır. Koruma statüsü özellikleri taşıdığı anlaşılanların ise yasanın 9. maddesi ile belirlenen 13 korunan alan statüsünden hangisine girdiği saptanıp bu alanlara uygun statüler ihdas edilecektir.

*Koruma ya da koruma bölgesi dışına çıkarma ile ilgili bütün kararlar, ikisi sivil toplum kuruluşlarından, dördü akademisyen olmak üzere altı temsilci ile 16 çeşitli bakanlık bürokratlarından oluşacak yirmi iki kişilik, adına Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu denilen ve yapısı itibariyle idareye dolayısıyla hükümete bağlı bir kurul tarafından verilecektir.

*Yasa ile getirilen 13 korunan alan statüsünün uluslararası anlaşmalarda belirlenen standartlarda olmaması bir yana, bu alanların neredeyse tamamında her türlü kullanıma ve yapılaşmaya yol açacak düzenlemeler getirilmektedir.

*Yine, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan koruma statülerinden bahsedilmemiş bu statülerin ne olacağı belirtilmemiştir.

*Koruma statüsündeki 13 alanın 10'unun, mutlak koruma alanı dışında kalan kısımları, her türlü kullanıma ve işletmeye açılacaktır. Koruma statüsündeki, gen koruma alanı, tabiatı koruma alanı ve yaban hayatı geliştirme sahaları ile diğer 10 koruma statüsünün mutlak korunma alanlarında bile, Bakanlar Kurulu kararıyla ülke düzeyinde, üstün kamu yararı ve stratejik kullanımı gerektiren kullanma izni, intifa ve irtifak hakkı verilebilecektir.

*Koruma alanlarına ilişkin planlama yetkisi, Çevre ve Orman Bakanlığı'na ait olacaktır. Bu planlara uygun olarak, söz konusu koruma alanları 49 yıla kadar, intifa ya da irtifak tesisi suretiyle gerçek ve tüzel kişilerin kullanımına veya işletmesine verilebilecektir. Bu kanun kapsamındaki alanlar, Bakanlığın uygun görüşü alınarak turizm bölgesi ya da merkezi olarak da ilan edilebilecektir.

İzmir Barosu'nun açıklamasından da anlaşıldığı üzere, amaç Türkiye'nin yıllardır üzerinde titrediği doğal alanlarını, bir tutam yeşilini, kar amaçlı işletmelere açmaktır. Kızıldereliler, paranın yenmeyeceğini son balık tutulduğunda beyaz adamın da anlayacağını söyler. Bakalım bu tasarıyı hazırlayan, hiç çekinmeden, yetim hakkı, kul hakkı demeden oylamaya hazırlanan AKP'li milletvekilleri de paranın yenmeyeceğini bir gün anlayacak mı? Belki de onlar gerçekten para yiyordur. Dünya garip insanlarla dolu; kimbilir? Yanılmış olmayı ve bu tasarının TBMM'den geçemeyerek yasalaşmadığını yine bu mecrada kaleme almayı içtenlikle ümit ediyorum.

2011

Yıllardır bu e-günlük (blog) aracılığıyla dertlerimi, ümidimi ve yaşam mücadelesini paylaştığım tüm dostlarıma, sarı papatyalar kadar güzel bir yıl diliyorum.

2011'de yazıları, eylemeri ve paylaşımları arttırma dileğiyle, 2010'un büyük bir bölümünü Çin'de geçirdiğim için Çince söyleyerek, (Xin Nian Kuai Le), hepimizin yeni yılını kutluyorum.

Özgür

3,5 saatte nükleer enerji uzmanı olan gazeteci

Özgür Gürbüz / 30 Aralık 2010

“Davutoğlu'nun geçen Cumartesi günkü, 2010'un muhasebesini yaptığı, o çok konuşulan, 3,5 saatlik maraton basın toplantısında son derece önemli bir şeyin farkına vardım” diye başlayan yazılardan korkacaksınız. Bu yazılar, “Belki sizler çoktan biliyorsunuzdur. Bana dudak büküp 'Ooooo günaydın arkadaş' diyebilirsiniz. Kusura bakmayın, ben şimdi farkına vardım ve benim gibi henüz durumu görmemiş olan okurlarıma anlatmak istiyorum"* diye devam ederse daha da çok korkmalısınız. Hele de bu yazı, kendisini her gün farklı bir konuda yazmak zorunda hisseden yazarlardan biri tarafından yazılmışsa, “gulyabani” görmüş gibi kaçmalısınız.

Mehmet Ali Birand'ın, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun 2010 yılının değerlendirmesini yaptığı toplantıdan sonra farkına vardığını iddia ettiği şey, nükleer santralsiz bir Türkiye'nin bir üst lige çıkmayacağı gerçeğiymiş. Yani, nükleer olmazsa ülke gelişemeyecekmiş, zengin ülkeler arasına giremeyecekmiş, ekonomi yeterince büyümeyecekmiş falan. Uzun uzun yazmaya gerek yok, nükleer lobinin argümanlarının bir bölümünü, Birand yazısında toplayıp, nükleer tartışmalarının alevlendiği bir sırada hükümete destek mahiyetinde okuyucusuna sunuvermiş. Sayın Birand hızını alamamış, nükleer santral kurmakla da işi sınırlandırmamış. 1. ligi hedefliyorsak nükleer yakıt üretimi de yapmamız gerektiğini söylemiş.

Nükleer halkın kültür seviyesini yükseltir
Birand'ın nükleer enerji konusundaki sınırlı bilgisini göstermek için sadece bir tek soru sormak bile yetiyor aslında. Bugün yakıtını üreten, nükleer santralini kuran Pakistan, bu söz konusu 1. ligin neresindedir? Yoksa küme düşmüş ülkeler arasında mı yer almaktadır? Bugün bir tek nükleer santrali olmayan, dolayısıyla 1. ligi rüyasında bile görmemesi gereken Norveç mi ekonomik açıdan daha gelişmiştir yoksa borç batağındaki İspanya mı? Deli dolu emelleriniz yoksa, elektrik üretmekten başka bir görevi olmayan ve bunu da diğer konvasiyonel kaynakların hemen hemen hepsine göre daha pahalıya yapan nükleer santral nasıl olur da gelişmişlik kıstası haline gelir? Hiç unutmuyorum, 1990'lı yıllar. Rahmetli Prof. Dr. Nejat Aybers İstanbul Üniversitesi'ndeki bir panelde nükleer santralleri övmek için, nükleerin halkın kültür seviyesini yükselttiğini bizzat söylediğini işitmiştim. Kalkıp, “Haklısınız, nükleer santraller halkın kültür seviyesini yükseltiyor; öyle ki, daha sonra o nükleer santral kurulan ülkelerde referandumlarla kapatma kararları alınıyor!”. Birand'ın nükleer pazarlama taktiği de bu hesap. Milletin hoşuna gidecek ne varsa bağla nükleere bağlayabildiğin kadar. İhtiyaç olan elektirikse, elektriği elde etmenin bin türlü yolu var, neden nükleer enerjiye mecbur olsun ki bu millet?

Gelelim yakıt üretimine... Bakınız, Prof. Dr. Tolga Yarman ne diyor: “Türkiye'de yakıt fabrikası kurulmasının hiç bir olurluğu yoktur. Türkiye'de bilinen uranyum rezervleri (yaklaşık 10 bin ton), iki (1000'er megavatlık) nükleer santrale, o da eğer dedigim gibi, yakıt elemanina çevrilmişse ancak yeter... Bunun da demek ki, bir olurluğu yoktur”.

Son sözüm de, “Türkiye nükleer ülke olmak istiyor” diyen çok saygıdeğer dışişleri bakanımıza. Sayın Davutoğlu, Türkiye çoktan nükleer bir ülke olmuştur. 1986 yılında tüm Karadeniz ve Trakya bölgeleri nükleer olmuştur. Olmuş ve çok can kaybetmiştir. Diğer bölgelerin ne kadar etkilendiği de meçhuldür. Bırakınız, o kalan topraklar nükleersiz kalsın. Bırakınız falanca nükleer firmalar para kazanacak diye çoluk çocuk telef edilmesin, bu ülkede enerjiye yatırılacak paralar sayesinde iş bulma ümidi olan binlerce insanın umutları tükenmesin. Enerji bakanımızın ve bazı köşe yazarlarımızın nükleer konusundaki beyanatları bizi zaten yer yer neşelendirip yer yer kederlendirmektedir; lütfen, bari siz zahmet buyurmayın.

*Türkiye, başkaldırıyor. Nükleer yakıt üretecek. 29 Aralık 2010, M. Ali Birand, Miliyet/Posta. http://www.milliyet.com.tr/turkiye-baskaldiriyor-nukleer-yakit-uretecek/mehmet-ali-birand/guncel/yazardetay/29.12.2010/1332088/default.htm

Hükümetin nükleer itirafları

Özgür Gürbüz/26 Aralık 2010

Bilindiği üzere Enerji Bakanı Taner Yıldız, Japonya seferinde bir dizi açıklamada bulundu. Amaçlarının yerli malı bir nükleer santral üretmek yani bu teknolojiyi geliştirmek olduğunu söyledi. Güney Kore ile anlaşamayan Türkiye'nin yeniden Japonya ile görüşmeye başlamasını ve hatta anlaşmasını ise, Japonların depreme dayanıklı nükleer santral inşa etmedeki başarılarına bağladı. Ne yazık ki, nükleer enerji konusunda Yıldız'ın yaptığı bu açıklamalar da nerden tutarsanız tutun elinizde kalıyor.

Dilerseniz önce yerli nükleer meselesinden başlayalım. AKP hükümetinin şu ana kadar nükleer santral konusunda attığı her adım, Taner Yıldız'ın Japonya'da verdiği beyanatı yalanlar nitelikte. Mersin-Akkuyu'da nükleer santral inşa edilmesi için Ruslarla yapılan anlaşmanın detaylarına bakarsanız Türkiye'nin aslında hiç de böyle, “yerli malı nükleer” gibi bir çaba içerisinde olmadığını görürsünüz. Anlaşmaya göre santral anahtar teslim bir santral olacak, yakıtı Rusya'dan gelecek ve Ruslar tarafından işletilecek. Zaten santralın sahibi de yine Rus firması olacak. Anlaşmada teknoloji transferine dair bir madde yok. Türkiye'nin bu inşaatta üstleneceği tek rol çimentonun harcını karmak. Arada da nükleer mühendislik bölümlerinde okuyan öğrenciler için turistik geziler düzenlenir herhalde. Bakınız, burası kontrol odası, bakınız bunlar jenaratör...

Akkuyu deneme tahtası
Özetlersek, hükümet Mersin'de başka, Japonya'da bir başka dil konuşuyor. Konuyu yakından takip edenler bilirler; yıllardır Türkiye'de bir nükleer santral kurulmasını isteyen bilim adamları bile Rusya ile yapılan anlaşmayı gönül rahatlığıyla destekleyemiyor. Elektrik pahalı, teknoloji transferi yok, güvenlik bir muamma, kullanılan Rus teknolojisini kabul eden bir tek batılı ülke yok. Dahası da var, santralın 60 yıl çalıştırılması planlanıyor ki, dünyada 60 yıl çalışmış santral yok! Akkuyu sanki hükümetin nükleer konusundaki deneme tahtası.

Dost acı söyler misali bir noktaya daha değinmek zorundayım. Türkiye'nin yerli nükleer santral inşa etmesi, bu işten milyarlarca lira zarar etmeyi göze almadıkça mümkün değil. Bilim adamı, uzman yetersizliği sorununun aşıldığını (nükleer enerji şirketleri tüm dünyada kalifiye eleman bulma sorunu yaşıyor) ve herhalde 20-30 yıl sürecek bir çabanın ardından ilk yerli malı reaktörü ürettiğimizi varsaysak bile bu işin sonu yaş. Bunun birkaç nedeni var, madde madde anlatalım:

-30 yıl sonra sadece elektrik enerjisi üretebilen nükleer santrallerin yerini fiyat, çevre gibi birçok etken nedeniyle yenilenebilir enerji kaynaklarının almasının kuvvetle muhtemel olması. Yine güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla desteklenmiş hidrojen enerjisinin rekabet edebilir bir fiyatla piyasada söz sahibi olması.

-Akıllı şebekelerin yaygınlaşması sonucu, baz yük santrallerin sisteme uyum sorunlarıyla karşılaşması.

-Nükleer atıkların bertarafıyla ilgili bir çözümün ufukta görülmemesi ve güvenlikle (kaza, terör saldırısı riski) ilgili risklerin hala devam etmesi nedeniyle nükleerin öyle ya da böyle gözden düşecek olması.

-Uranyum kaynaklarının sınırlı ve belli ülkelerde bulunması nedeniyle, reaktör teknolojisine sahip ülkelerin bile hiçbir zaman nükleeri “yerli kaynak” olarak kullanamayacak olması.

-Yenilenebilir enerji kaynaklarının maliyetlerinin giderek azalmasına rağme nükleer enerjinin maliyetinin giderek artması ve nükleere verilen sübvansiyonların kesilmesi durumunda sektörün iyiden iyiye çıkmaza girmesi.


Yerlisini yapmak değil satabilmek önemli
Yukarıdaki nedenlere onlarcası eklenebilir ama her şeyden önce Türkiye'nin elindeki yakıtın, kabaca ve iyimser bir tahminle söylersek 60 yıl çalıştırılması düşünülen bir tek reaktöre ancak yeteceği düşünülürse, yerli nükleerden bahsetmenin ne kadar “absürd” olduğu da anlaşılır. Kaldı ki, ekonominin temel kuralı burada da geçerlidir. Milyarlarca lira harcadığınız böyle bir teknolojiyi ihraç edemez, ürettiğiniz malı çok ayıda satıp bu paraları geri alamazsanız büyük bir borç batağına saplanırsınız. Türkiye'nin, 50-60 yıldır bu teknolojiler üzerinde çalışan Fransa, ABD, Japonya gibi ülkeleri 30 yıl içinde geçip, onlardan daha ucuza ve güvenli reaktör üretip, bunu iç talep tek başına yeterli olamayağı için başka ülkelere satabilmesi neredeyse imkansızdır. Mümkün olan, Türkiye'nin daha az bir bütçeyi, güneş, rüzgar, biyokütle, enerji tasarrufu gibi alanlara ayırıp, yerli malı güneş panellerini, rüzgar türbinlerini üretmeye başlamasıdır. Bu teknolojiler daha yeni gelişmeye başladığından ve Türkiye sahip olduğu büyük yenilenebilir enerji potansiyeli sayesinde iç pazarı geliştirmeye müsait olduğundan Türkiye'nin bu konuda hem lider ülkelerden biri olma hem de ürünlerini ihraç etme şansı vardır.

Sinopluların canı can, Mersinlilerinki patlıcan!
Deprem meselesi de ayrı bir komedi. Madem depreme karşı Japon teknolojisi iyiydi, o halde neden ilk santralin siparişi Ruslara verildi? Sinop ve Mersin'de deprem tehlikesi birbirine yakın olduğuna göre, şimdi Mersinli vatandaşlar kalkıp, Sinopluların canı can da, bizim ki patlıcan mı diye sorarsa” Enerji Bakanımız ne yanıt verecek merak ediyorum.

Nükleer tren kaçmış ve sonu hurdalıkta biten bir yolda ilerlemektedir. Yenilenebilir enerji treni de gardan çıkmıştır ancak yolu uzun ve önü açıktır. Hükümetin geç de olsa yerli üretimi düşünmesi kuşkusuz iyi bir şey. Ancak, bir insanın doğru yolu bulması için kulağına fısıldananı dinlemek yerine gözünün gördüğü yolda ilerlemesi her zaman daha hayırlıdır.

Akaryakıtta promosyona son!

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK), 15 Aralık 2010 tarihli toplantısında, akaryakıt ve madeni yağ satışlarında yapılan promosyonlara sınırlama getirdi. 31 Ocak 2011 tarihinden itibaren akaryakıt istasyonları, akaryakıt ve madeni yağ satışlarında hediye ve eşantiyon veremeyecek, kampanya ve benzeri adlarla promosyon yapamayacak. EPDK aldığı kararla akaryakıt istasyonlarının sadece hizmet ve finansal promosyonlar yapmasına izin veriyor.

Ben bu kararı, artan petrol fiyatlarını dizginlemek için, bayilerin promosyonlarını, satış fiyatlarını direkt etkileyecek yöntemlere çekmek için adılmış bir adım olarak yorumluyorum. Yüksek vergi ve kar marjıyla ilgili tartışmaların tekrar gündeme geleceğini söylemek de yanlış bir tahmin olmaz. Devlet imdilik topu bayilere atmış gibi görünüyor.

Mersinliler Ankara'ya gidiyor

Özgür Gürbüz / 17 Aralık 2010

Mersin'in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli (Akkuyu) beldesinde yapılmak istenen nükleer santrale karşı artan tepkilere Türkiye Cumhuriyeti hükümeti kulaklarını tıkayınca, Mersinliler seslerini duyurmak için Rus Büyükelçiliği'nin yolunu tutmaya hazırlanıyor. 25 Aralık tarihinde Rusya Büyükelçiliği önünde basın açıklaması yapmaya hazırlanan yöre halkı, Türkiye'nin belki de en bakir kolarından birinde nükleer santral kurulması girişimini protesto edecek.

Akkuyu bilindiği gibi Silifke'den 70 kilometre batıda, Alanya ile Mersin arasında kalan sahil şeridinde yer alıyor. Türkiye turizminin can damarı Akdeniz'e yapılması düşünülen bu santral, hem denenmemiş bir Rus teknolojisinin kullanılacak olması hem de Türkiye'de rüzgar, güneş, jeotermal, biykütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının önünü tıkayacak olması nedeniyle ciddi eleştirilere maruz kalıyor. Daha doğrusu eleştirilerden sadece iki tanesi bunlar. Nitekim AKP hükümeti, iklim değişikliğine yol açmayan, çevreyi kirletmeyen, yenilenebilir ve yerli bir kaynak olan güneş enerjisine destek vermeye yanaşmıyor. Rüzgara ise sınırlı büyüme olanağı tanıyacak alım garantileri veriliyor ve böylece bu enerji kaynağının gelişmesi engelleniyor. Nükleer santral için Ruslarla yapılan anlaşmada, üretilen elektriğe kilovatsaat başına 12,35 cent ödenmesi garanti altına alındı. Çevresel riskleri nükleerin yanında yok denecek kadar az olan, istihdam yaratma ve yerli teknoloji geliştime kapasitesine sahip güneş enerjisine Güney Afrika, Bulgaristan, Çin'in Tayvan'ı ve hatta karlar ülkesi Ukrayna bile alım garantileriyle destek verirken, hükümet hâla gereksiz tarışmalarla yasanın çıkmasını engelliyor.

Bu durumda Mersinliler'in çağrısına kulak verip herkesin Ankara'daki Rusya Büyükelçiliği önünde yapılacak basın açıklamasına katılmasında fayda var gibi görünüyor. Saat 12:30'da, Atakule önünde...