Ponpon kızlar kaçın, Başbakan geliyor! (Ya da tam tersi)

Özgür Gürbüz-30 Ağustos 2010

Milliyet Gazetesi'nin 29 Ağustos tarihli haberine göre Dünya Basketbol Şampiyonası'nın ponpon kızları sansüre uğramış. 29 Ağustos Pazar günü oynanan Türkiye – Rusya Basketbol maçını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan da izlemeye karar verince, 10 Ukraynalı ponpon kızın maç aralarındaki gösterilerine izin verilmemiş*.

Ponpon kızlardan, kadınların “meta” olarak kullanılmasından hiç hoşlanmayan biri olmama rağmen, buradaki saçmalığa dair birkaç satır yazmak zorunda olduğumu hissettim. Haberde, ponpon kızların sansürlendiğinden bahsedildiğine göre, burada “ahlaki” kaygılardan dolayı bir sansürden bahsediyor olmalıyız. Bu ahlaki kaygıların da o maça özel olduğu ortada. Peki, kimin ahlaki kaygıları bunlar? Basketbol Federasyonu'nun veya Türkiye'nin değil, Başbakan Erdoğan'ın. Aksi olsa, ponpon kızlar yıllardır basketbol maçlarında gösteri yapmaz, dünya şampiyonasında görev almazlardı. Kaldı ki, bu tarz bir engelleme de oldukça sorunlu. Bireysel veya beli bir gruba ait ahlaki kaygıların topluma dayatılması, kozmopolit bir toplumda kabul edilebilir bir şey değil.

Peki, bu sansür ne anlama geliyor? Oraya maçı izlemeye gelen 10 bin kişinin ahlak anlayışını değil, sadece bir kişinin, Başbakan'ın ahlak anlayışını temel aldığımızı göstermiyor mu? Gösteriyor. Bu da, laik bir devlet olması gereken (Sadece Anayasa'da yazdığından dolayı değil, Türkiye gibi kozmopolit bir toplumun başka türlü yönetilme şansının olmadığı için) Türkiye Cumhuriyeti'nin tam tersine, bir kişinin dini, ahlaki duygularına göre yönetildiği anlamına gelir. Bunun nasıl bir rejim olduğunu da isteyenler ansiklopedilerden bakarak bulabilir. Halifeliğin Türkiye'ye geri geldiğini söyleyenler bile çıkabilir, aksini nasıl iddia edeceksiniz?

Demokrasi çoğunluğun azınlığa baskı uyguladığı bir rejim değildir. Bugün New York'ta 11 Eylül saldırısının hedefi Dünya Ticaret Merkezi'ne yakın bir yerde açılması düşünülen camiye karşı çıkan zihniyet ne yapıyorsa, ponpon kızları yasaklayan zihniyet de aynısını yapıyor. Biri faşizmse diğeri de faşizm. Kaldı ki, Türkiye'deki durum daha da komik. 75 milyon televizyondan ponpon kızları izlerken bir sorun yok ama Başbakan ve eşi izlerse sorun var. Ponpon kızlar ahlaksızca bir davranışın ürünüyse, her şeyi yasaklamayı bilen sizler, kaç yıldır neden millete izletiyorsunuz bu kızları? Neden günaha soktunuz bizleri? Yoksa ponpon kızları görünce günaha herkes girmiyor da sadece nefsine hakim olamayanlar mı giriyor? Bu son sansürle bu da itiraf edilmiş oldu. Türkiye'nin din ve ahlak konusundaki asıl sorunu da bu tabi ama konuşunca bu ülkede birileri rahatsız oluyor.

Görünen o ki, Yunus'a, Mevlana'ya, Hacı Bektaş'a rağmen hala dinin Allah'la kul arasında çok özel bir ilişiki olduğunu öğrenememiş olmak, 21. yy'da ahlak dayatmacılığına başvurmak, bireysel tercihlerimizi düzenleyerek toplum içinde yaşamak yerine, topluma kendi tercihlerimizi dayatmaya çalışmak, memleketin en ciddi sıkıntılarından biri olmaya devam ediyor.

* http://www.milliyet.com.tr/ponpon-kizlara-basbakan-yasagi-/siyaset/sondakika/30.08.2010/1282641/default.htm

Hayır, ama neden hayır?

Avukat Noyan Özkan'ın, 12 Eylül'deki halk oylamasında neden “hayır” vereceğini açıkladığı 15 maddelik metni ilginize sunuyorum. Düşüncelerime tercüman olmasının da ötesinde, Sayın Özkan çok yerinde tespitlerde bulunmuş.

"Hayır ama yetmez" diyerek, metni noktasına, virgülüne dokunmadan iletiyorum...

Özgür
-----------------------------------

Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. [Mevlâna]

15 soruda Anayasa değişikliği paketi

GİRİŞ

Bu ülkede yaklaşık 40 yıldır demokratikleşme, adalet sistemi, hukuk devleti, insan hakları, doğa koruma için ‘’profesyonel siyaset dışında’’ değişik platformlarda mücadele veren bir hukukçu yurttaş olarak 12 Eylül 2010 günü halkoylamasına sunulacak Anayasa Değişikliği Paketi hakkındaki görüş ve değerlendirmelerimi internet ortamında sizinle paylaşmak istedim.

Bu ileti ile rahatsızlık verebileceğim insanlardan peşinen özür dilerim.
Dileyenler, diledikleri kişi ve kurumlara iletebilirler.
Sevgi, saygı ve dostlukla…

Noyan Özkan, 30.07.2010, İzmir.

1) Anayasa değişikliği gerekli mi ?

Evet.. Elbette, 1961-1971-1982 Anayasalarına hakim olan ‘’önce devlet, sonra yurttaş’’ temel felsefesini tersine çevirecek bir ‘’sivil anayasa’’ gereklidir. Her ne kadar 1982 -12 Eylül-Anayasasında 17 yasa ile yaklaşık Anayasanın üçte biri değişmişse de temel felsefe aynı kalmıştır. Anayasalar, devlet ve yöneticilerin yönetimlerinin adil ve eşit olmasını sağlayan ve olası devlet zorbalıklarına karşı yurttaşları koruyan temel hak ve özgürlükleri metinleridir.

2) Anayasa değişikliğinde takip edilen yol ve yöntemler yeterli mi ?

Hayır. Önce 2007 yılında İktidar Partisi AKP tarafından bazı hukukçulara sipariş verilen Anayasa taslağı aniden toplumun gündemine getirilmiş ancak Meclis’ten geçmeyeceği anlaşılınca, ‘’mini türban değişikliği tasarısına’’ dönüşmüş ve Anayasa Mahkemesinden geri dönmüştür. Bu defa yine hiçbir siyasi partiye, sendikalara, baro ve meslek odalarına, üniversitelere ve sivil toplum kurumlarına danışılmadan ‘’ben yaptım oldu’’ zihniyetiyle yaklaşık 30 maddeden oluşan bir paket yurttaşlara dayatılmıştır. Böylece aynen Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi tartışma ve uzlaşma ortamı sağlanmadan anti-demokratik bir yöntem izlenmiştir.

3) TBMM tarafından kabul edilen ve itiraz üzerine Anayasa Mahkemesi denetiminden de geçen bu paket milli iradenin ve dolayısıyla demokratik sistemin eseri mi ?

Hayır. Milli irade, 5 yılda bir sandığa gidip, bir partiyi ve liderini ülkeyi yönetmek için seçmekle ve sonra TBMM’den çıkan her yasaya itaat etmekle oluşmaz. Her şeyden önce, demokratik, adil ve şeffaf bir seçim yapılabilmesi için yüzde 10 oranındaki seçim barajını kaldırmak, seçim propagandası harcamalarını denetim altına almak ve yurttaşları temsil kapasitesi ve dürüstlüğüne sahip olan kişileri milletvekili seçmek gereklidir.

Bugün Avrupa ülkelerinde ortalama seçim barajı % 3 olup en yüksek baraj, Putin tarafından demir yumrukla yönetilen Rusya’dadır ( Yüzde 7 ) Ülkemizde seçimlerde veya halkoylamalarında, siyasi partilerin kimden ve hangi kurumdan ne kadar para v.b destek aldığını ve seçimlerde ne kadar para harcadığını tespit eden ve denetleyen bir yasa yoktur. Böylece, parayı veren düdüğü çalmaktadır.

4) Barajın düşürülmesi ve seçim finansmanının denetimi yeterli mi ?

Hayır. Siyasi Partiler Kanununda köklü değişiklik yapılmak suretiyle ‘’liderlik sultası’’ ve ‘’lidere biat’’ kaldırılmalıdır. Özellikle 12 Eylül faşist askeri darbesinin bir devamı olan Özal hükümetleri sırasında artık teamül haline gelen ‘’mülakatla milletvekili seçme ve liderin onayına sunma’’, ‘’bakanlardan önceden istifa dilekçeleri alma’’ gibi ilkel yöntemler bu ülkede demokratik hukuk devletinin yerleşmesini önlemektedir. Ayrıca, milletvekili dokunulmazlığı; kürsü dokunulmazlığı dışında kalan suçlar için mutlaka kaldırılmalıdır. Böylece, örneğin, yargı kararlarını yüzlerce kez uygulamayan üst düzey bürokratlar , belediye yönetiminde sahtekarlık yapan belediye başkanları , eroin kaçakçılığı suçu işleyen iş adamları, devlet içinde çete oluşturanlar, ‘’tam yargılama veya ceza alma aşamasında iken’’, milletvekili dokunulmazlık zırhını takamazlar.

5) Anayasa paketinin 29 maddesinin bir bütün olarak oylamaya sunulması doğru mudur ?

Hayır. Kişisel olarak, böylesine dayatmacı ve despotik bir yöntemin karşısında kendimi ‘’bir çoban tarafından güdülen koyun” yerine konulmuş hissediyorum. Bu duygu, aynen seçim barajında olduğu gibi beni çok rahatsız ediyor ve içimi acıtıyor. Beni ‘’koyun’’ yerine koyan bu anti-demokratik dayatmaya karşı isyan ediyorum. ‘ Ayıptır, yahu’’ diyorum. Çünkü, bu paket içinde ‘’Evet’’ diyeceğim maddeler var…AKP Hükümetinin 2007 ve sonrasında anayasa değişikliği girişiminde rehber olarak sıklıkla başvurduğu Avrupa Konseyi’nin danışma organı olan Venedik Komisyonu ilke ve kararlarını, sıra halkoylamasına geldiğinde adeta yok sayıldığını görüyoruz. Venedik Komisyonu-2006 ve 2010-Referandumlarda İyi Uygulamalar Kılavuzu”na göre; “İçerik Birliği, özgür oy iradesinin daha da önemli bir gerekliliğidir. Seçmenler, aralarında asli bir bağ olmayan farklı sorulara aynı anda oy vermek zorunda bırakılmamalıdır. Seçmenin sorulardan birini desteklerken bir başkasına karşı olabileceği dikkate alınmalıdır. Bir metinde yapılacak değişiklik çok sayıda farklı unsuru kapsıyorsa, halka bir dizi soru sorulmalıdır.”

6) Halkoylaması sürecindeki tartışma ortamı yeterli mi?

Hayır.Türkiye’de uzlaşma ve tartışma kültürü zaten yeterli değildir. Geçmişte, 1982-darbesi anayasasına ve devlet başkanına % 92 oranında ‘’evet’’ oyu verildiğini unutmayalım. Maalesef, şu andaki Hükümet baskısı ve hukuksuzluk ortamı 7 Kasım 1982 halkoylaması öncesinde yaşadığımız günlerden çok farklı değildir. AKP Hükümeti ve Başbakan özellikle 2004 yılından bu yana sistemli ve programlı olarak muhalif örgüt ve kişileri sindirmek ve bir ‘’sivil dikta yönetimi’’ oluşturmak amacıyla çok ciddi evrensel ve anayasal hak ihlalleri yapmıştır, ve yapmaya devam etmektedir. Ülkemizde yurttaşların tümü telefon/internet v.d iletişim araçlarının dinlendiği kuşkusu ve inancındadır. George Orwell’in 1949 yılında yazdığı 1984 kitabındaki ‘’Büyük Birader’’ ve “Düşünce Polisi” bugün Türkiye’de yaşama geçmiştir. Üstelik yasal ve yasa dışı dinlemelerin ve ortam görüntülerinin, AKP Hükümetinin politikalarını destekleyen ve muhalifleri karalayan bir strateji ile Hükümet yandaşı medyaya servis yapılması teamül haline gelmiştir. Adeta bir KORKU İMPARATORLUĞU yaratılmıştır. Özellikle muhalif gençlerin ve işçilerin Hükümet’e karşı en ufak protestosu bile şiddetle bastırılmaktadır.

7) Hükümet’in amacı 12 Eylül Anayasası ve koruduğu ekonomik ve siyasal düzeni değiştimek midir ?

Hayır. AKP Hükümeti, 12 Eylül darbesinin zeminini hazırlayan ve TSK marifetiyle yaptıran tekelci sermaye ve destekçisi ABD’nin yol haritasından sapamaz. 12 Eylül faşist cuntası tarafından ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı görevi verilen eski MESS Genel Sekreteri ve MSP İzmir Milletvekili adayı Turgut Özal, 24 Ocak kararlarının mimarıdır. Turgut Özalın,Faşist Cunta’nın siyaset yapmaktan yasakladığı Demirel, Ecevit v.d. politikacıların siyaset yasağının kaldırılması için yapılan halkoylamasında ‘çok aktif biçimde ‘’Hayır’’ kampanyası yaptığını unutmayalım. AKP Hükümeti tüm seçim propagandalarında Menderes-Özal-Erdoğan posterleri kullanmakta ve Özal’ı manevi liderleri olarak görmektedirler. Ayrıca, AKP’nin Cumhurbaşkanı Gül tarafından faşist cunta lideri Kenan Evren, Köşk’te özel olarak ağırlanmış ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’la birlikte açılış törenlerine katılmıştır.

AKP Hükümetinin bu konudaki samimiyetsizliği, 2007 yılında halka sunduğu Anayasa değişikliği taslağının, 1982 Anayasasının bile daha gerisine düşecek hükümler içermesidir. 12 Eylül döneminin en zararlı kurumlarından YÖK aynen muhafaza edilmektedir. Hep birlikte marifetlerini izliyoruz…

8) Anayasa değişikliği paketi ‘’yargı reformu’’ getiriyor mu?

Hayır, tam tersine Hükümet tarafından adalet sistemi ve yüksek mahkemeler denetim altına alınmaktadır. Hükümet , devlet bankası kredileri ile oluşturulan yandaş medyası ve telekulak operasyonları ve anormal vergi denetimleri ile sindirilen iş dünyası , şirketler medyası ve Üniversitelerin yanı sıra adalet sistemini ve yargı organını boyunduruğu altına almak ve siyasallaştırmak amacındadır. Başbakan, yasama ve yürütmenin yanına yargıyı da alıp ülkeyi orkestra şefi gibi tek elden yönetmek amacındadır. Bu anayasa değişikliği paketi hazırlığı sırasında yüksek mahkeme üyelerine yönelik lekeleme ve karalama kampanyası yürütülmüş, yasa dışı elde edilen telefon ve alan dinlemeleri ve görüntüleri yandaş medyaya servis edilmiş ve ne gariptir ki organize bir suç örgütü tarafından yürütülen bu kampanyanın failleri şimdiye kadar meçhul kalmıştır. Özellikle AKP hükümetinin Adalet Bakanları, yüksek yargı organlarına hasmane tutum ve davranışlarda bulunmuş ve anılan lekeleme ve karalama kampanyasına bir kez olsun bile karşı çıkmamışlardır.

9) İyi ama, adalet sistemi ve yargıda acil reform gerekmiyor mu?

Kesinlikle gerekiyor. Yaklaşık 30 yıldır adliye koridorlarının tozunu yutan, İzmir Barosunun başkanlık dahil tüm kademelerinde görev yapan, adalet sisteminde reform için kafa patlatan bir hukukçu sıfatıyla, bu anayasa paketinde öngörülen değişikliklerinin; zaten bağımsızlığını ve tarafsızlığını 1971 ve 1982 yıllarında yitiren ve kör topal çalışan adalet sistemini tamamen batıracağını düşünüyorum. Öncelikle yüzde 1 olan bütçe payının asgari yüzde 3’e arttırılması ve Adalet Bakanlığının lojistik destek dışında yargıdan elini çekmesi gereklidir. Hakim ve Savcı sayısı ve adliye yardımcı personel sayısı arttırılmalı, yaklaşık 50 adede ulaşan Hukuk Fakültelerinin öğretim kadroları yetersiz olanları derhal kapatılmalı, adli yardım sistemi ve savunma güçlendirilmelidir. Bugün yurttaşlar, ağır işleyen adalet sisteminden ve tanık olarak gittikleri mahkemelerde azarlanmaktan haklı olarak şikayetçidir. Anayasa paketinde yargının kangrenleşen sorunları hiç ele alınmamıştır.

10) Anayasa paketiyle HSYK ne olacak?

Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK’dan çıkarılmadığı veya oy haklarının alınmadığı sürece , hangi hükümet gelirse gelsin, yürütmenin yargıya müdahaleleri ve siyasallaştırma operasyonları devam edecektir. 1971- 12 Mart darbesi ve 1982 -12 Eylül darbesi ile Adalet Bakanlarının yönetimine ve keyfine bırakılan HSYK yapısı ‘birkaç makyaj değişikliği’’ dışında bu pakette aynen devam etmektedir. Hükümet bu konuda 12 Eylül zihniyetini ve uygulamasını takip etmektedir. İşte bunun içindir ki, Anayasanın 140/6 maddesinde yer alan ‘’Hâkimler ve savcılar idarî görevleri yönünden Adalet Bakanlığına bağlıdırlar.’’ hükmüne hiç dokunulmamıştır. Bu hüküm, Anayasada yer aldığı sürece aklı başında hiçbir hukukçu ve siyaset bilimci, yargı reformundan bahsedemez.

11) Paket içinde HSYK ile ilgili tuzak maddeler var mı ?

Evet. Anayasa paketinde “kurulun yönetimi ve temsili kurul başkanına aittir” yolunda yeni bir hüküm eklenmiştir. Bu ne demek? Yargıçlardan sorumlu olan HSYK’nın yönetimi yargıçların elinde değil, Adalet Bakanı olan kişinin yani Hükümet’in elindedir. .Hangi Adalet Bakanı, partisinin başkanı yani Başbakanın emir ve talimatları dışında görevini yerine getirebilir? Mümkün değildir.

Ayrıca Anayasa paketinde, müfettişlerin yargıç ve savcılar hakkında soruşturma yapması Adalet Bakanı’nın oluruna bağlı kılınmıştır. Bakan’ın istemediği yargıç ve savcılar hakkında HSYK soruşturma açamayacaktır.

HSYK’ya bağlı bir sekretarya kurulacak. İyi, güzel ama Genel Sekreter, Bakan tarafından atanacaktır.. Böylelikle Adalet Bakanı HSYK’nın tüm işlemlerini denetim altında tutacaktır. Kararnamelerin hazırlanması, toplantı gündeminin saptanması gibi konular geçtiğimiz yıl yaşadığımız kararname skandalında olduğu gibi yine Bakan’ın denetiminde olacaktır.. Pakette, Adalet Bakanlığının sekretaryanın çalışmasını düzenleyecek ayrı bir yasa çıkaracağı öngörülmüştür. Bu yasanın nasıl ve ne amaçla çıkarılacağını takdirinize bırakıyorum. Bunun dışında, Adalet Bakanı’nın HSYK’yı toplantıya çağırma yetkisi sürecektir. Toplantı için üye tam sayısı gerektiğinden, yedeği olmayan müsteşarın toplantıya katılmayarak ya da toplantıdan çıkarak HSYK’yı bloke etme olanağı vardır.

12) HSYK üyeleri ile ilgili değişiklik olumlu mu?

Hayır. HSYK’nın yalnızca yüksek mahkeme yargıçlarından oluşan 7 asil ve 4 yedek üyesinin yerine yirmi iki asıl ve on iki yedek üyeden oluşması öngörülmüştür. Kurulun, dört asıl üyesi, nitelikleri kanunda belirtilen; yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri, üst kademe yöneticileri ile avukatlar arasından Cumhurbaşkanınca, üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay üyeleri arasından Yargıtay Genel Kurulunca, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay üyeleri arasından Danıştay Genel Kurulunca, bir asıl ve bir yedek üyesi Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulunca kendi üyeleri arasından, yedi asıl ve dört yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adlî yargı hâkim ve savcıları arasından adlî yargı hâkim ve savcılarınca, üç asıl ve iki yedek üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş idarî yargı hâkim ve savcıları arasından idarî yargı hâkim ve savcılarınca, dört yıl için seçilir. Bu durumda Kurul’a hukukçu olmayan ve mesleğin sorunlarını yaşamayan 4 asil üye seçilecek ve ayrıca tamamen Adalet Bakanlığı güdümünde olan Adalet Akademisi tarafından bir asil üye seçilecektir. Birinci sınıf hakimler arasından seçilmesi öngörülen 7 üye olumlu bir yaklaşım olmakla birlikte HSYK^ya siyaset bulaşacaktır.

13) Anayasa Mahkemesi’nde öngörülen değişiklikler olumlu mu?

Hayır. Anayasa Mahkemesi 17 üyeden oluşacak. 3 üye TBMM tarafından salt çoğunlukla seçilecek. 14 üye Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bunlardan dördü Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmış. Cumhurbaşkanı’nın atayacağı 4 üye, YÖK’ün göstereceği adaylar arasından atayacağı 3 üyeyle Meclis’in seçeceği 3 üyenin iktidar partisinin görüşlerini paylaşan üyeler olacağı açık. Çünkü, Meclis salt çoğunlukla seçim yapacaktır. Oysa Avrupa ülkelerinin çoğunda Meclis, üçte iki çoğunlukla ve hukukçular arasından üye seçmektedir. Ayrıca, 12 Eylül mirası YÖK tarafından seçilecek yeni üyeler ile Yüksek Mahkemenin yapısı iyice bozulacaktır. Böylece 17 üyeden en az 10’unun iktidar partisine yakın üyeler olması güvence altına alınmıştır.

14) Geçici 15.maddenin kaldırılması olumlu mu?

Evet, ama yukarıda belirttiğim olumsuz süreç ve öngörülen tuzak maddelerle bırakınız hukuk devletini, kanun devletinden bile söz edilemez. Ayrıca, 12 Eylül faşist cuntası üyeleri ve emir komuta zinciri içinde insanlık suçları işleyenlerin yargılanmasında zaman aşımı söz konusu olamaz. Hatta ,ilerici ve demokrat bir yorumla, Geçici 15.maddenin kaldırılmasına gerek olmaksızın taraf olduğumuz İşkenceyi Önleme hakkındaki Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi mevzuatına dayanarak Cumhuriyet Savcıları tarafından bu süreç her an başlatılabilir.

15) Anayasanın 125.maddesinde ne yapılmak isteniyor?

Anayasa değişikliğine ilişkin düzenlemede , Anayasa'nın 125. maddesine, yargı yetkisinin idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu vurgulanarak, "Bu yetki hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz" cümlesi ekleniyor. İdari Yargılama Usulü Yasasında zaten mevcut olan bu hüküm neden Anayasa paketine girdi ? Çünkü, AKP Hükümeti, idarenin yargısal denetimini sağlayan Danıştay’dan ve özellikle ‘’çevre ve kent koruma’’ ve ‘’özelleştirme’’ ile ilgili davalarda verilen kararlardan çok rahatsız. Hatta Başbakan Erdoğan; ’Türkiye’de yasama da yürütme de yargı tarafından kuşatılmıştır’’ ‘‘ ciğerlerimize kadar kan kusturuyorlar kan, ‘’ bunun altından bu belediye kalkar mı, kapıya kilidi vurur ondan sonra da gelsin Danıştay burayı işletsin, yürütsün’ gibi saldırgan söylemlerle bu değişikliğin ipucunu vermiştir. Çünkü Danıştay, anayasal ‘’kamu yararı ilkesini’’ dayanak yapmak suretiyle yasanın tutucu kalıbını aşan kararlar vermektedir. Hükümet, Danıştay’a karşı olan alerjisi nedeniyle ve iş dünyasına şirin gözükmek için bu tuzak maddeyi halk oylamasına sunmuştur.

Sonuç olarak;

Hükümete destek için evet oyu kullanmayı düşünen veya ‘’evet ama yetmez’’ diyen veya ‘’sandığı boykot etmeyi düşünen’’ herkesin oyuna ve düşüncesine saygı duyarım. İçlerinde sevdiğim, saydığım dostlarım var. Kimseyi incitmek istemiyorum.

Ben, arz ettiğim olay ve nedenlerle, ve özellikle ‘’yaşadığımız örtülü faşizme dur demek’’ için sandığa gitmeyi ve ‘’hayır’’ oyu kullanmayı düşünüyorum.

Saygılarımla,

Noyan Özkan

Nükleer santral terörün bir numaralı hedefi olacak

Özgür Gürbüz - Birgün / 25 Temmuz 2010

Türkiye'deki eğitim kurumlarında ekonomi dersi veren öğretim görevlilerine gün doğdu. Bundan böyle “riskli yatırım” nedir diye soran öğrencilerine örnek vermek için zorlanmayacaklar. Mersin'den Silifke'ye, oradan da 170 km daha ileriye git, Alanya'ya varmadan dur. Akkuyu Nükleer Santrali'ni göreceksin, işte sana “riskli yatırım” demeleri yetecek.

Akkuyu nükleer santralinin riski, güvenlikten atık sorununa, elektrik fiyatından denetimine kadar, bir nükleer santral için hayati önem taşıyan unsurlarla, Rusya'yla yapılan ve uyku sersemi yazıldığı belli olan bir anlaşmadan ibaret değil. Bu risk, Rus yapımı, rüşdünü ispatlamamış bir teknolojinin seçilmesi ve dünyada 43 yılın üzerinde çalışmış bir santral yokken, Akkuyu'da yapılması düşünülen santralin 60 yıl çalıştırılmasının planlanmasıyla da sınırlı değil.* Akdeniz'in göbeğine kurulacak bir nükleer santralle, Türkiye'nin 22 milyar dolar** civarında gelir elde ettiği turizm sektörünün geleceğinin karartılmasını da risk almak şeklinde nitelemekten çok “yanlış ötesi yatırım” olarak tarif etmek gerekir. Türkiye, turizmdeki rakiplerinin eline hem koz vermekte hem de yerli turizm de dahil olmak üzere, net bir gelir kalemini riske atmaktadır. Ne için? Elektrik üretmek ve Rusları zengin etmek için. Ne istihdam yaratılmasından, ne de bir teknoloji transferinden bahsediyoruz. Anlaşma, Rusların gelip Akkuyu'da santral kurması ve ürettiği elektriği alım garantisi güvencesiyle satmasından ibaret. Üstelik, santralden üretilecek elektriğin kat ve katı, başka kaynaklardan sağlanabilecek veya basitçe tasarruf edilerek, enerjiyi daha akıllı kullanarak karşılanabilecekken.

22 milyar dolar riske atılır mı?
İşin ilginç tarafı, Turizm Bakanlığı'nın, “Dünya'da ve Türkiye'de Turizm” adlı 2008 yılı raporunda aynen şöyle yazıyor: “Türkiye Turizm Stratejisi 2023 belgesinde belirtildiği üzere, Türkiye uzun vadeli bir turizm stratejisine sahiptir ve bu stratejinin ana hedefi 2023 yılında dünyanın en çok turist çeken ve en fazla turizm geliri elde eden ilk 5 ülkesinden biri olmaktır”***. AKP'nin yaratıcılığında sınır yok ama “nükleer santral turizminin” tutacağından şüpheliyim. Bu, “çok yüzdünüz, gelin biraz da radyasyon alın” demek gibi bir şey. Nükleer santralin adının bile turistleri kaçıracağı günümüzde, en ufak bir sızıntının veya rakip ülkelerin propagandasının, Turizm Bakanlığı'nın hayallerini altüst edeceğini söylemek zor değil. Aldığımız risk bu kadarla kalsa iyi, dahası var...

Nükleer santral bir numaralı hedef
8 Kasım 2007'de, Güney Afrika'nın tek nükleer araştırma merkezi Plendaba'ya silahlı dört kişi saldırdı. Elektirikli çitleri geçen ve kontrol odasını hedef alan saldırganlar, santraldeki bir yetkiliyi öldürdü, ancak vurulan acil hizmet müdürünün ölmeden alarmı çalıştırması sonucu saldırganlar kontrol odasına ulaşamadan santralden kaçtı. Güney Afrika'daki bu saldırı, Noel zamanı ülkenin tek santrali Koeberg'e düzenlenen sabotaj girişiminden iki yıl sonra meydana geldi. Nükleer santralleri hedef seçmek çok da yeni bir şey değil. 18 Ocak 1982'de Fransa'nın Phoenix nükleer santrali daha inşa halindeyken, roketli saldırıya uğradı. Saldırıyı düzenleyen Chaim Nissim, elektronik ve bilgisayar mühendisliği diplomasına sahip, İsviçre'ye taşındıktan sonra Cenevre Kantonu'nda Yeşiller Partisi'nden milletvekili seçilmişti. 2003 yılında yazdığı kitapta olayı kendisinin gerçekleştirdiğini, silahları da “Çakal Carlos” aracılığıyla sol gruplardan elde ettiğini yazdı#. Kimseye zarar vermemek için boş reaktörü hedef aldığını söyledi. Yeşil eylemcinin uyarı atışıydı yaptığı.

Santralde faciaya yol açmak için yol çok
Bu üç örnek, nükleer santrallerin terör hedefi haline geldiğini ve bunun kötü niyetli bir fanteziden ibaret olmadığını göstermek için önemli. 11 Eylül'den sonra, atom santrallerinin terör saldırılarının hedefi olması ihtimali daha fazla konuşulmaya başlandı. 1985 yılında Nobel Ödülü almış Nükleer Savaşa Karşı Doktorlar adlı örgütün kurucularından ve Amerika'daki Nükleer Politika Araştırma Enstitüsü Başkanı Helen Caldicott, konuya dikkat çeken ve uzmanların görüşlerinden derlediği UPI'da (United Press International) yayımlanan makalesinde, nükleer santrallerin sadece havadan bir uçak saldırısı tehdidiyle değil, karadan ve denizden de saldırılara karşı savunmasız olduğunu yazdı. Kontrol odasını hedef almanın şart olmadığını, nükleer santrallere dışardan elektrik sağlayan hatlara, santralin acil durumda çalışması için bekletilen jeneratörlerine saldırı düzenlemenin de mümkün olduğuna dikkat çekti. Denizden patlayıcı madde dolusu bir botla santralin soğutma suyunu emen borularına yapılacak bir saldırı, yakıt dolu bir yolcu uçağıyla reaktöre tepeden çakılmak veya stratejik güvenlik önlemlerini hedef almak, soğutma kulelerindeki suyu boşaltmak gibi daha birçok olasılıktan bahsediliyor.

11 Eylül nükleerin kabusu oldu
Bunların bir teoriden ibaret olduğunu söyleyecek nükleer taraftarları çıkacaktır. Bu taraftar kitlesine, İngiltere Parlamentosu Bilim ve Teknoloji Komisyonu'nun Temmuz 2004'te hazırladığı, “Nükleer tesislere terörist saldırısı riskinin değerlendirmesi” başlıklı 148 sayfalı raporu okumalarını öneririm. Raporda sadece santrallere yönelik bir terör eyleminden değil, nükleer yakıtların taşınması sırasındaki saldırılardan, nükleer maddelere erişim için yapılacak girişimlere kadar birçok risk analiz ediliyor. O raporda da, reaktörün kalbi yerine dışarıda kalan bölümlere yapılacak saldırının santrale daha büyük zarar verebileceğine dikkat çekiliyor##. 11 Eylül'den sonra uçakla yapılacak saldırılara karşı nükleer santrallerin dayanıp dayanmayacağına ilişkin testlerin çeşitli ülkelerde yapıldığı belirtilen raporda, birçok ülkenin güvenlik nedeniyle sonuçları açıklamadığına dikkat çekiliyor. Rapora yansıyan Almanya ve İsviçre'den verilen örnekleri özetlersek, Almanya'da, kaynar sulu reaktörlerin (BWR), basınçlı su reaktörlerine (PWR) göre daha zayıf olduğuna dikkat çekilmiş. İsviçre'deki çalışma da ise, iki eski reaktöre büyük ticari uçakla yapılacak bir saldırının, güvenlik sistemi ve ekipmanına etkisinin gözardı edilemeyeceğini, iki yeni reaktörde ise etkisiz olacağı belirtilmiş. Reaktörün kalbi dışındaki yangın ve dumanın etkili olabileceğine de değinilmiş. Tüm raporlarda, büyük bir uçakla, yüksek hızda, bir santrali kalbinden vurmanın ne kadar zor olduğu vurgulanmış, bununla beraber, santralin kalbi dışındaki ekipmanların daha korumasız olduğu, yangın ve jet yakıtı gibi diğer etkenlerin sonuçlarının çok da kestirilemediğine değinilmiş. Fransa ve Belçika'daki nükleer tesislere saldırı olursa bunun İngiltere'yi nasıl etkileyeceği tartışılmış.

Uçak düştüğünde Bakan nerede olacak?
Her gün 3-5 kişinin terör saldırıları sonucu öldüğü ülkemizde böyle bir rapor hazırlama gereği bile duyulmadan yasa çıkaranları, bu konuda da, patron ve iktidar korkusundan ve bilmemezlikten olsa gerek, tek kelime edemeyen medyayı kutlamak gerek. Neyse ki, Enerji Bakanı Taner Yıldız, her ne kadar görmezden gelmeye çalışsa da tehlikenin farkında. 11 Mart'ta yaptığı açıklamada, Sinop'a santral yapması için girişimde bulunulan Kore firmasının güvenliğini övmek için şunları söylemişti: “Güvenliğini denemek için daha önce Fantom uçağı çaktılar. Beton kalıyor bir şey olmuyor. 11 Eylülden sonra ‘Boeing 737 uçak vurduracağız’ diyorlar”###. Bakan Yıldız en azından bunun olabileceğinin farkına, nükleer firmalar da. Burada atlanan, çalışan bir santralde bu deneyi yapmakla boş reaktör duvarına uçak indirmek arasındaki fark. Sayın Yıldız'ı bu deney yapılırken kontrol odasında görmek isterdim. En azından esprili bir bakanımız var. Bırakın uçağın kontrol odasını hedef almasını, santral sahasına atılacak birkaç el bombasının bile nasıl bir panik yaratacağını hayal etmek zor. O panikde neler olacağını da. Asıl soru şu, bu riski almaya gerek var mı? Riskin olasılığı düşük ama risk büyük. Uçak düşme olasılığını bilerek uçağa biniyoruz ama uçak düşerse sadece uçaktakiler ölüyor. Nükleerde sızıntı veya patlama olduğunda bu riski almak istemeyen benim gibiler de ölüp gidiyor. Riskin büyüklüğü ve oranı arasındaki fark bu. Tüm Türkiye'nin sonunu getirebilecek bu yasayı onaylayan milletvekilleri ve Cumhurbaşkanı'nın gece yattıklarında ne düşündüğünü gerçekten merak ediyorum.

21 Temmuz'da Kuzey Kafkasya'da, Rusya'ya ait bir hidroelektrik santrale yapılan silahlı saldırı, Murat Karayılan'ın 18 Temmuz'da The Daily Telegraph'da yayımlanan, “turistik tesisleri vururuz” tehdidi, El Kaide'nin geçmişteki saldırıları, Hizbullah'ın Türkiye'deki varlığı gibi birçok nedeni üst üste koyduğunuzda, Türkiye'de kurulacak nükleer santralin getireceği tehlike de ortada. Nükleer santrale iki el bombası atsanız, ülkede turist kalmaz. Denk gelir de santralde, Çernobil, Üç Mil Adası benzeri büyük bir kazaya veya büyük bir sızıntıya neden olursanız, Türkiye bir daha kendini toparlayamaz. Reaktörlerin savaş durumunda bir numaralı hedef olabileceği gerçeğini, teknolojiye sahip olmasına rağmen İsrail'in araştırma reaktörünün ötesinde bir reaktör kurmaya çalışmamış olmasını da dikkatinizi çekmek istiyorum. Santralin atom bombasından kat ve kat daha fazla radyasyona ev sahipliği yaptığını anımsatalım. Mersin'den, Antalya ve Alanya'dan binlerce insanın bulabildiği araçlarla bölgeden kaçmaya çalıştığını bir hayal edin. 24 yıl aradan sonra hala girilemeyen Çernobil'deki toprakları. Rüzgardan, güneşten, kayıp ve kaçağın telafisinden, elektriğin tasarrufundan, akıllı kullanılmasından atom santralinin üreteceği elektrikten daha fazlası üretilebilecekken, bizi böyle bir kumar oynamaya, 75 milyonun hayatını kumar masasına koymaya iten nedir acaba?


* 6007 sayılı Kanun'un “gerekçe” bölümü
** 2009 yılı turizm geliri, Turizm Bakanlığı.
*** Dünya'da ve Türkiye'de Turizm, www.kultur.gov.tr
# http://www.enotes.com/topic/Cha%C3%AFm_Nissim, 22 Temmuz 2010
## Parliamentery Office of Science and Technology, “Assessing the risk of terrorist attacks on nuclear facilities”, s.58. Temmuz 2004.
### http://www.milliyet.com.tr/ucak-nukleer-santrale-carpacak/turkiye/sondakikaarsiv/09.07.2010/1210367/default.htm

Dünya Kupası'nda Çin de var!

Özgür Gürbüz - Yeşil Ekonomi / 6 Temmuz 2010

Futbol Dünya Kupası'nı yakından takip edenler Çin'in milli futbol takımının aynı Türkiye gibi elemelerde kupaya veda ettiğini ve bu başlığın hatalı olduğunu düşünebilir. Evet, Çin'in futbol takımı kupada mücadele etmiyor ama Çinli bir firma tüm dünyadaki futbolseverlere reklam panolarından sesleniyor. Tarihte ilk kez bir Çin firması, Yingli Solar, Dünya Kupası'nın resmi sponsoru oldu. Firmanın reklamları tüm turnuva boyunca hem Çince hem de İngilizce olarak her maçta toplam 8 dakika gösteriliyor. İlk defa Çince karakterler Dünya Kupası reklamlarında yer alıyor.

Kim bu Yingli Solar?
Güneş enerjisi alanında faaliyet gösteren Yingli Solar, Çin'in ve dünyanın en büyük fotovoltaik panel üreticilerinden biri. Altı bin çalışanı ve dünya çapında 10 ofisi bulunuyor. Faaliyet gösterdiği pazarlar arasında Almanya, İspanya, İtalya, Amerika, Fransa, Yunanistan, Güney Kore ve Çin önemli yer tutuyor. Şirketin hisseleri New York Borsası'nda işlem görüyor. Yıllık üretim kapasiteleri 600 MW. 2002 yılında üretime başlayan firma bugüne kadar 1 gigavatlık üretim gerçekleştirmiş. Polisikilondan panele kadar geniş bir üretim hattında faaliyet gösteriyorlar.

Çin'in en hızlılarından
Çin'de en dikkat çeken unsurlardan biri olan, “Çin Hızı”na Yingli de sahip. 1998'de kurulan firma 2002 yılında 3 MW'lık kapasiteyle üretime başlamış ve 8 yıl sonra bu rakamı 600 MW'a çıkarmış. Firmanın başarısının ardında sadece işçilik kaynaklı ucuz üretimi aramak doğru olmaz. Teknolojiye de sürekli yatırımj yaparak küresel rekabete ayak uydurmaya çalışıyorlar. 2007 ile 2009'da Deloitte tarafından Çin'in en hızlı teknolojik gelişmesini gösteren ilk 50 firma arasında gösterilmeleri de bunun bir kanıtı. 2009 yılında Euromoney ve Earnst & Young'dan aldıkları Küresel Yenilenebilir Enerji Ödülü ise bir başka dikkat çekici nokta. Görebildiğim kadarıyla uluslararası pazarları hedefleyen her Çinli firma, Batılı firmalarla aralarındaki teknoloji farkını kapatmayı hedefleri arasına almış. Çinli otomobil üreticisi Geely’in Saab’ı satın alması da teknoloji transferi amaçlı bir girişimdi örneğin. Çin’in merkezi hükümeti de bu yönde bir politika izliyor.

Kısacası, Yingli’deki gelişmeleri Çin'in hızlı gelişimine, düşük maliyet avantajına veya devlet desteklerine bağlamayıp geçiştirmek mümkün. Ama asıl görülmesi gereken, dünyanın en çok enerjiye ihtiyaç duyan ülkelerinden Çin'de gerek rüzgar gerek güneş olsun, yenilenebilir enerjiye verilen önem ve bu alanda çalışan firmaların gösterdiği hızlı gelişme. Çin’in 2020 yılı için kurulu fotovoltaik gücü hedefi 20 gigavat. 2009’da kurulu güç 160 megavata (MW) ulaştı, 2010’da ise 600 MW hedefleniyor.1 Bu büyük hedeflere ulaşılması için de onlarca küçük adım atılıyor. Ülkede hemen hemen her gün, yenilenebilir enerjiyle ilgili yeni bir gelişmeye rastlamak mümkün. Şangay EXPO’nun altı ana binası üzerine yerleştirilen fotofoltaik panellerin ilk iki ayda 1 milyon 200 bin kilovatsaat elektrik üretmesi, Tianjin’de, hatta Çin’in daha az gelişmiş bölgeleri olan Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nde düşük karbonlu kentlerin ve yenilenebilir enerji destekli konut projelerinin hayata geçirilmeye çalışması gibi.

Yerli deyip nükleer peşinde koşuluyor
Türkiye'de yenilenebilir enerjiye hala bir süs bitkisi muamelesi yapılırken, diğer ülkeler bu teknolijeleri destekleyerek kendi ülkelerinden küresel markaların çıkmasına destek oluyor. İspanya'nın rüzgar enerjisinde başa oynayan firmaları, Brezilya'nın biyoyakıt teknolojileri gibi onlarca örnekten bahsedebiliriz. Bu ülkelerin birçoğu enerjide Türkiye kadar dışa bağımlı olmamalarına rağmen yerli ve yenilenebilir enerji teknolojilerine yatırım yapıyor, biz ise yerli deyip, ithal nükleer ve termikten medet umuyoruz. Yingli Solar'a, Gamesa'ya bakarken asıl çıkarılması gereken sonuç aslında bu.

Yingli Solar'ı Coca Cola, Adidas gibi dünya devi firmaların yanında Afrika'da görmek hem ilginç hem de yenilenebilir enerji firmalarının geldiği noktayı göstermesi açısından anlamlı. Bir güneş enerjisi firmasının, dünyada en çok izleyicisi olan futbola bu kadar çok ilgi duyması, güneş enerjisinin laboratuvarlardan ibaret olduğunu söyleyen bazı uzmanları düşündürecek cinsten. Yingli, potansiyel panel alıcılarının bu kadar geniş bir pazar içerisinde yer aldığını düşünüyor olmalı ki, Mc Donald’s ile aynı tüketici kitlesine hitap etmeyi seçmiş. Daha önceki pazarlama kampanyalarını da benzer hedef kitle üzerinde yapmış olmaları, aynı hedef kitlede ısrar etmeleri, firmanın pazarlama stratejisinde ciddi bir hata yapmamış olduğunu düşündürüyor. 2006 Dünya Kupası'nda Kaiserslautern Stadı'nda kullanılan güneş enerji ekipmanlarını sağlayan Yingli, 2007 yılında İspanyol Osasuna kulübüne sponsor olmuş ve logosu futbolcuların göğüs reklamlarında yer almıştı. İspanya'nın güneş enerjisi pazarındaki önemi göze alınırsa firmanın pazarlama takımının yine akıllı bir manevra yaptığı söylenebilir.

Dünya Kupası'yla güneş enerjisinin aşkı Dünya Kupası’yla sınırlı değil. Türkçe'ye “Gelecek için Futbol” olarak çevirmeyi daha uygun bulduğum FIFA'nın 2010 Dünya Kupası sloganı (Football for Hope) bir kampanyaya dönüşüyor. Afrika kıtasındaki 20 futbol eğitim merkezi güneş enerjisiyle tanışıyor. Antreman sahalarının ışıklandırılması, bilgisayar odalarının enerji ihtiyacı Yingli Solar tarafından kurulacak güneş enerjisi sitemlerinden sağlanacak. 20 merkezin beşi Güney Afrika'da, diğerleri ise kıtanın çeşitli ülkelerinde kurulacak. İlk altı ülke arasında Güney Afrika dışında Kenya, Ruanda, Mali, Gana, Namibya ve Kenya var.

Umutmadan söyleyelim, yeni kampanyanın sloganı da şöyle: Gelecek için futbol, gelecek için enerji (Fotball for Hope, Energy for Hope) İşin ucunda gelecek olunca, güneş enerjisinden başka ne olabilirdi ki zaten? Keşke Afrika'nın taşıdığı umudu Türkiye'nin yenilenebilir enerji sektörü için de taşıyabilseydik.

1 EPIA, 2014 Global Market Outlook for Photovoltaics, s.20

İstikbal göklerdedir!

Özgür Gürbüz / 9 Temmuz 2010

Bakalım şimdi ne olacak? Ampul yakamaz dedikleri güneş enerjisi uçak uçurdu. Sanırım pek kimse farketmedi ama hem de bilinen jet yakıtlı uçakların yapamadığını yaparak. Hiç yakıt almadan, 26 saat havada kalarak yaptı bu tarihi uçuşunu. Diğer uçaklar havada kaldıkça yakıt tüketirken, “Solar Impulse” adı verilen ve sadece güneş enerjisiyle çalışan uçak havada kaldıkça yakıt depoladı. Pilot yorulmasa sonsuza kadar (her teknolojide karşılaşılabilecek teknik problemler olmazsa) havada kalabilecekti. Şimdi merakla bekliyorum. Sonsuz enerjiyi arama yolunda “Erge dönergeci” dahil her şeye ilgi (!) gösteren medyamız, enerji bürokratlarımız bakalım bu defa kafasını kaldırıp, “aaa, güneş” diyecek mi? Yoksa, kafasını nükleere gömmeye devam mı edecek?

26 saat havada kaldı
Dünyanın güneş enerjisiyle gerçekleştirilen en uzun uçuşu, “Solar Impulse” adı verilen prototip bir uçakla yapıldı. Sadece tek bir pilot taşıyabilen uçak güneş enerjisini 63 metreyi bulan kanatlarına yerleştirilmiş 12 bin güneş hücresi vasıtasıyla elektriğe çeviriyor, dört motorunu çalıştırıp fazla enerjiyi de motorların arkasına yerleştirilmiş akülere depoluyor. Böylece gündüz depolanan fazla enerji uçağın gece de uçmasını sağlıyor. Kalkış sırasında da yine sadece güneş enerjisi kullanılıyor. İsviçre'nin başkenti Bern'den 7 Temmuz'da havalanan Solar Impulse, 26 saatlik rekor uçuşuyla güneş enerjisiyle çalışan uçaklar içinde bugüne kadar en uzun süre havada kalan uçak olmanın yanı sıra 8700 m yüksekliğe çıkarak da en yükseğe çıkan temiz enerjiyle çalışan hava aracı oldu. Gündüz depolanan enerjinin fazlalığı da sevindiriciydi. Gece boyunca havada kalan uçağın akülerinde güneş yeniden doğduğunda hala üç saat kadar uçağı havada tutacak elektrik enerjisi depolanmıştı.

Saatte ortalama 70 km
Karbonfiberden yapılan 1600 kilogram ağırlığındaki uçağın dört motoru toplam 40 beygir gücünde. Yüzde 12 verimle çalışan güneş hücreleri, 24 saatlik dilim boyunca metrekare başına ortalama 250 watt elektrik enerjisine eşdeğer güneş ışığı alıyor. Uçakta 200 metrekarelik güneş hücresi kullanılmış. Bu da, ortalama 8 beygir gücüne yakın (6 kW) güç üretiyor. 1903 yılında ilk motorlu uçuşu gerçekleştiren Wright kardeşlerinin uçağının gücüne yakın. Uçak 35 km hızla kalkıyor, saatte yine ortalama 70 km hızla yol alabiliyor. Yerden yüksekliği 6,40m, uzunluğu ise 21 metrenin biraz üzerinde. Uçağın bilgisayar donanımı enerjinin verimli kullanılasına yardımcı oluyor.

Hedef dünya turu
Uçağın prototip olduğu, sadece bir pilot taşıdığı ve bu teknolojinin yolcu uçaklarına uygulanmasının şu an için zor olduğu ortada. Unutmamak gerekir ki, ilk uçaklarda sadece uygun hava koşullarında ve tek pilotla bundan daha kısa süre ve mesafelerde uçarak yola koyulmuştu. Teknoloji çok çabuk gelişti. Bu nedenle “Solar Impulse”ın uçuşu, projenin yaratıcılarından Bertrand Piccard'ın da belirttiği gibi bir dönüm noktası. Piccard, “Bizi bir başka tam gün uçuşundan, sürekli uçuş efsanesini gerçekleştirmekten hiçbir şey alıkoyamaz” diyor. El Cezire televizyonuna verdiği demeçte ise Piccard, yenilenebilir enerjilere sırtını dönenlere imalı mesajlar gönderiyordu. Şimdi, ekibin hedefleri arasında 2013'te dünyanın çevresinde tur atmak ve Atlantik Okyanusu'nu geçmek var.

Anlayana sivrisinek saz...
Güneş enerjisini anlamak, uygulamaya geçirmek bir vizyon işi. Türkiye'nin en büyük sorunu da günümüzdeki politikacı ve liderlerin vizyonsuzluğu. Şu andaki seçenekler içerisinde, geleceğin enerji sorununu çözme potansiyeline gerçek anlamda sahip tek kaynak olan güneşi görmek, istikbalin göklerde olduğunu anlamak için daha kaç örnek lazım?

“Solar Impulse”ı Ankara semalarında mı uçurmalı acaba?

Prof. Tolga Yarman'dan milletvekillerine çağrı

Türkiye'nin sayılı nükleer mühendislerinden, Başbakanlık Atom Enerjisi Kurumu Danışma Kurulu ve Nükleer Güvenlik Komitesi Eski Üyesi Prof. Tolga Yarman'ın miletvekillerine yazdığı 5 Temmuz 2010 tarihli mektubu aynen yayımlıyorum. Yayılmasına katkıda bulunmanızı rica ediyorum. Dilerseniz siz de, milletvekillerimizin eline geçtiğinden emin olmak amacıyla bölge milletvekillerinize iletebilirsiniz.

***
Degerli Milletveklili:

Asagidaki, keza ekli, iki yazimi, onemle dikkatine sunuyorum... Vicdaninla bas basa kalarak davranman, sorumlulugunun bas geregidir...

Guzel dileklerimle, sevgiler, saygilar sunuyorum...


T. Yarman*


Rusya ile anlaşma itibariyle, kısaca Akkuyu ve nükleer:

Milletvekillerimiz, çok alaturka duran anlaşmaya, "hayır" demelidirler!..

Hem ekonomik, hem de çevresel ve toplumsal maliyetleriyle en pahalı enerji üretim tesislerinden olan nükleer santrallerin inşası, Dünya’da, genel olarak, belirgin bir duraksama göstermektedir. Bu bağlamda, öncelik, gitgide daha yoğun olarak, "enerjinin verimli kullanımına" ve "yenilenebilir kaynaklara" kaydırılmaktadır.

Türkiye, bugün, Hükümet'in Rusya'yla kapalı kapılar arkasında imzalayıp, hızla TBMM'den geçirmek istediği ikili nükleer anlaşmayla, üstelik ülkemizin hiç bir ciddi nükleer örgütlenme ve ehliyet birikimi olmaksızın, tersine, atom enerjisi yönetiminin, yakın geçmişte sergilediği tam anlamıyla, "bilgi özürlü örnekler" ortada dururken, sonu katiyen belli olmayan bir "nükleer maceraya", sürüklenmektedir. Bu anlaşmayla aynı zamanda kuşaklar boyunca sürecek, o da her şey tıkır tıkır işleyecek olsa dahi, düzinelerce milyar dolarlık bir mâli yükün altına, sokulmaktayız.

Her biri Keban Barajı gücünde, dört, nükleer santralin bugün, Akkuyu mevkiine kurulmak istenmesi, hazindir... Akdeniz Bölgemiz, bizim misafir odamızdır... Buraya kurulacak nükleer santraller, "kaş yapalım" derken, göz çıkartacaktır. Turizmi ciddi olarak, olumsuz etkileyecektir... Akdeniz Bölgemiz'in, sebze ve meyve tüketimini de gayet olumsuz etkileyecektir.

Fazla olarak Akdeniz suyu, çok sıcaktır... Buraya kurulacak santral, Karadeniz'e kurulacak olması durumunda sağlayacağı verimin onda bir kadar, daha azını, sağlar... Bu ise, yirmi milyar dolarda iki milyar dolar demektir ki, bu başlı başına bir Keban Barajı ederini, işaret eder...

Kestirme deyişle, "sıcak suyla", nükleer santral soğutmak, bugün için hiç aklı kârı değildir; böyle bir zorunluluk yoktur...

Bütün bu gerekçeler, 1999'daki Hükûmet Enerji Zirvesi'nde, tarafımdan dile getirilmiş olup; üç koalisyon ortağından oluşan günün Ecevit Hükûmeti; Akkuyu'a nükleer santral tesisinden, oybirliğiyle vaz geçmistir... 1976’da, Akkuyu’ya, Türkiye Elektrik Kurumu’nun istemi uzantısında, fevkalade kıvanç duyduğumuz, çalışmalar uzantısında, lisans verilirken, ortada ne 1979 Three Miles Island (Penisilvanya, ABD), ne de Çernobil (Ukrayna, Sovyetler Birliği) nükleer kazaları vardı, ne de dolayısıyla, nükleerin turizme, sebze, meyveye etkisinin dikkate alınmasını, gerektirecek ölçütler. Fazla olarak, o tarihte, soğuk savaş dorukta olup, Genelkurmay Başkanlığımız, Trakya Bölgemiz’in Karadeniz sahiline; gerek Yunanistan’a gerekse de ve bilhassa Bulgaristan’a yakın olması sebebiyle, nükleer santral tesisi izni vermiyordu. Ayrıca nükleer enerji üretimi o tarihte, bir zorunluluk olarak algılanıyordu… Bütün bu denklemler yol boyu çok değişti.

Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Taksim Meydanı’na, ayrıca gayet saygın teknik çalışmalar uzantısında bir hamam kurma ruhsatı verilmiş olsa; bugün artık o ruhsatla Taksim’de, şimdi Cumhuriyet Abidesi’nin bulunduğu yere hamam kurma iddiasını ileriye sürmek ne kadar abesse, 1976’da Akkuyu’ya verilen ruhsatla, bugün oraya nükleer santral kurmaya kalkışmak, işte o kadar abestir.

Akkuyu'ya kurulacak nükleer santraller, bugün artık, misafir odamızda, halının üzerine konmaya yeltenilen, "lâzımlık" gibi, durmaktadır... Bu çerçevede, traji-komiktir...

Bu konuda, onca uyarımıza rağmen, hala daha hiç bir etüdün yapılmamış olması Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ciddiyetiyle, hiç bir bicimde, bağdaşmamaktadır...

Milletvekillerimiz, çok alaturka duran, anlaşmaya, "Hayır!" demelidirler…

*Profesör Nük. Müh. Tolga Yarman,
Ph.D., Massachusetts Institute of Technology,
1972 Başbakanlık Atom Enerjisi Kurumu Danışma Kurulu ve Nükleer Güvenlik Komitesi Eski Üyesi

Çernobil'den 24 yıl sonra koyunlar temize çıktı

Özgür Gürbüz / 6 Temmuz 2010

Türkiye şuursuzca nükleer santral kurma hazırlıklarına devam ederken İskoçya'dan gelen bir haber unutturulmaya çalışılan gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi. 1986 yılında meydana gelen ve dünyanın en büyük teknoloji kazası olarak da bilinen Çernobil nükleer faciası sonucu dünyaya yayılan radyasyon bulutları eski Sovyetler Birliği'nden, Güney Afrika'ya kadar dev bir coğrafyayı etkilemişti.

Karadeniz'de gömdüler, İngiltere'de ölçtüler
İçinde başta Karadeniz olmak üzere Türkiye'nin de bulunduğu radyoaktif kirlenmeye uğrayan bu alanların bazıları 24 yıldır kontrol altında tutuluyordu. Türkiye'de radyasyonlu çaylar dere yataklarına, toprağa gömülüp yakılmaya, Karadeniz'de üretilen fındıklar okul ve kışlalarda vatandaşlara yedirilmeye çalışılırken, Büyük Britanya'da yetkililer kazayı gizlemek ve nükleerin adına leke düşürmemek gibi anlamsız çabaların yerine vatandaşlarının en az zararla bu felaketi atlatmasına çalışıyordu.

23 çiftlik yıllarca kontrol edildi
İskoçya'nın hayvancılık merkezi olarak da kabul edilen güneybatı ve merkez bölgelerindeki çiftliklerde Gıda Standartları Ajansı tarafından çeyrek asıra yakın bir zamandır düzenli kontroller yapılıyordu. Koyunların etlerinde kilo başına 1000 bekarelden fazla radyoaktivitiye rastlandığında bu etlerin pazara çıkması engelleniyordu. 1987 yılında 73 çiftlik kontrol altındaydı. 2009 yılına gelindiğinde düzenli olarak kontrol edilen koyun sayısı 3 bine kadar indi. Şubat 2010'da iki alan üzerinde hayvan otlatma yasağı devam etti. Bu alanlardan bir tanesi tarım alanı olarak kullanılmamaya başlandı, diğeri ise 21 Haziran itibariyle radyasyon değerlerinin düşmesiyle kullanıma açıldı.

İskoçya'da yayımlanan Sunday Herald (The Herald) gazetesinde 4 Temmuz günü yayımlanan makale, bu son adımla birlikte artık bu uygulamanın sona erdiğini, kazadan 24 yıl sonra koyunların otladığı çayırlardaki radyasyon miktarının güvenlik sınırlarının aşağısına düştüğünü yazdı. Tam 24 yıl sonra, Çernobil'den 2300 km uzaklıkta yaşananların başta Enerji Bakanı ve önümüzdeki günlerde Meclis'e gelecek olan nükleer anlaşmaya “evet” oyu vermeye hazırlanan milletvekillerinin gözlerini açmasını umuyorum.

Unutmayın, ne Mersin bize Kiev kadar uzak, ne de yapılması düşünülen nükleer santral Çernobil'dekinden farklı. Ecemiş Fay Hattı üzerine, Türkiye'nin Akdeniz'deki turizm potansiyelini yok etme pahasına nükleer santral kurmaya çalışmak gerçekten de akıl karı değil. Türkiye'nin nükleere muhtaç olmadığını hesap kitap bilen herkes biliyor. Halkı aptal yerine koymak iyi bir şey değil. Bir politikacı içinse adeta sonun başlangıcı.

Desa'da grev sil baştan

Özgür Gürbüz / 5 Temmuz 2010

Deri-İş Sendikası'nın Desa'da örgütlenme çalışmaları iki yılı aşkın bir süredir devam ediyor. 2009 Ağustos ayında sendika ve işveren arasında imzalanan protokol sonucu sorunların çözüldüğü düşünülürken, Deri-İş'ten yapılan açıklama durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığını anlatıyor.

İşverenin çeşitli bahanelerle işçileri işten attığını belirten Deri-İş yetkilileri, sendika üyesi işçilerin de tekrar işten çıkarılmaya başlandığına dikkat çekiyor. Daha da önemlisi, Desa malarını boykoto yönelik uluslararası kampanya tekrar başlatıldı. Desa sadece kendi adıyla satış yapmıyor, Prada, Mulbery, Debenhams, Marks & Spencer ve El Corte Ingles gibi markalara da mal üretiyor. Uluslararası "Temiz Elbise Kampanyası" yine tüm dünyadaki tüketicileri Desa ve onun üretim yaptığı lüks markaları boykot etmeye çağırıyor. Daha önce yapılan kampanya başarılı olmuş, Desa yöneticileri sendikayla masaya oturmaya razı olmuştu.

Desa grevi, Düzce'deki üretim merkezindeki işçilerin ve İstanbul Sefaköy'de tek başına greve çıkan türbanlı Emine Aslan'ın tek başına aylarca fabrika kapısındaki direnişiyle kamuoyunda duyurulmuştu. Aktüel Dergisi'nde çalıştığım sırada bir tam gün, Emine Aslan'la kapıda beklemiş, geceyi evlerinde geçirmiştim. O gün içerisinde, "özel bir kişinin" ciddi koruma tedbirleri altında fabrikadan alışverişe geldiğine şahit olduk. Polisler görüntü almamıza izin vermese de alışverişe gelenin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan olduğu bilgisi bize ulaştı. Bilgiyi resmi ağızlardan onaylatamadığım için ancak iddia olarak yazabiliyorum. Hazırladığımız haber de Aktüel dergisinde hiç yayımlanmadı... Nedenini ben ve birkaç kişi biliyor.