Yine oldu, yine olacak

Özgür Gürbüz / 3 Mayıs 2010

Meksika Körfezi'ndeki petrol platformlarından birinde meydana gelen kaza haftalardır gündemde. Medyanın haberi nasıl yanlış verdiğini, çevre ve ekoloji konularına ne kadar uzak olduğunu bir daha tekrarlamanın anlamı yok.* Bu kazadan başka dersler çıkarmamız lazım. Özellikle de teknolojiye güvenenlerin, teknolojik gelişmenin çevre sorunları da dahil olmak üzere karşılaştığımız tüm engelleri aşmada bize yardım edeceğini sananların, bu petrol sızıntısından ciddi dersler çıkarması gerekiyor.

1989'un 24 Mart'ında Exxon Mobil firmasına ait, "Exxon Valdez" adlı petrol tankerinin Alaska'da Prens William Geçidi'nde yaptığı kazadan sonra da, bugün duyduğumuz demeçlere benzer demeçler verilmişti. Amerika'daki Üç Mil Adası Nükleer kazasından sonra da, Çernobil'in ardından da... "Böyle bir kazanın tekrarlanması mümkün değil", "Gerekli önlemler alınacak" denmişti. Bugünlerde haberlerde gördüğünüz yorumcular, BP'nin sorunu çözecek yeterli ekipmana sahip olmadığını söylüyorlar. Yarın, yeni ekipmanlar tanıtacak ve bir dahaki sefere böyle bir sorun yaşnamayacağını söyleyecekler. Bu böyle sürüp gidecek, ta ki elimizde kaybedecek bir şey kalmayana dek. Çernobil'den sonra da aynı şeyler söylendi, boşuna 800 bin temizleyici elde kazma kürek gönderilmedi santralin üstüne. Şimdi benser bir kaza olsa elde harcanak insandan başka ne var sizce? Hindistan'da Dow Kimyasal'a ait tarım ilaçları fabrikasında meydana gelen kazadan sonra 20 bin kişi ölmüş, 150 bin kişi de ya sakat ya da hasta kalmıştı. Kırk yılda bir olacak şeydi hatta olmayacak bir şey. Ama, o da oldu. Siz sıkılmadınız mı bu masalları dinlemekten; ben sıkıldım.

En büyük ticari kazaya doğru
Exxon Valdez kazası sonrasında 10 milyon 800 bin galon petrol tankerden denize saçılmıştı. Bir kısmının hala deniz dibinde olduğu belirtliyor.** Meksika Körfezi'nde ise 21 Nisan'da hala belirlenemeyen bir nedenden ötürü platformda patlama meydana geldi. 22'sinde platform battı. Ardından, deniz dibindeki kuyudan petrol sızdığı öğrenildi. Platform çalışırken günde 8 bin varil petrol üretiyordu. İlk açıklamalarda sızıntının bu kadar büyük omadığı, bin varille sınırlı kaldığı söylendi ancak daha sonra bu rakam 5 bin varile (210 bin galon) çıktı. Battığı 23 Nisan'dan bugüne kadar (3 Mayıs) 10 gün geçtiğini düşünürsek şu ana kadar 45 bin varil petrol denize boşaldı. Bu da 2 milyon galonu geçtiğimizi gösteriyor. Deniz altındaki kuyunun ne zaman kapatılacağı da henüz belli olmadığına göre ikinci bir Exxon Valdez faciasıyla, dünyanın en büyük ticari petrol kazasıyla karşı karşıya kaldığımız rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha önce Exxon (Mobil), şimdi BP (British Petrolium). Sırada kim var? Shell, Total, Petrol Ofisi?

Obama önce destekledi, şimdi kızıyor
Kazaya neden olan firmalara baktığınızda, dünyanın en ileri teknolojileriyle petrol arama ve çıkarma faaliyetleri gösteren firmalar olduğunu göreceksiniz. Çevre konusundaki hassayitlerine toz kondurmayan bu firmaların gerçek yüzleri hep işler ters gittiğinde ortaya çıkıyor. Yaptıkları işin çevreci olmadığı ve olamayacağından bahsediyorum. Kazaların, teknolojik gelişme hangi düzeye çıkarılırsa çıkarılsın önlenemeyeceğinden. Bu kazalar ancak ve ancak petrole, nükleere, kömüre, daha da açık konuşmak gerekirse, sınırsız tüketime olan bağımlılığın azaltılmasıyla önlenebilir. Politikacılar, iş adamları bu gerçeği kabul etmezler, araya gizlice veya açıktan fonlanmış, düşünce kuruluşları çıkar, profesörler işlerin nasıl abartıldığını, teknoloji tanrısının her şeyi çözeceğini söyler. Bugün BP'yi, yeterli çabayı göstermemekle suçlayan Barack Obama gibi politikacıların, çok değil, kazadan 21 gün önce, 1 Nisan 2010 tarihinde, kazanın olduğu Meksika Körfezi ve Atlas Okyanusu'nun bazı bölümlerini petrol ve doğalgaz aramalarına açtığı haberi unutulur.*** Obama'yı, BP'yi eleştirirken görürsünüz. Bunun üzerine bir de çevre dalında nobel benzeri bir ödül alır mı, alır.

"Kalkınma", "büyüme" gibi sahte sözcüklerle kandırıla kandırıla bu günlere geldik. Yeni teknolojilere olan hayranlık insanlığın gözlerini kör etti. Öyle ki, denize akan tonlarca petrolün çevre faciasını yarattığını anlamak için bile, petrole bulanmış kuş görmek istedik. Neden biraz nefes almıyoruz? Yavaşlamıyoruz? Evimize aldığımız son model televizyonun kumandasını eskitmeden yeni ve "daha iyi" olduğu söylenen bir başka televizyonu almamız gerektiğinin bize dayatıldığını fark etmiyor muyuz? Yeni şeyler almadığımızda, daha az almak için daha az çalıştığımızda, kısacık ömrümüzden daha çok zamanı kendimize ayıracağımızı göremiyor muyuz acaba?
Yavaşlamadan olmaz Daha yavaş bir dünya yaratabiliriz. İster Meksika Körfezi'ndeki balıklar için ister çoluk, çocuklarınız için bunu yapın. Bugün dünya için bir hesap yapın. Her hafta sevdiklerinizle doyasıya kaç saat vakit geçirdiğinizi bir hesaplayın. Çocuğunuzla kaç kere parka gittiğinizi, sevgilinizi kaç kere öptüğünüzü, ömrünüzün sadece 30-40 yılını beraber geçirdiğiniz anne ve babanızı ne kadar sık gördüğünüzü. Bugün dünya ve kendiniz için bir hesap yapın, kapitalizmin dayattığı bu saçma hayatla hesaplaşma zamanı gelmedi mi sizce?

Satın alınmayacak bir televizyonun, bir otomobilin, haftada 40 değil 30 saat çaışmanın bizlere canınızdan çok sevdiğiniz insanlarla geçirecek kaç saate bedel olduğunu düşünmek lazım. Sendikalarda, siyasi paritlerde "büyüme" saplantısın karşısında örgütlenelim. Bireysel çabalar bir yere kadar bizi götürür. Tüketim hırsımızı frenlemenin sadece bireysel bir tercih olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Çalıştığımız işlere, emrine amade olduğumuz şirketlere, "hayır ben bunun için çalışmıyorum demek için tek başına olmamız gerekiyor.
Bugün hesap günü, kendimizle hesaplaşma günü olsun; yarın da birlikte harekete geçme.

*http://ozgurgurbuz.blogspot.com/2010/04/petrole-bulanms-kus-yoksa-cevre.html **http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=971102&Date=17.01.2010&CategoryID=85 ***http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/04/100401_obamadrill.shtml

EXPO, Çin'de 1 Mayıs'ı gölgede bıraktı

Özgür Gürbüz / 1 Mayıs 2010

Çin'den e-günlüğe yazılan ilk yazıyı “1 Mayıs”a getirerek fiyakalı bir giriş yaptığımı düşünenler yanılıyor. Rastlantı sonucu 1 Mayıs'ta başlayan bu macera, cumartesi sabahı erkenden kalkıp Tiananmen Meydanı'na gitmeme neden oldu. Meydan kalabalık. Yabancı turistten çok yerli turist var. 1 Mayıs nedeniyle Çin'de her yıl, Mayıs ayının ilk üç günü resmi tatil ilan ediliyor. Resmi tatili fırsat bilen binlerce Çinli, başkent Pekin'in bu tarihi meydanına ve Yasak Şehir'e adeta akın etmiş. Açıkçası, Çin'i ziyaret etme şansınız varsa tatil günlerinde gelmemeye çalışın. Ne metroda yer bulabiliyorsunuz ne de turistik mekanları rahat rahat gezebiliyorsunuz. İzninizle, bir başka tavsiyem daha olacak. 1 Mayıs'ı görkemli bir mitingle kutlamak istiyorsanız Taksim Meydanı'na çıkmanız, Tiananmen'e gelmenizden daha akıllıca olabilir. Hava değişikliğinde ısrar ediyorsanız, Küba'yı öneririm.

Çin'de 1 Mayıs kutlamaları bu yıl Şanghay'da açılan Dünya Fuarı'nın gölgesinde kaldı. 30 Nisan'da görkemli bir açılışla kapılarını ziyaretçilere açan EXPO 2010, 1 Mayıs sabahı gazete ve televizyonların odak noktası oldu. Tiananmen Meydanı'nın doğusundaki Çin Ulusal Müzesi'nin girişine asılan dev elektronik tabela da bunun bir göstergesi sanki. EXPO'nun kaçıncı günü olduğu ve o ana kadar kaç ziyaretçinin fuarı gezdiği anında meydana duyuruyor. Tabela, sabah 10 sularında ziyaretçi sayısının çoktan 50 bini geçtiğini söylüyordu. Benden EXPO'yu anlatan bir yazı bekliyorsunuz, biraz daha sabretmeniz gerekecek. Bu kalabalık azalmadan Şanghay'a gitmeye hiç niyetim yok. Gerçi, Çin'de kalabalığın azalma olasılığı da biraz düşük. Altı ay açık kalacak fuara toplam 70 milyon ziyaretçi bekleniyor, bir Türkiye kadar insan. Varın kalabalığın hesabını siz yapın.

Açılışını Çin Cumhurbaşkanı Hu Jintao'nun yaptığı EXPO'ya, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso gibi üst düzey siyasetçiler de katıldı. Televizyonlardan naklen yayınlanan törenlerde sık sık Nicolas Sarkozy ve eşi Carla Bruni ekrana geldi. Carloa Bruni, burada da hayli popüler anlayacağınız. Açılışta Çin Komünist Partisi yetkilileri de hazır bulundu. Havai fişekler, birbirinden etkileyici gösteriler ardı ardına sergilendi. Çinli yetkililer, hazırlığı sekiz yıl süren ve adeta bir şehri andıran EXPO için 4 milyar 200 milyon dolar harcandığını belirtiyor. Şanghay'ın altyapı için harcadığı belirtilen 45 milyar doları ve diğer maliyet kalemlerini de bunun üzerine koyarsanız, tüm maliyet 58 milyar doları buluyor. Aman Yunanistan duymasın! Ülkelerin sanayi ve teknoloji alanındaki ilerlemelerini göstererek, bir anlamda birbirlerine hava attıkları bu fuarın açılışının 1 Mayıs'lara denk gelmesi de ilginç bir rastlantı olsa gerek. Fuarın ilk çıktığı yer İngiltere. 1 Mayıs'ı, Mayıs ayının ilk pazartesini tatil ilan ederek kutlayan ve böylece 1 Mayıs pazartesiye denk gelmediği sürece işçileri, bayramlarında çalıştıran bir ülke İngiltere. Şüphelenmekte çok da haksız sayılmam sanırım.

“Çin'deki 1 Mayıs kutlamalarıyla ilgili söyleyeceklerin bu kadar mı” diye soranlarınız olabilir. Değil elbette. 1 Mayıs'ın tatil olarak kutlanması nedeniyle, o Çin'e özgü, alışılagelmiş dev törenler ortada yok. Gazetelerde, sokakta işçi bayramı pek konuşulmasa da, bu, hiçbir şey yapılmıyor anlamına gelmiyor. Her yıl geleneksel olarak yapılan, “Ulusal İşçi Kahramanlar” töreni bu yıl da gerçekleştirildi. 27 Nisan'da yapılan ödül töreninde 2 bin 985 işçiye, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere üst düzey idarecilerce başarı ödülleri verildi, görkemli bir tören düzenlendi. 1 Mayıs için düzenlenen özel konserler de var. Ulusal Gösteri Sanatları Merkezi Korosu ve Pekin Senfoni Orkestrası, 1 Mayıs için özel gösteriler sunuyor. Evlenmek için İşçi Bayramı'nı seçen 25 çiftin toplu düğününü de unutmamak lazım.

Sözü, “Halkın Günlüğü” gazetisine 1 Mayıs ile ilgili bir yazı göndererek, adeta “Hey, bugün 1 Mayıs” diyen okuyucu mektubuna bırakalım. 80'lerin sonunda doğan gençlerin çalışmadan para kazanmanın iyi olduğunu düşünmesinden yakınan “Kingkong” rumuzlu okuyucu, “Tüm-Çin Sendikalar Federasyonu”nun yaptırdığı ankete yanıt veren işçilerin, yüzde 23,4'ünün son 5 yılda hiç zam almadıklarını, yüzde 75'inin de gelir dağılımının adaletsiz olduğunu söylediğini yazıyor. Sendika da tatilde olduğu için açıp soramadık. Kingkong'un yalancısıyız.

Petrole bulanmış kuş yoksa çevre felaketi de yok!

Özgür Gürbüz / 26 Nisan 2010

Önce kuş petrole bulanır, elde kalan petrol de tertemiz kumsallara yayılır. Daha sonra petrole bulanmış kuş, kumsal ve birazcık da deniz aynı kare içerisine alınır. İşte, bizim bildiğimiz, anladığımız çevre felaketimiz hazır!

Çevre felaketinin, yemek tarifi gibi tanımını yapmak nereden mi çıktı? Bugün önce “CNN Uluslararası” adlı kanalda, ABD'deki petrol platformundan günde 1000 varil petrolün denize sızdığı haberini izledim. Meksika Körfezi'ndeki platformda geçen hafta bir patlama meydana gelmiş, patlamanın iki gün ardından da platform sulara gömülmüştü. Kanalda, bir uzmana çevre tehlikesi olup olmadığı, sızan petrolün kıyıdan ne kadar uzakta olup olmadığı soruldu. Uzman, rüzgarın yönünden, kıyıdan uzaklığından ve sızıntının nasıl kesileceğinden bahsetti. Haberde, deniz yüzeyindeki petrolün temizlenme çalışmalarının kötü hava koşulları yüzünden yapılamadığı da yer aldı. Sinirlendim ve televizyonu kapattım. Neden sinirlendiğimi yazının sonunda anlatacağım.

Bilgisayarımı açıp, internetteki haberlere bakmaya başladım. Bu defa da, bizim yerli bir haber sitemizde, NTV'nin Yeşil Haber bölümünde, aynı haberi gördüm. BBC Türkçe Servisi'nden alınan haber, “ABD'de çevre felaketi korkusu” başlığıyla siteye konmuş. Yeşil haber bölümü hemen hemen her gün göz attığım bir yer. Çevre haberleri uzmanlık alanı olan bu bölümün bile haberi bu başlık ve içerikle yayımlaması açıkçası beni bu defa sinirlendirmedi ama üzdü. CNN, BBC ve sonra da NTV.

O petrolün çıkarılması bile çevre felaketidir diyecek onlarca kişinin olduğu günümüzde, her gün denize akan 1000 varil petrolün bir çevre felaketi olarak adlandırılması için sizce başka ne gibi kriterlere ihtiyacımız var?

Petrole bulanmış bir martı fotoğrafı mı eksik? Kumsallardaki petrolü temizlemeye çalışan çevreciler olmazsa felakette olmuyor mu? Kumsaldan, insandan yani bizden ırak olunca deniz kirlenmiyor, içindeki canlılar bu kirlilikten etkilenmiyor mu?

İnsanın doğaya zarar verdiğini anlaması için illa petrolün kar(f)aya vurması mı gerekiyor?

Gözünüz doysun!

Özgür Gürbüz / 24 Nisan 2010

Memlekette kıyı, dere, ova, tarla, orman bırakmadılar. Ağaçların ederini kocaman hesap makinalarıyla hesapladılar, derelerle çarpıp, ovalara böldüler. Bizim yaptığımız hesaba göre elde avuçta bir şey kalmadı, ama onların yaptığı hesaba göre elleri avuçları parayla doldu taştı. Ağaç ne işe yarar, dere ne yapar, ovada ne yetişir malum zatlar için hiç mi hiç önemli değildi. Onlar bu dünyaya 40-50 yıllığına gelmişlerdi ve ağacın da, derenin de, ovanın da kaç para ettiği önemliydi; gerisi lafügüzaf.

Yalan söylediler, yalanlarına ortak buldular ve yalanlarını yaymak için çalmadık kapı bırakmadılar. Politikacıları, gazetecileri ya işlerine ortak ettiler ya da yalanlarına. Madenler yer altında yatıyor yalanıyla, toprağı alt üst ettiler. Ülke zenginliğinden oluyor diye bir türkü tutturdular. Ne toprağın topraklığı, ne köylünün köylülüğü kaldı. Maden sahipleri zengin oldu, memleket ise yerinde saymaya devam ediyor. Pamuğu, buğdayı ekecek toprak kalmadı. Ne elde bir baş hayvan, ne de onları otlacak otlak kaldı.

Bu da doyurmadı onları, ne karınlarını, ne de gözlerini; ovalara indiler. Her boş ovaya bir termik santral, çimento fabrikası kondurdular.Kirletmesi bedava olan memleketin havasını kirletip, ucuza (!) mal etikleri çimentoyu havası kıymetli olduğu için çimento fabrikası kurulmayan memleketlere ihraç ettiler. Bunun adına ansiklopedilerde ticaret ettikleri halta da "kar" dendi. Çimento fabrikalarına elektrik gerekti, bu sefer de kömür ithal edip yakmak için ovalara, kıyılara termik santral kurdular.

Dağların yükseklerinde birkaç küçük dere kalmıştı. Enerjiye ihtiyacımız var diye bildik masallarını anlatmaya başladılar. Bu memleketin enerjiye ihtiyacı vardı da, hiç mi akarsuya, ormana, ovaya, tarlaya, kıyıya, bir gram temiz havaya ihtiyacı yoktu? Hesapsız kitapsız yalanlar söylediler. Memleketin tüm akarsularını parselleyip, aralarında bölüştüler. Hayatlarında görmedikleri nehirleri türlü pazarlıklarla sahiplendiler. Tüm hayatını o nehir ve nehrin kıyısında geçirenler ise öksüz kaldılar.

40 yıldır, nükleer olmazsa elektriksiz kalırız diye, bağırıp inlediler, 40 yıldır ne nükleer oldu, ne de elektriksiz kaldı memleket ama yüzsüzler aynı yalan dolanla yine meydanlara doluştular. Milyar dolarların konuştuğu ihalede memleket sevdasının lafı mı olurmuş, parsellediler yine Kara ve Akdeniz'i. İki oraya, üç buraya kondurma peşindeler yeni Çernobilleri. Ortada hesap kitap yok ama masal çok. 7-8 sente elektrik üreten rüzgar enerjisine pahalı diyenler, ihalede gelen 21 sentlik teklif üzerinden “ucuz” nükleer pazarlığına giriştiler.

Herkes bu olan bitene seyirci değil tabi. Bergama'dan, Karadeniz'den, Akkuyu'dan, Sinop'tan, Tunceli'den, Yuvarlakçay'dan, Efemçukuru'ndan, Hasankeyf'ten ve boynuna para hırsının hançeri saplanmış memleketin onlarca toprağından binlerce insan, 25 Nisan Pazar günü İstanbul Kadıköy meydanına doluşuyor.

Sen de orada ol, derene, ovana, ormanına sahip çık.
Memlekete, bu dünyaya sahip çık!


Buluşma yeri ve saati:
25 Nisan Pazar, saat:12.00
Kadiköy- Tepe Nautilus

Çağrıcılar:
EGEÇEP - Allianoi Girişimi
Hasankeyf'i Yaşatma Girişimi
Karadeniz İsyandadır Platformu
Cide - Loç Vadisi Koruma Platformu
Munzur Koruma Kurulu (DEDEF)

Rio Tinto'nun yöneticisine 10 yıl hapis

Dünyanın en büyük madencilik firmalarından merkezi İngiltere'de olan Rio Tinto'nun dört çalışanı, ticari sırları çalmak ve rüşvet suçlarından yargılandıkları Çin'deki Shangai Temyiz Mahkemesi'nde yargılandılar. Aralarında firmanın üst düzey yöneticilerinden Avustralya vatandaşı Stern Hu'nun da bulunduğu şirket mensupları, 7 ile 14 yıl arasında ceza aldılar.

Stern Hu, rüşvet verdiği için 7, devlete ait çelik şirketinden ticari sırları çaldığı için de 5 yıl yıl olmak üzere 12 yıl ceza aldı. Hu'nun cezası indirimlerden sonra 10 yıla düşürüldü. Suçlu olduğunu kabul
eden Stern Hu, savcıların iddia ettiği 1 milyon doları bulan rüşvet miktarına ise itiraz etti.

Görüldüğü gibi bazı maden şirketleri ticari amaçlarına ulaşmak için her yolu deneyebiliyor. Türkiye'de durum nasıl sizce?

Arap Zirvesi'nin bu yıl kaçıncısı yapıldı?

Özgür Gürbüz / 29 Mart 2010

Sizlere 10 puanlık uzman sorusu sorduğumun farkındayım. Libya'da gerçekleştirilen Arap Zirvesi'nin, bu yıl 32. toplantısını yaptığını düşünüyorsanız siz de yanılıyorsunuz. Gazetelerde "32" rakamını okuduğunuza hiç şüphem yok. Zaten, hatanız sizin hala o gazeteleri okuyor olmanızda ya, neyse... Görebildiğim kadarıyla İHA, TRT, Mynet gibi birçok kanal okuyucularına yanlış bilgi vermiş. Kontrol etmek isterseniz, bağlantılar aşağıda.

http://haber.mynet.com/detay/dunya/32-arap-ligi-zirvesi-basliyor/502586

http://www.haberfx.net/32-arap-ligi-zirvesi-libyanin-sirte-sehrinde-basliyor-haberi-173406/

http://www.trt.net.tr/haber/HaberDetay.aspx?HaberKodu=32ae91f3-19f4-45fd-aede-9a8cb6e5e3e6

Uzman sorumuzun doğru yanıtı ise "22". Haberlerin birçoğunun mahreçinin Libya olması ise bir başka soruna işaret ediyor. Toplantıyı yerinde izleyen gazeteciler yazıyor bu haberleri, dünyadan bir haber İstanbul ve Ankara'daki editörler kontrol ediyor ve onların işlerinden sorumlu yayın yönetmenleri de onay veriyor. Bu sadece medyamızın içinde bulunduğu durumu göstermek için basit bir örnek. Haberlerin dilinden, yapısına kadar onlarca sorun daha var. Ne yazmış diye değil de, nasıl yazmış diye okursanız, eminim siz de fark edeceksiniz.

Nükleer saldırı

Özgür Gürbüz / 12 Mart 2010

Türkiye'ye yönelik nükleer saldırı planı ortaya çıktı. Güneyden Ruslar, kuzeyden Koreliler taarruza geçtiler. Arkalarında destek aldıkları, çok bilinmeyenli nükleer anlaşmalarla geliyorlar. Memleket, 1986 yılında meydana gelen tarihin en büyük endüstriyel kazası Çernobil'den sonra bir kez daha radyasyon kuşatması altında.

Nükleer kuşatmayla beraber başlatılan, nükleer santrallere karşı duranlara yönelik karalama kampanyaları da, AKP hükümetinin artık klasikleşmiş "cadı avı" manevralarından bir olarak karşımıza çıktı. İç politikada işlerin iyi gitmediği şu günlerde, nükleer kozunu oynayarak oy toplamak isteyen hükümet, olayın iç yüzünü pek anlamayan halkın popülaritesini kazanmak ve yeni ticari rantlar peşinde koşuyor. Yandaş medya, bir yerden işaret almış gibi, başta Greenpeace (Yeşilbarış) olmak üzere nükleer karşıtlarına yönelik iftira kampanyaları düzenliyor. Yandaş medya dışında kalan basın-yayım organları da sindirilmiş durumda. Medyanın büyük bir bölümü, nükleer enerjinin ne gerçek maliyetini yansıtan rakamlara, ne de sık sık rastlanan kaza ve sızıntılara yıllardır yer vermiyor. Geçen Şubat ayında Kanada Nükleer Güvenlik Dairesi (CNSC) tarafından açıklanan, 217 nükleer santral çalışanının nükleer radyasyona maruz kaldığı haberinii kaçımız duydu acaba? Kasım 2009 ayında, Bruce Nükleer Santrali'nin yenileme çalışmaları sırasında 217 işçinin alfa ışınlarına maruz kaldığını Şubat 2010'da açıklayan CNCS, olayla ilgili inceleme başlatırken, nükleer santrali işleten firma ise klasik bir açklama yaparak radyasyona maruz kalan işçilerin sınır değerlerin üzerinde doz almadıklarını söylemekle yetindi. CNCS Kanada'nın tarihindeki en büyük kitlesel radyasyona maruz kalma olayını araştırmaya devam ediyor. Ne kadarı örtbas edilecek göreceğiz. Tek bir gerçek var, o da santrallerin hala kaza ve sızıntı riski taşıdığı ve bu her ay birer ikişer ortaya çıkan kaza haberlerinin öncü depremler gibi büyük bir felakete işaret ettiği.

Turizm nükleer tehdit altında
Kanada'da olan biteni, Türkiye'de yaşayan bizlerin dünyadaki nükleer gelişmelerden nasıl habersiz bırakıldığını anlatmak için yazmadık. İşin başka bir boyutu daha var. Bugün Akkuyu ve Sinop'ta yapılması planlanan nükleer reaktörler hakkında yazılıp çizilenlere bir bakın. Kimse, güvenlik tedbirlerinden, denetlemenin hangi "bağımsız" kuruluş tarafından yapılacağından, atıkların ne olacağından, fay hattındaki Türkiye'de kurulacak reaktörlerin olası bir depremde, nasıl yönetileceğinden, terör tehlikesine karşı nasıl korunacağından, Akdeniz ve Karadeniz'de turizmin ne kadar zarar göreceğinden bahsetmiyor.

Bilgilendirme adeta tek parti dönemi gibi, bakanlığın verdiği mesjlardan ibaret. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın yaptığı açıklamalar, reaktörler şu kadar güçte olacak, şu kadar elektrik üretecekle ve bununla birlikte teknik değeri sıfır olan onlarca yanlış ve yanıltıcı bilgilerle dolu. Taner Yıldız, nükleer reaktörler kurulunca doğalgaza bağımlılığın azalacağını söylüyor. Eğer Sayın Bakan, kurulan reaktörlerden üretilen elektrikle evlerin ısıtılmasını planlıyorsa vay halimize! Isı enerjisinden elektrik üretip onu yeniden ısı enerjisine çevirmenin ne kadar verimsiz olduğunu, 58 nükleer reaktörü olan ve nükleer endüstriye her yıl milyarlarca dolarlık destek veren Fransızlar bile biliyor. 2007-2008 yıları arasında Fransa'da harcanan doğalgaz miktarı 45 milyar metreküp, Türkiye'de ise 35.ii Üstelik Fransa doğalgazın neredeyse yarısını ticarethane ve konutlarda yani ısınma amaçlı kullanıyor. Bizde bu oran yüzde 22 civarında.iii Bu açıklama, 2010 yılına gelmemize rağmen enerji verimliliğinden hiçbir şey anlamadığımızın bir göstergesi olarak da kabul edilebilir. Eğer Yıldız, nükleer reaktörler kurulduğunda mevcut elektrik talebimizin yarısına yakınını karşılayan doğalgaz santrallerini kapatmayı planlıyorsa, ki birçoğunun al ya da öde anlaşması var, kendisinden kapatılacak santrallerin adlarını ve hangi yıllarda bunu gerçekleştireceğini tek tek açıklamasını rica ediyorum. Hem özel sektör başına gelecekleri bilsin hem de bizler doğalgazdan kurtulma planının laftan ibaret olmadığını görelim. Uzun dönemli gaz alım anlaşmalarına imza atan BOTAŞ da, Nabuko'dan ülkeye gaz sağlamaya uğraşanlar da rahat bir nefes alır. Kaldı ki, tüm nükleer rönesans masallarına rağmen, Batı'da nükleer rekatörlerinin hala kömür, rüzgar ve doğalgaza yenik düşmesinin ardında " yüksek maliyet" diye adlandırılan bir gerçek var. Bu durumda hükümetinin çaktırmadan, "Size nükleer santral kuruyorum ama elektriğe de ciddi bir zam yapıyorum" dediğini alamamız mı lazım? Çünkü nükleer serbest piyasa koşullarında hala doğalgaz ve kömürden çok daha pahalıya elektrik enerjisi üreten bir kaynak. Bunu ben söylemiyorum, Citi Grup söylüyor.

Citi Bank da nükleer ekonomik değil diyor
"Yeni Nükleer – Ekonomi Hayır Diyor" başlıklı ve 9 Kasım 2009 tarihli araştırmalarında Citi Grup uzmanları, İngiltere'nin uzun yıllar sonra yeni santraller kurulmasına ilişkin aldığı kararın önündeki 5 ana risk alanına dikkat çekiyor. Planlama, inşaat, elektrik satış fiyatı, santralin işletimi ve nükleer atık sorunuyla miyadı dolan santralin söküm işlemleri, yatırımcının çözmesi gereken beş riskli nokta. Türiye'de bizzat Enerji Bakanı tarafından yapılan açıklamalarda veya sözkonusu yatırım için Kore ve Rusya ile işbirliği içerisindeki yerli şirketlerin demeçlerinde, bu sorunları nasıl çözeceklerine dair en ufak bir ipucu yok. Citi raporuna göre, nükleer reaktörün yapım maliyeti kurulu kilovat güç başına 2500 ile 3500 avro arasında değişiyor. Bu durumda, Sinop'a kurulması düşünülen 5600 MW'lık santralin bedeli ortalama 17 milyar avro oluyor. Raporda, bir nükleer reaktörün zarar etmemesi için üretilen elektriğin kilovatsaatinin piyasada en az 6,5 avro sentten satılması gerektiğine vurgu yapılmış. Türkiye'de bu rakama ve altnda üretim yapabilecek onlarca rüzgar ve jeotermal santrali kurulabilirken nükleerde ısrar neden? Yakıt teknolojisini elinde tutan 5 ülkeye bağımlı olmak için mi?

Finlandiya'da olduğu gibi, santralin inşasında olası bir gecikme bu fiyatı daha yukarılara çıkarabilir. 1600 MW'lık son teknoloji Olkiluoto reaktörü, dünyanın nükleer enerji konusunda bir numarası kabul edilen Fransız Areva tarafından 3 milyar avroya yapılacak ve 2009'un Mayıs ayında elektrik üretmeye başlayacaktı. 2004'te inşasına başlanan reaktör hala bitirlemedi. Şu anda reaktörün tahmin edilen maliyeti 5,6 milyar avro. Yapılan denetimler, inşa sırasında onlarca hata buldu ve bu hataların firma tarafından düzeltilmesi istendi. Yaklaşık 3 milyar avroyu bulan maliyeti üstlenmeyecek olan Finlandiyalı firma TVO ile AREVA tahkimlik oldular. Bütün Avrupa'nın konuştuğu bu olaylar yine Türkiye'de gazete sayfalarına ve televizyon haberlerine yansımadı. Citi'nin raporunda olası gecikmelerde maliyetin kim tarafından yüklenileceği soruluyor. Biz de soralım, inşaatı kim deneteyecek, olası maliyet artışları elektrik zamlarıyla bizim cebimizden mi yoksa firmadan mı çıkacak? Denetimi, Çernobil faciasında çayları gömerek ve yakarak önlem aldığını düşünen, ülkeye giriş ve çıkışı sorumluluğu altında olan radyoaktif izotopları İkitelli'deki hurdalıklardan toplayan TAEK mi yapacak? Hayatlarında batı standartlarında denetim görmemiş, ülkelerinde inşa ettikleri reaktörleri yine devlet kuruluşlarınca denetlenmiş(!) Kore ve Rus firmalarının, işi doğru yapıp yapmadığını santralde sızıntı olunca mı öğreneceğiz? Başından beri Korelilerin nükleer işi almalarını isteyen ve bu konuda birçok gezi ve toplantı düzenleyen TASAM adlı kuruluşun, "Güney Kore Nükleer Teknoloji İnceleme Gezisi" adlı yayınından bir alıntı yapalım. Kore'nin nükleer teknolojisini incelemek için düzenlediği teknik bir geziye katılan iki uzman arasındaki konuşmayı yorum yapmadan aktarıyorum:

"...Önder Bey uzun yıllar Uluslararası Atom Enerjisi Kuruluşu, IAEA'de çalışmıştı. Dünya'nın çeşitli yerlerinde güvenlik denetimlerine gitmiş. Hazır aklıma gelmişken sorayım dedim: 'Ya, Önder Bey; bu Koreliler reaktörlerini artık A'dan Z'ye kendileri yapıyor, %100'e varan verimle işletiyorlar. Güç arttırımlarına, ömür uzatmalarına filan gidilmiş. Koreliler sanki bu işi Japonya'dan bile daha iyi götürüyorlar. Çünkü orada ikide birde kazalar, sızıntılar filan oluyor. Hatta ölümler de oldu: Bu nasıl iş?”iv

Bir an durup düşündükten sonra, "Japonlar daha açık bir toplum" dedi. "Bu konuda daha hassaslar, Hiroşima ve Nagazaki nedeniyle. Koreliler bazı şeyleri daha iyi gizliyor..." Hmmm, vay canına. Öyle ya; kadının ayağına basıp da kaçtıktan sonra, gittiği yerde hatasını anlatacak değildi tabi.

Hükümet,bazı bilim insanları tarafından verilen, "1-2 cente elektrik üretiriz" beyanlarına kanıp girdiği bu yolda, "ucuz nükleer" diye bir şey olmadığını görünce başka çözüm yolları aramaya başladı. En sonunda kendini soru şaretleriyle dolu Rus ve Kore teknolojisinin kucağına attı. Sadece çevresel ve ekonomik riskler tehdit altında değil. Kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalar, Türkiye'de oluşturulmaya çalışılan elektrik sektöründeki serbest piyasayı da derinden sarsıyor. Bir taraftan lisans başvurusunu iki yıl önce yapmış, teminat yatırmış rüzgarcıları bekleteceksin, güneş enerjisi yatırımcılarını bir köşeye iteceksin. Öte yandan, nükleer yatırımcılara 250 bin yıl radyoaktif kalacak atığı nereye koyacaksın diye sormayacak, araziyi bedava verecek, söküm işleri için sadece cüzi bir miktar almakla yetineceksin. Bakanlık, serbest piyasada nükleerin rakipleri karşısında çaresiz kalacağını bildiği için, santral yatırımında devletçi politika izliyor. Öte yandan termik santrallerin özeliştirmesine hazırlanıyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? AKP hükümeti, girdiği bu çıkmazdan, temiz enerjilerin önünü açacak yeni bir enerji plitikasıyla çıkarsa kimse hükümeti eleştirmez, tersine oy bile kazanabilir. Bu yolda gitmeye devam ederse, ekonomik ya da ekolojik bir kaza kaçınılmaz görünüyor. Aynı otobüsün yolcusu olmasak hiç umrumda olmazdı ama biz de bu otobüste yolcuyuz.

i The Glob and Mail, http://www.theglobeandmail.com/news/national/nuclear-incident-exposes-217-workers-at-bruce-power/article1469970/, 12 Mart 2010.

ii Eurogas, Natural Gas Consumption report, 12 Mart 2009.

iii Eurogas, Statsitical data of 2008.

iv Vural Altın, "Stratejik Rapor No:18", Güney Kore Nükleer Teknoloji İnceleme Gezisi, İstanbul, TASAM, 2007, s. 25.

Haberturk'ten Çin'e doğru

Sevgili Dostlar,

Uzun bir izin döneminden sonra tekrar merhaba. Haberturk Gazetesi'nde bir yıldır suren gazetecilik macerama bundan boyle Çin Uluslararası Radyosu'nda devam edeceğim. 8 Şubat itibariyle Pekin'in havasını soluyup, başta enerji ve çevre konuları olmak üzere, bu yeni dünyadaki izlenimleri sizlerle paylaşmayı deneyeceğim. 

Bu vesileyle, bugüne kadar bu bağımsız iletişim kanalına verdiğiniz destek için teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

Saygı ve sevgilerimle,

Özgür Gürbüz