Nükleer saldırı

Özgür Gürbüz / 12 Mart 2010

Türkiye'ye yönelik nükleer saldırı planı ortaya çıktı. Güneyden Ruslar, kuzeyden Koreliler taarruza geçtiler. Arkalarında destek aldıkları, çok bilinmeyenli nükleer anlaşmalarla geliyorlar. Memleket, 1986 yılında meydana gelen tarihin en büyük endüstriyel kazası Çernobil'den sonra bir kez daha radyasyon kuşatması altında.

Nükleer kuşatmayla beraber başlatılan, nükleer santrallere karşı duranlara yönelik karalama kampanyaları da, AKP hükümetinin artık klasikleşmiş "cadı avı" manevralarından bir olarak karşımıza çıktı. İç politikada işlerin iyi gitmediği şu günlerde, nükleer kozunu oynayarak oy toplamak isteyen hükümet, olayın iç yüzünü pek anlamayan halkın popülaritesini kazanmak ve yeni ticari rantlar peşinde koşuyor. Yandaş medya, bir yerden işaret almış gibi, başta Greenpeace (Yeşilbarış) olmak üzere nükleer karşıtlarına yönelik iftira kampanyaları düzenliyor. Yandaş medya dışında kalan basın-yayım organları da sindirilmiş durumda. Medyanın büyük bir bölümü, nükleer enerjinin ne gerçek maliyetini yansıtan rakamlara, ne de sık sık rastlanan kaza ve sızıntılara yıllardır yer vermiyor. Geçen Şubat ayında Kanada Nükleer Güvenlik Dairesi (CNSC) tarafından açıklanan, 217 nükleer santral çalışanının nükleer radyasyona maruz kaldığı haberinii kaçımız duydu acaba? Kasım 2009 ayında, Bruce Nükleer Santrali'nin yenileme çalışmaları sırasında 217 işçinin alfa ışınlarına maruz kaldığını Şubat 2010'da açıklayan CNCS, olayla ilgili inceleme başlatırken, nükleer santrali işleten firma ise klasik bir açklama yaparak radyasyona maruz kalan işçilerin sınır değerlerin üzerinde doz almadıklarını söylemekle yetindi. CNCS Kanada'nın tarihindeki en büyük kitlesel radyasyona maruz kalma olayını araştırmaya devam ediyor. Ne kadarı örtbas edilecek göreceğiz. Tek bir gerçek var, o da santrallerin hala kaza ve sızıntı riski taşıdığı ve bu her ay birer ikişer ortaya çıkan kaza haberlerinin öncü depremler gibi büyük bir felakete işaret ettiği.

Turizm nükleer tehdit altında
Kanada'da olan biteni, Türkiye'de yaşayan bizlerin dünyadaki nükleer gelişmelerden nasıl habersiz bırakıldığını anlatmak için yazmadık. İşin başka bir boyutu daha var. Bugün Akkuyu ve Sinop'ta yapılması planlanan nükleer reaktörler hakkında yazılıp çizilenlere bir bakın. Kimse, güvenlik tedbirlerinden, denetlemenin hangi "bağımsız" kuruluş tarafından yapılacağından, atıkların ne olacağından, fay hattındaki Türkiye'de kurulacak reaktörlerin olası bir depremde, nasıl yönetileceğinden, terör tehlikesine karşı nasıl korunacağından, Akdeniz ve Karadeniz'de turizmin ne kadar zarar göreceğinden bahsetmiyor.

Bilgilendirme adeta tek parti dönemi gibi, bakanlığın verdiği mesjlardan ibaret. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın yaptığı açıklamalar, reaktörler şu kadar güçte olacak, şu kadar elektrik üretecekle ve bununla birlikte teknik değeri sıfır olan onlarca yanlış ve yanıltıcı bilgilerle dolu. Taner Yıldız, nükleer reaktörler kurulunca doğalgaza bağımlılığın azalacağını söylüyor. Eğer Sayın Bakan, kurulan reaktörlerden üretilen elektrikle evlerin ısıtılmasını planlıyorsa vay halimize! Isı enerjisinden elektrik üretip onu yeniden ısı enerjisine çevirmenin ne kadar verimsiz olduğunu, 58 nükleer reaktörü olan ve nükleer endüstriye her yıl milyarlarca dolarlık destek veren Fransızlar bile biliyor. 2007-2008 yıları arasında Fransa'da harcanan doğalgaz miktarı 45 milyar metreküp, Türkiye'de ise 35.ii Üstelik Fransa doğalgazın neredeyse yarısını ticarethane ve konutlarda yani ısınma amaçlı kullanıyor. Bizde bu oran yüzde 22 civarında.iii Bu açıklama, 2010 yılına gelmemize rağmen enerji verimliliğinden hiçbir şey anlamadığımızın bir göstergesi olarak da kabul edilebilir. Eğer Yıldız, nükleer reaktörler kurulduğunda mevcut elektrik talebimizin yarısına yakınını karşılayan doğalgaz santrallerini kapatmayı planlıyorsa, ki birçoğunun al ya da öde anlaşması var, kendisinden kapatılacak santrallerin adlarını ve hangi yıllarda bunu gerçekleştireceğini tek tek açıklamasını rica ediyorum. Hem özel sektör başına gelecekleri bilsin hem de bizler doğalgazdan kurtulma planının laftan ibaret olmadığını görelim. Uzun dönemli gaz alım anlaşmalarına imza atan BOTAŞ da, Nabuko'dan ülkeye gaz sağlamaya uğraşanlar da rahat bir nefes alır. Kaldı ki, tüm nükleer rönesans masallarına rağmen, Batı'da nükleer rekatörlerinin hala kömür, rüzgar ve doğalgaza yenik düşmesinin ardında " yüksek maliyet" diye adlandırılan bir gerçek var. Bu durumda hükümetinin çaktırmadan, "Size nükleer santral kuruyorum ama elektriğe de ciddi bir zam yapıyorum" dediğini alamamız mı lazım? Çünkü nükleer serbest piyasa koşullarında hala doğalgaz ve kömürden çok daha pahalıya elektrik enerjisi üreten bir kaynak. Bunu ben söylemiyorum, Citi Grup söylüyor.

Citi Bank da nükleer ekonomik değil diyor
"Yeni Nükleer – Ekonomi Hayır Diyor" başlıklı ve 9 Kasım 2009 tarihli araştırmalarında Citi Grup uzmanları, İngiltere'nin uzun yıllar sonra yeni santraller kurulmasına ilişkin aldığı kararın önündeki 5 ana risk alanına dikkat çekiyor. Planlama, inşaat, elektrik satış fiyatı, santralin işletimi ve nükleer atık sorunuyla miyadı dolan santralin söküm işlemleri, yatırımcının çözmesi gereken beş riskli nokta. Türiye'de bizzat Enerji Bakanı tarafından yapılan açıklamalarda veya sözkonusu yatırım için Kore ve Rusya ile işbirliği içerisindeki yerli şirketlerin demeçlerinde, bu sorunları nasıl çözeceklerine dair en ufak bir ipucu yok. Citi raporuna göre, nükleer reaktörün yapım maliyeti kurulu kilovat güç başına 2500 ile 3500 avro arasında değişiyor. Bu durumda, Sinop'a kurulması düşünülen 5600 MW'lık santralin bedeli ortalama 17 milyar avro oluyor. Raporda, bir nükleer reaktörün zarar etmemesi için üretilen elektriğin kilovatsaatinin piyasada en az 6,5 avro sentten satılması gerektiğine vurgu yapılmış. Türkiye'de bu rakama ve altnda üretim yapabilecek onlarca rüzgar ve jeotermal santrali kurulabilirken nükleerde ısrar neden? Yakıt teknolojisini elinde tutan 5 ülkeye bağımlı olmak için mi?

Finlandiya'da olduğu gibi, santralin inşasında olası bir gecikme bu fiyatı daha yukarılara çıkarabilir. 1600 MW'lık son teknoloji Olkiluoto reaktörü, dünyanın nükleer enerji konusunda bir numarası kabul edilen Fransız Areva tarafından 3 milyar avroya yapılacak ve 2009'un Mayıs ayında elektrik üretmeye başlayacaktı. 2004'te inşasına başlanan reaktör hala bitirlemedi. Şu anda reaktörün tahmin edilen maliyeti 5,6 milyar avro. Yapılan denetimler, inşa sırasında onlarca hata buldu ve bu hataların firma tarafından düzeltilmesi istendi. Yaklaşık 3 milyar avroyu bulan maliyeti üstlenmeyecek olan Finlandiyalı firma TVO ile AREVA tahkimlik oldular. Bütün Avrupa'nın konuştuğu bu olaylar yine Türkiye'de gazete sayfalarına ve televizyon haberlerine yansımadı. Citi'nin raporunda olası gecikmelerde maliyetin kim tarafından yüklenileceği soruluyor. Biz de soralım, inşaatı kim deneteyecek, olası maliyet artışları elektrik zamlarıyla bizim cebimizden mi yoksa firmadan mı çıkacak? Denetimi, Çernobil faciasında çayları gömerek ve yakarak önlem aldığını düşünen, ülkeye giriş ve çıkışı sorumluluğu altında olan radyoaktif izotopları İkitelli'deki hurdalıklardan toplayan TAEK mi yapacak? Hayatlarında batı standartlarında denetim görmemiş, ülkelerinde inşa ettikleri reaktörleri yine devlet kuruluşlarınca denetlenmiş(!) Kore ve Rus firmalarının, işi doğru yapıp yapmadığını santralde sızıntı olunca mı öğreneceğiz? Başından beri Korelilerin nükleer işi almalarını isteyen ve bu konuda birçok gezi ve toplantı düzenleyen TASAM adlı kuruluşun, "Güney Kore Nükleer Teknoloji İnceleme Gezisi" adlı yayınından bir alıntı yapalım. Kore'nin nükleer teknolojisini incelemek için düzenlediği teknik bir geziye katılan iki uzman arasındaki konuşmayı yorum yapmadan aktarıyorum:

"...Önder Bey uzun yıllar Uluslararası Atom Enerjisi Kuruluşu, IAEA'de çalışmıştı. Dünya'nın çeşitli yerlerinde güvenlik denetimlerine gitmiş. Hazır aklıma gelmişken sorayım dedim: 'Ya, Önder Bey; bu Koreliler reaktörlerini artık A'dan Z'ye kendileri yapıyor, %100'e varan verimle işletiyorlar. Güç arttırımlarına, ömür uzatmalarına filan gidilmiş. Koreliler sanki bu işi Japonya'dan bile daha iyi götürüyorlar. Çünkü orada ikide birde kazalar, sızıntılar filan oluyor. Hatta ölümler de oldu: Bu nasıl iş?”iv

Bir an durup düşündükten sonra, "Japonlar daha açık bir toplum" dedi. "Bu konuda daha hassaslar, Hiroşima ve Nagazaki nedeniyle. Koreliler bazı şeyleri daha iyi gizliyor..." Hmmm, vay canına. Öyle ya; kadının ayağına basıp da kaçtıktan sonra, gittiği yerde hatasını anlatacak değildi tabi.

Hükümet,bazı bilim insanları tarafından verilen, "1-2 cente elektrik üretiriz" beyanlarına kanıp girdiği bu yolda, "ucuz nükleer" diye bir şey olmadığını görünce başka çözüm yolları aramaya başladı. En sonunda kendini soru şaretleriyle dolu Rus ve Kore teknolojisinin kucağına attı. Sadece çevresel ve ekonomik riskler tehdit altında değil. Kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalar, Türkiye'de oluşturulmaya çalışılan elektrik sektöründeki serbest piyasayı da derinden sarsıyor. Bir taraftan lisans başvurusunu iki yıl önce yapmış, teminat yatırmış rüzgarcıları bekleteceksin, güneş enerjisi yatırımcılarını bir köşeye iteceksin. Öte yandan, nükleer yatırımcılara 250 bin yıl radyoaktif kalacak atığı nereye koyacaksın diye sormayacak, araziyi bedava verecek, söküm işleri için sadece cüzi bir miktar almakla yetineceksin. Bakanlık, serbest piyasada nükleerin rakipleri karşısında çaresiz kalacağını bildiği için, santral yatırımında devletçi politika izliyor. Öte yandan termik santrallerin özeliştirmesine hazırlanıyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? AKP hükümeti, girdiği bu çıkmazdan, temiz enerjilerin önünü açacak yeni bir enerji plitikasıyla çıkarsa kimse hükümeti eleştirmez, tersine oy bile kazanabilir. Bu yolda gitmeye devam ederse, ekonomik ya da ekolojik bir kaza kaçınılmaz görünüyor. Aynı otobüsün yolcusu olmasak hiç umrumda olmazdı ama biz de bu otobüste yolcuyuz.

i The Glob and Mail, http://www.theglobeandmail.com/news/national/nuclear-incident-exposes-217-workers-at-bruce-power/article1469970/, 12 Mart 2010.

ii Eurogas, Natural Gas Consumption report, 12 Mart 2009.

iii Eurogas, Statsitical data of 2008.

iv Vural Altın, "Stratejik Rapor No:18", Güney Kore Nükleer Teknoloji İnceleme Gezisi, İstanbul, TASAM, 2007, s. 25.

Haberturk'ten Çin'e doğru

Sevgili Dostlar,

Uzun bir izin döneminden sonra tekrar merhaba. Haberturk Gazetesi'nde bir yıldır suren gazetecilik macerama bundan boyle Çin Uluslararası Radyosu'nda devam edeceğim. 8 Şubat itibariyle Pekin'in havasını soluyup, başta enerji ve çevre konuları olmak üzere, bu yeni dünyadaki izlenimleri sizlerle paylaşmayı deneyeceğim. 

Bu vesileyle, bugüne kadar bu bağımsız iletişim kanalına verdiğiniz destek için teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

Saygı ve sevgilerimle,

Özgür Gürbüz

Su boşa akmaz!

Geçtiğimiz hafta sonu kurulan "Türkiye Su Meclisi"nin açıklamasını ilginize sunuyorum.

Türkiye’de uygulanan su politikalarının mağdur ettiği insanlar 16-17 Ocak 2010’da Rize İkizdere’de düzenledikleri ilk genel kurul toplantısında Türkiye Su Meclisi’ni kurdu. Türkiye’nin 81 ilinden gelen katılımcılarla gerçekleştirilen Türkiye Su Meclisi’nin Genel Kurulu’nda Yürütme Kurulu Üyeliği’ne Artvin’den Bedrettin Kalın, Muğla’dan Berna Babaoğlu Ulutaş, Çanakkale’den Güneşin Oya Aydemir, İstanbul’dan Güven Eken, Antalya’dan Hediye Gündüz, Rize’den Kadem Ekşi, İstanbul’dan Ümit Gürses, Konya’dan Pervin Çoban ve Zonguldak’tan Yakup Okumuşoğlu seçildi.

Suyla ilgili yanlış uygulamaları engelleyerek suyun akılcı kullanımını sağlamak amacı ile çalışacak Türkiye Su Meclisi, bilimsellik ve gerçeklikten uzak “su boşa akar” düşüncesine karşın doğada tek damla suyun bir boşa akmadığı gerçeğinin savunucusu olacak.

Türkiye’nin dört bir yanında yürütülen mücadeleleri ulusal ve uluslar arası ölçeğe taşıyacak olan Türkiye Su Meclisi, yeni bir su çerçeve yasasının hazırlanması, Elektrik Piyasası Kanunu’nda tadilat yapılması, DSİ Teşkilat ve Vazifeleri Kanunu’nun değiştirilmesi ve suyun ekolojik etki ve katkısını esas alan entegre havza planlaması yapılmadan uygulamaya sokulmuş tüm projelerin durdurulması için çalışacak.

Türkiye Su Meclisi Yürütme Kurulu adına açıklama yapan Güven Eken, “Şu anda şirketler yaşamın kaynağı, can damarı olan dere ve nehirlerimize hiçbir planlama yapmadan ve kural tanımadan dilediği gibi inşaat yapıyor. Bunun adı kelimenin tam anlamıyla dere soykırımdır. Türkiye Su Meclisi bu soykırımın ve suyun doğadaki döngüsünü parçalayan her türlü müdahalenin önüne geçmek için kuruldu” dedi.

Genel Kurul sonucunda bir manifesto açıklayan Türkiye Su Meclisi’nin manifestosunda şu görüşlere yer verildi:
  • Doğa kendi başına vardır ve insan doğanın sadece bir parçasıdır.
  • Doğa bir nesne değildir. Kendi kadim kuralları doğrultusunda, değerli bir işleyişe sahiptir.
  • Doğa ticari bir mal haline getirilemez.
  • Su yalnızca doğaya aittir ve onun ayrılmaz bir parçasıdır.
  • Su bulunduğu havzaya aittir. Doğal bir varlıktır, kaynak değildir.
  • Su kendini ancak akarak var edebilir ve doğada tek bir damla su bile boşa akmaz. -Suyun özelleştirilmesi ve suya efendi atanması kabul edilemez.
  • Sürdürülebilir kalkınma, koruma, kullanma dengesi gibi ilkeler doğanın sömürülmesi için gerekçe gösterilemez.
  • Yaşamın yegane kaynağı olan doğanın “Çevre” diye tanımlanarak hayatın dışına çıkarılması kabul edilemez.
SU BOŞA AKMAZ!

Türkiye Su Meclisi kuruluyor

Türkiye'nin dört bir yanından yapılmakta olan baraj projelerine, suyun özelleştirilmesine ve yanlış yönetilmesine tepkiler yağıyor. Hasankaeyf ve Munzur'da büyük ve seri baraj projeleri, Karadeniz'in hemen her yerinde inşaatı süren irili ufaklı HES'ler (Hidro elektrik santral) ekolojik dengeyi, doğa turizmini ve kültürel çevreyi tehdit ediyor.

Özgür Gürbüz / 15 Ocak 2009

HES sorunun yerel değil ülkenin enerji politikalarıyla birebir bağlantılı olduğunu gören sivil toplum kuruluşları ve duyarlı bireyler, kökten bir çözüm ve güçlerini birleşitrmek için 16-17 Ocak tarihleri arasında Rize İkizdere'de bir "Su Meclisi"inin kurulmasını için biraraya geliyor. İlk genel kurul toplantısı, Türkiye'nin su politikalarından dertli olan herkese açık. Toplantı çağrısı yapan Geçici Yürütme Kurulu*, Türkiye Su Meclisi’nin çalışmalarını yürütürken gözeteceği ilkeleri ise şöyle belirledi:

  • Suyun döngüsünün bozulmasına neden olan tüm yanlış faaliyetler, insanlık için bir tehdittir.
  • Su, doğanın kendisine aittir, ticari amaçla alınıp satılamaz, mülkiyete konu edilemez, bulunduğu alandan başka bir yere taşınamaz, fiziksel karakteri, doğal yatağı değiştirilemez.
  • Suyun yönetiminde çevresel, ekonomik, kültürel ve sosyal sürdürülebilirlik dikkate alınmalıdır.
  • Suyun yönetimi, yaşamları doğrudan su döngüsüne bağlı olan insanların da temsil edildiği, kanunla yetkilendirilmiş ulusal bir komisyon ile sağlanır.
Türkiye Su Meclisi’nin 16-17 Ocak 2010 tarihleri arasında Rize İkizdere’de gerçekleşecek ilk Genel Kurul Toplantısı, su için mücadele eden herkesin katkısına açık. Katılım için başvurular www.turkiyesumeclisi.net adresinden yapılabiliyor.

*Geçici Yürütme Kurulu, yalnızca meclisin kuruluş çağrısını yapmak üzere bir araya gelmiştir ve aşağıdaki kişi ve kurumlardan oluşmaktadır: Av. Yakup Okumuşoğlu, Doğa Derneği, Doğal ve Kültürel Çevre İçin Yaşam Girişimi, İkizdere Derneği, Macahel Vakfı, TEMA Vakfı

Sermayeden yana "Taraf"ız...

Malumunuz, Taraf Gazetesi deyince hep akıllarda bir soru işareti oluşuyor. Kimin nesi ya da daha doğrusu kimin sesi diye. Aslında gazetenin haberlerine bakınca en azından net bir çizgi beliriveriyor. Sermayeye dokunmayan, dokunamayan bir gazete Taraf Gazetesi.

Tek duruş bu değil tabi, hükümete olan yakınlığı, çevre sorunlarına kayıtsızlığı gibi birçok başka unsur da Taraf'ın siyasi çizgisini belirginleştirmek için eklenecek ögeler arasında. Örneğin Kuzey Irak'tan hava görüntüsü ele geçirebilien, ordudan belge sızdırılan gazete, 20 metre ötesindeki dev Moda Oteli ile ilgili bir tek haber yapamadı şu ana kadar. Taşyapı'nın inşaatını yaptığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin izin verdiği otelden bahsediyoruz. Taraf'ın manşetine Tekel işçileri çıkamaz ama TÜSİAD çıkar.

Bu sermaye sevgisini ortaya çıkaran son bir örnek de Taraf Gazetesi eski editörü İbrahim Günel'den geldi. İşte, maaşı ödenmediği için itiraz eden bir gazetecinin, kendi ağzından Jaguarlı, Range Rover'lı hikayesi...

***

Daha önce 1997 yılında belimden disk kayması (bel fıtığı) ameliyatı olmuştum. Ameliyat sonunda müdahale edilen bölgede bazı dokularda yapışma olmuştu ve iki kez tekrarlamıştı. Ekim sonu kasım başı ağrılarım ayağıma ulaşınca yeniden ameliyat olduğum İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroşururji (Beyin ve Sinir Cerrahisi) Bölümü’ne başvurdum. Benden MR çektirmem istendi ve ayrıca 10 günlük iş görmezlik raporu aldım. MR için de 22 Kasım 2009 tarihine randevu aldım.

Daha sonra evde istirahat ederken iki yıldır çalıştığım Taraf Gazetesi"nin avukatı Yelda Bilal aradı ve bana sağlık raporumun eline ulaştığını, işten ayrılmak için mi rapor aldığımı sordu. Ben de kısaca sağlık durumumu kendisine aktardım. Ayrıca, rahatsızlığım dolayısıyla oturamadığımı da söyledim. Kendisine MR çektirdiğimi ve 1 Aralık’ta sonucunu alabileceğimi söyledim. 1 Aralık’ta MR sonucunu ve yeni on günlük sağlık raporumu alıp akşam saat 18.00’de gazeteye uğradım. Gazeteye raporumu teslim ettiğim sırada Av Yelda Bilal, beni tekrar cep telefonumdan aradı ve işyerinde olduğumu öğrenince görüşmek istediğini söyledi.

Taraf’ın bulunduğu ve gazetenin patronlarının sahibi olduğu Alkım Kitapevi’nin Kadıköy’deki binasının giriş katındaki Kahve Dünyası’nda buluştuk. Av Yelda Bilal, bana yöneticilerim Ahmet Altanile Yasemin Çongar’ın benimle çalışmak istemediğini aktardı ve “Keşke ikinci raporu almasaydınız” dedi. Ben de MR sonucunu yeni aldığımı, Cerrahpaşa Nöroşirurji’de bana bakan profesörün 7 Aralık 2009’tarihine kadar fakülte dışında olduğunu ve ancak müdahale konusunda o zaman karar verileceğini, raporu yasal zorunluluk gereği almam gerektiğini anımsattım.

Av Yelda Bilal’e o konuşmamızda ayrıca, Mart 2009, Temmuz 2009, Ağustos 2009 aylarından ödenmediğim maaşlarım olduğunu, ayrıca 5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştırılanlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Yasa gereği iki yıllık kıdem tazminatım olduğunu, ihbar tazminatı ödemeleri gerektiğini, ayrıca iki yıldır gazetede hiç yıllık izin kullanmadığımı ve 10 yıllık meslek kıdemimi aştığım için yıllık altışar haftadan 12 haftalık izin paralarımı ödemeleri gerektiğini, bir de eylül ayından bu yana aynı yasaya aykırı olarak yönetimin maaşlarımızda kesintiye gittiği için bu farkları da istediğimi, yine yönetimim benden yasalara aykırı olarak Asgari Geçim İndirimi olan aylık 49 TL’lik ödemeleri 11 aydır yapmadığını, bunları da ödemeleri gerektiğini anımsattım. Ayrıca, kendisine hasta halimle davalarla uğraşmak istemediğimi de belirttim.

Bu istemlerim üzerine Av Yelda Bilal, bunları hesaplattıracağını, hasta halimi de göz önünde bulundurarak bir seferde ödemek için yönetimle görüşeceğini ve beni tekrar arayacağını söyledi. Daha sonra ise aramadı.

Bu süreçte ben alacaklarımı hesaplattım ve ikinci raporumun bitimine yakın kendisini aradım. Bana alacaklarımı hesaplattırmadığını söyledi. Ben de kendisine, benim hesaplattırdığımı ve kendisine mail ile gönderebileceğimi söyledim. Ardından da elektronik posta ile gönderdim.

Ertesi gün Av Yelda Bilal, beni aradı “Bunların anacak yarısını ödeyebiliriz. İsterseniz dava açın ama iki yıl sürer” dedi. Ben de kendisine yasal haklarımı hatırlattım ve sonuna kadar gideceğimi, gerekli şikâyetleri yapacağımı söyledim. Bana “Bizi tehdit mi ediyorsunuz?” demesi üzerine , “Bir hukukçu olarak böyle konuşamazsınız. Ben size yasal haklarımı sonuna kadar kullanacağımı söylüyorum” dedim. Ayrıca, “Beni hasta iken işten çıkartıyorsunuz, bunun ağır tazminatı vardır” diye anımsattım. Av Yelda Bilal bana işyerinin parasının olmadığını söyledi. Ben de kendisine “Bunu beni işe alırken düşünecektiniz. Ayrıca, parası olmayan gazetenin sahibi Başar Arslan nasıl oluyor da her gün işe 500 bin TL’lik Jaguar marka arabasıyla geliyor? Parası olmayan ve gazetenin hissedarı Ahmet Altan nasıl oluyor da her gün 250-300 bin TL’lik 4X4 Range Rover arabasıyla geliyor? Parası olmayan patron, nasıl oluyor da 3 milyon TL’ye matbaa kuruyor” dedim.

Bunun üzerine beni tekrar aradı ve Başar Arslan ile konuştuğunu tedavimi ettirip işe devam etmem gerektiğini söyledi. Ben de kendisine resmi raporum olduğunu herkese ödenmesine karşın Aralık maşamın banka hesabıma yatırılmadığını hatırlattım. Bana patron ile konuşacağını, halledeceğini söyledi. Daha sonra üçüncü raporumu da aldım ve 28 Aralık’ta da fizik tedavi için ’dan randevu aldım. Bu arada aralık maaşım banka hesabıma yatırılmadı. Birkaç kez Av Yelda Bilal’i aradım ve maaşımın yatırılmadığını söyledim. Her defasında bana patrona aktardığını ve ödeneceğini söyledi.

Yelda Bilal’i 14 Aralık tarihinde tekrar arayarak maaş durumumu hatırlattım. Yine patronu arayacağını, halledeceğini söylemesine karşın, bir hafta boyunca hesabıma hiç para yatırılmadı. Ben de 21 Aralık 2009 tarihinde noterden “haklı fesih”ihtarnamesini çekerek tüm alacaklarımı ve haklarımı istedim. 23 Aralık Çarşamba günü beni tekrar arayarak neden böyle bir şey yaptığımı sordu. Ben de kendisine beni hasta durumda beş parasız bırakan tedavimi yaptıramayacağım bir işyerine güvenmediğimi söyledim. Kendisi bana patrona maaş durumum aktardığını ve bir haftadır yurtdışında olduğunu söyledi. Ben de kendisine “Sizin yurtdışında olmanız beni ilgilendirmez. Ben size en son 10 gün önce telefon açarak maaşımın yatırılması gerektiğini. Yatırmamanın yasadışı olduğunu anımsattım” dedim.

Bunun üzerine beni tekrar aradı ve ilk başta istediğim tüm haklarımı ödeyeceklerini ama yarısını peşin yarısını da birkaç aylık çek verebileceklerini söyledi. Ben de kendisine avukatımla görüşüp arayacağımı söyledim. Daha sonra noterden haklı fesih ve alacaklarımın ödenme ihbarnamesinin 22 Aralık’ta ellerine ulaştığını öğrendim ve Av Yelda Bilal’i aradım. Kendisine ihtarnamede iki günlük ödeme süresi tanıdığımı anımsatarak hesaplattırdığım alacaklarımın yarısının en geç 25 Aralık Cuma gününe kadar yatırılmasını, geriye kalan yarısının da en geç 25 Ocak 2010 tarihli şirket çeki olmasını, müşteri çeki kabul etmediğimi ve çeki tahsil edene kadar da hiçbir şeye imza atmayacağımı söyledim. Ayrıca, gazeteden bana aylardır ödenmeyen alacaklarımın 5953 sayılı yasanın 14. maddesine göre günlük yüzde 5 faiz işlediğini anımsatarak, bunları istemediğimi de söyledim. Bunu dava yoluyla alabileceğimi kendisine anımsattım. Beni ertesi gün arayacağını söyledi.

Av Yelda Bilal, beni 24 Aralık Perşembe günü arayarak, Başar Arslan’ın alacaklarımı hesaplattırdığını ve benim hesaplarımla onların arasında 2 bin TL fark olduğunu söyledi. Ben de kendisine “Ben pazarlık yapmıyorum. Ayrıca hesabıma güveniyorum. Bunun pazarlığını yapmıyorum. Size son sözümü söyledim. Yarın hesabımda para görmezsem, gereğini yaparım” dedim.

25 Aralık 2009 tarihinde banka hesabımda hiçbir hareket görmeyince de avukatıma talimat vererek gazeteye dava açtım.

‘Çevreci Bonus’ Ilısu Barajı'nın finansörü mü olacak?

Tarihi Hasankeyf kentini sular altında bırakacak Ilısu Barajı’na yabancı bankaların kredi vermekten vazgeçmesi üzerine gözler yerli finansman kaynaklarına çevrildi. Çevreciler, baraj projesine kredi verecek bankalar arasında adları geçen Akbank ve Garanti Bankası’ndan 2 aydır yanıt bekliyor.

Özgür Gürbüz / 5 Aralık 2009

Yapımı yıllardır tartışmalara neden olan ve iki kez yabancı finans kuruluşlarının mali destekten vazgeçerek yarıda bıraktığı Ilısu Barajı projesi bu defa da yerli finansman krizi yaşıyor. Yabancı yatırım bankalarının, öne sürdükleri çevresel ve kültürel şartların sağlanmadığı gerekçesiyle projeden çekilmesinin ardından kredi için yerli bankalara yönelinmişti. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu yaptığı açıklamada eksik finansmanın Türkiye’deki büyük bankalardan karşılanacağını belirtmiş ve hükümet ile bankaların anlaşma için Ocak ayı içerisinde masaya oturacaklarını söylemişti.

Ilısu Barajı’nın tarihi Hasankeyf’in kültürel dokusuna ve Dicle Vadisi’ndeki ekolojik değerlere zarar vereceğini söyleyen Doğa Derneği, kredinin aralarında Akbank ve Garanti Bankası’nın da bulunduğu yerli bankalardan temin edilmeye çalışıldığını söylüyor. 13 Kasım tarihinde her iki bankanın genel müdürüne mektup yazan ve iddiaların doğru olup olmadığını soran Doğa Derneği yetkilileri aradan geçen iki aylık süreye rağmen hiç bir yanıt alamadıklarını söylüyor. Dernek Başkanı Güven Eken, “Hasankeyf ve Dicle Vadisi, UNESCO dünya mirası kıstastlarının onda dokuzuna uyan dünyadaki tek doğa ve kültür mirası. Çevre koruma projelerine desteği ile tanınan Garanti Bankası ile Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi’ne (Global Compact) imza atan Akbank’ın bu dünya mirasını yok edecek olan Ilısu Baraj Projesini desteklemelerinin hiçbir nedeni olamaz. Doğa Derneği, her iki bankadan da kamuoyunda büyük bir hassasiyet yaratmış olan Ilısu Baraj Projesi konusunda rahatlatıcı birer açıklama beklemektedir” diyor. Eken, Yeşil Atlas gibi Garanti Bankası’nın desteklediği pek çok çalışmada Ilısu ve diğer baraj projelerinin doğaya verdiği zararların belgelendiğini; Akbank’ın imzalamış olduğu “Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi”nin çevreyle ilgili maddelerinin bankanın Ilısu Barajı gibi bir projenin içinde bulunmasına olanak tanımadığını da ekliyor.

Ilısu Barajı, 2002 yılında özellikle İngiliz hükümeti üzerindeki tepkiler sonucu “Balfour Beatty” adlı firma ile Avrupalı ortaklarının çekilmesi sonucu askıya alınmış, son olarak da Temmuz 2009’da Almanya, İsviçre ve Avusturyalı bankalar kredi vermekten vazgeçmişti. Çevre Bakanlığı 30 yıllık geçmişi olan GAP projesi dahilindeki barajı tamamlamak isterken çevreciler ise Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmesi için UNESCO’ya başvurulmasını talep ediyor.

Zenginler kirletiyor, fakirler bedelini ödüyor

Almanya’da faaliyet gösteren sivil toplum örgütü "Germanwatch" tarafından hazırlanan İklim Değişikliği Performans Endeksi’ne göre küresel ısınmaya neden olan birçok zengin ülke, küresel ısınmayı durdurmak için en az çabayı harcayanların başında geliyor. En çok çaba harcayanlar listesinin son sıralarında ABD, Kanada ve Çin gibi ülkeler yer alırken en başında Brezilya var.

Özgür Gürbüz-Gzt. Haberturk / 3 Ocak 2009

Özellikle Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki eşitsizliklere dikkat çeken çalışmalar yürüten “Germanwatch” adlı sivil toplum örgütü, 2006 yılından beri düzenli yayınladığı “İklim Değişikliği Performans Endeksi”nin 2010 yılı sonuçlarını açıkladı. Endeks hazırlanırken ülkelerin iklim politikaları, seragazı emisyonlarındaki artış ya da azalış gibi birçok kriter değerlendiriliyor. Değerlendirme sonucu yapılan sıralama ise küresel ısınmayı durdurmak için en çok çaba harcayan ülkeleri sıralıyor. 2010 endeksinde de daha önce olduğu gibi ilk üçe girebilen bir ülke olmadı. En iyi dereceyi listede 4. sırada yer alan Brezilya yaptı, onu geçen yılın en başarılı ülkesi İsveç izledi.

İsveç’i, İngiltere, Almanya, Fransa ve Hindistan izledi. 10. sırada Norveç, 11. sırada ise Meksika yer aldı. Avrupa ülkeleri özellikle kuvvetli iklim politikalarından puan topladı. Buna karşın, atmosfere en çok seragazı salan Çin 52. sırada, onu izleyen ABD ise 53. sırada yer aldı. Bilindiği gibi Çin ve ABD atmosfere salınan seragazlarının yaklaşık yüzde 40'ından sorumlu. 60 ülkenin yer aldığı listenin son sıralarında ise sırasıyla yine petrol ve kömür üreticisi ülkeler olan Avustralya, Kazakistan, Kanada ve Suudi Arabistan yer alıyor.

Türkiye politikasızlıktan kaybetti
Geçen yılki listenin 36. sırasındaki Türkiye ise 2010 sıralamasında 39. sıraya geriledi. Türkiye kişi başına düşen enerji tüketiminin az olmasından dolayı puan toplarken, iklim ve yenilenebilir enerji politikalarının zayıflığından dolayı oldukça fazla puan kaybediyor. Evlerde enerjinin verimsiz kullanılması, artan uluslararası havacılık faaliyetleri de karneye eksi puan olarak yazılıyor.

Zarar görenler gelişmekte olan ülkeler
Germanwatch tarafından yapılan, “İklim Değişikliği Risk Endeksi” ise bir başka gerçeği gözler önüne koyuyor. 1990 ile 2008 yılları arasında meydana gelen aşırı iklim olaylarından en çok etkilenen ülkelerin bir sıralamasının yapıldığı bu endekste ise ilk sırayı Bangladeş alıyor. Bangladeş’te iklim kaynaklı felaketlerin her yıl 8 bin 241 can aldığı tahmin ediliyor. Onu Myanmar, Honduras, Vietnam ve Nikaragua izliyor. Seragazı emisyonlarını indirmek için en başarılı politikaları izleyen ülkeler arasında 7. sırada yer alan Hindistan, en çok zarar görenler sıralamasında da aynı sırada yer alıyor. Felaketlerden en çok zarar gören ülkeler arasında Kopenhag’daki görüşmelerde ABD’ye göre daha iyi bir hedef almayı öneren Çin de var. Çin, en çok zarar gören 10. ülke.

***
Aşırı iklim olaylarından en çok zarar gören 10 ülke:
  1. Bangladeş
  2. Myanmar
  3. Honduras
  4. Vietnam
  5. Nikaragua
  6. Haiti
  7. Hindistan
  8. Dominik Cumhuriyeti
  9. Philipinler
  10. Çin

***
En çok CO2 salan 10 ülkenin küresel ısınmayı durdurma performansı

Ülke -- Küresel CO2 payı(%)* -- 2009 sıralaması

İngiltere 1,81 -- 6
Almanya 2,76 -- 7
Hindistan 4,57 -- 9
Japonya 4,27 -- 35
İran 1,61 -- 38
Güney Kore 1,69 -- 41
Rusya 5,48 -- 45
Çin 20,96 -- 52
ABD 19,92 -- 53
Kanada 1,98 -- 59

* Enerji kökenli

İyi yıllar dünya!

Ağaca, kuşa, börtü böcek, çiçek, bitki ve insana, hepimizi omuzlarında taşıyan dünyamıza; sakin, yavaş ve barış dolu bir yıl geçirmeleri için yardım etme sözü veriyorum.

Özgür