20 yıl sonra Çernobil'le yüzleşmek

Tarihin en büyük nükleer kazalarından biri olan Çernobil kazasının üzerinden 20 yıl geçti. Çernobil’de bölgeden yayılan radyasyonu kontrol altına almak için çalışmalar hala sürüyor. Kazadan sonra tahliye edilmek zorunda kalınan 400 bin insanın bıraktığı kent ve kasabalar, insan soyunun tükendiği bir gezegenin kalıntılarını andırıyor. Kaç defa Çernobil’den bahsettim veya kaç defa Çernobil’le ilgili yazı yazdım anımsamıyorum. Ama anladım ki hayatımda Çernobil gerçeğiyle sadece 1 kez ve 20 yıl sonra ilk kez yüzleşmişim. Bu yazı, onun yazısı...

Özgür Gürbüz – Express / Mayıs 2006

Tarihin en büyük nükleer ve endüstriyel kazasının ardından geçen 20 yıl bu faciayı ne daha önemsiz yaptı ne de bazı “nükleer pazarlamacıların” umduklarının aksine unutturdu. 26 Nisan 1986’da meydana gelen kazanın 20. yıldönümünde yapılacak olan Uluslararası Çernobil 20+ konferansında sunum yapmak için davetiye aldığımda aklımdan geçen tek şey gerçeği gözlerimle görmekti. Bu yüzden, AP Yeşiller Grubu, Alman Heinrich Böll Vakfı, Nükleer Bilgi ve Kaynak Servisi (NIRS) Dünya Günü Ağı (Earth Day Network), Uluslar arası Nükleer Tehlikeye Karşı Hekimler Birliği (IPPNW), Dünya Enerji Bilgi Servisi (WİSE), Ecoclub- Ukrayna ve Alman Birlik 90/Yeşiller Partisi tarafından ortaklaşa düzenlenen ‘Çernobil +20= Gelecek için Anımsama Konferansı öncesinde düzenlenen bir günlük tur için Kiev’e erkenden gitmek tereddütsüz kabul edilmesi gereken bir teklifti benim için.Bizi 22 Nisan sabahı otelin önünden alan otobüsün tozu, gürültüsü ve şoförün kimsenin duyamayacağını bile bile açtığı müzik tam anlamıyla garip bir diyara yapılan yolculuğun garip ön hazırlığıydı sanki. Körüklü bir otobüste, daracık koltuklarda, ellerimizde fotoğraf makinaları ve gayger cihazlarımızla yoldaydık. Ukrayna’nın ulusal renklerine boyanmış, bizde de 1980’lerde sıkça gördüğümüz ve bilet attığımız Ikarus marka körüklü belediye otobüsünün perdeli olanıyla yaptığımız yolculuk, kirli penceresinden gördüklerim, artık Çernobil dendiğinde aklıma ilk gelenler arasında yer alıyor. Halbuki 20 yıl boyunca annemin sabah telaşla çay paketlerinin üretim tarihlerine bakması, kaçak çay araması benim için “Çernobil” olmuştu. Sonra, çay içen bakanlar, başbakan, Çernobil Çocukları, Aynur Tuncer’in Türkiye’ye getirttiği Ölümcül Miras sergisi, okulda dağıtılan ve yememem gereken fındıklar ve en son da sevgili Kazım Koyuncu. Elini sıktıktan sonra kaybettiğim ve sadece bir kez karşılaştığım ikinci yiğit adam oldu Kazım. Bir diğeri de ben nükleere karşı 170 km. geri geri yürümeden önce ilk kez elini sıktığım Metin Göktepe’ydi. Metin’i ben geri geri yürürken öldürmüşlerdi.

İkarus’la, Ukrayna’nın geniş yollarında, Kiev’in dışına doğru giderken büyük bir ülkede olduğunu farkediyorsunuz; büyük ama fakir bir ülke de. Tıpkı bizim gibi ama sanki daha gururlu. Biliyorum kızacak bazıları; fakirliğin ayıp olmadığının yıllardır anlatıldığı ama zenginlerin baştacı edildiği bu ülkede kızacak birileri bana. Zengin düşmanlığı yaptığımı sanacaklar; aksine, ben onurlu bir fakirliğe övgü diziyorum aslında. Bu, belki de başka bir yazının konusu.

Dünyayı kurtarmak için öldüler
Çernobil kazası olduktan sonra tam 800 bin insanın hayatları pahasına temizlik çalışmalarına katıldığını biliyoruz. “Tasfiyeciler” denilen bu insanlardan en az 25 bininin, Sovyet makamları tarafından ölmüş olduğu daha önce bildirilmişti. Bizim otobüse benzer otobüsler içinde, beyaz önlük ve bugün dişhekimlerinde gördüğümüz maskelerle yollandılar Çernobil Santralinin 4 numaralı reaktörüne. 26 Nisan akşamı yapılan testin kontrolden çıkması ve birkaç dakikada 4 numaralı reaktörde büyük patlamaya yol açmasıyla ortaya çıkan ölüm bulutlarına koşan bu insanlar ve itfaiyeciler bugün “Dünyayı kurtarmak için ölenler” olarak anılıyor. Çernobil kasabasında hala nöbet tutan itfaiye binası önündeki heykel biz gittiğimizde çiçeklerle doluydu. Aklıma tasfiyecilerin o çok bilinen otobüsteki fotoğrafı geldi. Kalktım ve bizim otobüsteki bilim insanları ve gazetecilerin bir fotoğrafını çektim. Fransa’dan gelen birkaç konukta benzer maskeler vardı. Gözlerde endişeden çok bir merak. Şoför sanki acele ediyor gibiydi, bindiğim en hızlı giden İkarus buydu. Sarı lacivert otobüsümüz Kiev’den çıktıktan biraz sonra küçük bir köyde durdu. Yol kenarındaki iki marketten birinden öğle yemeğimizi almamız gerekiyordu. Yol boyunca elimden düşürmediğim su şişemi burada aldım. Ukrayna’da kaldığımız süre boyunca, içindeki ağır metaller yüzünden musluk suyu içmememiz öğütlenmişti. Otobüs daha sonra bir kez daha durdu. Çernobil’e 30 km. kala ilk kontrol noktası vardı ve bu noktanın ötesine değil yabancılar, Ukrayna vatandaşları da izinsiz geçemiyor. İkinci kontrol noktasını aşmak ise daha zor ve bu da santrale 10 km. kala. İzinlerimiz önceden alındığı ve liste ellerinde olduğu için pasaportlarımıza bakarak kontrol yapıldı. Bu noktadan sonra bize bir rehber verildi. Anayolun dışına çıkan tüm yan yolların kapatıldığı, toprağa ayak basmamamız söylenen alana gelmiştik. Farklı rakamlar duymuş olsam da hala 4 bin kilometrekarelik bir alanın kontrol halinde olduğu söyleniyor. Sadece temizlik çalışmalarında çalışanlar ve orada yaşamayı tercih etmiş olan 380 kişi bu alanda kalıyor. Bir de izinsiz, eski evlerine geri dönenlerin varlığından sözediliyor. Sayıları bilinmeyen bu insanlar kazadan hemen sonra bölgeden tahliye edilmiş ancak işsizlik, yeni yerleşim yerlerindeki sorunlar ve özellikle yaşlıların kendi topraklarına dönme isteği onları birkaç yıl sonra yeniden bu terkedilmiş topraklara getirmiş. Resmi kayıtlarda var olan 380 kişinin en genci bugün 49 yaşında.


Temizlik çalışmalarında hala 7 bin kişi çalışıyor
Bu ilk kontrol noktasından sonraki durağımız Çernobil kasabası oluyor. Burada, BM desteğiyle ve uluslararası yardımlarla kurulan Çernobil Uluslararası Bilgi Merkezi’ne gidiyoruz. Merkezde ufak bir kafetarya var. Bize çalışmaları anlatan Sergey Çernov, 7 bine yakın kişinin hala temizlik çalışmalarında görev aldığını söylüyor. Vardiyalar halinde çalışan bu insanların bir bölümü bölgeye pazartesileri getiriliyor ve Çarşamba akşamı ayrılıyor, diğer bir grup ise perşembeleri geliyor ve cumartesi bölgeden ayrılıyor. Hiçbir vardiyanın iki haftadan fazla bölgede çalışmasına izin verilmiyor. İki hafta çalışıp iki hafta tatil yapan bu insanların neden burada çalışmayı tercih ettiklerini sorduğumuzda, “ücretler ve işsizlik” diyor Sergey. Burada çalışanlara 4-5 kat daha fazla maaş veriliyor ve ülkede iş bulmak zaten oldukça zor. Sinop ve Akkuyu’da halka vaat edilen iş de bu olsa gerek diye düşünüyorum. Çünkü bir reaktörde çoğunluğu eğitimli teknik personel olmak üzere 300-400 kadar kişi çalışıyor. Bizim nükleerci bilim insanları ve politikacılar ise binlerce kişiye iş imkanından bahsediyor. Anlaşılan kafalarına değil nükleer santral yapmayı kaza yaptırtmayı da koymuşlar. Yıllarca sürecek bir iş sahası size, ne Çin korkusu ne AB baskısı. Bir tek radyasyon tehlikesi var ama bu da politikacıların ya da at gözlüğü takmış bazı nükleercilerin umrunda değil tabi. Turgut Özal dememiş miydi; “Biraz radyasyon yararlıdır” diye.


400 yıl daha var normale dönmek için
Bilgi merkezinden edindiğimiz izlenime göre, bölgede yapılan çalışmaların başında su yoluyla etrafa yayılan radyasyonun önlenmesi geliyor. Çalışmaların yüzde 80’i bu yönde. Bölgeden geçen su kaynakları Pripyat nehri ve oradan Dinyeper’e karışarak Karadeniz’e kadar ulaşıyor ve herhangi bir kirlilik büyük bir bölgeyi etkileyebiliyor. Ne zaman etkisi tam olarak azalacak diye soruyoruz Sergey’e. Alaycı bir gülümsemeyle, “300-400 yıl kadar” diyor. Bölge içerisinde sürekli radyasyon kontrolü yapılıyor. Çalışan işçilerin bir bölümü yolların açık tutulmasıyla bir bölümü ise ormanlarla ilgileniyor. Santrale 30 km. kala başlayan yasak bölgedeki havada radyasyon düzeyi tehlike sınırlarının altında ancak ormanlar değil. Burada çıkacak yangınlar, toprakta ve bitkilerde bulunan radyasyonun havaya karışmasına neden olabilir. Bu nedenle ne bu topraklara deymek ne de birşey yemek akıl kârı değil. Özellikle Beyaz Rusya’da tiroit kanserine yakalan birçok çocuğun hala ormanlardan vahşi mantar topladığı biliniyor. Hükümetler, burada yaşayanları ve bu gerçekleri bilseler de görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Zaten, Ukrayna’nın da,Beyaz Rusya’nın da aslında herkese yeni iş olanakları sağlayacak, kontrolleri yapacak maddi kaynakları yok.


Çernobil'i örten lahit çökebilir
Kazadan sonra binlerce araç ve insanla üzeri örtülen 4 numaralı reaktörün de acilen yeni bir “lahit”e ihtiyacı var. Lahite benzetilen bu koruma duvarı ilk yapıldığında 20-30 yıl dayanacağı hesaplanıyordu. Aradan 20 yıl geçti ve planlanan modern lahit hala hayata geçirilemedi. Rekatörün içinde hala bir ikinci felaket yaratmaya yetecek kadar radyasyon var. Beton bloklar çökmeden daha iyi bir lahitin kurulması gerek ve bunun için Ukrayna’nın dış desteğe ihtiyacı var. Asıl ilginç olan ise bu lahiti yapmayı üstlenen Areva gibi büyük nükleer firmaların daha önceki hesaplarına göre yeterli parayı almalarına rağmen işi hala bitirememiş olması. Nükleer lobi burada, bir kez daha, işlerin yolunda gitmediği durumlar karşısında aslında ne kadar az bilgi ve teknik yeteneğe sahip olduğunu itiraf etmiş oluyor.

Pripyat...
Çernobil santralinin 4 numaralı reaktörünü görmeden önce akıllara durgunluk veren Pripyat kentine gidiyoruz. Burası, oldukça modern bir kent görünümünde, santralde çalışanlar için kurulmuş. Orak-çekiç sembollerinin olduğu binalardan birinin terasına çıkabilirseniz oradan santrali görmek mümkün. 15 dakika uzaklıkta, kazadan önce 45 bin insanın yaşadığı kentin meydanında iniyoruz. 20 dakikalık bir serbest zaman veriliyor. Koşar adımlarla, nereye gittiğimi bilmeden ayrılıyorum meydandan. Biraz sonra ana yoldan ayrılıp, bir süpermarkete benzeyen binanın önünde buluyorum kendimi. Tavandan asılı tabelalar var ama altları tam bir harabe. İnsanlar burayı hızla terk etmişler. Heryer çok karışık ve eşyalar birbirine girmiş. Ya terk ederken ya da daha sonra birileri oldukça hızlı bir şekilde değerli eşyaları aramış gibi gözüküyor. Bu binanın hemen arkasına dolandığımda okula benzer bir bina görüyorum. İçgüdülerim ve yıllardır süren öğrenciliğimden olsa gerek tahminim doğru çıkıyor. Teknik liseye benzer bir yerdeyim ve burada da durum farklı değil. Yerlerde ayakkabılardan, bir sürü metal eşyaya kadar herşey var. Sıralar, masalar devrilmiş. Girişteki koridorun hemen sonunda seramik atölyesine benzer bir sınıf var. Masanın etrafına dizilmiş öğretmenlerini dinleyen çocukları hayal etmek hiç güç değil. Binalar bakımsız ama hala ayaktalar. Nükleer felaketten önce çok güzel bir hayatın var olduğunu hissediyorsunuz. En çok da Pripyat’ın dönme dolaplı, çarpışan otolu lunaparkı size bunu veriyor. Öyle ki, 20 yıldır birçok fotoğraf karesine sahne olan dönme dolabın önünde poz veren insanlar var. Ben de nasibimi alıyorum bu garip kültürel deneyimden. Arkamdan Amerika’dan gelen Scott’un sesini duyuyorum. Elindeki gayger cihazı, altından kanalizasyonun geçtiğini sandığımız bir kapağın üzerinde daha yüksek sinyaller veriyor. Radyasyon oranları, toprağa, suya yaklaştığınızda artıyor. Son dakikalarımı müsamere salonu olduğunu düşündüğüm yerde alıyorum. Sahnenin arkasından, eski Sovyet liderlerinin resimlerinin olduğu bir odadan giriyoruz. Oldukça karanlık ama resimlerin üzerine ışık vuruyor. Kimbilir nerede okumuştum; Çernobil santrali’ne 5 değil 12 reaktör kurulması planlandığını söyleyen bir yetkili buranın nasıl gelişmişlik ve gelecek vaad ettiğini Pripyatlılara anlatan bir konuşma yapıyordu. Onun resmi de burada var mı diye düşünüyorum? Bu gelişmişlik içinde yerini mutlaka almalı!


Radyasyonda eşik değer olmaz
Kazanın olduğu 4 numaralı reaktörün etrafı büyük bir duvar ve tel örgülerle çevrili. Bugün, gerekli izinleriniz varsa santralin 300-400 metre ötesine yaklaşmak mümkün ancak burada kalış süreniz çok daha az. Bize verilen süre sadece 7 dakikaydı. 7 dakika içinde bize söylenen yaklaşık 7-8 günde alacağımız oranda doz aldığımız. Radyasyonda eşik değer diye birşey olmadığını bildiğimizden alınan her dozun fazla olduğunu da biliyoruz. Çernobil süresince ve sonrasında Türkiye’de yaşadıklarımız bize bunu öğretti. Türkiye’nin üzerine düşen toplam dozu tüm Türkiye nüfusuna bölerek, “bakın ortalama doz seviyemiz normal” diyenlerin bu “uyanıklıkları” bize işlemiyor artık. Önemli olanın ortalama değil, Karadeniz ve Edirne gibi bölgelerde yüksek dozlara mağdur kalanların ne kadar radyasyona ve ne süreyle maruz kaldıkları. Türkiye üzerine düşen radyasyon her bölgeye eşit dağılmadı ki ortalamasını alalım. Bu sözde bilim insanlarınca yapılan çarpma/bölme işlemleri basit bir matematik hatası değil tabi, düpedüz bir politik saptırmaca. Çernobil 20+ Konferansında açıklanan ve bağımsız bilim adamları tarafından hazırlanan “Çernobil Hakkındaki Öteki Rapor”da (TORCH), kazanın tüm dünyada 30 ile 60 bin ölümcül kanser vakasına yol açacağı belirtiliyor. Rapor aynı zamanda, BM Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından 2005 Eylül’ünde yayımlanan Çernobil Raporu’nu da sert bir dille eleştiriyor. TORCH Raporu’nda, Belarus, Rusya ve Ukrayna’da yaşayanların üçte 1’inin kazadan sonraki ilk yıl içinde, 70 yılda alacakları toplam doza eşdeğer radyasyona maruz kaldıkları açıklandı. Rapora göre üç ülkede yaşayanların kalan üçte 1’i de bu dozu 9 yılda aldı. Geriye kalan diğer üçte 1 ise 70 yılda alacakları toplam dozu 59 yılda alacak. 6 Haziran 1986’da zamanın Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil’le ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum ve bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum” demişti. Kendisine ve bugün Sinop’a, Mersin’e nükleer santral kurmak isteyen herkese bu raporu dikkatlice okumasını salık veriyorum. Keşke, hükümet yetkililerimiz gezi programlarına Papua Yeni Gine, Trinidad Tobago’dan sonra Çernobil’i de ekleseler ve ondan nükleer santral kurma hayallerini bir daha gözden geçirseler.

"Halk bilerek yanlış bilgilendirildi"
Nükleer enerji konusunda Çernobil sonrası başlayan ve hala devam eden bilgi gizleme, saptırma, yanıltma, araştırmaları engelleme gibi çalışmalar yalnız Türkiye’de olmadı. Kazanın ardından temizlik çalışmalarına katılan ve konferansın açılışında konuşan Prof. Dr. Dimitri Hrodzinski, “Yalnızca orada olanlar o günü anlayabilir. İlk günlerde reaktörün yüzeyinin güneş gibi giderek ısındığını ve sızan radyoaktif bulutları görebiliyorduk” diyor ve ekliyor: “Kazandan sonra radyasyon miktarının hesaplanmasında birçok şey yanlış yapıldı ve toplam doz eksik tahmin edildi. Halk bilinçli olarak yanlış bilgilendirildi. Moskova’da radyasyonun pozitif etkilerini anlatan kitap bile yayımlandı. Burada açıklanacak veriler Ukrayna Hükümeti tarafından düzenlenen resmi konferansın yalanlarını ortaya çıkaracak”. Aslında yıllardır tüm dünyada bu yalanlar hergün ortaya çıkarılıyor ama nükleer lobi diğer taraftan yeni propaganda malzemeleriyle ortaya çıkıveriyor; bugün “nükleer rönesans” masalında olduğu gibi. Sinop’ta 29 Nisan’da yapılan ve binlerce insanın Uğur Mumcu Meydanı’nın doldurduğu miting, bu masalı dinlemeyenlerin sayısının 20 yıl sonrasında azalamadığı, arttığını gösteriyor. AKP hükümeti önce Karadeniz’de artan kanser vakalarını umursamayarak sonra da Karadeniz’e nükleer santral kurmaya çalışarak Karadeniz’i gözden çıkardığını gösterdi. Karadenizlinin de AKP’yi gözden çıkarma zamanı geldi de geçiyor bile. Çernobil’deki radyasyon uyarı levhalarıyla çevrili bu alandan çıkarken hem araçların hem de tek tek tüm insanların vücutlarındaki radyasyon seviyesi ölçülüyor. Yüksek dozda radyasyon varsa, ölçüm yapan aletin sağ tarafındaki kapı açılmıyor ve siz alan içinde kalıyorsunuz. Yeşil ışık yandığında ise kapı açılıyor. Çernobil’le yüzleşmemin ardından yanan yeşil ışık, bana bu güne kadar doğru yolda olduğumu ve yaşamdan yana politikaları savunmaya devam etmem gerektiğini gösteren bir “geç”, “devam et” işaretiydi. Kontrol noktasındaki diğer ışık ise bugün yeniden kendine pazar arayan nükleer endüstriye yakılması gereken tek rengi taşıyor: Kırmızı!

Yeni çevre yasası Türkiye'yi kurtarır mı?

Özgür Gürbüz – Analiz / 28 Nisan 2006

İskenderun'da batan atık dolu gemi, Dilovası'nda Türkiye ortalamasını üçe katlayan kanser vakaları ve Tuzla'da bulunan variller, 11 yıldır bekleyen Çevre Kanunu'nu Meclis gündemine getirdi. İlk bölümü salı günü yasalaşan kanun hayata geçtiğinde, Tuzla benzeri bir olayda 3 milyon YTL'ye kadar ceza kesilebilecek. Bazı suçlar hapis cezasıyla bile cezalandırılabilecek. 2004 yılında Çevre Kanunu'na muhalefet ettikleri gerekçesiyle Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından kesilen cezaların toplamının 6 milyon 305 bin YTL olduğu göz önüne alındığında bu yasanın caydırıcı olmayacağını söylemek zor. Ama bu yasa Türkiye'nin atık sorununa kökten bir çözüm getirecek mi, bu tartışılır.

Cezaların yükseltilmesi, "açgözlü sanayicilerin" gözlerini korkutacak ama fabrikalarından çıkacak atık sayısını azaltmayacak. Burada iki çözüm yolu var. Ya, daha az atık üreteceksiniz ve çıkan atık miktarını arıtım-geri dönüşümle azaltacaksınız ya da bertarafı için uygun teknolojilere sahip olacaksınız, ki bunun yanıtının İZAYDAŞ olup olmadığı da ayrı bir tartışma konusu. Bu yasa, Türkiye'nin kalıcı ve kesin çizgilerle belirlenmiş bir atık politikası olmadıkça sanayici ile resmi makamları birbirine düşürme tehlikesine sahip. Nitekim, Sektörel Dernekler Federasyonu yaptığı açıklamada bu yatırımların rekabet güçlerini azaltacağını öne sürerek yasanın kendilerine danışılmadan çıkarıldığını söylüyor. Çevre kuruluşlarından ve CHP'den de itirazlar var. Temel sorun gidilecek yönün belirgin olmaması. Türkiye'nin çıkan tüm atıklarıyla baş edecek atık işleme geri dönüşüm kapasitesi yok. O zaman amaç daha az atık çıkarmak olmalı. Örneğin, yasayla beraber kullan-at teknolojisinden depozitolu cam şişe ve teneke kutulara geçiş gibi az atık çıkarmaya yönelik önlemler alınsa daha tutarlı bir politika izlenmiş olurdu. Atığını verecek yer bulamayan kuruluşa ceza kesmekle bu iş çözülecek mi; göreceğiz. Ayrıca bu cezaları kesebilecek bir alışkanlık ya da yetkin kadro olduğu da tartışılır. 2004 yılında Ardahan, Aksaray, Amasya, Artvin, Batman, Bayburt, Bingöl, Bitlis, Erzincan, Giresun, Gümüşhane, Hakkâri, Karabük, Kars, Kastamonu, Niğde ve Van'a hiç ceza kesilmemiş örneğin. Sizce bu illerde hiç çevre suçu işlenmedi mi?

20 yıl önce Karadeniz'i vuran hastalık: Çernobil

Özgür Gürbüz/20 Nisan 2006

Bundan 20 yıl önce tatil için gidebileceğiniz en kötü yer Minsk ya da Kiev'di. 28 Nisan 1986'da kazanın duyulmasıyla kendini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği sınırları dışına atanlardan biri olan Catriona Munro, kaza olduğunda Minsk'te bir öğrenci pansiyonunun çatısında güneşleniyormuş. Haberi BBC Dünya Servisi'nden duymuş. İngiliz Havayolları kendisini Londra'ya getirmeden önce, Moskova'daki bir klinikte bazı testlerden geçirilmesini istemiş. Gayger cihazıyla ölçümler yapılmış; kan testi ve hatta kilosu ve boyu ölçülmüş. Londra'da kendisini ellerinde fotoğraf makinalarıyla gazeteciler ve ellerinde gayger cihazlarıyla Ulusal Radyoloji Kurulu üyeleri karşılamış.

Munro, radyasyondan korunmanın en iyi yolunun kaçmak olduğunu öğrendiğini söylüyor. Orada yaşayanlar için durumun daha acı olduğuna da değinen Munro, geride bıraktığı dostlarından birinden aldığı mesajı anlatıyor BBC'ye; "Sizin gidişinize gülmüştük ama şimdi benim çocuklarım devamlı hasta. Ormandan topladığımız mantarları yiyemiyor, gölde de yüzemiyoruz". (1)Bugün nükleer santralleri hala savunmaya çalışan insanlar için bunlar sadece birer masal. Kiev'den Trabzon'a, Minsk'den Londra'ya kadar uzanan kocaman bir alanda yaşayanlar içinse bir daha anımsamak istemedikleri bir karabasan. Özellikle de hala Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya'da, tarihin en büyük endüstriyel felaketlerinden birinin olduğu bölgelerde yaşamak zorunda olanlar için alışmak zorunda oldukları yeni bir hayat. Öyle ki; her gün, güne başlamadan "acaba bugün kim kaybedecek" diye sorduğunuz bir hayat.

Yaşamlarının böylesine yokedildiğini, kazadan sonra uyarılmak yerine kazanın gizlenilmeye çalışıldığını haftalar sonra öğrenen bu insanlara ne olacağı, ya da kaç tanesinin sağlıklı bir yaşam sürdüreceğini kestirmek zor. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, Temmuz 2004'te yaptığı konuşmada, "Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya Federasyonu'nda en azından 3 milyon çocuğun (Çernobil kazasına bağlı olarak) fiziksel tedavi görmesi gerekmektedir. Meydana gelen ciddi tıbbi durumdan etkilenenlerin tam sayısını, 2016'dan önce öğrenemeyeceğiz" demişti. (2) Tahminen aynı tarihlerde Türkiye'de, nükleer santrali savunan ve kazadan sadece yangını söndürmekte olan 31 itfaiyecinin öldüğünü söyleyen bir sözde bilim insanı bulmak hiç de zor olmazdı. Çernobil kazasının Türkiye ve dünyadaki bazı sözde bilim insanlarına "çevresel risk"ten, "sosyal maliyet"e kadar birçok şeyi öğretmesini beklerken, onlara öğrettikleri tek şeyin yalan söylemek olduğunu görmek de belki ikinci bir trajediydi.

Aradan geçen 20 yıla güvenen, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), geçtiğimiz Eylül ayında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) gibi başka kuruluşlarla beraber bir rapor hazırladı. O raporda da sadece 50 kişinin şu ana kadar direkt olarak kazanın neden olduğu radyasyondan öldüğünü yazdı. Halbuki DSÖ'nün hazırladığı bir başka raporda bu rakamın en az 8 bin olacağı, temizlik çalışmalarına katılanlardan 76 bininde yapılan bir çalışmada ise 216 kişinin ölmüş olduğunu söylenmişti. DSÖ'nün çalışmayı yaptığı yıl 1998, UAEA'nın raporunun tarihi ise 2005. Bu durumda, Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen Muhammed el Baradey'in UAEA'sına göre 166 kişinin "hortlamış" olduğu resmi olarak tespit edilmiş oluyor. İşin daha da kötüsü, aynı kişinin, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması'nı taraf olmayan ve nükleer programını tamamen silah üretmek için oluşturan Hindistan'ın ABD tarafından nükleer teknoloji transferiyle ödüllendirmesini memnuniyetle karşılaması da bir başka rezaletti. Bu da çok açık olarak göstermektedir ki, Baradey ve UEAE, dünyada nükleer teknolojinin nasıl ve ne için kullanıldığıyla hiç ilgilenmemekte ama sadece satışların artmasına çabalamaktadırlar. Çernobil kazasından 20 yıl sonra dünyanın geldiği durum budur. Onların umudu, bugün 20 ila 30 yaşlarında olan gençlerin birçoğunun ne bu entrikalardan, ne de bize içirilen çaylardan, yedirilen fındıklardan haberdar olmamasıdır. Bizim umudumuz ise, bu kuşağa aktaracağımız ve tüm baskılara rağmen silinmeyen, sildirtmeyeceğimiz hafızamızdır.

Bugün Türkiye'ye böylesine riskli ve aynı zamanda pahalı bir elektrik üretme modelini satmaya çalışan ve onlara buradan yardım etmeye çalışanlar için, nükleer santrallerde kaza riski trafik kazasına maruz kalmaktan daha az. Riskin oranıyla riskin büyüklüğünü biribirine bilerek karıştıran bu zihniyetin görmezden gelmeye çalıştığı gerçek, Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisinin raporlarında şöyle özetlenmektedir: "18 yıl önce, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya'da yaklaşık 8.4 milyon insan radyasyona maruz kalmıştır. İtalya'nın yarısı kadar bir alan yaklaşık 150.000 km2 kirlenmiş ve yaklaşık 52.000 km2, Danimarka'dan biraz daha büyük tarımsal alan harab olmuştur. Yaklaşık 400 bin insan yeniden yerleşime tabi tutulmuş fakat mil-yonlarcası kalıntılardan yayılan olumsuz etkilere maruz kalan çevrede yaşamaya devam etmektedir. Şu anda, hemen hemen 6 milyon insan etkilenmiş alanlarda yaşamaya devam ediyor.

Çernobil felaketinden doğrudan etkilenen üç ülke, felaketin sürüp giden etkileriyle baş edebilmek için milyonlarca dolar harcamak zorunda kaldığından bölge ekonomileri durgunluğa girdi. Özellikle çocuklar arasında, kronik sağlık problemleri, kol gezmektedir." (3) En son Güney Afrika'daki Koeberg santralinin bir reaktörü "yanlış yerleştirilmiş bir civata" yüzünden 20 Şubat'ta kapatılmak zorunda kalıp, başta Cape Town olmak üzere Güney Afrika'da birçok bölgeyi 3 ay boyunca elektrik kesintilerine mahkum ederken, bizim burada nükleer enerjinin doğalgazla yaşanan enerji arz güvenliğine çözüm olacağını söyleyenler var. Bu karışık ve dışa bağımlı teknoloji, bir civata yüzünden bile sizi elektriksiz bırakabilecek güvensizlikte olduğu gibi, savaşlarda, terorist saldırılarda bir numaralı hedef kabul edilmektedir. 20 Şubat'ta arıza olarak duyurulan civata krizi, 3 Mart'ta Güney Afrika Kamu İlişkileri Bakanı Alec Erwin'in "O civata oraya kazayla gitmedi" demesiyle bir nükleer sabotaj krizine dönüşmüştür. İşte size dünyanın bu en muhteşem ve güvenli teknolojisinin iç yüzünü gösteren bir örnek daha. 20 yıl sonra nükleer lobi tekrar saldırıya geçti. Tek umutları hafızamızın kaybedilmiş olması ama büyük bir yanılgı içindeler. Çünkü insanların en son unuttukları, yakınlarının, dostlarının ölümleridir. Gerek Karadeniz'in, gerek tüm dünyanın hafızasının ne kadar canlı ve taze olduğunu bir kez daha göstermek için yine sokaklarda olacağız. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın; bu dünya hepimizin!



Notlar

(1) http://news.bbc.co.uk/onthisday/hi/witness/april/28/newsid_4486000/4486099.stm

(2) Mycle Schneider, Antony Froggatt Dünya Nükleer Endüstrisinin Durumu Raporu 2004 - www.yesiller.org/belgeler.htm

(3) UN-OCHA, Chernobyl : Needs Great 18 Years After Nuclear Accident, Office for the Coordination of Humanitarian Affairs, United Nations, Press Release, New York, 26 Nisan 04200 kat fazlaÇernobil’de patlayan nükleer santral Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaların 200 katı daha büyüktü.Çernobil’in etkileri İsveç’te ve hatta İskoçya’da bile görüldü. Stockholm’de normalin 15 katı fazla radyasyon var.Beyaz Rusya’da kadınların yaşam ortalaması 74’den 58’e indi. Her 5 çocuktan birisi sakat doğuyor.Çocukların % 29’unda kronik hastalık var.Kapatmadılar Çernobil’de kaza olduğu SSCB yetkilileri tarafından halka 36 saat boyunca söylenmedi. Daha sonra 116 bin kişi bölgeden tahliye edildi.Reaktörün onarılması için 500 bin “gönüllü” çalıştı. Büyük çoğunluğu büyük acılar çekerek öldü. “Gönüllüler” 165 millisiverte maruz kaldı. Normal olarak 10 millisevert ölümcül olarak kabul ediliyor. İlk müdahale edenler 2 hafta içinde öldü.250 bin ton SSCB yetkilileri Çernobil’i uzun süre kapatmadılar. Ama sonunda reaktör üzerine 250 bin ton beton dökülerek kapatıldı.Böylece reaktörün içinde 180 ton yüksek radyasyon içeren yakıt kaldı.Beton’da şimdi çatlaklar var ve giderek büyüyorlar.İçerde kalan radyasyonun yoğun olarak dışarı kaçmaya başlaması tam anlamıyla yeni bir büyük felaket demek.

Korkumuz yok, denetime açığız maddi-manevi zarara uğradık

Tuzla'da bulunan zehirli varillerle ilgili adı gündeme gelen Unifar, suçlamaları reddetti. Genel Müdür Ferhat İlhan, şirketlerinin yüksek çevre standartlarında çalıştığını belirterek "Suçlamalar bizi maddi ve manevi olarak yıprattı. Denetimlere açığız" dedi.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi(söyleşi) / 19 Nisan 2006

Tuzla’da bulunan zehirli varillerle ismi medyada öne çıkan Pak Holding şirketlerinden Unifar Kimya Sanayi A.Ş.’nin Genel Müdür M. Ferhat İlhan, şirketlerinin çevre kalite standartlarının üst düzeyde olduğunu belirterek “Biz, bunu hak etmiyoruz” dedi. Referans’a konuşan İlhan, Unifar ve diğer kardeş kuruluşlarının tüm bu süreç içinde yıprandığını belirterek sorularımızı şöyle yanıtladı:

Son bir haftada yaşadıklarınızı özetleyebilir misiniz?
Öncelikle kendimizi böyle bir şeyin içerisinde bulmamız, bizi motivasyon olarak çok sarstı. Böyle bir durumda kendimizi hiç görmemiştik. Normal olarak yaptığımız şeylerin bile, bir şüphe olarak, bazı yayın organlarınca yöneltilmiş olması sadece benim değil, herkesin motivasyonunu büyük ölçüde zedeledi.

Eleştiriler doğru değilse neden hukuki sürece başvurmadınız?
İki yazılı açıklama ve basın toplantısı yaptık. İlki varillerde bulunduğu söylenen fenolün bizimle ilgili olmadığıyla, ikincisi bu konuda hukuki haklarımızın saklı olduğuyla ilgiliydi. Basın toplantısı da bir şeffaflık politikasıydı. Unifar, genel çerçevesi itibariyle çevreye saygılı bir kuruluştur. Türkiye’de ilaç hammaddesi üretiyorum dediğiniz zaman tamamen kontrollere tabisiniz. İthal ettiğiniz hammadde, üretim şekilleriniz ve ürettiğiniz ürünlerin kalitesine kadar her aşamada kontrol ediliyorsunuz. Kaldı ki, sadece Sağlık Bakanlığı değil. Amerika’ya ilaç ihraç ettiğimiz için tesisimizin belirli kriterlere uygun olması gerekmekte. Bugün Unifar’ın bir köhne teknoloji ya da fırsatçı bakış açısıyla içinde bulunduğu çerçevede çalıştırılabilmesi imkânsızdır.

Geçmişte bazı cezalar ve problemler oldu ama.
Önümüzde bir tanker konusu var; devamlı problem oluyor. Bizim İzmit’te 1975 yılında kurulmuş bir tesisimiz vardı. İhracatla birlikte, daha modern bir tesis yapma ihtiyacımız doğdu. Şekerpınar’daki bu tesisi tamamen sanayi arsası üzerine, tüm izinleri alınmak koşuluyla yaptık. Unifar’ın bugün izinler ve ruhsatlar açısından en ufak bir eksiği yoktur. İzmit’teki fabrikamızdan Şekerpınar’a atık sularımızı biz kendi aldığımız ruhsatlı tankerle taşıyoruz. Olan kaza, fabrikanın önündeki yokuştan çıkarken tankerden su dökülmesidir. Bu olay olduğunda ben şahsen belediyeye başvurup "Bu, bir kazadır" dedim. Ardından, "Ben İzmit’ten atık suyu getirip, Şekerpınar’daki fabrikanın önünde dökmem. Bu cezayı bize yazarsanız ileride bu, bizim için ticari olarak bir problem doğurabilir" demiştim. Nitekim bu oldu. Biz bunu hak etmiyoruz.

Bölgede yaşayanlar kokudan yakınıyor.
Unifar’ın biyolojik arıtma tesisi yüzde 90’lara varan biyolojik giderim oranıyla çalışmaktadır. Biliyorsunuz, havalanmayan bütün sular bazen bir koku çıkarabilir. Buydu problem ve düzeltildi. Orası bir sanayi bölgesi ve değişik endüstrilere ait fabrikalar var. Bence bölgede normal olmayan bir koku yok. Orada deri sanayii var, plastikçiler var. Ben şuna eminim ki koku yönetmeliği yürürlüğe girdiğinde Unifar’ın hiçbir problemi olmayacak.

Konuşmamızın başında motivasyon kaybından bahsettiniz. Firmanız bu süreç içerisinde maddi bir zarara da uğradı mı?
Şüphesiz maddi bir zarara uğradı. Sadece Unifar değil Mustafa Nevzat da bir zarara uğradı. Pakmaya gibi kardeş kuruluşların da adı geçiyor, bu da bizi üzüyor. Türkiye’nin artık gerçekleri konuşmasının zamanı geldi. Bugün Türkiye’de tehlikeli atık yönetmeliğini konuşuyoruz. Bundan 2-3 hafta önce, İSO’da düzenlenen bir toplantı vardı. İsmini anımsayamadığım bir yetkili (John Butson) AB sürecinde Türkiye için en zorlu olacak direktiflerden bahsetti ve "İyimser bir tahminle 70-80 milyar euro, kötümser bir tahminle 100 milyar euro civarında kaynak gerekiyor" dedi. Bunun yüzde 20 kadarı özel sektör gerisi kamu tarafından karşılanacak. Türkiye’nin bu direktife uyum sağlayabilmesi için 14 yıla ihtiyacı olduğunu söyledi. Ben bunu Unifar’a mazeret olarak sunmuyoru
m ama Türkiye’nin gerçekleri konuşmasının zamanı geldi.

Unifar’dan çıkan atıklar neler?
Arıtma çamurumuz var, bunu İZAYDAŞ’a veriyoruz. Unifar’ın hiçbir üreti
m aşamasında fenol kullanılmamaktadır. Çok açık söylüyorum.

Çevre Bakanı sizi aradı mı?
Hiçbir bağlantımız olmadı. Sadece çarşamba günü İl Çevre Müdürlüğü’nden gelindi ve tesisin kontrolleri yapıldı. Tutanaklar tutuldu, ben olumsuz bir yan görmedim. Belli eksiklikler vardı ama herkesin vardır. Unifar’ın kırmızı kartlık bir durumu yok.

Şimdi ne istiyorsunuz? Bakanlığın ismi açıklaması sizi rahatlatır mıydı?
Gazetelerden okuduğumuz kadarıyla hukuki süreç başlatılmış. Bilgimize başvurulduğu takdirde gideceğiz, konuşacağız. Unifar böyle bir denetime hazır ve kayıtsız bir şeyimiz yok. Biz iyi niyetli ve kanunlara saygılı insanlarız. Biz Türkiye’nin mevcut şartları içerisinde çok iyi şeyler yaptık ve bu çizgiyi devamlı olarak yükselttik.

Tuzla'da Türkiye'nin atık sorunu gömülü

Tuzla'da bulunan ve içerisinde kansorejen madde vurulan varillerin yakınında yaklaşık 120 adet varil daha bulundu. Bulunan yeni variller Orhanlı Beldesi'nin adeta atık deposuna dönüştürülmüş olduğunu gösteriyor. Varillerden alınan numuneler analiz için TÜBİTAK'a gönderilirken köylülerin kapısına dayandığı Unifar, Tuzla'daki tesislerini basın mensuplarına açtı. Varillerin çıkarılmasına ise salı günü başlanacak.

Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 15 Nisan 2006

İstanbul'un Tuzla ilçesi sınırları içinde araziye gömülü olarak bulunan zehirli atıklarla dolu varillerin sayısı her geçen gün artıyor. Varilleri incelemeye başlayan İstanbul ve Kocaeli İl Çevre Müdürlüğü ekipleri dün bölgede ilaç endüstrisi üzerine faaliyet gösteren firmalara da habersiz baskınlarla denetlemeye başladı. Denetimlerinin ilk durağı Bayer İlaç A.Ş ile Atabay İlaç A.Ş olurken, Kocaeli Çevre ve Orman Müdürü Necati Farsak, ilk planda ilaç ve kimya sektöründeki bütün fabrika ve tesislerin denetleneceğini açıkladı. Şekerpınar Beldesi’nde faaliyet gösteren Unifar Kimya ise basın mensuplarına tesislerini gezdirerek, iddiaların asılsız olduğunu bildirdi.
Dün sabah Tuzla sınırları içerisindeki Orhanlı Beldesi'ne giden Çevre ve Orman Bakanlığı ile İzmit Atık Yakma ve Depolama A.Ş.(İZAYDAŞ) yetkilileri sayıları 100'ü geçtiği iddia edilen varillerden de numune aldılar. 24 saat jandarma kontrolünde tutulan atıklardan numune alan Çevre ve Orman Bakanlığı İstanbul İl Müdürü Doç. Dr. Mehmet Emin Birpınar, varillere bakanlık olarak el koyduklarını açıkladı.
Numunelerin İZAYDAŞ ve Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu'na (TÜBİTAK) gönderilerek atıkların hangi sanayiden kaynaklandığını bulmaya çalışacaklarını söyleyen Birpınar, bulunan tüm bilgi ve belgelerin Tuzla Cumhuriyet Savcılığı'na da gönderileceğini açıkladı. Birpınar, "Bu iş sahipsiz değildir, 10 gündür bu bölge kontrol altındadır. Yerleri tesbit edilen variller kontrollü bir şekilde çıkarılıp içerisindeki atıklar İZAYDAŞ'da bertaraf edilecektir" dedi.
Bölgeye gelen iş makinaları, kamyonların kimse tarafından görülmemiş olmasına da değinen Birpınar, bölgedeki yerel yöneticilere çağrıda bulunarak kendilerine bu gibi durumlarda haber vermelerini istedi. Gömülen varillerin bugünün meselesi olmadığını da söyleyen Birpınar, "Bu variller etiketlerine göre 3-5 sene evvel gömülmüş" dedi.
İZAYDAŞ Genel Müdürü Recep Bilal Şengün ise arazinin geniş olduğunu ve getirdikleri dedektörlerle varillerin nereye kadar dağıldığını iki gün boyunca tarayacaklarını söyledi. Şengün, karşılaşılan tehlikenin boyutunu söylemek için erken olduğunu ve kendi kontrolleri dışında bir işlem yapılmaması gerektiğini belirterek yapılan çalışmalarda 3-4 çeşit farklı malzemeye rastlandığını belirtti. Şengün, "Birkaç çeşit atık var, o yüzden de bu bir tek sanayicinin getirmiş olduğu bir atığa da benzemiyor. Burası uzun yıllardan beri bu şekilde kullanılmış bir bölge gibi" açıklamasında bulundu.

Üretimde fenol yok
Zehirli varillerle ilgili iddiaların hedefinde bulunan Mustafa Nevzat Grubu'na bağlı Unifar Kimya Üretim ve Ticaret A.Ş. ise dün fabrikanın kapılarını basın mensuplarına açtı. Gebze, Şekerpınar'daki tesislerinde basını bilgilendiren Genel Müdür M. Ferhat İlhan, "Tuzla'da terkedilmiş olarak bulunan, kanserojen fenol maddesini ihtiva eden varillerin içerdiği maddeler ile firmamızın hiçbir alakası yoktur" dedi.

Fenol ve fenol türevi maddelerin üretimin hiçbir basamağında kullanılmadığını belirten İlhan, tüm atıkların Çevre Bakanlığı'ndan lisanslı geri kazanım-bertaraf firmalarına verildiğini açıkladı. İlhan, İZAYDAŞ ve İzmir'de bulunan iki firmayla çalıştıklarını belirterek, Unifar Kimya'nın adını ilk olarak kullanan yerel gazeteyle ilgili yasal işlem yapmayı düşünmüyor musunuz sorusuna ise İlhan, "Hukuki hakkımızı saklı tutuyoruz" yanıtını verdi. İlhan, yine bir yerel gazetede çıkan fabrikada geçen hafta sonu hummalı bir şekilde çalışıldığı yönündeki haberlerin kendisini çok üzdüğünü belirtti ve "Unifar haftanın 7 günü hem de 3 vardiya çalışan bir fabrikadır. Ben de cumartesi dahil haftanın 6 günü çalışıyorum" açıklamasını yaptı. Basın toplantısının ardından gazeteciler, arıtma tesisleri ve fabrikanın kontrol odalarına götürüldü. Fabrikada ön, biyolojik ve koku gidermek üzere çalışan üç arıtma sistemi bulunuyor. İlhan, daha önce Unifar'a verilen çevre cezalarının koku problemiyle ilgili olduğunu bir tanesinin ise İzmit'ten Şekerpınar'a taşınırken bir kamyondan meydana gelen sızıntıdan meydana geldiğini belirtti. İlhan kokuyla ilgili sorunların da tamamen halledildiğini söyledi. Fabrika yetkilileri üretimin planlandığı gibi sürdürüldüğünü de belirtti. Fabrika'nın kapısında bekleyen köylüler ise bizim de yol boyunca hissettiğimiz kokudan hala şikayetçi.

Köylüler varillerden çok fabrikadan yakınıyor
Unifar fabrikasındaki basın toplantısı sırasında fabrikanın önünde toplanan Mimar Sinan Mahallesi sakinlerinden bir grup ise hem varillerden hem de fabrikanın kendisinden yakındı. Fabrika çevresinde özellikle havadaki kokudan yakınan mahallelinin mide bulantısı, ishal gibi ortak dertleri var. Mahalle sakinlerinden Zekiye Kaya her gün hasta olduğunu söylüyor. Üç kere ameliyat olmuş, düzenli ilaç kullanıyor. Kaya, "Gece yatamıyorum, sabaha kadar. 14 yıldır buradayım. Bu fabrika yeni geldi 4-5 sene oldu. Bizi çok rahatsız ediyor. İthal, kusma, mide bulantısı. Pencerelerin önü her sabah sapsarı. Pencereleri açamıyoruz, hava bizi çok rahatsız ediyor" diyor. Kaya ile görüşürken etraftaki diğer insanlarda rahatsızlıklarını dile getiriyor.
Zevce Baydilli dertlerinin ortak olduğundan yakınıyor. Baydilli, "Geçen sene belki 15 tane çocukta, aynı anda yüzlerinde yara çıktı. Doktorlara götürüyoruz, mikroptan, dışarıda oynuyorlar ondan oluyor diyorlar. Daha önce basın geldi ama sağlık taraması yapılmadı. Sabahları kalktığımızda evlerin önü sapsarı oluyor. Yazın sıcağında bile camlar açık yatamıyoruz. Gece daha çok oluyor. Geceleri bırakıyorlar gazları" diyor. Mahalleli, varillerin işin bir parçası olduğunu düşünüyor ve seslerini duyurmak için gazeteciler gidene kadar fabrikanın kapısından ayrılmıyor.

Zülfü Erdoğan
Tuzla Mimar Sinan Mahallesi Muhtarı
Bizim derdimiz varillerin kimin tarafından döküldüğü değil. Bakan bey kendisi açıklıyor. İstanbul'da 750 bin ton, İZAYDAŞ'a giden 50 bin ton. Hepimiz birbirimize soralım geri kalan nerede diye? Variller Gebze'de olur, burada olur. Bizim derdimiz varillerdeki maddelerin sulara karışıp karışmadığı, o konuda hala bir açıklama yok. Bu firmanın atık suları, bu firmanın başlı başına yaydığı koku, bu mahallenin üzerinde inanılmaz derecede hastalıklar yarattı. Bu firma 6-7 senedir burada faaliyet gösteriyor. Bölgede kronik hastalıkların çoğalmasının nedenleri araştırılmalı. Kanser taraması yapılmalı. Astım hastalığının nedenlerinin bulunması gerekiyor. Yanı başımızdaki evde 24 yaşında bir gelin akciğer kanserinden öldü. Karşımızdaki evde benim de akrabam 45 yaşında yine akciğer kanserinden öldü. Biz bu fabrikanın bütün önlemlere rağmen bu kokuyu gideremediğini buradaki hastalığın devam ettiğini ve bu yüzden yetkililerin soruna çözüm bulmasını istiyoruz.

4 gündür üretim durdu
Öte yandan Unifar Kimya çalışanlarından alınan bilgiye göre, fabrikada üretim bölgenin yerel gazetelerinden olan Bizim Kocaeli Gazetesi'nin Unifar Kimya'yı hedef gösteren haberinin ardından durdu. Gazetenin haberine göre "4 gündür fabrikada sadece temizlik yapıyoruz" diyen "Bir fabrika çalışanı bugüne kadar hiç temizlenme gereği duyulmayan bölgeler dahi temizlendi. Üretime ne zaman geçeğimiz konusunda ise kimsenin bir bilgisi yok" dedi.

Türkiye'nin atık politikası iflas etti

Özgür Gürbüz-Analiz

Tuzla'da ortaya çıkan variller Tuzla'ya ait yerel bir çevre sorunu değil. Belki yarın Kastamonu'da yeni variller bulnacak, belki de İzmir'de. Çevre Bakanı Osman Pepe, yılda Türkiye'de 750 bin ton atık çıkıyor diyor, İZAYDAŞ Müdürü Recep Şengün ise 2 milyon ton endüstriyel atıktan bahsediyor. Kısacası, ne kadar atık çıkıyor, ne kadarı kimyasal ya da radyokatif bilemiyoruz. Evsel atıkların çoğu da vahşi depoloma alanlarına gönderiliyor; patlayınca haber oluyor. İkitelli'de çocuklar radyoaktif atık buluyor. Kabul edilmesi gereken, olmayan atık politikamızın iflas ettiği.

Tuzla'daki varillerin sorumlusu elbetteki o atıkları oraya gönderen sanayici ama bu işin kontrolünü yapmak zorunda olan bakanlığın, yerel yönetimlerin hiç mi suçu yok? Sektörü ne olursa olsun, bir firmanın hangi malzeme kullandığı, ne kadar üretim yaptığı ve sonuçta hangi atıkların çıktığını hesaplamak çok mu zor? Hadi, küçük firmalar kayıtdışı çalışıyor diyelim, büyük firmalar da mı bunu yapıyor? Çevre Bakanlığı geçtiğimiz yıl gündeme gelen ve çevreyi kirletenlere verilecek olan cezaları arttıracak yasayı iki yıl daha ertelemese, Tuzla'da yine varil bulacak mıydık? Ya, bu iki yıllık uzatmanın Türkiye'de varil gömme sektörüne hız kazandırdığı ortaya çıkarsa; kim sorumluluğu üstlenecek?

Türkiye, bir an önce atıklarıyla ilgili gerçekçi bir atık politikası oluşturmak ve kontrol mekanizmalarını belirlemek zorunda. Bu işin bir mali bedeli olduğu kadar yaratacağı bir sektörü ve geri dönüşü de var. Kanser ilaçlarına harcadığımız paramızı, atık üretmeyen teknoloji ve arıtma tesislerine harcama vakti geldi de geçiyor bile.

Nükleer santral projesinde yolsuzluk olmaması için hazırlık süreci uzatılmalı

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 15 Nisan 2006


Nükleer santral projesinin sağlam temellere oturtulması için dikkatli bir çalışma yürütmek gerektiğini belirten Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Enerji ve Çalışma Grubu Başkanı Arnold Hornfeld, "Nükleer santral projesinde, 'Sağlam bir iş yapalım' denilirse hazırlık sürecinin üzerine bir 3-4 yıl daha eklenmeli. Böylece bir başka Beyaz Enerji dosyası açılmasın" dedi. Türkiye'nin nükleer enerji teknolojisinden mahrum kalmaması gerektiğini kaydeden Hornfeld, Finlandiya'da yapılan EPR tipi reaktörün iyi bir örnek olabileceğini söyledi. Hornfeld, "Nükleer santralın yapım süresi 5, bütün bu hazırlıkların yapılması ise 1-2 yılı bulur. Ben olsam Avrupa Birliği'nin (AB) bu konuda raflar dolusu nizamnamesini alır, tercüme eder, kullanırım. Bunun üzerinde düşünülecek bir şey yok. Daha sonra adam yetiştirmek için 50-100 kişiyi bu santrallara gönderirim" açıklamasını yaptı.

İhale süreci çok vakit alacak
Hornfeld, Türkiye'de nükleer santral kurulumu ile ilgili hukuki altyapının dışında insan gücü konusunda da eksiklikler olduğunu söyledi. "Türkiye 1980-90'lı yıllarda ihaleleri yapsaydı, bugün bir sürü nükleer teknisyenimiz, bili
m adamımız olacaktı. Atom Enerjisi Kurumu ve başka kuruluşlar var ama bunlar daha ziyade büro işiyle meşguller. Masa başında oturmak ayrı, nükleer santralı işletmek ayrı" diyen Hornfeld, ihale sürecinin çok vakit alacağını söyledi. Hornfeld, sözlerine şöyle devam etti: "Şirketler deneyimli, yapılacak işleri masanın üzerine koyacaklar. Ondan sonra bu kurumların teşekkül edilmesi, tayinlerin yapılması, gerekli kanunların çıkarılması lazım. İhale safhası çok vakit alacak. İhale şartnamesi, tekliflerin değişmesi, genel seçimler, yeni hükümetin bunu beğenip beğenmemesi... Bana 4 sene daha bu işi takip eder misiniz deseniz, ben havlu atarım."

Çalışmalar henüz embriyo aşamasında
General Electric (GE) Türkiye Direktörü Kürşat Özkan ise nükleer enerji çalışmalarının şu anda "embriyo" safhasında olduğunu söylüyor. Özkan, "Diğer ülkelerde edindiğimiz tecrübelere göre ilk önce nükleer enerjinin hukuki ve düzenleyici altyapısının tamamlanması gerekiyor. Bu çalışmalar Türkiye'de çok yeni ve bir süre alacağını tahmin ediyoruz" dedi. Özkan, şunları söyledi: "Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, dışa bağımlılığı azaltmak gibi bir eğilim söz konusu. Rüzgâr bunlardan bir tanesi. Hidro-elektrik alanında da büyük bir potansiyel var, kömürde daha yeni teknolojiler geliştirilmeye çalışılıyor ve bir de nükleer enerji konuşuluyor. G.E. bu alanların hepsinde var. Ancak G.E.'nin nükleer enerji konusunda Türkiye'de ne çapta bir yatırım yapacağı, ekipman mı sağlayacağı yoksa belli bir bölümün yapımını mı üstleneceği konusunda henüz netleşmiş bir karar yok."

Santral projesi, firmaların kredi notunu da etkileyecek
Nükleer santralların kurulmasıyla ilgili yasal düzenlemeler sadece reaktörün tipi ya da nasıl yapılacağını değil, kredi koşullarını da etkileyecek. Standard & Poor's tarafından yapılan analizlerde nükleer santral sahibi olmanın getirdiği ek işletme, denetim ve çevresel risklerin, firmaların kredisini azaltan bir etken olduğuna dikkat çekiliyor. Bu risklerin genelde tüm reaktör operatörleri için geçerli olduğu ancak Avrupa ve Amerika'da farklılıklar gösterdiği belirtiliyor. Örneğin Kuzey Amerika ve Avrupa'da nükleer santralların tek firma yerine birkaç firma tarafından işletildiği göze çarpıyor ve böylece risk dağıtılmaya çalışılıyor. Ancak, çok sayıda ortaklıklar da şirketlerin aldığı riski düşürdüğü için kredibiliteye negatif etki yapabiliyor. Bu konuda en avantajlı nükleer işletmeler, hükümetin yüksek oranda pay sahip olduğu Kanada'da. "Standard & Poor's"un analizinde bu ülkede hükümetin söküm risklerini üstlenmesinin firmaların kredisi için ayrı bir avantaj sağladığı belirtiliyor. Avrupa'daki birçok nükleer işletme böyle bir avantaja sahip değil.

II. petrolden kaçış seferberliği

Avrupa ve dünya yükselen petrol fiyatları, azalan rezervler ve dışa bağımlılık gibi etkenler yüzünden petrole olan bağımlılıklarını azaltmaya çalışıyor. 1973'teki birinci petrolden kaçış seferberliğiyle bugünkü arasında farklar var.

ÖZGÜR GÜRBÜZ - Analiz / Nisan 2006

Dünyadaki sanayileşme süreci tarihte enerji kaynaklarıyla bağlantılı olarak belli dönemeçlerden geçti. Kömürün buhar makinalarında kullanılması bugünkü termik santrallerin temellerini attı. Petrol, kara taşımacılığına ivme kazandırdı. Ama aynı zamanda 1973'te yaşanan petrol kriziyle ülke ekonomileri büyük sıkıntı yaşadı. 1973'teki kriz, Arap-İsrail savaşı yüzünden, Suudi Arabistan, İran, Irak ve Kuveyt gibi ülkelerin üretimi azaltması ve fiyatları arttırmasıyla ortaya çıktı. Bugün yükselen petrol fiyatlarında Irak'ın işgalinin rolü olduğu kadar azalan rezervlerin de payı var. Analizler, iklim değişikliğinden enerji arz güvenliğine kadar uzanan daha çok faktörlü ama uzun dönemli bir başka petrol krizine işaret ediyor. Bilinen petrol rezervlerinin 40 yıl kadar dayanacağı da yüksek fiyatlara eklenince ülkeler başka çıkış yolları arıyor.

İsveç petrole tamamen elveda diyen ülkelerin başında geliyor. 2020 yılına gelindiğinde ulaşımda petrole olan bağımlılığı sıfıra indirmeyi amaçlayan İsveç biyoyakıtlar olarak adlandırılan etanol ve biyodizel üretmek için ormanlarını kullanmayı planlıyor. Etanol üretiminde dünya lideri Brezilya'da petrol bağımlılığını hızla azaltmak ve ulaşımda etanol kullanımını yüzde 80'e çıkarmak. Bunun için etanol üretimlerini de 2013'e kadar iki katına çıkarmayı isteyen Brezilya'nın ülkenin her tarafına yayılmış 30 bin yakıt istasyonu, şeker kamışlarından üretilen etanol satışı yapabiliyor. Günlük 204 bin varil petrole denk düşen etanol üretimi, yeni üretilen her 10 araçtan 7'sinin petrol veya etanol ya da her ikisinin karışımıyla çalışmasına olanak verecek şekilde üretiliyor. Bugünkü sonuç, Brezilya'nın 1976'da etanole vermeye başladığı sübvansiyonların bir sonucu aslında. 1980 yılında sübvansiyonlar kesildi ama bu etanol üreticilerini durdurmadı; aksine daha verimli yöntemler bulmaya itti. Bugün Brezilya sadece en büyük etanol üreticisi değil aynı zamanda en ucuza mal edeni. ABD'de, 3,785 litre etanolün üretim maliyeti 1,10-1,40 dolar arasında seyrederken Brezilya aynı miktarı 85 sent'e üretebiliyor. İzlanda'nın planı ise tüm arabalarını 2050'ye kadar hidrojenle çalıştırmak.

I. petrol krizinden sonra neler yaptılar

İsveç
1973 yılında İsveç'in toplam birincil enerji arzı içinde petrolün payı yüzde 72'ydi. 1983 yılında bu oranı yüzde 43'e, 1990 başlarında ise yüzde 28-30 oranına düşürmeyi başardılar. 1990 yılından sonra da bu oranı koruma konusunda başarılı oldular ve yıl 2002 olduğunda petrolün toplam enerji arzı içerisindeki payı yüzde 29'a sabitlenmişti. Bu düşüşteki ana aktör elektrik üretiminde petrolden vazgeçilmesiydi. 1973'te İsveç'te üretilen elektriğin yüzde 19'u petrolle çalışan santrallerden sağlanmıştı. bu oran yüzde 1'in altına indi. 2002 yılında petrolün yüzde 60'ı taşımacılık, yüzde 22'si sanayi, yüzde 6'sı konutlarda ve yine yüzde 6'sı enerji dışında alanlarda kullanıldı.

Fransa
Fransa'nın birincil enerji kaynakları içinde petrole olan bağımlılığı, diğer birçok gelişmiş ülke gibi 1973'teki petrol krizinden sonra özellikle elektrik üretiminde petrolün payını azaltmasıyla başladı. 1970'de yüzde 70 olan, Fransa'nın birincil enerji arzı içerisinde petrolün oranı, 2001 yılına gelindiğinde yüzde 35'e indi. Aynı yıl bu oran Avrupa'da ortalama olarak yüzde 40 seviyesinde seyretti. Fransa, 2001 yılında petrolün yüzde 57'sini ulaşım için kullanırken, aslan payını yüzde 85'le kara taşımacılığı kaptı. Petrolün yüzde 17'si sanayide yüzde 12'si ise konutlarda kullanıldı.

İtalya
İtalya'da petrole olan bağımlılık, birçok Avrupa ülkesinin aksine, çok büyük oranlarda bir düşüşle karşılaşmadı. Birincil enerji kaynakları arzı içinde, 1990'da yüzde 59 olan petrolün payı, 2001'de de fazla değişmedi ve yüzde 50'ye düştü. İtalya'da da elektrik üretiminde doğalgaz santrallerine geçiş petrolün etkisini hafifletse de ulaşım ve sanayinin de etkisiyle, 2001 yılında tüketilen enerjinin yüzde 80'i hala gaz ve petrol kaynaklı. İtalya'da dikkati çeken en büyük özellik ise enerji yoğunluğu konusunda Avrupa'nın lider ülkelerinden biri olması. Bunun arkasında enerji verimliliği konusunda yapılan çalışmalar ve pahalı enerji fiyatları yatıyor. Bu iki etken, İtalyanları enerjiyi daha etkin kullanmaya yarayan yöntem ve seçenekleri bulmaya itiyor.