Buzulların Erimesinden Kyoto'ya: Küresel Isınma III

Emisyon kotaları Çimento ve Demir-Çelik sektörlerini zorlayacak

Küresel sera gazlarının yüzde 6'sı demir-çelik sektöründen, yüzde 5'i çimento sektöründen kaynaklanıyor. Enerji yoğun iki sektörü de emisyon kotaları konusunda zor günler bekliyor. Diğer sektörlerde ise iklim koşullarının değişmesi ana etken.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 3 Aralık 2005

Küresel sera gazlarının büyük bir bölümü petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlardan kaynaklanıyor. Enerji çevrim santralleri bu yakıtları elektrik enerjisine dönüştürmek için yakarken, demir-çelik ve çimento gibi enerji yoğun sektörler de bu yakıtları kullanıyor ve sera gazı emisyonlarıyla boğuşmak zorunda kalıyor. Halihazırda kaynak sıkıntısının çekildiği, Çin'in sektörü tedirgin ettiği bir dönemde, başta Kyoto'ya taraf olmuş emisyon ticareti içinde yer alan ülkelerdeki sektör temsilcileri olmak üzere herkes konuya yakından takip ediyor. Yılda 16,7 milyon ton çelik üreten ve 1,5 milyon ton ihracat yapan Türkiye çelik sektörünün lideri Erdemir’in emisyonları yılda 5,5 milyon tonu buluyor. Erdemir, 2005 yılı hedefi olan 5,2 milyon tonu tuttursa bile tek başına Türkiye’nin toplam emisyonlarının 40’ta 1'ini tek başına üretmeye devam edecek. Bu sadece Erdemir’e özgü bir sorun değil. Tam tersine Erdemir yabancı demir-çelik şirketleriyle kıyaslandığında listenin ortalarında yer alıyor. Belçikalı Sigmar firması 1 ton çelik üretirken 1.06 ton Co2 salımı yaparak listenin en başında yer alırken, Tata Steel 1 ton çelik üretimi için 2,51 ton Co2 salımı yapıyor. Erdemir’de bu oran 2,05. Demir-çelik sektörü emisyon oranlarını azaltmak için alternatif yakıtlara, enerji verimliliğine ve bununla birlikte üründe yeniliğe gidiyor. Aynı ürünler daha az hammadde ile üretilmeye çalışılıyor Otomobiller son 12 yılda yüzde 25 hafifledi, 1973’te 40 gram alimünyum harcanarak imal edilen teneke meşrubat kutusu bugün 28 gram harcanarak üretiliyor.

Nakliye ve gıda ürünlerinde fiyatlar artacak
Yoğun enerji kullanımından dolayı emisyon kontrolünden etkilenecek diğer sektörlerde de benzer sorunlar ve çözüm arayışları var. Elektrik üreten ve fosil yakıt kullanan tüm termik santraller, yine küresel emisyonların yüzde 5’inin salımından sorumlu çimento sektörü, kağıt, seramik, cam endüstrileri ve rafineriler emisyon kontrolünü ciddiye almak zorunda. AB içindeyseniz ya da Kyoto’ya taraf olmuşsanız bundan kaçışınız yok. İklim değişikliği sanayiciyi sadece emisyonlar yüzünden de zor durumda bırakmıyor. Tarım, turizm, sigorta, gıda, sağlık, inşaat sektörlerini oldukça zorlu bir dönem bekliyor. Daha sıcak yazlar sulama ihtiyacını arttıracak, doğal afetler hasadı etkileyecek, nakliye ücretlerinin artması sebze ve meyve fiyatlarını arttıracak. Hasar ödemelerindeki artış sigortacıları zora sokacak, poliçe bedelleri yükselecek ve bölgelere göre özel primler uygulanacak. Nakliye ücretleri artacak, enerjiyi verimli kullanmayan ulaşım araçlarına rağbet azalacak ve toplu taşımacılık ön plana çıkacak. Binalar, rüzgar, yağmur ve fırtınalara daha dayanıklı yapılacak ve binalarda enerji verimliliği ön plana çıkacak. Turizmle uğraşanlar giderek ısınan güney bölgelerde daha çok klima ihtiyacıyla karşı karşıya kalacaklar, aşırı sıcaklardan dolayı belki de turist sayısında bir düşüş bile yaşanacak.

Türkiye'ye etkisi
Adı üstünde küresel ısınma sadece kutupları ya da New Orleans'ı etkilemiyor. Her bölgenin iklim ve coğrafi koşullarına göre etkileri farklı. İTÜ Meteoroloji Mühendisliği öğretim üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, Hükümetlerarası İklim Değişim Paneli'nin (IPCC) projeksiyonlara göre, Türkiye'de sıcaklıkların 2030 yılına gelindiğinde kışın 2 derece, yazın ise 2 ila 3 derece arasında artacağını öngörüyor. Yağışlar ise kışın yüzde 10 artarken yazları yüzde 5 ile 15 azalacak. Bununla birlikte topraktaki nem oranı yaz aylarında yüzde 15 ile 25 arasında azalacağını söyleyen Kadıoğlu, Akdeniz'deki deniz suyu seviyesinin de 2030 yılına kadar 18 cm., 2050 yılına kadar da 38 cm. yükselebileceğine işaret ediyor. Projeksiyonların dışında yapılan araştırmalar da iklim değişikliğinin ilk bulgularını gözler önüne seriyor. Ege bölgesinde kış ayları yağışlarında azalma, Van Gölü'nün su seviyesinde artış ve yaz aylarında gece sıcaklıklarında yaşanan artış bu belirtilere örnek olarak gösterilebilir.

Montreal'de neler oluyor
Montreal'de devam eden ve 9 Aralık'ta sona erecek olan 11. Taraflar Konferansı (COP11), Kyoto Protokolü’nün ilk resmi Taraflar Buluşması olması nedeniyle de büyük önem taşıyor. Toplantının en önemli tartışması sera gazı salımlarındaki düşüşün, son yıllarda tersine bir hareket göstermesi oldu. 1990-2003 yılları arasında EK-I ülkelerinin toplam sera gazı emisyonları yüzde 5,9 düşmüştü. Son yıllarda tersine bir süreç görülmesi Kyoto hedeflerine ulaşılıp ulaşılmayacağı konusunda kaygı yaratıyor.

AB'nin, Marakeş Uzlaşmaları’nın kabul edilmesi ve Kyoto dışında yeni bir tartışma başlatılması isteği diğer ülkelerden de büyük destek gördü. Bilindiği ABD ve Avustralya Kyoto'nun yerine gönüllülük esaslı bir yöntem istiyorlardı. Kyoto Protokolü’nün tüm uygulamaları için “kaynak belge” olarak adlandırılan Marakeş Uzlaşmaları, 30 Kasım 2005 günü kabul edildi ve Protokol süreci işlevsel olarak da yürürlüğe girmiş oldu. Türkiye gibi BM İDÇS Ek-I’de yer alan ancak Kyoto Protokolü Ek-B Listesinde yer almayan Beyaz Rusya, 24 Kasım 2005 tarihi itibarı ile Kyoto Protokolü’ne en son katılan ülke oldu. Beyaz Rusya’nın Ek-B kapsamında %5 azaltma yükümlülüğü alma önerisi, Türkiye’yi de yakından ilgilendiren önemli tartışma başlıklarından birisini oluşturuyor. Türkiye'nin de benzer bir yolu izleyip izlemeyeceği merak konusu. Toplantıda Türkiye, Çevre ve Orman, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı; Elektrik İşleri ve Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü yetkilileri tarafından temsil ediliyor. COP11’de Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Rana İzci bir yan etkinlikte konuşmacı olarak yer alacak. Bölgesel Çevre Merkezi'nin (REC) kolaylaştırıcılığında toplantıya katılan Avrasya Stratejik Araştırmalar Vakfı ise bugüne kadar bir COP toplantısını izleyen ilk Türk sivil toplum kuruluşu oldu.

Günün Fosili Ödülü
Çevreci STK’ler her COP toplantısında, uygulamalara engel çıkaran ülke delegasyonlarına “Günün Fosili” ödülünü veriyorlar. Bu yılki ödül, Kanada’nın
katranlı kumlarını taşıyan bir kamyonla sembolize ediliyor. İlk 2 günün sonunda, ABD 8 puanla birinci, Suudi Arabistan ise 4 puanla ikinci sırada. Ayrıca çevreci kuruluşlar bugün tüm dünyada ABD'nin Kyoto'yu imzalaması ve temiz enerji kullanımının arttırılması için sokaklara çıkıyor. Türkiye'de İstanbul'da saat 13'te Kadıköy Numune Hastanesi önünden başlayacak yürüyüş, Kadıköy meydanında bir konserle son bulacak. İzmir, Bursa, Ankara, Bodrum ve İskenderun'da da küresel ısınmaya dur demek isteyenler yollara dökülecek.


Sektörel bazda enerjiden kaynaklanan CO2 emisyonları (2000-EİE)
Elektrik üretimi %41
Sanayi %27
Ulaştırma %17
Diğer sektörler %15


Bazı AB ülkelerinin emisyon ticareti kotaları ve Kyoto hedefleri
Ülke --- CO2 kotası(Mton) --- Kyoto hedefi*
Almanya 1497 --- % -21
Avusturya 99,01 --- % -13
Fransa 469,53 --- % 0
Estonya 56,85 --- % -8
Hollanda 285,9 --- % -6
Portekiz 114,5 --- % +27
İsveç 68,7 --- % +4
Birleşik Krallık 736,0 --- % -12,5

* 1990 yılındaki emisyon oranlarına göre yapacakları indirim

Kyoto'nun imzalanması yılda 20 milyar $ kazandırabilir (Küresel Isınma Yazı Dizisi -2)

Kyoto'nun Türkiye'ye ne getirip ne götüreceği konusunda fikir birliği henüz yok. TOBB, yılda 1.6 milyar euro kaybettireceği görüşünde. Rüzgar Enerjisi ve Su Santralları İşadamları Derneği (RESSİAD) ise, emisyon ticareti ve yeşil elektrik sayesinde 20 milyar dolarlık bir kazançtan söz ediyor.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 2 Aralık 2005

Türkiye'de küresel ısınma tartışmaları genelde Kyoto Protokolü'ne dahil olup olmama ekseninde yapılıyor. Ancak bu protokolün ne getirip ne götüreceği konusunun araştırılmasında ciddi bir eksiklik mevcut. Rüzgar Enerjisi ve Su Santralleri İşadamları Derneği (RESSİAD) Başkanı Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır, protokolü imzalaması ile Türkiye'nin yeşil elektrik ihraç ederek ve emisyon ticareti yaparak yılda 20 milyar dolar kazanılabileceği görüşünde.

Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, geçen hafta Ankara'da yapılan "İklim Değişikliğinin Türkiye'ye ve Sanayiye etkileri" panelinin açılışında, Türkiye'nin Kyoto'yu ancak ABD, Fransa ve İtalya kadar karbondioksit ürettiği zaman imzalayacağını söylemiş ve kimsenin Türkiye'den 1990 yılını baz almasını beklememesi gerektiğini dile getirmişti. Bu açıklamalar yeni bir tartışma başlattı.

Kyoto müzakere gündemine gelecek
Türkiye dışında tüm AB üye ve aday ülkeleri protokolü imzaladı. Bu nedenle protokol, AB katılım müzakerelerinde gündeme gelecek ve sürecin en önemli kalemlerinden birisi olacak.
Türkiye'nin 1990 yılında 130 milyon ton olan sera gazı emisyonları yüzde 63 oranında artış göstermiş. Çevre ve Orman Müsteşarı Hasan Sarıkaya ise bu rakamın yüzde 70-80'lerde olduğunu söylüyor. Türkiye'nin "Ulusal Bildirim Raporu" açıklandığında kesin bir rakam söylemek daha da kolaylaşacak ancak, yetkililer bu raporun 2006 sonundan önce hazırlanamayacağını dile getiriyorlar.
AB, Kyoto'ya taraf olurken kendi içinde değişik bir model geliştirdi. Ve, 2012 yılına kadar, 1990 yılı oranlarında yüzde 8'lik bir düşüşü taahhüt etti. Yüzde 8'lik ortak hedefe ulaşmak için her ülke ayrı hedefler belirledi. Bazı ülkeler emisyon indirimi yerine artışlarını sınırlandırmakla yükümlü kılındı. Türkiye üyelikten önce Kyoto'ya taraf olmak isterse, tüm pazarlığı kendi başına yapmak zorunda.

Emisyon ticareti yapabiliriz
Rüzgar Enerjisi ve Su Santralları İşadamları Derneği (RESSİAD) Başkanı Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır ise Kyoto'nun Türkiye için çok karlı olabileceğini ileri sürüyor. Ültanır, Türkiye'nin Avrupa'ya yeşil elektrik ihraç ederek ve emisyon ticareti yaparak yılda 20 milyar dolar kazanacağını söylüyor. Ültanır'a göre, Kyoto Protokolü'nü imzalamadan da bu ticaret yapılabilir ama, kazanılacak miktarın yaklaşık üçte birine razı olmak koşuluyla.
Emisyon ticaretine Kyoto'yu imzalamadan dahil olmak için enerji santrallerinin "Gold Standartları"na uygun biçimde projelenip inşa edilmesi gerekiyor. İnşaatı bitmiş eski santrallerle bu piyasaya girilemiyor. Bu standartlara uygun projeler yeşil sertifika almaya hak kazanıyor ve emisyon ticaretine katılmanın yolu açılıyor. YEK Kanunu'nda öngörülen ve EPDK tarafından verilip ulusal boyutta sınırlı kalacak YEK (Yenilenebilir Enerji Kaynak) Belgesi böyle bir süreci öngörmüyor.

RESSİAD Başkanı, "Kyoto'ya bağlı yürütülen "Gold Standard" prosedürüne, Türkiye henüz protokolü imzalamadığı için firmalarımızın bir Avrupa ülkesi üzerinden katılmaları mümkün ancak bu, Türkiye açısından daha az kazanç demek.
Avrupa ile elektrik alışverişi için UCTE anlaşmasının 28 Eylül'de imzalanmasıyla, su ve rüzgâr kaynaklarımızdan üretilecek yeşil elektriğin Avrupa'ya ihracı için fiziksel altyapı oluşturulmuş bulunuyor" diyor Ültanır ve bu koşulların bir an önce emisyon ticaretine dahil edilerek desteklenmesini istiyor.

Türkiye'nin yıllık kaybı 1.6 milyar euro olur
Geçen hafta Ankara'da yapılan "İklim Değişikliğinin Türkiye'ye ve Sanayiye Etkileri" konulu panelde konuşan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Kyoto Protokolü'nün iyi müzakere edilmezse Türkiye açısından çok büyük finansal kayıplara yol açacak unsurlar taşıdığını belirtmiş, büyüyen Türk sanayinin bu protokolden olumsuz etkilenmemesi için ilgili tüm kesimlerin ödevine iyi hazırlanması gerektiği uyarısında bulunmuştu. Hisarcıklıoğlu, "Türkiye yılda 213 milyon ton karbondioksit emisyonu üretiyor. Bu rakam 2023 yılında 450 milyon tonu bulacak. Türkiye eğer Kyoto'yu tartışmadan kabul edecek olsaydı, yılda 1.6 milyar euroluk emisyon payı almak zorunda kalacaktı" demişti.

1 ton karbonun fiyatı 20 euro
Kyoto Protokolü sera gazı indirim hedeflerine ulaşmak için Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM), Ortak Uygulama(JI) ve Emisyon Ticareti'nde oluşan 3 ayrı mekanizma üzerinden yola çıkılıyor. Bu mekanizmalardan yararlanmak için Kyoto'yu onaylamış EK-I ülkesi olmak gerekiyor. Ortak Uygulama, EK-I ülkelerinin diğer EK-I ülkelerinde yeniden ormanlaştırma yapmak gibi projeler uygulanmasına olanak veriyor. Mekanizmalar içinde en çok konuşulanı ise kuşkusuz Emisyon Ticareti. Bu mekanizma EK-I ülkelerinin diğer EK-I ülkelerinden limitlerinin üstüne çıktıklarında kredi satın almasına olanak sağlıyor. Ülkeler arasında olduğu gibi firmalar arasında da alışveriş yapılabiliyor. AB, 15 bin kuruluşun dahil olduğu ilk uluslararası emisyon borsasını bu yıl başında açtı ve şu anda 1 ton karbonun fiyatı 20 euro civarında.

Türkiye'nin ne kadar indirim yapacağı pazarlığa tabi
İDÇS'de ülkeler EK-I ve EK-II olarak iki sınıfta ele alındı. EK-II ülkeleri 1992 itibariyle OECD üyesi olan 24 ülkeden, EK-I ise pazar ekonomisine geçiş sürecinde kabul edilen ülkelerden oluşuyor. İlk başta Türkiye, OECD'ye taraf olması nedeniyle listenin her iki tarafında da yer aldı ve sera gazı emisyonlarını 1990 yılı seviyelerine çekmek, gelişmekte olan ülkelere teknolojik ve mali kaynak sağlamakla yükümlü kılındı. Türkiye'nin kendini OECD ülkeleriyle aynı yerde görmek istediği için EK-II listesinde olmakta ısrar ettiğinin altını çizenler, stratejik bir hata yapıldığını söylüyorlar. Türkiye durumunun değiştirilmesi için 2001 Marakeş toplantısında isminin Ek-II 'den silinmesini istedi ve Ek-I'de de özel koşullarla yer almasını talep etti. Türkiye'nin talebinin kabul edilmesi, Kyoto'daki durumunu da değiştirdi. Böylece Türkiye'nin ne kadar indirime gideceği ya da ne kadar artırabileceği pazarlıklarla belli olacak.

Buzulların erimesinden Kyoto'ya: Küresel Isınma (Yazı Dizisi -1)

Küresel ısınma 20-25 yıl içinde 300 milyar dolar zarar verebilir

BM Çevre Programı, sigorta şirketleri, sıklaşan fırtınalar, toprak kayıpları, balıkçılık, tarım ve su kaynaklarında meydana gelecek zararların önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde, yıllık 300 milyar doları bulacağını hesaplıyor.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 1 Aralık 2005

Küresel ısınma ile yakından ya da uzaktan ilgili milyonlarca insanın gözü 28 Kasım'dan bu yana Kanada Montreal'de düzenlenen İklim Değişikliği toplantısında. 9 Aralık'a kadar sürecek olan toplantılara yaklaşık 7 bin delege, yüzlerce gazeteci ve gözlemci katılıyor. Birleşmiş Milletler, küresel ısınmaya çare bulunamazsa milyonlarca iklim göçmeni ortaya çıkacağını, zararın maliyetinin ise 20-25 yıl içerisinde 300 milyar doları bulacağına dikkati çekiyor.

Türkiye'yi Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Mustafa Öztürk'ün başkanlığında bir heyetin temsil ettiği bu toplantı sanayiden siyasete, basından sivil toplum örgütlerine kadar her platformda büyük bir dikkatle izleniyor. Bu toplantı İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne (İDÇS) taraf olan ülkelerin 11. olağan toplantısı (COP11) olmasının yanı sıra, 16 Şubat'ta hayata geçen Kyoto Protokolü'ne taraf ülkelerin de ilk toplantısı (MOP1).

Dünya neden ısınıyor
Toplantılarda rutin gündemin yanı sıra, 2008- 2012 yılları arasında tüm mekanizmalarıyla çalışacak olan Kyoto Protokolü'nün ardından küresel sera gazı emisyonlarında yeni bir indirim hedefinin olup olmayacağının şekillenmesi bekleniyor. Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin bir anlamda liderliğini yaptığı protokole şu ana kadar 156 ülke taraf oldu. Türkiye'nin 2004 Mayıs ayında taraf olduğu İDÇS'ye ise tam 189 ülke. Toplantılara katılan ülkeler arasında, Kyoto Protokolü'ne taraf olmayı reddeden ve toplam sera gazı salımlarında kayda değer paylara sahip olan ABD ve Avustralya'da var. ABD tek başına toplam sera gazlarının yüzde 36.1'ine, Avustralya ise yaklaşık yüzde 3.4'üne neden oluyor. Avustralya, kişi başına düşen sera gazı emisyonlarında ise 27 ton karbondioksit eşdeğeriyle dünya lideri. Türkiye'de de bu oran 3 ton civarında.

Kritik sınır 2 derece
Dünyanın çevresi aynı bir battaniye gibi başta Karbondioksit (CO2), Metan (CH4), Hidroflorokarbonlar (HFC), Perflorakarbonlar (PFC) ve Azotoksitlerle (N2O) örtülü. CO2 gazı tek başına sera gazlarının yüzde 60'ını oluşturuyor. Bu gazlar, atmosferin sadece yüzde 1'ini oluşturmalarına karşın aynen battaniye etkisi yaratıyor. Atmosferden geçen ve dünya yüzeyinden geri yansıyan güneş ışınlarının bir bölümünü tutarak, dünyayı yerkürenin üzerindeki canlıların yaşaması için gerekli olan 16 derece civarındaki ortalama sıcaklıkta tutuyor. Buraya kadar mükemmel gibi görünen bu sistem, sanayileşme ve onunla birlikte başta artan fosil yakıt tüketimiyle bozulmaya başladı, kısaca dünya ihtiyacı olmayan daha kalın bir battaniye kullanmaya başladı. Bu güne kadar yapılan hesaplar, ortalama sıcaklığın 0.6 dereceye kadar arttığını ve bu hızlı artışın sürmesi halinde BM, ortalama sıcaklığın yüzyılın sonunda 5.8 derecelik bir artışa erişeceğini söylüyor. Birçok bilim insanı ortalama sıcaklıktaki artışın 2 dereceyi geçmesini geri dönülmez bir nokta olarak görüyor. İki dereceyi geçmemek için 2050 yılına gelindiğinde toplam seragazı emisyonlarında 1990 seviyesine göre yüzde 50 oranında azaltma şart. Kyoto Protokolü bu yüzden de sadece bir başlangıç olarak görülüyor çünkü 2008-2012 yılları arasında gelişmiş ülkelerin seragazı emisyonlarını 1990'a göre sadece yüzde 5.2 azaltmalarını öngörüyor.

1997 yılında kabul edilen ama 2005'in 16 Şubat'ına kadar yürürlüğe giremeyen Kyoto Protokolü emisyonların 1990 seviyesine göre yüzde 5,2 indirimini zorunlu kılıyor. Bu zorunluluk yüzünden protokolün hayata geçmesi de oldukça sancılı oldu. AB, protokolün hayata geçmesinde en önde yer alırken, Japonya, Rusya, Çin, Hindistan ve ABD'nin konumları uzun tartışmalara yol açtı. Protokolün hayata geçmesi için küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 55'ine neden olan en az 55 ülkenin yükümlülük altına girmesi ön şartlardan bir tanesiydi. ABD, 2001 yılında Bush hükümetinin başa gelmesiyle protokolden çekilince yüzde 55'i geçmek için o ana kadar imza atmamış Rusya'nın "evet" demesi bir ölüm kalım meselesi haline geldi. AB'nin baskısı, Rusya'nın kısa dönemde emisyon ticareti aracılığıyla milyarlarca dolar kazanacak olması onları taraf olmaya yöneltti ve protokol hayata geçti.

Tehlikenin boyutları her geçen yıl büyüyor
Ortalama sıcaklığın artması hem kutuplardaki hem de yükseklerdeki buzulların erimesine, dolayısıyla deniz seviyesinin yükselmesine neden oluyor. BM'nin tahmini yüzyılın sonunda deniz seviyesinin 88cm'ye kadar yükselebileceği yönünde. Tüm bunlar iklim sistemini etkiliyor, fırtınaların, yağışların şiddetlenmesi ve sıklaşmasına yol açıyor. Uzmanlar küresel ısınmanın durdurulamaması halinde karşılaşılabilecek tehlikeleri şöyle sıralıyor:
* Deniz seviyesinin yükselmesi, yerleşim yerleri ve tarım alanlarının sular altında kalması sonucu milyonlarca insan "iklim göçmeni" olacak.
* Yükselen deniz suları birçok nehrin tuzlanmasına yol açacak, dolayısıyla tarımda kullanılan sular ve tarım arazileri tuzlanacak.
* 2050 yılına gelindiğinde ortalama sıcaklık artışı 2C'yi geçerse, 3 milyar insan susuzluk, 250 milyon insan da sıtma riskiyle karşı karşıya kalacak.
* Gulf Stream sıcak su akıntısının yavaşlaması ya da durması sonucu Kuzey Batı Avrupa 'da Sibirya benzeri bir iklimin ortaya çıkması sözkonusu.
* Nature dergisine göre 2050 yılına kadar 1 milyon tür yok olacak.
* BM Çevre Programı, sigorta şirketleri, sıklaşan fırtınalar, toprak kayıpları, balıkçılık, tarım ve su kaynaklarında meydana gelecek zararların önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde, yıllık 300 milyar doları bulacağını hesaplıyor.

Yarın:
Kyoto mekanizmaları ve emisyon ticareti
Türkiye Kyoto'ya taraf olmalı mı?
Sanayici Kyoto'ya nasıl bakıyor

Büyüme rakamları gerçeği yansıtmıyor

'Şirketler Dünyayı Yönettiğinde' kitabının yazarı David Korten'e göre, 'doğal, insani, kurumsal ve hatta insan-yapımı sermayenin değer kaybetmesi ya da tükenmesi GSMH'den çıkartılmaz'. Rakamlar, her şeyi anlatmaz.

Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 26 Kasım 2005

Wolfgang Sachs gibi David Korten'de büyüme rakamlarının gerçeği yansıtmadığı görüşünde. Üç Ekoloji dergisinde Türkçe olarak yayınlanan "Paranın Ekolojisi" adlı makalesinde bu görüşünü şöyle açıklıyor: "Çocuklar silah ve sigara satın aldıklarında bu satışlar GSMH'ye eklenir. Hiçbir aklıbaşında insan bunun bizim refahımızı arttırdığını iddia edemez. Bir tanker sızıntısı iyi bir şeydir, çünkü pahalı temizleme faaliyetlerine sebep olur. Evli bir çift boşandığında bu da GSMH için iyi birşeydir. Avukatlara para kazandırdığı gibi taraflardan en azından birinin yeni bir ev dayayıp döşemesini gerektirir. GSMH'nin diğer bazı parçaları ise zararlı büyüme sonucu toplumun ve çevrenin bu şekilde çökmesine neden olmalarını dengelemek için yapılan savunmacı harcamaları içerir. Örneğin güvenlik aygıtları ve çevre temizliği için harcanan paralar. GSMH gerçeklerimizi daha da bozar, çünkü yurtiçi hasılanın net değil brüt ölçümüdür. Doğal, insani, kurumsal ve hatta insan-yapımı sermayenin değer kaybetmesi ya da tükenmesi GSMH'den çıkartılmaz. Böylece ormanlarımızı kestiğimizde ya da fiziksel altyapımız kötüleştiğinde üretim kabiliyetinin kaybı hesaba katılmamış olur, gerçekler tam olarak ortaya dökülemez.

Üretim endeksler bile yanıltıcı
ABD, İngiltere, Almanya, Hollanda ve Avustralya'daki ekonomistler ülkelerinin bildirilen GSMH'yi net yararlı ekonomik üretim değerlerine ulaşmak için uyarlamışlardır. Her seferinde, geçtiğimiz 15 ila 20 senede kaydedilen önemli ekonomik büyümeye rağmen ekonominin refaha olan net katkısının aslında azalmakta ya da değişmemekte olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Ancak bu gibi net yararlı üretim endeksleri bile yanıltıcıdır, çünkü gelecek tüm üretkenliğimizin bağlı olduğu canlı sermayenin temelini ne derece tükettiğimizi göz önüne sermezler. Canlı sermayemizin durumunu ölçen bütünsel bir birleşik endeks yaratma çalışmalarına hiç rastlamadım. Açıktır ki, böyle bir denemede bir çok teknik zorlukla karşı karşıya kalınacaktır.Bununla beraber, ormanlarımızın, topraklarımızın, içme suyu ve balıkçılık alanlarımızın tükenişi, iklim sistemlerinin bozulması, toplumsal dokunun çözülmesi, eğitim standartlarımızın düşüşü, en önemli kurumlarımızın meşruiyetini kaybedip aile yapımızın parçalanmasına dair elimizde her ne ölçüm varsa, hepsi bize canlı sermayemizin tükenişinin net yararlı üretimdeki azalmadan da büyük olduğunu gösterecektir.

David C. Korten
Ekonomik felsefe ve sistemlerin eleştirisini yapan Korten, Birleşmiş Milletler Uluslararası Kalkınma Ajansı'nda (UNAID) çalıştı, Stanford Üniversitesi İşletme Fakültesi'nde doktora yaptı ve Harvard Üniversite'si İşletme Fakültesi'nde ders verdi. İnsan Merkezli Kalkınma Forumu'nun başkanı ve 1995 yılında yayımlanan "Şirketler Dünyayı Yönettiğinde (When Corporations Rule the World)" ve 1999 yılında yayımlanan "Şirket Sonrası Dünya (The Post Corporate World) kitaplarının yazarı.

Sosyal politikalar olmadan ekonomik büyüme gerçekleşemez

Kentlerde yaşayan insanların daha yaşanabilir bir ortam istediğine inanan sosyal bilimci Wolfgang Sachs, sosyal politikaların ekonomik modellere eklenmesi görüşünde. 'Büyük şirketler de birer sosyal aktör ve bu rollerini ciddiye almazlarsa işleri tehlikeye girecek' diyor."

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 26 Kasım 2005

İnsanların ekonomik ve ekolojik sorunlarını sormak zorundasınız ve bu da politikanın işidir" diyor Wolfgang Sachs. Roma Kulubü'nün aktif üyelerinden ve Almanya'nın Wuppertal Enstitüsü'nde sürdürülebilirlik ve küreselleşme konuları üzerinde çalışan Sachs, ekonominin politikasızlaştırılmasını en önemli sorunlardan biri olarak görüyor. Küresel ısınma ve ekonomiyle ilgili sorunların çözümü için serbest ticaretin önündeki sınırları kaldırmak yerine ticareti, daha sosyal hedefleri olan bir politikayla değiştirmenin önünde duran engellerin kaldırması gerektiğinin altını çiziyor. Neo-liberal politikaların, politikayı ekonomiden uzaklaştırma yönünde başarılı olduğunu, bunun bazı kültür, yer ve insanların ihtiyaçlarının ekonomi içinde rol almaması anlamına geldiğini belirten Sachs, "son yirmi yıl bize gösterdi ki, bu gerçekçi değil. Ekonomiyi insanların yaşamlarından, kültürlerden ve bölgelerden çıkarıp atamazsınız. İnsanların ekonomik ve ekolojik sorunlarını sormak zorundasınız ve bu da politikanın işidir" dedi. İnsanların bu yüzden yeniden politikayla ilgilenmeye başladığını söyleyen Dr. Sachs, "Giydiğiniz elbiseyi yüzde 90 ucuza almak herkesin hoşuna gitti ama daha sonra bu insanlar fabrikalarının, aldıkları ucuz elbiselerin geldiği yerlere gittiklerini gördüler, kuşkucu olmaya başladılar. Neden doğru politikalarla işlerinin kendi ülkeleri içinde kalmadığını, girişimcilerin yatırım kararı alırken tamamen bağımsız hareket etmelerinin ne kadar doğru olduğunu sorgulamaya başladılar" diyor. Ona göre, bu ekonominin politikalar çerçevesinde yürütülmesi anlamına gelmemeli. Pazar ekonomisinin şekillenmesinde, ekonomik verimlilik dışında değerlerin de değerlendirmeye alınması anlamında algılanmalı. İnsanların her yıl dünyanın yeniden üretebileceği kaynaklardan yüzde 20 daha fazla tükettiği unutulmamalı.

Büyük firmalar da birer "sosyal aktör"
Belirli büyüklüğe gelmiş firmaların "iş yapma" biçimlerinin sosyal faktörler sonucunda değiştiğini öne sürüyor. "Kabul etsinler ya da etmesinler, büyük şirketlerin de bir "sosyal aktör" oldukları apaçık. Ciddiye almazlarsa işlerinin tehlikeye gireceği de öyle. Kısaca önümüzde yıllarda daha güçlü devletler ve daha aydınlanmış şirketler bizi bekliyor. Pazar tek başına sadece ekonomik verimliliği sağlayabilir ama insanların aradığı eşitlik ve sürdürülebilirliği sağlayamaz. Yeni bir döneme giriyoruz, politikaların pazar ekonomisini yönettiği ve biçimlendirdiği bir döneme". Herkesin çokça sorduğu bir soru var. Çevreyi korumanın ve ekonominin birarada barınıp barınamayacağı sorusu. Sachs'ın yanıtı "evet" ama bunun için iş dünyasının bakış açısının değişmesi gerektiğini düşünüyor ve ekliyor:"Son 10 yıl içinde iş dünyası bunu fark etmeye başladı. Su ve enerji gibi kaynakların paha biçilmez olduğunu ve bu kaynakların korunmasının ekonomik bir akıllılık olduğunu. İş dünyası bugün birçok ekonomik fırsatı göremiyor, görmeye zorlanmıyor. On yıl içinde, İstanbul şehri arabayla dolduğunda, daha yavaş giden, daha ekonomik arabalara talep olacağı fırsatını iş dünyası göremiyor. İklim değişikliğine zamanında hazırlanamayan otomotiv sektörü bugün bu yüzden cezalandırılıyor". Konu iklim değişikliğinden açılınca çözümün ne olduğunu sormadan edemiyoruz. Ekonomilerimizin kaynak merkezlerinin değiştirilmesi diye kısaca yanıtlıyor. Sachs, "Önümüzdeki 30-40 yılın takvimi bu. Modern ekonomi olarak adlandırdığımız ekonomik sistem, petrol, gaz ve kömür üzerine kurulu. Bu fosil yakıtlardan güneş temelli kaynaklara geçmemiz gerekiyor. Bunu kim yapacak, işte zor soru bu. Kalburüstü ekonomistler de gözle görülen iklim değişikliğinin farkında. Amerikalılar hariç dünyanın en büyük reasürans birlikleri, iklim değişikliğinin olası maliyetlerini hesaplıyor. Bugün iklim değişikliğinin ekonomik bir gerçeklik olduğu ortaya çıkmış durumda. Petrol endüstrisi de bunu biliyor. Apaçık olan, bu yüzyılda işlerinizi petrole bağlı olarak yürütemeyeceğiniz. Büyük kentlerde yaşayanlar da bugünkü yaşam tarzlarının felaketler, savaşlar doğurmasını istemiyorlar."

İklim değişikliğini ancak yavaşlatabiliriz
Küreselleştirme ve sürdürülebilirlik alanında olduğu kadar iklim değişikliği konusunda da çalışmaları bulunan Dr. Wolfgang Sachs, iklim değişikliğinin başlangıç aşamasında olduğunu ve artık sorunun, onun daha tolere edilebilir bir seviyede tutulup tutulamayacağı olduğunu söylüyor. "Bu yüzyılda ortalama sıcaklık artışının en az 1.5 C'yi bulacağı kesin. Kolaylıkla 2 C olabileceği gibi, 4 veya 6 da olabilir. Bu yüzyılda beklenen aralık bu ve termometrenin nerede duracağı tamamen insan ve ülkelerin uygulayacağı politik gelişmelere bağlı." diyen Sachs, Avrupalı politikacılar tarafından üstünde anlaşılan 2 derece sınırının aşılması halinde olabileceklerin tahmin edilmesinin çok zor olacağına dikkat çekiyor. Bu sınır aşılırsa deniz seviyesinde yükselme, fırtınaların sayısında ve şiddetinde artış gibi beklentiler artacak. Bir iklim olayı diğerini doğuracak ve 2 C sınırı aşıldığında ne olacağını tahmin etmek çok daha zor hale gelecek. Bu durumda Kyoto'nun ne kadar etkili olacağını merak ediyoruz. Kyoto'nun, sınır koyan ve bu sınırlara ulaşmak için ortaya atılmış ilk uluslararası anlaşma olarak başarılı olduğunu düşünüyor ama o da gelişmiş ülkeler için ortaya konulan yüzde 5.2'lik indirimin yeterli olmadığı kanısında. Türkiye'nin Kyoto'ya henüz taraf olmadığını anımsatıyoruz. Gelişmiş ülkeler iklim değişikliğinden daha fazla sorumlu olduğunu ve Türkiye'nin gelişmiş ülkelere "hey, sorumlu sensin, üstüne düşeni yap!" diyeceğini söylüyor ama ekliyor: "Fakat aynı zamanda, Türkiye onların düştüğü hataya düşmemek ve yükselen emisyon oranlarını kabul edilebilir bir seviyeye getirmek de zorunda. Bunu yapmamak ne politik ne de ahlaki olarak doğru olur."

Bu sözleri, ABD'nin protokolü delmek için kullandığı argümana benzediği için açıklamasını istiyoruz. ABD'nin, özellikle en başta giden gelişmekte olan ülkelerin de bu sürece dahil olmaları konusunda haklı olduğunu ama bir çelişki içerisinde olduklarını belirtiyor. "Kyoto öncesi onların da taraf olduğu İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması, gelişmiş ülkelerin önderlik yapması gerektiğini belirtiyordu ve ABD'de buna bilerek taraf oldu" diyor. Çin ve Hindistan gibi ülkeleri sürece dahil etmek de gerçekten büyük sorun. Bunu yapmak istediğinizde yine o en büyük tartışma ortaya çıkacak; karşılığında bu ekonomilerin nelerden vazgeçeceği ya da Çin ve Hindistan gibi ülkelere nelerin önerileceği. Sachs'a göre, Kuzey ya deli gibi "rüşvet" dağıtarak bu ülkelerdeki muhalefeti susturacak ya da kendi ekonomilerini yavaşlatarak Güney'in yaklaşmasına izin verecek. Küresel ısınmadan bahsedince haliyle tüketim alışkanlıklarından ve talep/yapay talep tartışmasından bahsediyoruz. Buradaki sorunu şöyle bir örnekle açıklıyor: "Bu biraz ucuz bir "suçu başkasına atma" oyunu. Otomobil firmaları lüks arazi araçları üretiyor. Bana otomobil isteyenlere "arazi aracı" önermenin doğanın bir kanunu olduğunu söylemeyin. Kimse araba üreticilerini "arazi aracı" üretmeleri için zorlamadı. Onlar üretene kadar hiçbir talep yoktu. Verimliliği arttırılmış, az yakıt harcayan arabalar isteyen tüketicilerle, otomotiv endüstrisine bağımlı olanlar var. Benim gözlemlerim kentlerde yaşayan insanların daha yaşanabilir bir kent istediği yönünde. Çocuklarının bir arabanın altında kalmasını istemiyorlar. Otomobil örneğinden gidelim isterseniz. En azından dünyanın benim geldiğim bölgesi için söyleyebilirim ki, kentler artık arabalar için uygun değil. İnsanlar, kentlerin otobanlar veya yollar için değil, dinlenme alanları, parklar ve evler; kısaca insanlar için olmasına çalışıyorlar."

Wolfgang Sachs kimdir?
1993'den bu yana Almanya'da Wuppertal İklim, Çevre ve Enerji Enstitüsü'nde çalışıyor. 2002 yılından bu yana da aynı yerde küreselleşme ve sürdürülebilirlik projesinin koordinatörlüğünü yürütüyor. İngiltere'deki Schumacher Kolej'i de dahil dünyanın bir çok üniversitesinde Küreselleşme ve Sürdürülebilirlik, Çevre ve Kalkınma konularında dersler veren Sachs, 1993-2001 yıllarında Greenpeace Almanya ofisinin genel direktörlüğünü de yürüttü. Sachs 2002'de Johannesburg'de yapılan Birleşmiş Milletler sürdürülebilir kalkınma zirvesinin Memorandum'unun editörlüğünü yaptı. Pek çok dile çevrilmiş kitapları arasında "Çevre ve İnsan Hakları", "Küreselleşme ve Sürdürülebilirlik", "Gezegen Diyalektiği", "Kuzeyin Yeşillendirilmesi" ve "Adil Gelecek" bulunuyor. Sachs'ın ele aldığı problemlerin başında ise çevrenin toplum ve ekonomi ile ilişkisi geliyor.

Kyoto bir başka bahara

"AB Sürecinde Türkiye Çevre Sektörü" adlı panelde konuşan Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Hasan Zuhuri Sarıkaya, Kyoto Protokolü'ne taraf olmayacaklarını söyledi.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi /14 Kasım 2005

Mevzuatın uyarlanması konusunda Ulusal Program'a uygun olarak hareket ettiklerini söyleyen Sarıkaya, Türkiye'nin özel konumundan kaynaklı olmak üzere sıkıntı çekilen üç konu olduğunu söyledi. Bu konuları Su Çerçeve Direktifi, Espoo konvansiyonu olarak bilinen sınır aşan Çevre Etki Değerlendirmeleri(ÇED) ve Aarhus konvansiyonu olarak bilinen sınırlar ötesi bilgi edinme hakkı olarak sıraladı.

Üç maddeye ek olarak, her ilerleme raporunda Türkiye'nin Kyoto'ya taraf olmadığının gündeme getirildiğini söyleyen Prof. Dr. Hasan Sarıkaya, "Evet doğru, Türkiye Kyoto Protokolü'ne taraf olmadı ve yakın bir zamanda taraf olmayı da düşünmüyor ama AB müzakereleri önümüze belli bir takvim koyacak" dedi. Sarıkaya'nın sözleri, 2008 yılında devreye girecek protokolü imzalama konusunda Türkiye'nin bir çalışması olmadığı anlamına geliyor. Yine Sarıkaya'nın, bu ay sonu Montreal'de yapılacak olan 11. taraflar toplantısına Türkiye'nin gözlemci olarak katılacağını söylemesi de bu tezi destekliyor. Konuyla ilgili olarak Mayıs 2004'te Türkiye'nin İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması'na taraf olduğunu ve bu anlaşmanın yükümlülüğü olan Ulusal Bildirim Raporu'nun hazırlanmasıyla ilgili çalışmaların başladığını açıkladı. Toplantı sonrasında sorularımızı yanıtlayan Sarıkaya, bu raporun 2006 sonundan önce bitirilemeyeceğini ve Türkiye'nin sera gazı emisyonlarının 130 milyon tonlardan 200 milyon tonun üzerine çıktığına dikkat çekti ve Türkiye'nin Kyoto için baz alınan 1990 yılını referans kabul edemiyeceğini söyledi.

Temel sorunlardan biri olarak belirttiği Su Çerçeve Direktifi ve bu direktifin sınır aşan sularla ilgili kısmına açıklık getiren Sarıkaya, "Dicle-Fırat bölgesinde sınır aşan sular üzerindeki egemenlik hakları üzerinde önemli çekinceler var. Bu noktada ülkemiz bazı sıkıntılar yaşamak durumunda" diye konuştu. Türkiye'nin benzer nedenlerden dolayı, ülkenizde yapmış olduğunuz yatırımların diğer ülkelere etkilerinin tartışıldığı Espoo anlaşmasına da taraf olmadığını ve gündeme biraz ötelenmiş olarak gireceğini belirtti. Bilgi erişim sözleşmesi olarak da adlandırılan, yabancılara bilgi edinme ve yargıya başvurma hakkı tanıyan Aarhus konvansiyonunun da henüz onaylanmadığını ama zaman içerisinde hepsinin uygulanacağının altını çizdi.

Sarıkaya, bu konuların her defasında Türkiye'nin önüne konulduğunu ve konulmaya da devam edeceğini söyledi. Türkiye'nin Ulusal Programı'nda bu konuların hemen içselleştirilmesi konusunda bir vaadin olmadığını da anımsattı.

"Atom" gelmeden köyü bitirdi

"Atom" gelmeden köyü bitirdi

Nükleer santral, Mersin'in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesinin 30 yıllık derdi. 30 yıl içerisinde atom santraline "evet" ve "hayır" diyenlerin hararetli tartışmalarına sahne olan köy kahvelerinde şimdi konuşulan ilk konu ise işsizlik.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / Kasım 2005-Mersin


İster Alanya tarafından, ister Mersin tarafından, ya da yukarıdan Mut üzerinden yola koyulun hiç farketmez. Büyükeceli, ya da santralin yapılması için EÜAŞ tarafından tel örgülerle çevrilen koyun adıyla anılan Akkuyu'ya ulaşmak için, uzunca ve zorlu bir yolu göze almanız gerek. Göze alırsanız, Alanya ve Mersin arasındaki ana yolun dağları tırmandığınız bölümünde karşınıza çıkan, defterde 2 bin nüfuslu, ana yolun biraz üzerinde kurulmuş kendi halinde bir Akdeniz kasabası olan Büyükeceli karşınıza çıkar. Tepeden masmavi Akdeniz'e bakan bir belde.

İlk bakışta köyde kimsenin nükleer santral planlarından haberdar olmadığını sanabilirsiniz. Hatta gündüz vakti köy kahvelerini dolaşırsanız köyün terk edilmiş olduğunu bile düşünebilirsiniz. Köyün gençlerinin, işsizlik yüzünden Silifke, Mersin ya da Adana'ya göç ettiği ve kağıt üzerindeki nüfusun belki de yarı yarıya azalmış olduğu bir gerçek ama henüz bir hayalet kasaba değil Büyükeceli. Akşam vakti, kahvelerde okey masaları etrafında toplanıyor köyde kalmakta direnenler. Akkuyu'da bir gençlik kampı düzenleyen Genç Yeşiller'in kahvelere gelmesiyle, belki de 5 yıl aradan sonra ilk kez, bu kadar hararetli bir şekilde "atom santrali" konuşulmaya başlanıyor.

"Çöplükten ekmek toplayan insan ne konuşabilir ne savunabilir?" diyor hasta yatağından kalkıp gelen ve adının söylenmesini istemeyen bir köylü. "Ekonomik özgürlüğü olmayan insan konuşamaz, yine şenlikler olsun yine karşı çıkarım" diye de ekliyor. Köyde, nükleere karşı olan da destekleyen de ismini vermeye yanaşmıyor. "Atom"a karşı olanlara göre kendisine iş teklif edilenler evet demeye başlamış. Evetçiler ise, yapsınlar da kurtulalım diyor daha çok. Atom santralinden emekli olan bir işçi kahvede yeşillere neden santrali desteklediğini anlatıyor ama adının gazetede yayınlanmasını istemiyor. Daha önce nükleer santrallere karşı çıkan şimdi ise destekleyen Belediye Başkanı Kemal Güdül'e sağı solu belli olmayacağı gerekçesiyle nükleerle ilgili soru sormamam için bayağı da nasihat alıyoruz bu arada. Biz kahveleri dolaşırken başkanda pek ortalarda görülmüyor zaten. Bu arada alacakaranlıkta biri yaklaşıyor ve soruyor: "Fransa'da kaç tane nükleer santral var?" Yanıtı da hemen kendisi veriyor, "59 tane ama bir tanesi bile Akdeniz kıyısında değil!".

"Köyün ekonomik durumu bitik" diyor Mehmet Ali Yılmaz. Bir çuval gübre 30 milyon. Girdiler çok pahalı artık tarım para getirmiyor. 150'ye ürettiğinizi 150'ye satıyorsun" diyerek bize sorunlarını anlatıyor. Belde olmasına rağmen herkesin köy olarak adlandırdığı Büyükeceli'de en çok buğday ekiliyor o da yağmura göre ya oluyor ya da olmuyor. Köyde su sorunu var, birkaç yıl önce umut olan seralarda bir bir sökülüyor. Havanın sıcak olması büyükbaş hayvancılığa da müsade etmiyor. Yılmaz sorunun çözümü için yeni projeler üretilmeli diyor. Yılmaz, "siyasileri buraya çağırıp civar köylerin de içinde olduğu bir toplantı yapılmalı, geçim kaynağı ne olabilir, neler yapılabilir diye. Örneğin angora tavşanı, hindi yetiştirilebilir" diyor. Köylülere göre çevre köylerin durumu daha da kötü. Büyükeceli belediye olduğu için en azından belediye için çalışanlar varmış. Belediye, 80-85 kişiyi günde 5 milyondan çalıştırarak işsiz bırakmamaya çalışıyor, yazında ormanda geçici işçi olarak çalışanlar var.

Turizm çözüm olur mu diye soruyoruz Mehmet Ali Yılmaz'a. Maalesef turizm de kirletiyor diyor. "Buraya kurulmuş sitelerin arıtma tesislerinin çalışıp çalışmadığını bilmiyoruz. Başkan bu işin üstüne gidiyor ama gece çalışıp çalışmadığını kimse bilmiyor. İşin kötü tarafı bu sitelerde oturanlar ne bu köyü tanıyor ne de alışveriş yapıyor. Gelirken Adana'dan Mersin'den alıp geliyorlar herşeyi, bize bir katkısı olmuyor" diye açıklıyor Yılmaz. Birçok kişi beldenin kapılarının yatırımlara kapanmasının arkasında yatan gerçeğin nükleer santral olduğunu düşünüyor. Santral yapılacak diye ne turizmci yatırıma geliyor ne de başkası.

Jandarma'nın adım adım takip ettiği köy gezisi biterken üç genç yanıma yaklaşıyor. "Durumumuz acizane" diyor bir tanesi. Diğeri, "çevreciler kursun bir fabrika biz de atoma hayır diyelim" diye bağırıyor teybime doğru. Son sözü 3 yıldır işsiz olduğunu söyleyen gencecik bir delikanlı söylüyor: "Açız abi, akşama gel kahveye tüm gençler kahvede oturuyor, hepsi lise mezunu".

2005 dünyanın en sıcak ikinci yılı olacak

Bu yılın verileri gelmeye başladı ve durum pek farklı değil. 2005 yılı beklendiği gibi kayıtlı tarihin en sıcak yıllarından biri oldu. Tıpkı, bundan önceki son 4 yıl gibi.

Özgür Gürbüz - Referans / Kasım 2005

Büyük Britanya Meteoroloji Ofisi'ne göre, 2005 yılı dünyanın en sıcak ikinci yılı olarak tarihe geçecek. Artık insanların olduğu kadar hizmet ve sigorta sektörlerinin de yakından izlediği küresel ısınma eğiliminin devam ettiğini belirten yetkililer, Sibirya'nın reaksiyonuna göre 2005'in en sıcak ikinci veya üçüncü yıl olacağını belirtiyorlar. 1998 yılı, 1861 yılından beri ölçümlenen yıllar içinde en sıcak yıl olurken, onu sırasıyla 2002, 2003, 2004 ve 2001 izliyor. 2005'in de bu ilk 6'da yerini almasıyla küresel ısınma konusunda endişelenmek için artık bir başka nedeniniz daha olacak. Anımsayacağınız gibi 2003 yılındaki sıcak dalgası sadece Fransa'da resmi rakamlara göre 15 bin kişinin ölümüne neden olmuş ve o zaman yapılan yorumlar, bu anormal derecede sıcak geçen yılın gelecekte "olağan" sayılabileceğine dikkat çekmişti.

GeoData Enstitüsü proje müdürü Craig Hutton, bu son verilerin ışığında bilim insanlarının çok büyük bir çoğunluğunun artık iklim değişikliğinin insan kaynaklı olup olmadığını tartışmayacağını söylüyor. İnsan etkisi dendiğinde ilk akla gelenler, fosil yakıtlar olarak da bilinen petrol, kömür ve doğal gazın kullanımı, sanayi ve tarım kaynaklı sera gazlarının atmosfere salınması ve ormansızlaştırma sayılabilir. Bu yüzden de çözüm önerilerinde yine rüzgar, güneş, su ve biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının adı sıkça geçiyor. Endüstrileşmiş ülkelerde enrji santrallerinden kaynaklanan sera gazlarının oranı yüzde 65 civarında olarak hesaplanıyor.

2005 yılı şu ana kadar, Amerika'daki iki büyük kasırgaya, İsviçre, Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Romanya'da çok şiddetli sellere sahne oldu. Portekiz ve İspanya tarihinin kaydedilmiş en kurak yıllarını yaşadılar. Ekim ayındaki muson yağmurları da Bangladeş'te yarım milyon insanı evsiz bıraktı ve 200 bin hektarlık ekili alana zarar verdi. İklim değişikliği konusunda çalışan uzmanların genel görüşü artan felaketlerin gelişmemiş ülkeleri daha da derinden etkileyeceği yönünde. Bu ülkelerin ekonomik olanaklarının kısıtlı olması, can kayıpları dışında ekonomiyi de etkiliyor. Uzmanlar, aynı Bangaladeş'te olduğu gibi, insanların geçim kaynaklarının zarar görmesi halinde bu ülkelerden göçmek zorunda kalacağına dikkat çekiyor ve "iklim göçmenleri" kavramından bahsediyorlar. İşin ilginç yanı, New Orleans'ta olduğu gibi, dünyanın devleri de küresel ısınmanın yarattığı sorunlar karşısında çaresizlik içinde kalabiliyor. New Orleans'ı vuran Katrina kasırgasının beşinci gününde Michael Moore'un Bush'a, "helikopterlerimizin nerede olduğuna dair bir fikrin var mı" diye sorması da bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.