Büyüme rakamları gerçeği yansıtmıyor

'Şirketler Dünyayı Yönettiğinde' kitabının yazarı David Korten'e göre, 'doğal, insani, kurumsal ve hatta insan-yapımı sermayenin değer kaybetmesi ya da tükenmesi GSMH'den çıkartılmaz'. Rakamlar, her şeyi anlatmaz.

Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 26 Kasım 2005

Wolfgang Sachs gibi David Korten'de büyüme rakamlarının gerçeği yansıtmadığı görüşünde. Üç Ekoloji dergisinde Türkçe olarak yayınlanan "Paranın Ekolojisi" adlı makalesinde bu görüşünü şöyle açıklıyor: "Çocuklar silah ve sigara satın aldıklarında bu satışlar GSMH'ye eklenir. Hiçbir aklıbaşında insan bunun bizim refahımızı arttırdığını iddia edemez. Bir tanker sızıntısı iyi bir şeydir, çünkü pahalı temizleme faaliyetlerine sebep olur. Evli bir çift boşandığında bu da GSMH için iyi birşeydir. Avukatlara para kazandırdığı gibi taraflardan en azından birinin yeni bir ev dayayıp döşemesini gerektirir. GSMH'nin diğer bazı parçaları ise zararlı büyüme sonucu toplumun ve çevrenin bu şekilde çökmesine neden olmalarını dengelemek için yapılan savunmacı harcamaları içerir. Örneğin güvenlik aygıtları ve çevre temizliği için harcanan paralar. GSMH gerçeklerimizi daha da bozar, çünkü yurtiçi hasılanın net değil brüt ölçümüdür. Doğal, insani, kurumsal ve hatta insan-yapımı sermayenin değer kaybetmesi ya da tükenmesi GSMH'den çıkartılmaz. Böylece ormanlarımızı kestiğimizde ya da fiziksel altyapımız kötüleştiğinde üretim kabiliyetinin kaybı hesaba katılmamış olur, gerçekler tam olarak ortaya dökülemez.

Üretim endeksler bile yanıltıcı
ABD, İngiltere, Almanya, Hollanda ve Avustralya'daki ekonomistler ülkelerinin bildirilen GSMH'yi net yararlı ekonomik üretim değerlerine ulaşmak için uyarlamışlardır. Her seferinde, geçtiğimiz 15 ila 20 senede kaydedilen önemli ekonomik büyümeye rağmen ekonominin refaha olan net katkısının aslında azalmakta ya da değişmemekte olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Ancak bu gibi net yararlı üretim endeksleri bile yanıltıcıdır, çünkü gelecek tüm üretkenliğimizin bağlı olduğu canlı sermayenin temelini ne derece tükettiğimizi göz önüne sermezler. Canlı sermayemizin durumunu ölçen bütünsel bir birleşik endeks yaratma çalışmalarına hiç rastlamadım. Açıktır ki, böyle bir denemede bir çok teknik zorlukla karşı karşıya kalınacaktır.Bununla beraber, ormanlarımızın, topraklarımızın, içme suyu ve balıkçılık alanlarımızın tükenişi, iklim sistemlerinin bozulması, toplumsal dokunun çözülmesi, eğitim standartlarımızın düşüşü, en önemli kurumlarımızın meşruiyetini kaybedip aile yapımızın parçalanmasına dair elimizde her ne ölçüm varsa, hepsi bize canlı sermayemizin tükenişinin net yararlı üretimdeki azalmadan da büyük olduğunu gösterecektir.

David C. Korten
Ekonomik felsefe ve sistemlerin eleştirisini yapan Korten, Birleşmiş Milletler Uluslararası Kalkınma Ajansı'nda (UNAID) çalıştı, Stanford Üniversitesi İşletme Fakültesi'nde doktora yaptı ve Harvard Üniversite'si İşletme Fakültesi'nde ders verdi. İnsan Merkezli Kalkınma Forumu'nun başkanı ve 1995 yılında yayımlanan "Şirketler Dünyayı Yönettiğinde (When Corporations Rule the World)" ve 1999 yılında yayımlanan "Şirket Sonrası Dünya (The Post Corporate World) kitaplarının yazarı.

Sosyal politikalar olmadan ekonomik büyüme gerçekleşemez

Kentlerde yaşayan insanların daha yaşanabilir bir ortam istediğine inanan sosyal bilimci Wolfgang Sachs, sosyal politikaların ekonomik modellere eklenmesi görüşünde. 'Büyük şirketler de birer sosyal aktör ve bu rollerini ciddiye almazlarsa işleri tehlikeye girecek' diyor."

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / 26 Kasım 2005

İnsanların ekonomik ve ekolojik sorunlarını sormak zorundasınız ve bu da politikanın işidir" diyor Wolfgang Sachs. Roma Kulubü'nün aktif üyelerinden ve Almanya'nın Wuppertal Enstitüsü'nde sürdürülebilirlik ve küreselleşme konuları üzerinde çalışan Sachs, ekonominin politikasızlaştırılmasını en önemli sorunlardan biri olarak görüyor. Küresel ısınma ve ekonomiyle ilgili sorunların çözümü için serbest ticaretin önündeki sınırları kaldırmak yerine ticareti, daha sosyal hedefleri olan bir politikayla değiştirmenin önünde duran engellerin kaldırması gerektiğinin altını çiziyor. Neo-liberal politikaların, politikayı ekonomiden uzaklaştırma yönünde başarılı olduğunu, bunun bazı kültür, yer ve insanların ihtiyaçlarının ekonomi içinde rol almaması anlamına geldiğini belirten Sachs, "son yirmi yıl bize gösterdi ki, bu gerçekçi değil. Ekonomiyi insanların yaşamlarından, kültürlerden ve bölgelerden çıkarıp atamazsınız. İnsanların ekonomik ve ekolojik sorunlarını sormak zorundasınız ve bu da politikanın işidir" dedi. İnsanların bu yüzden yeniden politikayla ilgilenmeye başladığını söyleyen Dr. Sachs, "Giydiğiniz elbiseyi yüzde 90 ucuza almak herkesin hoşuna gitti ama daha sonra bu insanlar fabrikalarının, aldıkları ucuz elbiselerin geldiği yerlere gittiklerini gördüler, kuşkucu olmaya başladılar. Neden doğru politikalarla işlerinin kendi ülkeleri içinde kalmadığını, girişimcilerin yatırım kararı alırken tamamen bağımsız hareket etmelerinin ne kadar doğru olduğunu sorgulamaya başladılar" diyor. Ona göre, bu ekonominin politikalar çerçevesinde yürütülmesi anlamına gelmemeli. Pazar ekonomisinin şekillenmesinde, ekonomik verimlilik dışında değerlerin de değerlendirmeye alınması anlamında algılanmalı. İnsanların her yıl dünyanın yeniden üretebileceği kaynaklardan yüzde 20 daha fazla tükettiği unutulmamalı.

Büyük firmalar da birer "sosyal aktör"
Belirli büyüklüğe gelmiş firmaların "iş yapma" biçimlerinin sosyal faktörler sonucunda değiştiğini öne sürüyor. "Kabul etsinler ya da etmesinler, büyük şirketlerin de bir "sosyal aktör" oldukları apaçık. Ciddiye almazlarsa işlerinin tehlikeye gireceği de öyle. Kısaca önümüzde yıllarda daha güçlü devletler ve daha aydınlanmış şirketler bizi bekliyor. Pazar tek başına sadece ekonomik verimliliği sağlayabilir ama insanların aradığı eşitlik ve sürdürülebilirliği sağlayamaz. Yeni bir döneme giriyoruz, politikaların pazar ekonomisini yönettiği ve biçimlendirdiği bir döneme". Herkesin çokça sorduğu bir soru var. Çevreyi korumanın ve ekonominin birarada barınıp barınamayacağı sorusu. Sachs'ın yanıtı "evet" ama bunun için iş dünyasının bakış açısının değişmesi gerektiğini düşünüyor ve ekliyor:"Son 10 yıl içinde iş dünyası bunu fark etmeye başladı. Su ve enerji gibi kaynakların paha biçilmez olduğunu ve bu kaynakların korunmasının ekonomik bir akıllılık olduğunu. İş dünyası bugün birçok ekonomik fırsatı göremiyor, görmeye zorlanmıyor. On yıl içinde, İstanbul şehri arabayla dolduğunda, daha yavaş giden, daha ekonomik arabalara talep olacağı fırsatını iş dünyası göremiyor. İklim değişikliğine zamanında hazırlanamayan otomotiv sektörü bugün bu yüzden cezalandırılıyor". Konu iklim değişikliğinden açılınca çözümün ne olduğunu sormadan edemiyoruz. Ekonomilerimizin kaynak merkezlerinin değiştirilmesi diye kısaca yanıtlıyor. Sachs, "Önümüzdeki 30-40 yılın takvimi bu. Modern ekonomi olarak adlandırdığımız ekonomik sistem, petrol, gaz ve kömür üzerine kurulu. Bu fosil yakıtlardan güneş temelli kaynaklara geçmemiz gerekiyor. Bunu kim yapacak, işte zor soru bu. Kalburüstü ekonomistler de gözle görülen iklim değişikliğinin farkında. Amerikalılar hariç dünyanın en büyük reasürans birlikleri, iklim değişikliğinin olası maliyetlerini hesaplıyor. Bugün iklim değişikliğinin ekonomik bir gerçeklik olduğu ortaya çıkmış durumda. Petrol endüstrisi de bunu biliyor. Apaçık olan, bu yüzyılda işlerinizi petrole bağlı olarak yürütemeyeceğiniz. Büyük kentlerde yaşayanlar da bugünkü yaşam tarzlarının felaketler, savaşlar doğurmasını istemiyorlar."

İklim değişikliğini ancak yavaşlatabiliriz
Küreselleştirme ve sürdürülebilirlik alanında olduğu kadar iklim değişikliği konusunda da çalışmaları bulunan Dr. Wolfgang Sachs, iklim değişikliğinin başlangıç aşamasında olduğunu ve artık sorunun, onun daha tolere edilebilir bir seviyede tutulup tutulamayacağı olduğunu söylüyor. "Bu yüzyılda ortalama sıcaklık artışının en az 1.5 C'yi bulacağı kesin. Kolaylıkla 2 C olabileceği gibi, 4 veya 6 da olabilir. Bu yüzyılda beklenen aralık bu ve termometrenin nerede duracağı tamamen insan ve ülkelerin uygulayacağı politik gelişmelere bağlı." diyen Sachs, Avrupalı politikacılar tarafından üstünde anlaşılan 2 derece sınırının aşılması halinde olabileceklerin tahmin edilmesinin çok zor olacağına dikkat çekiyor. Bu sınır aşılırsa deniz seviyesinde yükselme, fırtınaların sayısında ve şiddetinde artış gibi beklentiler artacak. Bir iklim olayı diğerini doğuracak ve 2 C sınırı aşıldığında ne olacağını tahmin etmek çok daha zor hale gelecek. Bu durumda Kyoto'nun ne kadar etkili olacağını merak ediyoruz. Kyoto'nun, sınır koyan ve bu sınırlara ulaşmak için ortaya atılmış ilk uluslararası anlaşma olarak başarılı olduğunu düşünüyor ama o da gelişmiş ülkeler için ortaya konulan yüzde 5.2'lik indirimin yeterli olmadığı kanısında. Türkiye'nin Kyoto'ya henüz taraf olmadığını anımsatıyoruz. Gelişmiş ülkeler iklim değişikliğinden daha fazla sorumlu olduğunu ve Türkiye'nin gelişmiş ülkelere "hey, sorumlu sensin, üstüne düşeni yap!" diyeceğini söylüyor ama ekliyor: "Fakat aynı zamanda, Türkiye onların düştüğü hataya düşmemek ve yükselen emisyon oranlarını kabul edilebilir bir seviyeye getirmek de zorunda. Bunu yapmamak ne politik ne de ahlaki olarak doğru olur."

Bu sözleri, ABD'nin protokolü delmek için kullandığı argümana benzediği için açıklamasını istiyoruz. ABD'nin, özellikle en başta giden gelişmekte olan ülkelerin de bu sürece dahil olmaları konusunda haklı olduğunu ama bir çelişki içerisinde olduklarını belirtiyor. "Kyoto öncesi onların da taraf olduğu İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması, gelişmiş ülkelerin önderlik yapması gerektiğini belirtiyordu ve ABD'de buna bilerek taraf oldu" diyor. Çin ve Hindistan gibi ülkeleri sürece dahil etmek de gerçekten büyük sorun. Bunu yapmak istediğinizde yine o en büyük tartışma ortaya çıkacak; karşılığında bu ekonomilerin nelerden vazgeçeceği ya da Çin ve Hindistan gibi ülkelere nelerin önerileceği. Sachs'a göre, Kuzey ya deli gibi "rüşvet" dağıtarak bu ülkelerdeki muhalefeti susturacak ya da kendi ekonomilerini yavaşlatarak Güney'in yaklaşmasına izin verecek. Küresel ısınmadan bahsedince haliyle tüketim alışkanlıklarından ve talep/yapay talep tartışmasından bahsediyoruz. Buradaki sorunu şöyle bir örnekle açıklıyor: "Bu biraz ucuz bir "suçu başkasına atma" oyunu. Otomobil firmaları lüks arazi araçları üretiyor. Bana otomobil isteyenlere "arazi aracı" önermenin doğanın bir kanunu olduğunu söylemeyin. Kimse araba üreticilerini "arazi aracı" üretmeleri için zorlamadı. Onlar üretene kadar hiçbir talep yoktu. Verimliliği arttırılmış, az yakıt harcayan arabalar isteyen tüketicilerle, otomotiv endüstrisine bağımlı olanlar var. Benim gözlemlerim kentlerde yaşayan insanların daha yaşanabilir bir kent istediği yönünde. Çocuklarının bir arabanın altında kalmasını istemiyorlar. Otomobil örneğinden gidelim isterseniz. En azından dünyanın benim geldiğim bölgesi için söyleyebilirim ki, kentler artık arabalar için uygun değil. İnsanlar, kentlerin otobanlar veya yollar için değil, dinlenme alanları, parklar ve evler; kısaca insanlar için olmasına çalışıyorlar."

Wolfgang Sachs kimdir?
1993'den bu yana Almanya'da Wuppertal İklim, Çevre ve Enerji Enstitüsü'nde çalışıyor. 2002 yılından bu yana da aynı yerde küreselleşme ve sürdürülebilirlik projesinin koordinatörlüğünü yürütüyor. İngiltere'deki Schumacher Kolej'i de dahil dünyanın bir çok üniversitesinde Küreselleşme ve Sürdürülebilirlik, Çevre ve Kalkınma konularında dersler veren Sachs, 1993-2001 yıllarında Greenpeace Almanya ofisinin genel direktörlüğünü de yürüttü. Sachs 2002'de Johannesburg'de yapılan Birleşmiş Milletler sürdürülebilir kalkınma zirvesinin Memorandum'unun editörlüğünü yaptı. Pek çok dile çevrilmiş kitapları arasında "Çevre ve İnsan Hakları", "Küreselleşme ve Sürdürülebilirlik", "Gezegen Diyalektiği", "Kuzeyin Yeşillendirilmesi" ve "Adil Gelecek" bulunuyor. Sachs'ın ele aldığı problemlerin başında ise çevrenin toplum ve ekonomi ile ilişkisi geliyor.

Kyoto bir başka bahara

"AB Sürecinde Türkiye Çevre Sektörü" adlı panelde konuşan Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Hasan Zuhuri Sarıkaya, Kyoto Protokolü'ne taraf olmayacaklarını söyledi.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi /14 Kasım 2005

Mevzuatın uyarlanması konusunda Ulusal Program'a uygun olarak hareket ettiklerini söyleyen Sarıkaya, Türkiye'nin özel konumundan kaynaklı olmak üzere sıkıntı çekilen üç konu olduğunu söyledi. Bu konuları Su Çerçeve Direktifi, Espoo konvansiyonu olarak bilinen sınır aşan Çevre Etki Değerlendirmeleri(ÇED) ve Aarhus konvansiyonu olarak bilinen sınırlar ötesi bilgi edinme hakkı olarak sıraladı.

Üç maddeye ek olarak, her ilerleme raporunda Türkiye'nin Kyoto'ya taraf olmadığının gündeme getirildiğini söyleyen Prof. Dr. Hasan Sarıkaya, "Evet doğru, Türkiye Kyoto Protokolü'ne taraf olmadı ve yakın bir zamanda taraf olmayı da düşünmüyor ama AB müzakereleri önümüze belli bir takvim koyacak" dedi. Sarıkaya'nın sözleri, 2008 yılında devreye girecek protokolü imzalama konusunda Türkiye'nin bir çalışması olmadığı anlamına geliyor. Yine Sarıkaya'nın, bu ay sonu Montreal'de yapılacak olan 11. taraflar toplantısına Türkiye'nin gözlemci olarak katılacağını söylemesi de bu tezi destekliyor. Konuyla ilgili olarak Mayıs 2004'te Türkiye'nin İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması'na taraf olduğunu ve bu anlaşmanın yükümlülüğü olan Ulusal Bildirim Raporu'nun hazırlanmasıyla ilgili çalışmaların başladığını açıkladı. Toplantı sonrasında sorularımızı yanıtlayan Sarıkaya, bu raporun 2006 sonundan önce bitirilemeyeceğini ve Türkiye'nin sera gazı emisyonlarının 130 milyon tonlardan 200 milyon tonun üzerine çıktığına dikkat çekti ve Türkiye'nin Kyoto için baz alınan 1990 yılını referans kabul edemiyeceğini söyledi.

Temel sorunlardan biri olarak belirttiği Su Çerçeve Direktifi ve bu direktifin sınır aşan sularla ilgili kısmına açıklık getiren Sarıkaya, "Dicle-Fırat bölgesinde sınır aşan sular üzerindeki egemenlik hakları üzerinde önemli çekinceler var. Bu noktada ülkemiz bazı sıkıntılar yaşamak durumunda" diye konuştu. Türkiye'nin benzer nedenlerden dolayı, ülkenizde yapmış olduğunuz yatırımların diğer ülkelere etkilerinin tartışıldığı Espoo anlaşmasına da taraf olmadığını ve gündeme biraz ötelenmiş olarak gireceğini belirtti. Bilgi erişim sözleşmesi olarak da adlandırılan, yabancılara bilgi edinme ve yargıya başvurma hakkı tanıyan Aarhus konvansiyonunun da henüz onaylanmadığını ama zaman içerisinde hepsinin uygulanacağının altını çizdi.

Sarıkaya, bu konuların her defasında Türkiye'nin önüne konulduğunu ve konulmaya da devam edeceğini söyledi. Türkiye'nin Ulusal Programı'nda bu konuların hemen içselleştirilmesi konusunda bir vaadin olmadığını da anımsattı.

"Atom" gelmeden köyü bitirdi

"Atom" gelmeden köyü bitirdi

Nükleer santral, Mersin'in Gülnar ilçesine bağlı Büyükeceli beldesinin 30 yıllık derdi. 30 yıl içerisinde atom santraline "evet" ve "hayır" diyenlerin hararetli tartışmalarına sahne olan köy kahvelerinde şimdi konuşulan ilk konu ise işsizlik.

Özgür Gürbüz - Referans Gazetesi / Kasım 2005-Mersin


İster Alanya tarafından, ister Mersin tarafından, ya da yukarıdan Mut üzerinden yola koyulun hiç farketmez. Büyükeceli, ya da santralin yapılması için EÜAŞ tarafından tel örgülerle çevrilen koyun adıyla anılan Akkuyu'ya ulaşmak için, uzunca ve zorlu bir yolu göze almanız gerek. Göze alırsanız, Alanya ve Mersin arasındaki ana yolun dağları tırmandığınız bölümünde karşınıza çıkan, defterde 2 bin nüfuslu, ana yolun biraz üzerinde kurulmuş kendi halinde bir Akdeniz kasabası olan Büyükeceli karşınıza çıkar. Tepeden masmavi Akdeniz'e bakan bir belde.

İlk bakışta köyde kimsenin nükleer santral planlarından haberdar olmadığını sanabilirsiniz. Hatta gündüz vakti köy kahvelerini dolaşırsanız köyün terk edilmiş olduğunu bile düşünebilirsiniz. Köyün gençlerinin, işsizlik yüzünden Silifke, Mersin ya da Adana'ya göç ettiği ve kağıt üzerindeki nüfusun belki de yarı yarıya azalmış olduğu bir gerçek ama henüz bir hayalet kasaba değil Büyükeceli. Akşam vakti, kahvelerde okey masaları etrafında toplanıyor köyde kalmakta direnenler. Akkuyu'da bir gençlik kampı düzenleyen Genç Yeşiller'in kahvelere gelmesiyle, belki de 5 yıl aradan sonra ilk kez, bu kadar hararetli bir şekilde "atom santrali" konuşulmaya başlanıyor.

"Çöplükten ekmek toplayan insan ne konuşabilir ne savunabilir?" diyor hasta yatağından kalkıp gelen ve adının söylenmesini istemeyen bir köylü. "Ekonomik özgürlüğü olmayan insan konuşamaz, yine şenlikler olsun yine karşı çıkarım" diye de ekliyor. Köyde, nükleere karşı olan da destekleyen de ismini vermeye yanaşmıyor. "Atom"a karşı olanlara göre kendisine iş teklif edilenler evet demeye başlamış. Evetçiler ise, yapsınlar da kurtulalım diyor daha çok. Atom santralinden emekli olan bir işçi kahvede yeşillere neden santrali desteklediğini anlatıyor ama adının gazetede yayınlanmasını istemiyor. Daha önce nükleer santrallere karşı çıkan şimdi ise destekleyen Belediye Başkanı Kemal Güdül'e sağı solu belli olmayacağı gerekçesiyle nükleerle ilgili soru sormamam için bayağı da nasihat alıyoruz bu arada. Biz kahveleri dolaşırken başkanda pek ortalarda görülmüyor zaten. Bu arada alacakaranlıkta biri yaklaşıyor ve soruyor: "Fransa'da kaç tane nükleer santral var?" Yanıtı da hemen kendisi veriyor, "59 tane ama bir tanesi bile Akdeniz kıyısında değil!".

"Köyün ekonomik durumu bitik" diyor Mehmet Ali Yılmaz. Bir çuval gübre 30 milyon. Girdiler çok pahalı artık tarım para getirmiyor. 150'ye ürettiğinizi 150'ye satıyorsun" diyerek bize sorunlarını anlatıyor. Belde olmasına rağmen herkesin köy olarak adlandırdığı Büyükeceli'de en çok buğday ekiliyor o da yağmura göre ya oluyor ya da olmuyor. Köyde su sorunu var, birkaç yıl önce umut olan seralarda bir bir sökülüyor. Havanın sıcak olması büyükbaş hayvancılığa da müsade etmiyor. Yılmaz sorunun çözümü için yeni projeler üretilmeli diyor. Yılmaz, "siyasileri buraya çağırıp civar köylerin de içinde olduğu bir toplantı yapılmalı, geçim kaynağı ne olabilir, neler yapılabilir diye. Örneğin angora tavşanı, hindi yetiştirilebilir" diyor. Köylülere göre çevre köylerin durumu daha da kötü. Büyükeceli belediye olduğu için en azından belediye için çalışanlar varmış. Belediye, 80-85 kişiyi günde 5 milyondan çalıştırarak işsiz bırakmamaya çalışıyor, yazında ormanda geçici işçi olarak çalışanlar var.

Turizm çözüm olur mu diye soruyoruz Mehmet Ali Yılmaz'a. Maalesef turizm de kirletiyor diyor. "Buraya kurulmuş sitelerin arıtma tesislerinin çalışıp çalışmadığını bilmiyoruz. Başkan bu işin üstüne gidiyor ama gece çalışıp çalışmadığını kimse bilmiyor. İşin kötü tarafı bu sitelerde oturanlar ne bu köyü tanıyor ne de alışveriş yapıyor. Gelirken Adana'dan Mersin'den alıp geliyorlar herşeyi, bize bir katkısı olmuyor" diye açıklıyor Yılmaz. Birçok kişi beldenin kapılarının yatırımlara kapanmasının arkasında yatan gerçeğin nükleer santral olduğunu düşünüyor. Santral yapılacak diye ne turizmci yatırıma geliyor ne de başkası.

Jandarma'nın adım adım takip ettiği köy gezisi biterken üç genç yanıma yaklaşıyor. "Durumumuz acizane" diyor bir tanesi. Diğeri, "çevreciler kursun bir fabrika biz de atoma hayır diyelim" diye bağırıyor teybime doğru. Son sözü 3 yıldır işsiz olduğunu söyleyen gencecik bir delikanlı söylüyor: "Açız abi, akşama gel kahveye tüm gençler kahvede oturuyor, hepsi lise mezunu".

2005 dünyanın en sıcak ikinci yılı olacak

Bu yılın verileri gelmeye başladı ve durum pek farklı değil. 2005 yılı beklendiği gibi kayıtlı tarihin en sıcak yıllarından biri oldu. Tıpkı, bundan önceki son 4 yıl gibi.

Özgür Gürbüz - Referans / Kasım 2005

Büyük Britanya Meteoroloji Ofisi'ne göre, 2005 yılı dünyanın en sıcak ikinci yılı olarak tarihe geçecek. Artık insanların olduğu kadar hizmet ve sigorta sektörlerinin de yakından izlediği küresel ısınma eğiliminin devam ettiğini belirten yetkililer, Sibirya'nın reaksiyonuna göre 2005'in en sıcak ikinci veya üçüncü yıl olacağını belirtiyorlar. 1998 yılı, 1861 yılından beri ölçümlenen yıllar içinde en sıcak yıl olurken, onu sırasıyla 2002, 2003, 2004 ve 2001 izliyor. 2005'in de bu ilk 6'da yerini almasıyla küresel ısınma konusunda endişelenmek için artık bir başka nedeniniz daha olacak. Anımsayacağınız gibi 2003 yılındaki sıcak dalgası sadece Fransa'da resmi rakamlara göre 15 bin kişinin ölümüne neden olmuş ve o zaman yapılan yorumlar, bu anormal derecede sıcak geçen yılın gelecekte "olağan" sayılabileceğine dikkat çekmişti.

GeoData Enstitüsü proje müdürü Craig Hutton, bu son verilerin ışığında bilim insanlarının çok büyük bir çoğunluğunun artık iklim değişikliğinin insan kaynaklı olup olmadığını tartışmayacağını söylüyor. İnsan etkisi dendiğinde ilk akla gelenler, fosil yakıtlar olarak da bilinen petrol, kömür ve doğal gazın kullanımı, sanayi ve tarım kaynaklı sera gazlarının atmosfere salınması ve ormansızlaştırma sayılabilir. Bu yüzden de çözüm önerilerinde yine rüzgar, güneş, su ve biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının adı sıkça geçiyor. Endüstrileşmiş ülkelerde enrji santrallerinden kaynaklanan sera gazlarının oranı yüzde 65 civarında olarak hesaplanıyor.

2005 yılı şu ana kadar, Amerika'daki iki büyük kasırgaya, İsviçre, Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Romanya'da çok şiddetli sellere sahne oldu. Portekiz ve İspanya tarihinin kaydedilmiş en kurak yıllarını yaşadılar. Ekim ayındaki muson yağmurları da Bangladeş'te yarım milyon insanı evsiz bıraktı ve 200 bin hektarlık ekili alana zarar verdi. İklim değişikliği konusunda çalışan uzmanların genel görüşü artan felaketlerin gelişmemiş ülkeleri daha da derinden etkileyeceği yönünde. Bu ülkelerin ekonomik olanaklarının kısıtlı olması, can kayıpları dışında ekonomiyi de etkiliyor. Uzmanlar, aynı Bangaladeş'te olduğu gibi, insanların geçim kaynaklarının zarar görmesi halinde bu ülkelerden göçmek zorunda kalacağına dikkat çekiyor ve "iklim göçmenleri" kavramından bahsediyorlar. İşin ilginç yanı, New Orleans'ta olduğu gibi, dünyanın devleri de küresel ısınmanın yarattığı sorunlar karşısında çaresizlik içinde kalabiliyor. New Orleans'ı vuran Katrina kasırgasının beşinci gününde Michael Moore'un Bush'a, "helikopterlerimizin nerede olduğuna dair bir fikrin var mı" diye sorması da bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.

Olli Rehn'den Bakan Gül'e Allianoi'yi kurtar mektubu

Devlet Su İşleri'nin 15 Kasım'da su tutmaya başlayacağı Yortanlı Barajı'nın sular altında bırakacağı Allianoi antik kenti için, Olli Rehn'de devreye girdi.

Özgür Gürbüz-Referans / 29 Ekim 2005

AB Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Olli Rehn, "sevgili Abdullah" diye başladığı mektubunda, Bergama yakınlarındaki Hellenistik devirden kalma eşsiz ılıca ve sağlık merkezi Allianoi'nin Türkiye’nin kültürel mirası kadar Avrupa'nın kültürel mirası için de çok önemli bir eser olduğuna değinerek Allianoi'yi sular altında bırakmayacak alternatif projelerin değerlendirilmesini öneriyor.

Rehn mektubunda,"Baraj projesinin çevre etkileri konusunda da kaygılar olduğu anlaşılıyor, bazı kaynaklar bu olası etkilerin yeterince araştırılmadığı kanısında. Her koşulda arkeologların buluntuları emniyetli bir depoloma alanına alabilmelerine imkan tanınmalıdır. Bu kalitedeki tarihsel hazinelerin korunma altına alınmaları için en uygun yer ise doğal olarak eserlerin bulunduğu orijinal yerleridir ve bu birçok uluslararası anlaşmalar bu temel prensibin üstünde durmuştur. Bu gerçeğin ve alternatiflerinin araştırılmasına yetersiz zaman tanınması yalnız Avrupa’nin kültürel anılarının yok olması değil, Türkiye'nin önemli turizm potansiyelinin kalkınmasında da büyük kayıplara yol açacaktır" diye yazdı.

Rehn ayrıca AB kamuoyunun üyelik görüşmeleri nedeniyle Türkiye ile her konuyla yakından ilgilendiğine dikkat çekerek bu konuda Avrupa Parlamentosu üyeleri dahil çeşitli kişilerden sorular ve yorumlar aldıklarını söyledi. Sivil Toplum Diyalogu projesi açısından da Avrupa Birliği halklarının Türkiye AB ilişkileriyle bu kadar yakından ilgilenmesinden memnuniyet duyduğunu söyleyen Rehn, Türkiye’nin Avrupa için önemli olan arkeolojik hazineleri yok etmesinin olumsuz bir imaj yaratacağının altını çizdi.

Allianoi Girişimi Grubu Sözcüsü Avukat Arif Ali Cangı'nın, Devlet Su işleri'ne(DSİ) gönderdiği "baraj gölünde birikecek suyu Kınık Ovası’na ve sulanması planlanan diğer alanlara taşıyacak kanaletlerin yapımına başlanmış mıdır" sorusuna DSİ'den verilen yanıt onu pek tatmin etmemişe benziyor. DSİ, "Yortanlı ve Çaltıkoru barajlarından sulanacak Kınık Ovası’ndaki Kınık Sol Sahil Sulaması inşaatı yüksek basınçlı borulu sistem olarak 1992 yılında ihale edilmiş olup halen inşaatı devam etmektedir, sulama şebekesinin % 51’i tamamlanmıştır. Kınık Sağ Sahil Sulamasının inşaatının ihalesi ise 2006 yılında yapılacaktır" diyor.

Arif Ali Cangı'ya göre bu durumda baraja 15 Kasım’da su tutulması hiç kimseye yarar sağlamayacak. Cangı, "Allianoi ve bizlerin sesi boğulmak isteniyor; 1992 yılında ihale edilen ve halen % 51 tamamlanmış olan Kınık Sol Sahil Sulaması bölgesi yaklaşık 6.000 hektarlık bir alanı kapsamakta. Henüz ihalesi dahi yapılmayan Kınık Sağ Sahil Sulaması bilgesi ise yaklaşık iki kat büyüklüğünde 11.000 hektarlık bir alanı kapsıyor. 1992 yılında ihale edilen 6000 hektarlık alanın sulama sisteminin yarısının henüz tamamlandığı ve 11000 hektarlık alanın ihalesinin de 2006 yılında yapılacağı göz önüne alınırsa, baraj suyundan en iyimser tahminle; 8-10 yıl sonra yararlanılabilecekler" yorumunu yapıyor. DSİ şu ana kadar bu barajın inşaatı için 11 milyon 792 bin YTL., kamulaştırmalar için de 1 milyon 776 bin YTL. harcandığını söylüyor ve kesin harcama miktarı işin bitmesinden sonra belli olacak diyor.

Gerçekten de enerji ve çevre konularında oldukça hareketli günler Türkiye'yi bekliyor. Enerji Bakanlığı ve DSİ'nin gerek hidroelektrik gerek sulama amaçlı projelere hız vermesi Türkiye'nin birçok yerinde benzer sorunları gündeme getirdi. Doğa Derneği, Ağustos ayında benzer bir problemle yüzleşen Hasankeyf için Haydarpaşa'dan Batman'a trenle bir yolculuk düzenlemiş, Türkiye'nin 266 Önemli Doğa Alanı'ndan biri olan Dicle Vadisi'nde bulunan ve Anadolu'nun ayaktaki tek ortaçağ kenti Hasankeyf, üzerinde bulunduğu vadiyle birlikte sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylemişti. Doğa Derneği de aynı Allianoi girişimi gibi, Ilısu Barajı'nın Dicle Nehri'ni durdurarak Türkiye'nin en önemli anıt kentlerinden Hasankeyf'i sular altında bırakacağını ve eşi benzeri olmayan bir doğal alanı sessizliğe gömeceğini öne sürerek baraj projesine karşı çıkmıştı.

Türkiye nükleer santral kurarsa atıkları satacak

Enerji Bakanı Dr. Hilmi Güler, Türkiye'nin nükleer santral kurması halinde ortaya çıkacak radyoaktif atıkları satacaklarını söyledi.

Özgür Gürbüz-Referans Gazetesi / 29 Ekim 2005

AKP hükümetinin planları arasında bulunan nükleer santraller enerji yatırımları içinde en çok tartışılan konulardan biri. Tartışılan konuların en önemlilerinden biri de nükleer atıklar. Enerji bakanı Hilmi Güler'in, nükleer atıklarla ilgili görüşünü merak ettik ve şu ana kadar hiç konuşulmamış bir öneriyle karşılaştık. Güler, nükleer atıkları satma planları olduğunu söyledi. Güler sorumuza, "Satarız, niye satmayalım? Almak isteyen var. Çünkü alıp başka şey yapıyor. Atığı alıp, enerjinin daha üst seviyesini kullanıyor, yeniden yeni ürünler üretiyor; istiyorlar yani" yanıtını verdi. Enerji Bakanı Hilmi Güler, nükleere karşı çıkanları anlayamadığını yineledi ve "keşke nükleeri çok daha fazla kursaydık da elektrikle ısınsaydık, doğalgaza hiç bağımlı kalmasaydık " dedi.

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu(TAEK)verilerine göre, 1000 MW'lık kurulu güce sahip bir nükleer reaktör her yıl 800 ton kadar düşük ve orta seviyeli, 25 ton kadar yüksek seviyeli radyoaktif atık ortaya çıkarıyor. Oldukça radyoaktif olan kullanılmış yakıtlar, yeniden işleme denen kimyasal bir işlemden geçiriliyor. İçlerindeki parçalanabilir plütonyum ve uranyum yeniden kazanılıp yakıt haline getirilerek, bu yakıtı yakabilecek özel reaktörlerde kullanılıyor. Bu arada ortaya çıkan plütonyum nükleer silah yapımında da kullanılabiliyor. Öte yandan, bu işlem oldukça uzun yıllar aktif kalan radyoaktif materyallerin ortaya çıkmasına neden oluyor ki bu da yeniden işlemenin en büyük sorunlarından biri. Ticari reaktörlerin yaklaşık yarım asırlık geçmişlerine rağmen, dünyada henüz nükleer atıkların depolandığı bir son depoloma alanı bulunmuyor. Bütün nükleer atıklar, geçici depoloma alanlarında tutuluyor. Elektrik Mühendisleri Odası eski başkanlarından Ünal Erdoğan ise konuyla ilgili uzman olmayan kişilerin nükleer enerji konusunda yetkili kılındığına dikkat çekerek, nükleer reaktörün kendisinin bir nükleer atık olduğunu ve binlerce tonluk bu atığın kime, nasıl satılacağını sordu.

Gelişmiş ülkelerdeki muhalefet ve sıkı güvenlik tedbirleri yüzünden bu atıklarla ne yapacağını bilmeyen birçok ülke atıklarını diğer ülkelere göndermeye çalışıyor. Özellikle eski Sovyetler Birliği'nin nükleer atıklarına ev sahipliği yapan ülkelerde ise nükleer atık ihracına muhalefet oldukça fazla. 2004 yılında Kırgızistan Hükümeti'nin de araya girmesiyle İngiltere'nin BNFL'i tarafından gönderilen uranyumlu grafitin ihracatının engellenmesi en yeni örneklerden biri. 2001 yılında Kazakistan'da yaşananlar ise başka bir örnek. Eski Sovyetler Birliği'nden kalan nükleer denemelerin yapıldığı alanı diğer ülkelerle beraber kendi nükleer atıklarına açmayı planlayan Kazakistan da hayal kırıklığına uğradı. Oysa, Ulusal atom enerjisi firması Kazatomprom, 30 yıl içerisinde 35 ila 50 milyar dolar arasında para kazanabileceğini hesap etmişti. Bu rakam, AB ülkelerinin göndereceği nükleer atık için varil başına 5300 dolar isteneceği ve Kazakistan'ın varil başına 4200 dolar kar edeceği hesabından ortaya çıkmıştı. Halihazırda birçok ekolojik sorunun yanısıra 237 milyon tonluk nükleer atıkla da boğuşan Kazatomprom, bu konuda başarılı olamasa da, nükleer atıkların kabulünü sağlayacak yasal düzenlemeye karşı çıkan biyolojist Kaisha Atakhanova, Goldman Çevre Ödülü'ne layik görüldü. Kısacası, Güler'in bahsettiği satma işlemi aslında daha çok üzerine para verme esasına kurulu ama hem atıkları taşımada hem de alıcı bulmada birçok sorun yaşanıyor.

Dünyanın nükleer atık mezarlığı olmaya aday bir başka ülke ise Rusya. Rusya hükümeti, 2001 yılında yasalarında değişiklik yaparak ton başına 1000 dolar fiyatla nükleer atıkları "orta vade" için kabul edeceklerini söyledi. İşin açıkçası, Rusya'nın pek açık olmayan "orta vade"sinin aslında son depoloma olduğuydu. Tayvan, Güney Kore, İsviçre, İspanya ve Japonya'nın konuyla ilgilendiği görüldü. Ama şu ana kadar bu ülkeler ABD'den izin alamadılar. Reaktörleri ABD yapımı olduğu için böyle bir izne gereksinimleri vardı. Özellikle 1970-90 arasında eski doğu bloku ülkeleri atıklarını Sovyetler Birliği'ne gönderdiler. Bugün hala bunun devam ettiği söylenebilir ama başka bir yolla. Kullanılmış yakıtların bugün de yeniden işlenmek için bu işlemi yapabilecek özel tesislere gönderildiği biliniyor. Teoride bu işlemden sonra atıkların geri gönderilmesi gerekiyor ama çoğu zaman atıklar, yeniden işleme santrallerine sahip olan ve dışarıdan kullanılmış yakıt çubuğu kabul eden Fransa, İngiltere ve Rusya'da kalıyor. İngiliz hükümeti Sellafield'de, Fransızlar La Hague'de biriken nükleer atıklar konusunda artan şikayetlerle uğraşsalar da kimse Sibirya'daki Mayak yeniden işleme tesisi kadar kötü durumda değil. Greenpeace'e göre 1945'te askeri amaçlarla kurulduğu günden bu yana 272 bin kişinin kazalar ve bilinçli salınımlarla radyasyona maruz kaldığı Mayak'a 30 kilometre uzaktaki Muslomova köyünde neredeyse hasta olmayan yok. Köydeki 2500 kişinin bir çoğu, kalp hastalıkları, eklem hastalıkları ve astım gibi hastalıklarla uğraşırken aşağı yukarı köydeki erkek ve kadın nüfusunun yarısı kısır. Erken doğum oranı yüzde 10 ve her 3 çocuktan biri fiziksel bozulmayla karşı karşıya.

Trittin atık sorunun çözümsüz olduğunu söylüyor

Almanya'nın kısa bir süre sonra görevden ayrılacak olan Çevre Bakanı Jürgen Trittin, Almanya'nın nükleer santrallerini kapatma politikasında bir değişiklik olmayacağından emin gözüküyor. Trittin kısa bir süre önce BBC ile yaptığı bir söyleşide, nükleer enerjinin getirdiği risklerin geçen onca yıl boyunca azalmadığı tam tersine terorist saldırı olasığıyla daha da arttığını söylemiş ve nükleer atık sorununun çözümü için son 30 yılda daha akıllı hiçbir gelişmenin kaydedilmediğine dikkat çekmişti. Trittin, nükleer fizyon sonucu ortaya çıkan Plütonyum 239'un yarı ömrünün 24 bin yıl olduğunu, 24 bin yıl sonrasının değil nasıl olacağını bilmek, hayal etmenin bile zor olduğunu söylemişti. Almanya, elektrik tüketiminde yenilenebilir enerjinin payını 2020 yılında yüzde 20'ye, 2050'de ise yüzde 50'ye çıkarmak istiyor. Trittin, nükleer enerjinin baz yük olarak kullanılmasıyla ilgili soruyu, geçmişten kalan baz yük fikri esnek ve zeki elektrik üretimine geçişi planlayan Almanya'nın enerji dönüşümü projesinin önünde duruyor diye yanıtlıyor.

Altın Madenleri Peru'nun da başına dert oldu

Dünya bakır üretiminde 3, altın üretiminde 6. olan Peru'nun başı, çevre sorunlarıyla derde girdi. Hükümete bağlı Ulusal Çevre Konseyi, kapanmış madenlerin rehabilitasyonu için 1 milyar dolara ihtiyaç olduğunu söyledi.

Özgür Gürbüz -Referans Gazetesi / Ekim 2005

Türkiye'de Bergama köylülerinin mücadelesiyle gündeme gelen altın madeni krizinin bir benzeri de dünyanın en büyük bakır ve altın üreticilerinden Peru'yu karıştırdı. Ulusal Çevre Konseyi Başkanı Carlos Loret de Mola, eski madenlerin rehabilitasyonu için 500 milyon ile 1 milyar dolar civarında bir rakama ihtiyaç duyduklarını söyledi. Mola, "Diğer sektörlerin verdikleri zararları bilmiyoruz ama balıkçılık, tarım ve sanayi gibi sektörlerden bu hesapları yapmasını istedik. Bundan sonra temizlik çalışmalarına nereden başlayacağımızı görebileceğiz" diyor. Mola'nın verdiği rakamlara göre, Peru'nun şu ana kadar kapanmış madenler, kirlenmiş nehirler ve tarlalar için yaptığı harcamalar 150 milyon doları bulmuş. Çevre ile ilgili yönetmeliklerin yeterli olmayışı ya da eksikliği yüzünden, Peru'daki birçok terkedilmiş madenden çeşitli kimyasallar doğaya karışıyor.

Bu tartışmanın öte yanında yine tanıdık bir isim, Bergama Ovacık'taki altın madenini de bir süre işleten ve 2 Mart 2005 tarihinde 44.5 milyon dolara Koza Davetiye Mağaza İşletmeleri ve İhracat A.Ş.'ye satan Newmont firması var. Dünyanın en büyük altın üreticisi, Güney Amerika'nın en büyük altın madeni Yanacocha'ya sahip grup, Peru'lu ve Güney Amerika'lı madencilerle beraber temizlik çalışmaları için fon ayırmaya başladı ve geçen hafta sadece 2 milyon dolar ayırdı. Gerekli olan miktarı 1 milyar dolar civarında hesaplayan hükümet ise Dünya Bankası ve Amerika Ülkeleri Kalkınma Bankası'ndan kaynak arayacaklarını söylüyor. Ayrıca, çıkarılacak yeni yasalarla çevreyi kirlettiği kanıtlanan madencilerin lisanslarının askıya alınmasını kolaylaştırmaya hazırlanıyorlar. Madenciler ise böyle bir yasanın gereksiz olduğunu, madenlerin kapatılma planlarının işletmeye açılmadan önce hazırlandığını belirtiyor ve 2001'den bu yana daha çevreci teknolojilere 900 milyon dolar yatırdıklarını söylüyorlar.

Peru'da birçok fakir çiftçi, tarım alanlarının kaybolduğu ve nehirlerin zehirlendiği için madenlere karşı çıkıyor. 2003 yılı, tüm ülkede büyük bir dalga halinde yayılan protestolara sahne olmuştu. Peru'nun yarıdan fazla ihracatının madencilikten gelmesi ise durumu daha da zorlaştırıyor.

Bergama'da son durum

Hakkında birçok yürütmeyi durdurma ve iptal kararı olan Ovacık'taki maden, 20 Mayıs 2005 tarihinde Gayri Sıhhı Müesseseler Yönetmeliğine göre açılış ve çalışma ruhsatı alarak tekrar çalışmaya başlamıştı. Bu iznin alınması için engel teşkil eden tüm yönetmeliklerin titiz bir çalışmayla ilgili bakanlıklar tarafından değiştirildiğini iddia eden Bergamalılar ise konuyu yeniden AİHM'ne (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) götürdü. İç hukuk yollarının tıkandığı gerekçesiyle 19 Temmuz'da yaptıkları başvurularında konunun öncelikli olarak ele alınması gerektiğini söyleyen köylülerin bu talebi geçtiğimiz günlerde AİHM tarafından kabul edildi. Türkiye'de de dava süreci 3 işlemle ilgili olarak sürüyor. ÇED'in (Çevre Etki Değerlendirmesi), imar planının ve açılma ruhsatı'nın iptali için açılmış olan davalar sürüyor.