Afet kapıyı çalana kadar evde yokuz

Doğal afetlerin gölgesinde yaşayan yoksul devletler küresel ısınmayı durdurmak zorunda. Zengin ülkeler ise kendilerini koruyacak önlemlerin peşinde. 

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Aralık 2012

Afet dediysek heyecanlanmayın, doğal afetten ama selden, depremden ve su baskınından bahsediyorum. 2002-2011 yılları arasında dünyada kayda geçen doğal afet sayısı 4 bin 130. Bir milyondan fazla insan bu afetler sonucu hayatını yitirmiş. Bu doğal afetlerin maliyeti 1 trilyon 200 milyar dolar civarında. Sadece 2011'de 302 adet doğala afet meydana gelmiş, 200 milyon kişi bu afetlerden etkilenmiş ve ekonomik hasarın bedeli de 366 milyar doları bulmuş. Seller, kuraklıklar, deprem ve kasırgaların 10 yılda yol açtığı hasarın kısa özeti bu. Özet bir paragraf uzunluğunda ama milyonlarca hayata bedel.

Bu veriler Almanya'nın önde gelen sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu bir birliğin yayını olan Dünya Risk Dizini (World Risk Index-2012) adlı raporda yer alıyor. Rapor, ülkelerin doğal afetlere karşı ne kadar hazır olduğunu değerlendiriyor. Ülkeler arasında bir risk sıralaması yapıyor. Önce söz konusu ülkenin deprem, tayfun, sel baskını ve kuraklık gibi felaketlerle karşılaşma olasılığına bakılıyor. Sonra bu felaketlere karşı insanların ne kadar korumasız olduğu inceleniyor. Daha sonra ülkenin olası felaketlere karşı seferber edebildiği imkanlar değerlendiriliyor. Son olarak da uzun dönemde doğal afetlere karşı direnmek için yapılan yapısal değişiklikler ele alınıyor. Bu dört ana konuda yapılan değerlendirmeler ülkelerin risk oranını belirliyor. Bu formülün uygulanması sonucunda oransal bir büyüklük elde ediliyor.

Lafı uzatmayalım, dünyanın doğal afetlere karşı en hazırlıksız ya da sonuçlarıyla baş etmede en büyük riske sahip ülkesi Vanuatu. En az riske sahip ülkesi ise Katar; ne garip bir tesadüftür ki bu yılki iklim zirvesinin yapıldığı yer Katar'ın başkenti Doha'ydı. Türkiye ise 173 ülkenin olduğu listenin ortalarında, 106. sırada yer alıyor. Doğal felaketlere maruz kalma ve afetlerle baş etmek için hayata geçirilen uzun dönemli yapısal değişiklikler konusunda karnemiz zayıf. Afet karşısında hazırlığımız, mücadele kapasitemiz ise kıl payı sınıfı geçiyor. Doğal afet riski artarsa listenin daha gerisine düşmemiz kaçınılmaz. Kıstaslar çok detaylı. Okur yazarlıktan, gelir seviyesine kadar birçok etken hesaba katılmış. Örneğin, Yunanistan'ın mücadele kapasitesi, afetleri az hasarla atlatma potansiyeli bizden daha yüksek ama doğal afetlerle karşılaşma riskinin büyüklüğü onları daha riskli bir ülke yapıyor. Yunanistan 72. sırada yer alıyor.

ADA DEVLETLERİ ZOR DURUMDA
En riskli 15 ülkenin sekizi ada devleti. Okyanusta olmak, iklim değişikliği kaynaklı deniz seviyesi yükselişinden kasırgalara kadar birçok doğal felakete davetiye çıkarıyor. Fakat tehlikeye maruz kalmak her zaman riski yükselten bir etken değil. Hollanda'ya bakalım. Hollanda doğal afet tehlikesi sıralamasında 12. sırada ama genel risk sıralamasında 51. sıraya kadar geriliyor. Sosyal, ekonomik ve kurumsal yapı iyi olduğu için kendini koruma kapasitesi de daha yüksek. Liberya ise ters yönde bir örnek. Afetlere maruz kalma sıralamasında Liberya 113. sırada, “şanslı” bir ülke. Buna rağmen afet olduğunda karşı koyma kapasitesi çok düşük olduğu için genel sıralamadaki yeri 60. Bu dizinin ana fikri de aslında bu. Felaketlere maruz kalma ihtimalinizin yüksek olması, onlarla baş edemeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Yeter ki hazırlığınız, paranız ve organizasyon kapasiteniz olsun. Japonya dışında bu söylediğim kuralı bozan bir ülke yok. Japonya'da risk o kadar yüksek ki, iyi hazırlık tedbirlerine rağmen genel listede 16. sıradalar. Fukuşima'da olanlar da bunun ispatı.

Bütün bunları hafızanızda tutun. Şimdi size geçen hafta Doha'da sona eren iklim zirvesinin sonuçlarından bahsedeceğim. Ülkelerin yanında, parantez içinde göreceğiniz rakamlar ise onların yukarıda bahsettiğim risk dizinindeki sıralaması. 1 numara en çok, 173 ise en az riskli ülke.

RİSK YOKSA SORUMLULUK DA YOK
Zirve'de, küresel ısınmaya yol açan seragazlarını azaltmayı amaçlayan Kyoto Protokolü'ne 2010 yılına kadar devam kararı çıktı. Çıktı ama devam eden ülke sayısı oldukça azaldı. Avrupa Birliği'ne üye 27 ülke(AB ülkelerinin hemen hemen hepsi düşük riske sahip), İsviçre(157), Avustralya(117), Norveç(162) ve şimdilik Ukrayna(149) ikinci yükümlülük dönemine evet dedi. Bu ülkelerin toplam emisyonları küresel emisyonların sadece %15'i. Büyük kirleticiler emisyonlarını indirme adına yükümlülük almadılar. Kim onlar? Kanada(150), Rusya(130), ABD(127) ve Japonya(16) Kyoto'nun ikinci döneminde yok. Çin(78) ve Hindistan(73) ise bu dönemde yükümlülük almadı ancak 2020 sonrası hayata geçmesi umulan yeni anlaşmada hedef alacaklarının sinyallerini verdi. Polonya (140) görüşmeleri baltalamaya çalışan ülkelerin başında gelirken, Dominik Cumhuriyeti(25), gelişme yönünde bir ülke olmasına rağmen 2030'a kadar seragazı emisyonlarını 2010 yılının yüzde 25 aşağısına çekmeyi taahhüt etti. Türkiye(106) ise bir indirim hedefi almadı. Aksine, emisyonları azaltmak için ekonomik yardım talebinde bulundu ama bu kabul edilmedi.

Filipinler'in(3) iklim baş müzakerecisi Naderev Sano, Doha'daki iklim zirvesinde bir konuşma yaptı ve ülkesinde yüzlerce kişinin ölümüne yol açan kasırgadan bahsederken gözyaşlarına boğuldu ve dünyaya şöyle seslendi: “Daha fazla bahane, daha fazla gecikmeye tahammülümüz yok”.

İKLİM ZİRVELERİ HÜKMÜNÜ YİTİRDİ
Parantezlerin içindeki rakamlar sanırım iklim görüşmelerini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Küresel iklim değişikliği kaynaklı doğal felaketlerden zarar görenler yardım çağrıları yaparken, bu felaketlerden etkilenmeyenler ya da parası ve gücüne güvenerek afetlerle yüzleşmeyi tercih edenler sorumluluk almaktan kaçıyor. AB bu kuralı bozan tek grup, kim bilir belki de hâlâ vicdanlarının sesini dinliyorlar. Varsıl ülkeler iklim değişikliğini konuşuyor, yazıyor, çiziyor ama ölümler yoksul ülkelerde oluyor. Artık bu zirvelerin anlamı kalmadı. 2015'e kadar yeni bir anlaşmanın ortaya çıkacağı bile belli değil. 2020'de yürürlüğe girmesi beklenen bu yeni anlaşmanın ne kadar yeterli olacağı da belirsiz. Hep söylüyorum, dünyayı kirleten şirketler hükümetleri parmaklarının ucunda oynatıyorlar ama müzakere masasında onlar yok. Böyle devam ederse çözüm de olmayacak. Katar'daki (173) zirveden yoksulun hakkını koruyan bir karar çıkmadı. Müzakere masasında kalmanın artık yoksullara bir faydası yok. Ya birleşecekler ya da zalimlere boyun eğecekler.

Türkiye’nin son çılgın projesi: Nükleer atık çöplüğü!

Gaziemir'deki eski kurşun fabrikasından sadece 2007-2008 yılları arasında 247 ton radyoaktif cüruf çıkarıldı ve ÇNAEM'e götürüldü. Bu atıklara ne oldu, daha ne kadar atık fabrika sahasında gömülü, belli değil. 

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Aralık 2012

İzmir’in Gaziemir ilçesindeki Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne ait kurşun döküm fabrikasında beş yıl aradan sonra yeniden radyasyon tespit edilmesi geçen haftanın aslında en önemli gündem maddesiydi. Hükümet korkusu mu, kapasite yetersizliği mi bilinmez, medyanın büyük bir kısmı olayı görmezden gelmeye çalıştı. Fabrikadaki son durumu ortaya çıkaran Radikal gazetesi bile 10 Aralık günü, radyasyonsuz bir atık haberi yaparak, konuyu nükleerden uzaklaştırmaya çalıştı. Eleştirdikleri Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) bile gerisinde kaldılar çünkü TAEK bile 7 Aralık Cuma günü yaptığı iki açıklamasında da fabrika sahasında radyoaktif kirlenme olduğunu açıkça belirtmişti.

Bu haberin gündemde daha fazla kalmasını hükümet birkaç nedenden dolayı istemez. Üç tanesini sayalım:

  • Beş buçuk yıl önce ortaya çıkan nükleer atık meselesinin sonuçlandırılmamış olması devletin bu konudaki zaafını gösterir ki bu da nükleer santral kurmaya hevesli bir hükümetin halkın hayatıyla nasıl kumar oynadığına dair bir işarettir.

  • Gündem nükleer atık olunca mesele döner dolaşır nükleer santrallere gelir. Sadece Akkuyu’da kurulacak 4 nükleer reaktörden her yıl 120 ton yüksek seviyede nükleer atık çıkacağı düşünülürse, bir fabrikanın bahçesine gömülü nükleer atıklarla baş edemeyenlerin bunlarla nasıl baş edeceği sorusunu herkes sormaya başlar.

  • Mersin’de nükleer santral kurmak için Türkiye ile Rusya arasında yapılan anlaşmanın yüzlerce eksiği olduğu biliniyor. Atık konusu ise tamamen “es” geçilmiş durumda. Nükleer santralden çıkacak atıkların ne olacağı belirsiz. Rus şirket bir demecinde atıklar Rusya’ya gidecek, bir sonrakinde ise Türkiye isterse atıkları satın alabilir diyor. İzmir’deki skandal dikkatleri Mersin’deki skandala çekiyor.

Bu işin Mersin boyutu. Bir de Gaziemir boyutu var. İzmir’deki atık meselesinde hâlâ yanıtlanmamış sorular var. TAEK’in 7 Aralık’ta açıkladığı raporu temel alarak tarihlere göre bir değerlendirme yaparsak bu soru(n)ları açıkça görebiliyoruz.

16 Nisan 2007
Gaziemir’deki fabrikadan İZAYDAŞ'a gönderilen üç kamyon cürufun birinde radyasyon tespit edilmesiyle sorun ortaya çıkıyor. Olayın üzerinden beş buçuk yıl geçmesine rağmen fabrikada hâlâ radyasyon olması sorunun çözülmediğini açıkça gösteriyor. Halk sağlığını 5,5 yıldır tehdit eden bu sorunu çözemeyen yöneticiler hakkında acilen işlem yapılması gerekir. Çevre Bakanlığı, Enerji Bakanlığı ve İzmir Valiliği birinci dereceden sorumludur.

TAEK Gaziemir’de Europium 152 (EU-152) bulunduğunu ve bu izotopun yarı ömrünün 13,5 yıl olduğunu söylüyor. Radyoaktivitenin tamamen yok olması için 10 yarı ömür gerektiğine göre 135 yıl boyunca doğadan, insandan yalıtılması gereken atıklardan söz ediyoruz.  Geri kalan 130 yıl için alınan tek önlem fabrikanın etrafına çit çekmek midir? Halk sağlığını bu kadar yakından ilgilendiren bu olayın güvenliği fabrika sahiplerine bırakılamaz.  

19-20 Nisan 2007
TAEK'ten bir ekip fabrika sahasında çalışıyor. Fırından çıkan malzemelerin döküldüğü potlarda, kurşun külçelerde, hurda akülerin ve diğer hurda hammaddenin bulunduğu bölümlerde radyoaktif bulaşma olmadığı tespit ediliyor. Cürufun bulunduğu depolama sahasında ise en yüksek 300 milirem/saat doz hızı ölçülmüştür. Doğada beklenen radyasyon miktarı 15milirem/saat. Fabrikada bir ize rastlanmadığına göre bu atıklar herhangi bir işleme tabi tutulmadan direkt depolama alanına gömülmüş olabilir. Nükleer atık ithalatı ihtimali niye araştırılmadı? Prof. Dr. Tolga Yarman, atıkların yurt dışından getirilme ihtimaline dikkat çekerek bir veya birden çok devletin sorumluluğu olabilir diyor. Yarman, “Bu fabrikaya yurt dışından atık getirildi mi? Gümrük kayıtları araştırıldı mı? O tarihlerde fabrikada çalışan işçilerle konuşuldu mu, işçiler sağlık kontrolünden geçirildi mi” diye soruyor.

30 Nisan 2007 – 01 Mayıs 2007
ÇNAEM uzmanları firma tesislerinde çalışıyor. Altı aydır atık depolarda bekletilen ve İZAYDAŞ atık tesisine gönderilecek yaklaşık 1100 ton cüruf üzerinde yapılan ölçümlerde doğal radyasyon seviyesinin üzerinde ciddi artışlar tespit ediyorlar.  Bu malzemenin yaklaşık 200 tonu kepçe vasıtasıyla geniş bir alana serilerek yapılan ölçümler sonucunda 15 ton malzeme ÇNAEM'e gönderilmek üzere ayrılıyor. Geri kalan 900 ton malzemenin firma tarafından aynı metotlarla ayrıştırılmasının yapılması/yaptırılması gerektiği ifade ediliyor. Fabrika söyleneni yapmış mı, belli değil.

Bu ziyaretten akılda kalan bir başka nokta ise şu. 200 tonda 15 ton tehlikeli seviyede radyasyona sahip atık tespit etmiş olmalılar ki bunu ÇNAEM'e göndermişler. Bu oran esas alınılırsa geri kalan 900 tonda 60 tondan fazla tehlikeli atık var ve orada bırakılmış, fabrikanın sorunu halletmesi istenmiş. 14-16 Mayıs 2008 tarihleri arasında yapılan bir sonraki ziyarette yine atık bulunmuş ve firma uyarılmış. Demek ki sorun firmaya bırakılınca hallolmuyor. Olayın daha ciddi bir şekilde ele alınması için nükleer atıktan başka ne bulunması lazım?

16-21 Haziran 2008
TAEK yine fabrikaya gitmiş ve 21 ton 300 kg atık ayrıştırmış.

21-26 Temmuz 2008
TAEK ekipleri yine fabrikada çalışmış. Bu tarih çok kritik çünkü kazı yapılmış ve 5 metre derinlikte atık bulunmuş. Bu da gösteriyor ki birileri burayı nükleer atık depolamak için kullanmış. Atıklar yine ÇNAEM'e gönderiliyor ama bu defa miktar 151 ton 900 kg. EU-152 ve EU-154 bulunuyor.

25-31 Ağustos 2008.
Bu defa 8 metre derinlikte kazı yapılıyor ve 73 ton 450 kg radyoaktif cüruf daha çıkıyor.

01 Eylül 2008 ve 03 Eylül 2008
TAEK ekipleri tarafından firmaya hurda hammadde temin eden Ankara’da yerleşik firma tesislerinde radyasyon ölçüm ve kontrolleri yapılmış, yapılan ölçüm ve kontrollerde herhangi bir radyoaktif bulaşma tespit edilmemiş. İstanbul, Kocaeli, İzmir ve Kırıkkkale’deki tedarikçilerde de radyasyon izine rastlanmıyor. Görüldüğü gibi atıkların hurdalarla geldiğine dair kanıt yok. İthal edilme olasılığı daha da artıyor.

22-24 Ekim 2008
TAEK, firmanın "Geçici Depolama Yeri" inşa ettiği ve "Karantina Sahası" oluşturduğunu belirtiyor. Gelen hammaddelerin radyasyon ölçümleri yapılıyor, kapalı istif sahasına personel ve insan geçişinin önlenmesi amacıyla ikinci bir tel örgü çekiliyor. Radyasyon uyarı ve işaretleri yerleştiriliyor. Bir anlamda Türkiye’nin ilk nükleer atık çöplüğü belgelenmiş oluyor. Bu tarihe kadar TAEK’in fabrikadan aldığı radyoaktif cürufun miktarı 247 ton 750 kg. Bu tarihten sonra fabrikadan atık çıkışı olmuyor.

Tüm bunlar gösteriyor ki Türkiye ne nükleer santral kurmaya, ne oradan çıkacak ve binlerce yıl radyoaktif kalacak atıklarla baş etmeye hazır. Yapılacak en akıllı iş bir an önce nükleer santral projelerini iptal etmek ve Gaziemir için ciddi bir çalışma başlatmak olmalı.

Nükleer atığın bol olsun Türkiye!

Gaziemir'de bulunan nükleer atığı beş yıl boyunca yazışarak imha etmeye çalışan Türkiye, nükleer santrallerden çıkacak tonlarca radyoaktif atığı ne yapacak? 

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Aralık 2012

İzmir'de, eski bir kurşun döküm fabrikasında beş yıl önce tespit edilen nükleer atıkların hâlâ orada durduğunun anlaşılmasıyla patlayan kriz devam ediyor. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun (TAEK) 6 Aralık 2012 tarihli açıklamasında radyoaktivite bulaşmış cüruflardan bahsediyor ama ne yapılacağını söylemiyor. Önerilen tek önlem alana girişin kontrol altına alınması. Beş yıl önce ortaya çıkan atığı yazışarak imha etmeye çalışan TAEK, görmezsek bir şey olmaz demeye mi çalışıyor, pek anlamadım açıkçası. Bu yüzden, Gaziemir'deki atık meselesini TAEK ve nükleer santraller üzerinden konuşmak lazım.

ISPARTA VE KONYA'DA NÜKLEER ATIK
1997 yılında Yeni Yüzyıl gazetesinde çalışırken ben de bir nükleer atık haberine imza atmıştım. Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, Açık Radyo'ya verdiği bir demeçte, “1150 ton nükleer atık Isparta'ya gömüldü, 800 ton nükleer atık da Konya'da yakıldı” demişti. Söyleyen Türkiye'nin sayılı nükleer fizikçilerinden. 1986 yılında, Çernobil kazası sırasında (TAEK) başkanlığını yapmış bir kişi olunca ortalık inledi. Haberi, 19 Şubat 1997 tarihinde “Cinayet” başlığıyla vermiştik. Radyoaktif atığın gramı sizi öldürebilir, biz binlerce tondan bahsediyorduk. Haberi yaptığımız akşam Özemre, Samanyolu Televizyonu'na çıkıp söylediklerini tekrarlayınca soluğu Isparta'da almıştım. Beş gün boyunca, köy köy dolaşıp nükleer atık aradık. Gömülü atık bulamayınca yakılma ihtimali üzerinde durduk. Belki de atıklar Konya'da gömülmüş, Isparta'da yakılmıştı. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kardeşi Şevket Demirel'e ait çimento fabrikasında, yurt dışından getirilen kimyasal atıkların bir kısmının deneme amaçlı yakıldığını ortaya çıkardık. Kayıtlarda o atıkların tamamının (halkın protestolarının da etkisiyle) geri gönderildiği yazıyordu. Yakan işçilerden zehirlenenler olmuştu. Aradığımız yüksek seviyeli nükleer atık olsa yakılması zordu ama bir nükleer santralde çalışan işçilerin önlükleri bile nükleer atık sınıfına girdiği için bunlar pekala yakılabilirdi. Kimyasal atıklarla birlikte bunlar Türkiye'ye getirilmiş olabilirdi. Tüm çabalarımıza rağmen kimyasal atık haberiyle yetinmek zorunda kaldık.

Isparta'da gömülü nükleer atık bulamadık ama kafamdaki soru işaretlerinden kurtulduğumu söyleyemem. O dönemde medya daha bağımsızdı. Tüm televizyonlar, gazeteler haberimizi konuşuyor, her yaptığımız yeni haber gündemi belirliyordu. Ahmed Yüksel Özemre hakkında istense, halkı paniğe sürüklemekten dava açılabilir, suç duyurusunda bulunulabilirdi ve belki de “birilerinden aldım” dediği bilginin kaynağını açıklamaya zorlanabilirdi. Yapılmadı. Belki de Özemre'yi kızdırmak Çernobil dönemine ait birçok bilginin açığa çıkmasına neden olacaktı, bu yüzden üstüne gidilmedi. Çayların yakılması, radyasyonlu olanlarla temiz olanların harmanlanması Özemre'nin bilgisi dahilinde yapılmıştı. Özemre'ye bu bilgiyi veren “birileri”nin kim olduğunu öğrenemedik. Olay kısa sürede örtbas edildi. Elektrik Mühendisi Arif Künar bir yazısında süreci şöyle özetler:

“...Çevre Bakanlığı acilen bir “araştırma(ma)-soruşturma(ma)” yaptırdı. Gazetede haberin çıktığı günün hemen ertesinde, “20.2.1997 tarihinde Isparta ve 21.2 1997 tarihinde Konya’da gerekli inceleme ve araştırmalar yapılarak” hazırlanan 24.2.1997 tarihli resmi bir raporla, bu iddia “çürütülmüş” ve konu hemen kapatılmıştı. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar hızlı (toplam iki gün içinde hem Konya, hem de Isparta’da, iki kimya ve bir çevre yüksek mühendisinden oluşan bir bilirkişi heyetiyle) inceleme-araştırma yapılamamış ve sadece yakıtı kullandıkları iddia edilen fabrika yetkililerine sorularak, onların beyanları, belgeleri esas alınarak resmi bir “Teknik İnceleme(me) Raporu” hazırlanmamıştır.”

SATILIK NÜKLEER ATIK
Konu böylece kapandı ama daha sonra Özemre'nin yaptığı açıklamalar dikkat çekiciydi. Aynen aktarıyorum:

“TAEK başkanı bulunduğum sıralarda bir Alman firması bana müracaat ederek ellerinde bulunan 4 bin ton düşük ve orta düzeyde radyoaktif atıkları TAEK olarak kabul edecek ve Türkiye'de gömecek olursak bunun karşılığında Kurum'a kilo başına 10 DM (Alman Markı), yani bütün operasyon için toplam 40 milyon Alman Markı ödeyebileceklerini ifade etmişti”.

Özemre bu teklifi, Türkiye'nin yabancı ülkelerin nükleer çöplüğü olmasına asla müsaade edilmeyeceğini belirterek reddettiğini belirtir. İzmir'de adı geçen radyoaktif atıklar, o fabrikaya Özemre'nin de açıkça belirttiği yoldan getirilmiş, “kurşunla beraber eritir, kaplar ve gömersiniz” denmiş olabilir. Bu yüzden bu iki haberin ortak noktası çok. İşin bir de TAEK boyutu var. TAEK Türkiye'de nükleer maddelerden sorumlu kurum. Bu maddelerin giriş-çıkışı TAEK'in kontrolünde olmak zorunda. TAEK bu sorumluluğu yerine getirebiliyor mu? Tartışılır. 1986'da radyasyonlu çayların (onlar da radyoaktif atık sayılırdı) TAEK'in bilgisi dahilinde gömüldüğünü, yakıldığını biliyoruz. 1999 yılında İkitelli'de hurdacılara satılan, normalde TAEK'in kontrolünde olması gereken nükleer atığı, Cobalt-60'ı da unutmadık. 13 kişilik Ilgaz Ailesi bir üyesini kanserde kaybetti, kadınlar erken menapoza girdi, erkekler üreme becerilerini kaybetti ve Murat Ilgaz'ın parmakları eridi.

Mesele sadece oraya buraya gömülen, ülkeye kaçak getirilen atıklarla da sınırlı değil. Bugün Mersin'de nükleer santral kurulmak isteniyor. Sinop ve İğneada'nın adları ikinci ve üçüncü santral için geçiyor. Bu santrallerden çıkacak nükleer atıkların ne olacağını ise hiç kimse bilmiyor. Hükümet, Rusya Federasyonu ile yaptığı anlaşmada atık yönetimi için Rus şirketini para ödemeye zorluyor. Bu demektir ki atıklar Türkiye'de kalacak ve onların doğadan yalıtımı için bir tesis kurulacak. Dünyada bunu garanti edebilecek bir tesis yok ama konumuz bu değil. Anlaşmanın üzerinden zaman geçiyor, Akkuyu NGS adlı Rus firması halkı bilgilendirme toplantısı düzenliyor ve orada dağıttığı broşürde nükleer atıklar Rusya'ya gidecek diyor. Hoppala! Madem atıklar Rusya'ya gidecek şirket neden Türkiye'ye atık yönetimi için para ödüyor diye merak ediyorsunuz. Fazla meraklanmanıza fırsat kalmadan Rusya tarafından bir açıklama daha geliyor. Atıklar Rusya'ya gidecek ama Türkiye isterse atıkları satın alabilir.

Türkiye, dünyadaki her aklı başında ülkenin kurtulmak istediği nükleer atıkları satın alır, üstüne bir de para verir mı bilmem ama bu gidişle her yer Gaziemir olur herkes de kanserden ölür. Az buz değil tonlarca nükleer atıktan bahsediyoruz. TAEK bu süreçte yok, hükümet oralı değil. Süreci denetleyecek bağımsız kuruluşlar var mı; yok! Denetleme kontrol işini yapabilecek personel desen, o da yok! Türkiye'deki milyonlarca insanın kaderi bir şirketin elinde, kimsenin haberi var mı? Bence yok.

Pedallı At

Ülkede saman olmasa eminim Kanuni ata binmez, yürürdü. Ülkede petrol yok. Nedir bu otomobil merakınız, köprü ve otoyol sevdanız?

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Aralık 2012

Avrupa Birliği'ne üye 27 ülkeye kıyasla Türkiye'nin ulaşımda kullandığı enerji miktarı artmış. Bu kadar da değil, Türkiye'nin demiryolu ulaşımı için kullandığı enerji miktarı Birlik'e üye 27 ülkeye göre kayda değer miktarda azalmış. Yolculuklarımızda artık otomobili daha fazla tercih ediyor, otobüs ve trene ise daha az rağbet ediyoruz. Avrupa Çevre Ajansı'nın, “Ulaşımın hava kalitesine etkisi” adlı raporu böyle söylüyor. Bu ne demek, daha çok petrol ithalatı, daha fazla borç. Şimdi, demesem olmaz. Kanuni işi biliyormuş, attan hiç inmeyecektik!

Demiryollarını daha az kullanmaya başlamamız sürpriz değil. Bizim çılgın projelerin hepsi ya köprüyle başlıyor ya otoyolla. Bitişi de genelde TOKİ'yle oluyor. Otomobillere yollar açılıyor, dağlar deliniyor sonra da yolun sonuna toplu konutlar dikiliyor.

DEMİRYLU TAŞIMACILIĞI AZALIYOR
Türkiye'de demir ağ dediğimiz şey aslında birkaç hattan ibaret. Demiryolu taşımacılığında önemli bir paya sahip Haydarpaşa'dan Anadolu'ya uzanan hat, yolcu kapasitesi bakımından en önemli güzergahlardan biri ve yaklaşık bir yıldır kapalı. Bir yıl daha da kapalı kalacak. Demiryolu hattımız o kadar kısa, demiryoluyla yaptığımız yük ve yolcu taşımacılığı o kadar az ki, bu hattın kapalı kalması bile ülke istatistiklerini altüst edebilir. Amma ve lakin kazın ayağı öyle değil. Memlekette yolcu taşımacılığında demiryolunun payı yıllardır azalıyor. Haydar Paşa'nın günahını almamak lazım. 1995 yılında yolcu taşımacılığının yüzde 4'ü demiryoluyla yapılırken, 2000'de bu rakam 3,4'e; 2005'te 2,5'e ve 2010'da ise yüzde 2'ye kadar geriledi. Milletin trenden inip, ecdadımız gibi ata bindiğini sanmayın sakın. Haşa! Memleketli hazretleri, demir attan inip, otomobile biniyor.

1995 yılında yolcu taşımacılığının yüzde 36,5'u otomobille yapılıyordu. 2010'da bu oran yüzde 52,5 oldu. 1995'te otobüslerin yolcu taşımacılığındaki payı yüzde 59,4 idi, 2010'da bu oran yüzde 45,2'ye geriledi. Otomobille beraber payı artan bir başka taşımacılık yöntemi de havayolu. Görüldüğü üzere, ne kadar çevreyi kirleten, ekonomik olmayan ve dışa bağımlı olduğumuz petrolü verimsiz kullanan ulaşım biçimi varsa rağbet görmüş. Millet ecdadın yolundan çıkalı hayli vakit olmuş anlayacağınız. Görüldüğü üzere meselenin Muhteşem Yüzyıl adlı diziyle yakından uzaktan ilgisi yok. Devir değişti kabul. Attan inmek de makul. Kanuni devrinde en ekonomik ve en çevreci taşıt attı, Muhteşem de ona bindi. Peki ya siz ecdadın saygıdeğer kulları, bugünün demir atı dururken neden otomobile, uçağa merak sardınız. Ülkede saman olmasa eminim Kanuni ata binmez, yürürdü. Ülkede petrol yok. Nedir bu otomobil merakınız, köprü ve otoyol sevdanız? Acaba hangi padişah, hangi başbakan sizi yoldan çıkardı merak ederim. Bildiğim o ki, mevcut yönetim bu konuya çözüm üretmekten aciz, bir elinde kumanda televizyon kanallarında gezinmektedir. Ecdadın fethettiği memleketlerde ise trenler uçak hızında seyretmekte, fezaya seferler düzenlenmektedir.

ATTAN İN BİSİKLETE BİN
Bir konuda da hataya düşmemekte fayda var. Trenin hızlısı uzak mesafeler için çekici olabilir ama asıl iyi olanı güvenlisidir. Ulaşımın da yavaşı makbuldür. İnsanın acele etmeye değil yavaşlamaya ve kendine vakit harcamaya ihtiyacı vardır. Ne kadar hızlı yaşarsanız o kadar hızlı ölürsünüz. Bugün garbın birçok ilinde insanlar otomobilden inip bisiklete binmekte, özellikle kent içinde ulaşım hızını düşürmeye çalışmaktadır. Bisiklete binmenin trafik kazalarını önlemek, çevre kirliliğini azaltmak ve insan vücudunu daha sağlıklı tutmak gibi sayısız faydası vardır. İnsan yaşadığını anlar, yanından geçtiği çiçeğin kokusunu alır, kurdu kuşu görür. Bisikletin pek sevildiği Hollanda ilinde 2009-2010 yılları arasında kişi başına düşen otomobil sayısı yüzde 2 oranında azalmış. Birçok Avrupa şehrinde de, özellikle kent merkezlerinde bisiklet kullanımını teşvik için sayısız yöntem uygulanıyor. Türkiye'de ise aynı dönemde kişi başına düşen otomobil sayısı yüzde 4,7 artmıştır. Sadece bir yılda! Oysa memleketin birçok yerinde iklim koşulları bisiklete binmek için Hollanda'dan daha uygun. Türkiye'de her 10 kişiden birinin otomobili var. Bu oran Avrupa'daki ülkelere göre çok düşük ama unutulmamalıdır ki sigaraya başlayıp bırakmaktansa, hiç başlamamak daha kolay. 

İklim değişikliğine yol açan seragazları konusunda da otomobiller hiç masum değil. Türkiye'nin toplam seragazı emisyonları 401 milyon ton. Bunun 40 milyona yakını karayolu kaynaklı. 3 milyon tonu havacılık, sadece yarım milyon tonu ise demiryolundan geliyor. Havacılık sektörü kaynaklı emisyon artışı 2009-2010 arası yüzde 231, karayolu kaynaklı artış ise yüzde 64'tür. Demiryolunda ise artış değil azalma yaşanmıştır.

Özetle söylersek, bu ülkenin ulaşım politikası insan ve çevre sağlığı açısından, muhteşem bir felakettir. Şehirlerarası ulaşımda demir atın ve şehir içinde pedallı atın tercih edilmesi memleket için bir zarurettir.

Bİ TUR VERSENE
Bir bisiklet sevdalısı, yazar ve tasarımcı Aydan Çelik'in, “Bi tur versene” adlı kitabı Optimist yayınlarından çıktı. Kitabın başında Bisiklet Manifestosu adlı bir bölüm var. İşte o manifestodan birkaç satır.

Bisiklet eşitliktir: Bazen o sizi taşır, bazen siz onu.
Bisiklet rüyadır: Üç yaşında başlar hayat boyu sürer.
Bisiklet Köroğlu'dur: Otomobil icat olur, metlik bozulur.
Bisiklet isyandır: Bush'u iki kere dehledi üzerinden.
Bisiklet hayal gücüdür: Durduğunda devrilir.

Kentlerde Yeşil Ulaşım

Bu yıl üçüncüsü yapılacak Yeşil Ekonomi Konferansı’nda kentlerdeki ulaşım politikaları tartışmaya açılıyor. Heinrich Böll Stiftung Derneğitarafından düzenlenen, "Kentlerde Yeşil Ulaşım" başlıklı konferansta toplu taşımacılığın kent içi ulaşımdaki rolünden bisiklet yollarına, kadınların, LGBT bireylerin ve engellilerin ulaşım araçlarına erişimde yaşadıkları zorluklardan ulaşımda yakıt konusuna kadar birçok konu uzmanlar tarafından değerlendirilecek. İstanbul Teknik Üniversitesi, Maçka Kampüsü Sosyal Tesisleri'nde gerçekleşecek Kentlerde Yeşil Ulaşım Konferansı'nda, Karadeniz Sahil Yolu'nu ele alan "Son Kumsal" adlı belgesel de gösterilecek. Bu belgeselle ilgili 2008 yılında yazdığım, Temel Reis'in Taka İnadı adlı yazıma da buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

3 Aralık 2012 tarihinde İstanbul'da düzenlenecek konferansın programı aşağıda. Konferans ücretsiz ve Türkçe-İngilizce eş zamanlı çeviri var.

PROGRAM
09:00 Kayıt
09:30 Açılış konuşması
Dr. Ulrike Dufner - Heinrich Böll Stiftung Derneği

1. OTURUM – Kentlerde sürdürülebilir ulaşım politikaları

09:40 Ana konuşmacı:
Prof. Dr. H. Murat Çelik – İzmir YTE, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi
10:05 Soru-Cevap
10:30 Çay molası

10:45 Yeşil ulaşımın unsurları (Moderatör: Özgür Gürbüz )
Raylı sistemlerin kentiçi ulaşımdaki rolü - Yrd. Doç Dr. Ela Babalık Sutcliffe (ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü)
Karbonsuz bir ulaşım politikası - Önder Algedik (350 Ankara Aktivisti, İklim ve Enerji Danışmanı)
Ulaşım Yatırımlarının Sosyo-Ekonomik Faydaları - Araştırma Gör. Eda Beyazıt (İTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü)
11:45 Soru-Cevap
12:15 Yemek arası

2. OTURUM – Yeşil ulaşım örnekleri ve sorunlar

13:30 Belediyeler ve projeler (Moderatör: Barış Erdoğan)
Antalya Bisikletle Bütünleşik Ulaşım - Sevcan Atalay (Antalya Büyükşehir Belediyesi,
Ulaşım Planlama ve Raylı Sistem Dairesi Başkanlığı)
Yalova’da Organik Ulaşım - Mehmet Nuray Tozlu (Yalova  Belediyesi Ulaşım Hizmetleri Müdürü)
Yavaş Şehirler ve Ulaşım - Prof. Dr. Rıdvan Yurtseven (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi-Cittaslow Türkiye Danışma Kurulu Koordinatörü)
14:30 Soru-Cevap
15:00 Çay molası

15:15 Kentlerde ulaşım ve insanlar (Moderatör: Ulrike Dufner)
İstanbul’un tarihi yarımadası ve yayalar - Sibel Bulay (Embarq Türkiye, Kurucu ve Yönetim Kurulu Üyesi)
Engellilerin ulaşım araçlarına erişimi - Yrd. Doç. Dr. Nilgün Camkesen (Bahçeşehir Üniversitesi, UYGAR Merkezi)
Toplumsal cinsiyet temelinde ulaşım hakkı - Tuğba Özay Baki (İstanbul Feminist Kolektif)
Kentlerde iki teker- Aydan Çelik (Bisiklet Yazarı ve Tasarımcısı)
16:15 Soru-Cevap
16:45 Çay molası

17:00-Ulaşımda yakıt sorunu (Moderatör:Senem Gençer)
Kentiçi ulaşımda hidrojen enerjisi – Dr. Fazıl Serincan (UNIDO-ICHET)
Temiz araçlar ve yakıt – Jonas Ericson (Stockholm Şehri-Temiz Araçlar Bölümü)
17:30 Soru-Cevap
18:00 Çay molası

18:15 Film gösterimi: Son Kumsal(The Shore)

Yönetmen: Rüya Arzu Köksal
Filmin özeti: Güzel bir yaz günü, Vakfıkebir kasabasının Dutluk plajında neşeyle bağrışan çocuklar, top oynayan, horon tepen gençler, güneşlenenler, yüzenler. Bir kaç yüz metre uzakta, onlarca kamyonun sahile boca ettiği kayaları denize dolduran iş makinaları. Koyun diğer ucunda ise otoyolu yine aynı dalgalardan korumak için yapılan dalgakıran inşaatları. Doğal limanların ve balıkçı barınaklarının otoyol yapımı yüzünden yok olmasıyla kendilerine yeni yerler arayan balıkçıların takalarını karayoluyla taşımaları ve trajikomik öyküleri... Karadeniz halkının, yol yapma bahanesiyle denizinden koparılmasının hikâyesi.


Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali başladı

İlki 2008 yılında yapılan Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, bu yıl 29 Kasım – 2 Aralık tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşiyor. Festival, bu yıl da neyin sürdürülebilir olduğu veya olmadığına dair dünyanın dört bir yanından örnekler sunarak, gerçek hikâyelerle ilham vermeye çalışacak.

Festival sadece filmleri ve filmlerin içeriğiyle ön plana çıkmıyor. İzleyicileri, konuşmacılar ve müzisyenlerle bir araya getiren renkli etkinlikleri bir buluşma zemini oluşturuyor. Toplumun her kesimini bir araya getirerek birleştirici ve kapsayıcı olmayı hedefleyen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali'nde bir çiftçiyi, bir iş adamını, öğrencilerini toplayıp gelmiş bir öğretmeni, çocuğunun gelecekte yaşayacağı dünyadan endişeli bir anneyi, akademisyenleri, aktivistleri yan yana otururken ve fikir alışverişinde bulunurken görebilirsiniz. İtalyan Kültür Merkezi ve Salt Galata’da gerçekleşecek bu yılki festivalde gösterilecek filmler ise şunlar:

A Passion for Sustainability / Sürdürülebilirlik Tutkusu, Agricoltori da Slegare / Çiftçilere Özgürlük, Biophilic Design: The Architecture of Life / Yaşam Dostu Tasarım: Hayatın Mimarisi, Bonsai People – The Vision of Muhammad Yunus / Bonsai İnsanlar – Muhammad Yunus’un Vizyonu, Cafeteria Man / Yemekhanelerin Adamı, Carbon for Water / Su için Karbon, Delicios Peace / Lezzetli Barış, Education For A Sustainable Future / Sürdürülebilir Bir Gelecek için Eğitim, Gundondu / Gündöndü, Indonesia's Palm Oil Dilemma / Palmiye Yağı: Endonezya’nın İkilemi, Passive Passion / Pasif Tutku, Perma Kultcha, Play Again / Yeniden Oyna, Sacred Economics / Kutsal Ekonomi, Sucumbíos Tierra Sin Mal / Sucumbíos, Kötülüğün Olmadığı Yer, Seeds of Freedom / Özgürlük Tohumları, Surviving Progress / Kalkınmazedeler, Switch / Şalter, Symphony Of The Soil / Toprağın Senfonisi, Taste The Waste / Çöpün Tadına Bak, The Garden at the End of the World / Dünyanın Ucundaki Bahçe, The Light Bulb Conspiracy: The Untold Story of Planned Obsolescence / Ampul Tuzağı: Kasıtlı Eskitmenin Anlatılmayan Öyküsü, The Man Who Stopped The Desert / Çölü Durduran Adam, Waking The Green Tiger: A Green Movement Rises In China / Yeşil Kaplanın Uyanışı: Çin’de Yükselen Yeşil Hareket, Waste Not / İsraf Etme!, Watershed: Exploring A New Water Ethic For The New West / Havza: Yeni Batı için Yeni bir Su Etiği Arayışı, Yasuni: A Wild Idea / Yasuni: Sıra Dışı Bir Fikir.

Festival hakkında detaylı bilgi almak için;
Web : www.surdurulebiliryasam.org
Facebook : http://www.facebook.com/surdurulebiliryasam
https://www.facebook.com/events/274134846040963/?fref=ts
Twitter : https://twitter.com/SYKolektifi

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Hakkında:
2008 yılından bu yana Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali, gerçek hikâyelerle ilham vermek, dünyada ‘sürdürülebilir bir yaşam’ için yapılan çalışmaları, hareketleri, düşünce sistemlerini, uygulamaları, öğretileri, yeni bir bilinç seviyesini ve sürdürülebilir yaşam vizyonunu seyirciyle paylaşarak bireyleri umuda ve sağduyuya davet etmek; onları kendilerini güçsüz kılan bir sistemden sıyrılmaları ve kendi güçlerini keşfetmeleri için cesaretlendirmek amacını taşıyor.

Festivali gerçekleştiren Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi, çeşitliliğe değer veren açık ve esnek bir yapı dahilinde yaşamı sürdürülebilir kılmak niyetiyle bir araya gelmiş bireylerin “yaşamı çoğaltacak” projeleri kolektif olarak hayata geçirme amacıyla doğdu. Tamamen sivil bir oluşum olan Kolektif, film festivali gibi "sürdürülebilir yaşam" konusuyla ilgili farkındalık arttırıcı çalışmaları, Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi'nin vizyonunu paylaşan bireyler ve organizasyonların desteği ve katılımıyla sürdürüyor.

Doha’dan önce son uyarılar

2005 yılındaki Katrina sonrası Amerikan halkı şaşkınlık içerisindeydi. Sandy sonrası ise bir kabullenme söz konusu.

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Kasım 2012

Küresel iklim değişikliği konusunda kötü gidişatı durdurmak isteyenler, durdurmaya çalışıyormuş gibi yapanlar ve aslında durdurmak istemeyenler bu yılki iklim zirvesinde yine bir araya geliyor. Bu, insan kaynaklı iklim değişikliği konusunda hemfikir olmuş hükümetlerin aralarında yaptıkları 18. Toplantı. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Toplantısı ya da kısaca “COP 18” de deniyor. 26 Kasım Pazartesi günü başlayacak bu yılki toplantının adresi Katar’ın başkenti Doha.

Geçen yıl Durban’daki toplantıda istenen sonuç elde edilememişti. Bu nedenle yıl sonunda ilk yükümlülük dönemi sona erecek Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük döneminde eskisine oranla daha az ülke yer alacak. İklim değişikliğini durdurmaya çalışan sadece Avrupa Birliği kaldı desek yeridir. ABD, Rusya, Japonya ve Kanada gibi ülkeler ellerini taşın altına koymuyor. Çin ve Hindistan giderek daha fazla seragazı üretiyor ama başta ABD olmak üzere tarihi sorumluluğu olan zengin ülkelerin harekete geçmediği bir durumda onlar da sessiz kalmayı tercih ediyor. Afrika ve Asya’daki birçok ülke küresel ısınmayı enselerinde hissediyor ama zengin ülkelerden maddi destek gelmeden harekete geçecek güçleri yok. Fedakarlık yapmaya niyetliler ancak bu işin asıl sorumlusu zengin ülkelerin hiçbir şey yapmadığı bir durumda kendi vatandaşlarını buna ikna etmeleri zor. Uluslararası iklim değişikliği politikası işte böyle bir kördüğüm aslında. 2015’te yeni ve küresel bir anlaşma imzalanması, bu anlaşmayla tüm zengin ülkelerin sorumluluk alması, küresel ısınmayı durdurmak isteyenlerin yeni hedefi, umudu. Bu kadar zamanımız var mı? Tartışılır.

2 DERECEYE DOĞRU
Küresel iklim değişikliğine yol açan seragazlarının kaynaklarının başında fosil yakıtlar geliyor. Kömür, petrol ve doğalgazı ne kadar çok yakarsak, hikayenin sonuna da o kadar çok yaklaşıyoruz. Sera etkisi yaratıp dünyanın ısınmasına neden olan gazların başında da karbondioksit geliyor. Dünya Meteoroloji Örgütü, birkaç gün önce açıkladığı raporda atmosferdeki karbondioksit miktarının 390,9 ppm’i (milyon parçacıkta 390) geçtiğini söyledi. Sanayi devrimi öncesine göre yüzde 40 artıştan bahsediyoruz. Bu rakam 450’ye ulaşırsa dünyanın ortalama sıcaklığının 2 derece artma şansı oldukça yüksek. Şu anda ortalama sıcaklıktaki artış 0,8 dereceye yaklaşıyor ve bu durumda bile iklimin nasıl değiştiğini görüyoruz. Son 10 yılda, atmosferdeki karbondioksit miktarı her yıl ortalama 2 ppm arttı. Bu da 450 ppm’e ulaşmamıza 30 yıl kaldığını gösterir. Kimse ümitlenmesin. Küresel ısınma 450’ye gelene kadar uyuyacak sonra harekete geçecek diye bir şey yok. Birçok iklim kaynaklı sel, kasırga ve kuraklık gibi afet önümüzdeki 30 yıl içerisinde giderek şiddetlenerek kendisini daha fazla gösterecek. Halihazırda hayatımızın bir parçası oldular bile. ABD’deki Katrina kasırgasıyla, Kasım başındaki seçimlerden önce ülkeyi vuran Sandy kasırgası arasındaki en önemli fark da buydu. 2005 yılındaki Katrina sonrası Amerikan halkı şaşkınlık içerisindeydi. Sandy sonrası ise bir kabullenme söz konusu. ABD kasırgaya hazırlandı, şimdi de hasarları hesaplayıp ödemeye koyuldu. Aynı kasırga Bangledeş’i veya Hindistan’ı vurduğunda ise iş bu kadar kolay değil. 2010 yılında Pakistan’daki seli hatırlayın. Zengin ülkelerin sorumluluk almaları, iklim adaletinin hayata geçmesi açısından da önemli. Kirleten öder ülkesini dillerinden düşürmeyenler şimdi ortada yok.

TÜRKİYE NE YAPIYOR?
Türkiye, 1990-2010 yılları arasında seragazı emisyonlarını yüzde 115 oranında artırarak dünyanın en hızlı artışını gerçekleştiren ülkelerin arasındaki yerini korudu. Avrupa’da yıllardır açık ara lider. Durumun farkındayız ama hala önlem alma gereği duymuyoruz. Termik ve doğalgaz santralleri yolda, otoyol ve köprü projelerinin ardı arkası kesilmiyor. Termik yerine yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği, otoyol yerine demiryolu, bireysel taşımacılık yerineyse toplu taşıma gündeme gelmeli ama gelmiyor. Sıfır enerji denen, kendi enerjisini üreten ya da çok az enerji harcayan binalar dünyada konuşulurken biz TOKİ’nin evlerinde sel olmasın diye dua ediyoruz. Uluslar arası arenada küresel iklim değişikliği görüşmelerinin tıkanması Türkiye’nin işine geliyor. Rüzgar tersine döner, herkes sorumluluk almaya başlarsa Türkiye’nin hazırlıksız yakalanacağı ortada.

YAŞAM HAKKINI SAVUNMAK
Küresel ısınma sadece enerjiyle ilgili bir mesele değil. Evet, büyük şirketlerin elindeki dev santrallerin, insanların kendi enerji ihtiyaçlarını karşıladıkları küçük ve temiz enerji kaynaklarıyla yer değiştirdiği bir dünyanın hayalini kuruyor ama dahası var. Petrol gibi sınırlı ve belli bölgelerde bulunan kaynaklar yerine güneş gibi herkesin sahip olduğu bir kaynağa geçişi öngörüyor. Petrol savaşlarının son bulmasını umut ediyor. Bu yüzden de küresel ısınma, zengin ile yoksulun kavgası. Güçlüyle güçsüzün, vicdanlıyla vicdansızın. Küresel ısınmayı durdurmak, sadece insanların değil tüm canlıların yaşam hakkını savunmak demek. Ya içindeyiz, ya da hiçbir yerde.

***
Sinop’ta yoksulluğa, zamlara, savaşa, nükleere, termik santrallere karşı miting yapılıyor. 1 Aralık 2012 Cumartesi günü, Uğur Mumcu Meydanı’nda.

Erman Kunter Farkı

Sıfırdan takım yaratması mucize diye nitelenirken Erman Kunter bize Avrupa basketbolunun zirvesi Euroleague’de dişe diş mücadele eden, ligde başa oynayan bir kadro yarattı.

Özgür Gürbüz-Beyaz forma siyah şort/20 Kasım 2012

Bu yazıyı arka akaya alınan iki mağlubiyetin öncesinde yazmıştım. O iki maçı basit pas hataları yaparak, kolay basketleri kaçırarak kaybettik. Tekrarlanmaz diye umuyorum o yüzden de yazıyı değiştirmedim. Bakalım pişman olacak mıyım?

Beşiktaş Erkek Basketbol takımı şu ana kadar Spor-Toto Türkiye Kupası’nda üç maça çıktı, üçünü de kazandı. İlk kez katıldığı Euroleague’de altı maça çıktı yine üçünü kazandı. Yenildiği rakipleri Barcelona Regal ve CSKA Moskova, ikisini birden son dörtte (final four) görürsek şaşırmayız. Beko Basketbol Ligi’nde ise altı maç geride kaldı. Beşiktaş, Fenerbahçe, Pınar Karşıyaka ve Banvit’e yenildi geri kalan üç maçı ise kazandı. Bir de Cumhurbaşkanlığı Kupası finali var ki, Erman Kunter‘in talebeleri Anadolu Efes gibi güçlü bir rakibi yenerek taraftarlara kupayı hediye etti. 2012 sezonunda kazanılan kupa sayısı dört oldu. Dile kolay!

Erman Kunter takımın başına geldiğinde geçen yılın efsane takımından geriye neredeyse oyuncu kalmamıştı. İlk beşte yer alan dört oyuncu; Erwin Dudley veya Ersin Dağlı, Zoran Erceg, Carlos Arroyo ve David Hawkins takıma veda etmişti. Sponsor bulunamadı, para ve bence yönetimin basketbola ilgisi de çok yoktu. 2012′de üç kupayı almış, Euroleague’de oynayacak bir takıma sponsor bulunamaması başka nasıl açıklanabilir? Yine de yönetimin hakkını yemeyelim, yılın basketboldaki en iyi transferini yaparak Erman Kunter’i takımın başına getirdiler ve gerisi geldi. Kısıtlı bütçesine rağmen, takım oyunu oynamaya yatkın, mücadele eden oyuncuları bir araya getiren Kunter, kısa zamanda dirençli basketbol oynayan bir ekip yaratmayı başardı. Süreklilik sorunu sürüyor ama henüz yolun başındalar.

Birçok kişiye göre jübile zamanı gelen iki yaşlı kurt Tutku ve Muratcan’ı takıma alan Kunter, herkesin dilinde olmayan ama bildiği oyuncularla yola çıktı. Her şey dört dörtlük değil ama bu takım benim zevkime uygun. Yıldızlarla dolu bir takımın kaybettiğini izlemek yerine, daha az ünlü oyunculardan oluşan bir takımın, takım halinde kazanma gayretini seyretmeyi yeğlerim. Takımın şu ana kadar öne çıkan bir yıldızı var demek biraz zor. Evet, Curtis Jerrels çok sayı atıyor ve kritik sayılarla takımı sırtlıyor ama pota altında tek başına herkese meydan okuyan Gasper Vidmar‘ı da unutmamak lazım. Tutku ve Muratcan’ın katkısı büyük. Tutku’nun oyun sıkıştığında attığı paslar kritik öneme sahip. Muratcan savunmada ve hücumda oyun sıkıştığında risk alabiliyor. Serhat Çetin sanki giderek daha iyi bir şutör oluyor. Patrick Christopher, Damir Markota ve yavaş yavaş Beşiktaş’a ısınmaya başlayan Vladimir Dasic sayı üretme rolünü aralarında sıraya koymuş gibiler. Üçünden ikisi iyi oynasa Beşiktaş’ın maç kazanma şansı oldukça artıyor. Şimdilik bu üçlü çok verimli değil ama beklemek lazım.

Dediğim gibi, her şey dört dörtlük değil. Pota altı hâlâ Beşiktaş’ın en sorunlu yeri. Beko Basketbol Ligi’nde Randal Falker‘ın yabancı kontenjanı nedeniyle kadroya alınmadığı zamanlar Vidmar’ın işi iyice zorlaşıyor. Fenerbahçe ve Karşıyaka maçlarının sonunda Vidmar sanırım yorgunluk nedeniyle oynatılmadı. Bu da sorun yarattı. Falker defansta gayretli ancak hücumda eksiği var. Bir başka eksiklik elde Carlos Arroyo gibi, kritik anlarda maçın kaderini değiştirebilecek oyuncu sayısının fazla olmaması. Beşiktaş’ın ne yapacağını tahmin etmek zor değil, bu da sayı üretme konusunda takımın işini giderek zorlaştırıyor. Jerrels top getirdiğinde pas dağıtımında sorun yaşanıyor. Tutku bu işi yaptığında Jerrels sayı üretiyor ama ikisinin birlikte oynaması da hem takımı kısaltıyor hem de iki oyun kurucuyu da yorma riski taşıyor. Takımın en azından yerli bir pivota, Christopher’ın yokluğunda ikinci bir şutöre ihtiyacı var. Var ama çok da dert değil hani. Mücadele eden, basketbolun takım oyunu olduğunu hatırlatan bir takım var sahada. Bunda en büyük pay da kuşkusuz Erman Kunter’in. Sıfırdan takım yaratması mucize diye nitelenirken o bize Avrupa basketbolunun zirvesi Euroleague’de dişe diş mücadele eden, ligde başa oynayan bir kadro yarattı. Kısaca izlemesi zevkli. Kaldı ki, takımın iddiasız olduğu da söylenemez. Fenerbahçe ve Efes’in ‘zengin’ kadrosuna aldanmayın. Maçlarda da Erman Hoca’yı yalnız bırakmayın derim.

Medeniyetlerin buluştuğu başkent

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Kasım 2012

Hasankeyf - Foto: O. Gurbuz
Muğla Üniversitesi'nden Doç. Dr. Adnan Çevik, Hasankeyf'in İslam tarihindeki önemini araştırdı ve bir rapor hazırladı. Doğa Derneği'nin organizasyonuyla İstanbul'daki Pera Müzesi'nde düzenlenen söyleşide hem bu rapordan kesitler görme hem de Adnan Çevik'i dinleme şansı bulduk. Bir kez daha üzerinde yaşadığım bu toprakların zenginliği karşısında hayretler içerisinde kaldım.

Son yıllarda yapılan kazılar Hasankeyf'in 12 bin yıllık bir tarihe sahip olduğunu gösteriyor. Artuklular, Eyyubiler, Akkoyunlular, Osmanlılar ve Romalılar o topraklarda yaşamış medeniyetlerden sadece birkaç tanesi. Kenti gezdikçe her uygarlığın izine rastlıyorsunuz. Roma döneminden kalan garnizon binaları ve kente giriş kapısı bunlardan birkaçı. Artuklular tarafından yapılan ve bugün sadece ayaklarını görebildiğiniz Hasankeyf Köprüsü ise adeta kentin sembolü. Bu köprünün iki orta ayak arası açıklığı 40 metre. Ortaçağın en büyük taş köprüsünden bahsediyoruz. Hasankeyf'in görkemi günlerinin köprünün yıkılmasıyla son bulduğu düşünülüyor. 100 bine varan nüfus, kalenin en üstüne kadar su götürmeyi başaran efsanevi bir su şebekesi, kentin gizeminin bir parçası gibi.

Çevik, toplantıda kentin çok fazla bilinmeyen bir özelliğine daha dikkat çekti. Ortaçağ İslam yerleşimleri arasında Hasankeyf'in önemine. Kentten birçok bilim insanı ve sanatçı çıkmış. Rezzaz El-Cezeri bunlardan biri. Sibernetik (robotik) ilmin kurucusu, büyük İslam alimi ve mühendisi Cezeri'nin mekanik hareketlerden mühendislikte faydalanmayı içeren kitabının Avrupa'nın farklı müzelerinde sergilendiğini bilmem biliyor muydunuz? Leonardo da Vinci'nin çalışmalarını etkilemiş bir bilim insanından bahsediyoruz.

“ÜLKEDEKİ TEK ÖRNEK”
Gitmeyenler için anlatmak lazım, Hasankeyf Dicle Nehri'nin tam kenarında yer alıyor. Kalenin içi ilk yerleşim merkezi; buraya 'yukarı şehir' deniyor. Bugün ilçe merkezinin olduğu yer ise 'aşağı şehir'. Karşı kıyının adı ise sur dışı anlamına gelen 'Rabat'. Hasankeyf'te oturanların çoğu Arap. Hemen hemen herkes Kürtçe ve Arapça biliyor. İlçedeki İslam eserleri, dinin mimari ve sanata etkisini açıkça gösteriyor. Örneğin aşağı şehirde kalan Koç Cami. Anadolu'daki Orta Asya tarzı tek külliye burası. Koç Cami dışındaki eserlerin çoğu Bizans etkisi altında yapıldığı için buranın önemi başka. Doç. Dr. Adnan Çevik, “İçindeki motiflerin özelliği nedeniyle mihrabı ülkemizde tek örnek” diyor.

Er-Rızk Cami, Hasankeyf - Foto: O. Gurbuz
Eyyubi Sultanı Süleyman Cami 605 yıllık. Eyyubi Sultanı Süleyman'ın mezarı orada. Minaresinin her yanında Arapça frizlerle dolu. Er-Rızk Cami'nin minaresi camiden geriye kalmış tek eser. 30 metre yükseklikte, şerefesine iki ayrı merdivenle çıkılıyor. Ulu Cami, Kızlar Cami diğer önemli İslam eserleri arasında. Kentteki türbeler de mimari tarzları ve tarihsel değerleriyle göze çarpıyor. Şeyh Şerafeddin Türbesi, Zöhre Hatun Türbesi, Hz. Verkane Türbesi, Zeynel Bey Türbesi en önemlileri. Zeynel Bey Türbesi Akkoyunlulardan kalma. Çok kötü bir restorasyona maruz kalsa da hâlâ ayakta. İran ve Azerbaycan'daki türbelere benziyor, Anadolu'da bir başka örneği yok. İmam Abdullah Zaviyesi de İslam dünyasının peygamberinin soyundan geldiğine inanılan İmam Abdullah'a ait. İnananlar için manevi değeri yüksek bir mekan. Kentte üç adet de kilise tespit edilmiş. Kültürel kimliği, mimari dokusu ve tarihi güzelliğinin yanı sıra Hasankeyf'in İslam dünyası de çok önemli bir yere sahip olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz.

YÜZDE 80'İ SULAR ALTINDA KALACAK
Bunları neden yazıyorum? Nedeni basit. Ilısu Köyü'nde yapımı devam eden baraj biterse yukarıda saydığım eserler ve daha niceleri sular altında kalacak. Binlerce insan göçe zorlanacak ve yine onlarca canlı türü yok olacak. Kimilerine göre kentin yüzde 80'i sular altında kalacak. Er-Rızk Camisi'nin minaresinin sadece bir kısmı su üstünde kalacak. Şerefesine iki ayrı merdivenle çıkılan minarenin kapısını bulmak için tüple dalmanız gerekecek. Koç Cami'ndeki, bir başka örneği bulunmayan mihrap da yine sular altında kalacak. Artuklu Hamamı'nı su basacak. Tarihi köprü su altında kalacak. Mezarlıklar, türbeler hepsi ama hepsi su altında kalacak.
 
Ilısu Barajı ana gövde inşaatı - Foto: O. Gurbuz
Tahminen, Hasankeyf sular altında kalırken bu işe onay verenler İstanbul'un Çamlıca Tepesi'nde dev bir cami açıyor olacak. İçlerinden bazıları bu büyük gün için İstanbul'a gelmişken Eyüp'teki türbeleri ziyaret edecek. Çamlıca Cami'nin açılışında besmeleyle kurdele kesilirken, peygamberin soyundan geldiğine inanılan İmam Abdullah, daha çok para kazanmak adına Hasankeyf'te besmelesiz Dicle'nin sularına bırakılacak. Ardından bir Fatiha okuyan bile olmayacak çünkü Hasankeyf'te yaşayanlar başka bir kente göç etmek için çoktan yola düşmüş olacaklar. Rabat'ta inşa edilen TOKİ'nin evlerinde kalmayı tercih edenler ise o evleri satın almak için aldıkları kredileri nasıl ödeyeceklerini düşünmekle meşgul olacaklarından, dua etmeye vakitleri kalmayacak.

Bütün bunlar Türkiye'nin en “dindar” hükümetinin iktidarında olacak. Dinsizlerin iktidarından korkan ve Müslüman vekillere oy veren halk, camilerini, türbelerini ve külliyelerini bir barajın sularına bırakıldığını anladığında iş işten geçecek, Dicle'nin suları bir Hasankeyf boyu yükselecek. Bazen, boğulacağınızı anlamak için suyun boğazınıza kadar gelmesi gerekmez. Ayaklarınıza değdiğinde anlarsınız. Hasankeyf'in ayakları artık ıslak ama su henüz boğazımıza gelmedi. Uzatın elinizi.

*** 
Medeniyetlerin Buluştuğu Başkent adını taşıyan rapor için lütfen buraya tıklayınız.

Yeşiller Partisi'nden istifa ettim


Aşağıda partiye verdiğim dilekçedeki kısa açıklamamı görebilirsiniz. 20 yıla yakın bir süredir yeşil politikayla ilgilendiğim için kamuoyuna bir açıklama yapmanın gerekli olduğunu düşündüm.

"Yeşiller Partisi’nin üzerine düşen muhalefet görevini yerine getirmekteki isteksizliği ve yetersizliği, hükümeti eleştirme konusunda yaşadığı çekinceli tavrı ana gerekçelerim olmak üzere, kurucusu ve üyesi olduğum Yeşiller Partisi’nden istifa ettiğimi bildirir, sizlere siyasi hayatınızda başarılar dilerim."

Bu vesileyle, Yeşiller Partisi ile Eşitlik ve Demokrasi Partisi'nin birleşme sürecinde de yer almayacağımı vurgulamak isterim.