Yeni hükümetin enerji politikası nasıl olmalı

Öyle ya da böyle iktidarın değişeceği herkes tarafından kabul edilir bir hale geldi. En azından iktidar dahi bunu kabul etti. AKP’nin gidişinin ardından yönetime talip olanların 19 yıldır yapılan hataları düzeltmek ve yeni bir enerji politikasını hayata geçirmesi şart. Peki, yeni enerji politikası nasıl olmalı? 

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/11 Temmuz 2021

Her sabah posta kutuma düşen epostaların hatırı sayılı bir bölümü başka ülkelerden gelen enerji haberlerinden oluşuyor. Yunanistan’da 600 bin evin çatılarının elektrik üreten güneş fotovoltaik panellerle kaplanacağı haberini okuyup arşive atıyorum. Portekiz’in yılın ilk çeyreğinde elektrik üretiminin yüzde 80’inin yenilenebilir enerjiden sağladığı haberini ilgili arkadaşların olduğu gruba gönderiyorum. Özel sektör ve girişimcilik örnekleriyle karşımıza çıkan ABD’de bile elektrik üretiminin yüzde 5’inin kooperatifler aracılığıyla yapıldığını öğrenince tahminen sizin gibi ben de şaşırıyorum. Enerji dönüşümü artık çevrecilerin, yeşillerin, sosyalistlerin bir sloganı değil. Enerji dönüşümü, yeni dünyanın ekonomik ve sosyal hayatını şekillendiren ana lokomotiflerden biri.

ENERJİ DÖNÜŞÜMÜ BİR İHTİYAÇ

Türkiye’nin acilen bir iktidar değişikliğine ihtiyaç duyduğunu biliyoruz. İktidar değişimi kadar enerjide dönüşüm de bir ihtiyaç. Düşünce özgürlüğünden yolsuzlukların önlenmesine, adalet ve hukuk sisteminin yeniden işler hale getirilmesinden eğitime kadar onlarca alanda kanayan yaralara sahip bir ülkede yaşıyoruz. Medeniyetlerin binalarla, yapılarla, para harcayarak kurulmadığını, öncelikle iyi fikirler üzerinde inşa edildiğini unuttuk. Bu yüzden de iktidar değişikliğinin fikri altyapısını bugün daha fazla konuşmaya ihtiyacımız var. Her alan, her sektör için tartışmalar sürdürmek ve iktidar değişikliği sonrası ayağa kalkacak Türkiye’nin izleyeceği yol haritasını belirlemek zorundayız. Yanlışları göstererek doğrunun sadece bir kısmını hayata geçirebiliriz. Doğruları kalıcı kılmak ise onları inşa etmekle mümkündür.

Türkiye’nin enerji sektörü son 19 yılda dünyadaki değişime ayak uyduramadı. Elektrik üretiminde kömür ve doğalgaz gibi dışa bağımlı, iklim krizine yol açan kaynaklarla bağlar koparılamadı. Yerli ve kirli kömüre destek vereceğiz derken, çevrenin göz ardı edilmesi ithal kömüre göz kırptı. İthal kömürün payı hiç olmadığı kadar arttı. Hidroelektrik ve jeotermal enerji santralları gibi yenilenebilir kaynaklar da teşvik modelleri ve rantın öne çıkması nedeniyle çevre tahribatını artırdı. Güneş ve rüzgâr enerjisi kaynakları ise halkın katılımına izin vermeyen modellerle sadece şirketlerin kâr edeceği iş alanlarına dönüştürüldü. Almanya, Danimarka gibi ülkelerde enerji kooperatifleri öne çıkarken Türkiye’de nükleer ve kömüre verilen destek çatısına güneş paneli koymak isteyenlere verilmedi. Almanya’da kurulu yenilenebilir enerji santrallarının yüzde 40’ının bireylerin ve kooperatiflerin elinde olduğu pek bilinmez. Biyogaz santrallarının yüzde 73’ü ise çiftçilerin elindedir.

PETROL VE OTOMOBİL BAĞIMLILIĞI ARTIRILDI

Ulaşım, rant ve kısa vadede oy alma potansiyelleri nedeniyle havayolu ve karayoluna bağımlı hale getirildi. Petrol ve otomobile, dolayısıyla da bu kirli teknolojileri pazarlayan endüstrilere bağımlı hale gelindi. Ülkenin ulaşım politikalarını bile bu iki güç belirler hale geldi. Marmaray bitmeden, üçüncü köprü ve Avrasya Tüneli gibi otomobil ulaşımını garanti eden iki projenin devreye girmesi sağlanarak, Türkiye’nin otomobil ve petrole bağımlılığı garanti altına alındı. Hızlı tren ağı ülkenin üç büyük şehrini bile birbirine bağlayamazken, neredeyse her ile bölünmüş yol ve havaalanı yapılarak petrol tüketimi ile otomobil satışının geleceği konusunda lobilere göz kırpıldı. Osmangazi Köprüsü’nden geçecek bir demiryolu hattı, İstanbul’u Bursa, Balıkesir ve İzmir’e rahatlıkla bağlayacak bir demiryolu projesine ön ayak olacaktı. Proje değiştirildi ve demiryolu planları iptal edildi.

Özetle söylersek, Türkiye’de enerjide dönüşümü sağlayacak planlı bir yol haritası ortaya konmadı, biraz ondan biraz bundan diyerek ihale ve şirketlere para aktarma amaçlı tercihler yapıldı. Bu da ekonomideki köklü değişimi, istihdam politikalarını ve ülkenin doğasının korunmasına neden olacak bir dönüşüm sürecine evrilmedi. Kaynaklar israf edildi.

KARARLI VE KORKUSUZ OLUNMALI


Yeni iktidarın enerji alanında işleri yoluna koymak için yapacağı ilk iş cesur olmak. Akkuyu’da yapımı süren nükleer santral inşaatını durdurmaktan, kömürden çıkış için tarih belirlemeye kadar tereddüt etmeden atılması gereken adımlar var. Planlama ve ölçülebilir hedef koymak işin en başı. Bugüne kadar AKP hükümeti birçok hedef belirledi. Örneğin 2023 için güneş kurulu gücünün 3 bin, daha sonra 5 bin megavat olması hedeflenmiş, bu iki hedef de 2023’e gelmeden geçilince, Enerji Bakanlığı 2019-2023 yıllarını kapsayan Stratejik Plan’da 2023 için güneş kurulu gücünün 10 bin megavat olarak belirlemişti. Rakamlar bir hedefmiş gibi görünebilir ama aslında hedefsizliğin bir göstergesi. Hedef belirlemeden önce şu sorunun yanıtının verilmesi gerekir. Neden 2023’te 10 bin megavat, neden 20 bin değil? İklim için mi, enerji talebi artacak onu karşılamak için mi, güneş daha ucuz olduğu için mi bu hedefi koyduk? Kimse bu soruların yanıtını bilmiyor.

Rüzgâr ve hidroelektrik için de benzer hedefler havada uçuşuyor. Sadece yenilenebilir için rakamlar ortaya atılsa ve Türkiye’nin iklim krizine yol açan sera gazı emisyonlarını azaltmak için bir taahhüdü olsa bu rakamlara biraz daha iyimser yaklaşabiliriz ama biliyoruz ki iklim krizi Türkiye’nin umurunda bile değil. Paris Anlaşması’nı dünyada onaylamayan altı ülkeden biri Türkiye. Kaldı ki nükleer santral kurma, yerli kömür potansiyelini 4 bin MW artırma gibi hedefleri de var. Bir ülke hem doğaya zarar veren hem de onu korumaya çalışan enerji kaynaklarının her ikisini birden neden aynı anda artırmak istesin ki? Amaçsızlık dediğimiz tam da bu. Özetle söylersek, Türkiye’nin öncelikle kendisine bir iklim hedefi belirlemesi daha sonra o hedefe ulaşmak için hangi kaynaklara başvuracağını belirlemesi gerekir. AKP ise yıllardır eldeki tüm enerji kaynaklarından daha fazla kurmaya çalışıyor. Bu da hem elektrik piyasasını çıkmaza sokuyor (elma ile armutları aynı sepete koyup fiyatlamaya çalışıyorsunuz) hem de atıl bir kapasite oluşturuyor.

Bu yazının amacı bir parti ya da hükümet programı yazmak değil elbette. Amaç, yapılması gereken değişimler hakkında size fikir vermek ve bir tartışma başlatmak. İş başına gelen yeni hükümetin ilk aylarda yapmasını beklediğim birkaç icraatı sıralayarak işe yazıyı sonlandıralım, tartışmayı başlatalım.

Türkiye’de yeni santral yapımı dondurulmalı, gerçekçi talep tahminleri ve enerji verimliliği potansiyeliyle tasarruf edilecek enerji miktarı belirlendikten sonra, ileriki yıllarda ortaya çıkabilecek ihtiyaç ve enerji dönüşümü için gereken yenilenebilir enerji yatırımları kamu eliyle planlanmalı.

Akkuyu’daki nükleer santral projesi bir kazaya neden olmadan ve binlerce yıl başımıza bela olacak nükleer atıkları üretmeden iptal edilmeli. Türkiye nükleer santral yapmamayı devlet politikası kabul etmeli ve tüm projeler sonlandırılmalı.

Paris İklim Anlaşması imzalanarak Türkiye kendine bir iklim hedefi koymalı. Bu doğrultuda kömürden çıkış için tarih belirlemeli, adil bir geçiş için işçilerin diğer sektörlerde istihdamını içeren bir yol haritası hazırlamalı.

Ulaşımda yeni havalimanı ve otoyol yapılmamalı. Türkiye’nin büyük şehirlerini birbirine bağlayacak orta hızlı bir demiryolu şebekesi acilen kurulmalı.

Enerjide yeni yatırımların ölçeği küçültülmeli, büyük santrallar yerine yerel talebi karşılayacak küçük ve yenilenebilir enerji santrallarının kurulmasına öncelik verilmeli.

Türkiye’de yeni yenilenebilir enerji santralların mülkiyetinin kooperatiflerin ve bireylerin elinde olması için mevzuatlardaki engeller kaldırılmalı. Bu yapılırsa, birçok çevre sorunu doğmadan önlenir çünkü kimse kendi yaşadığı yere zarar verecek bir projeye girişmez.

Kentlerde toplu ulaşımın geliştirilmesi için çok sayıda çalışanı olan büyük şirketlerden özel bir vergi alınmalı ve metro, tramvay gibi yatırımlar bu vergiyle finans edilmeli. Bisiklet yolları artırılmalı ve bisikletle işe, okula gidiş maddi teşviklerle desteklenmeli.

Bireylerin çatılarına güneş paneli kurmaları için uygun kredi koşulları sağlanmalı.

Belediyeler yeni binalarda su ısıtan ve elektrik üreten panellerin kurulmasını zorunlu hale getiren düzenleme ve teşvik yöntemlerini hayata geçirmeli. Binalar enerji üretimine uygun tasarlanmalı.

Tüm Türkiye’de yalıtım standartları özellikle yeni binalarda artırılarak kışın doğalgaz, yazın klima kaynaklı elektrik tüketimi azaltılmalı.

100 milyar dolar nerede

G7 Zirvesi’nde az gelişmiş ülkelerin iklim kriziyle mücadele etmelerine yardım etmek amacıyla ayrılacak 100 milyar dolar tekrar gündeme geldi. İklim krizinin etkisini her geçen gün daha fazla hisseden ülkeler söz verilen 100 milyar doların peşinde.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/20 Haziran 2021

Bir varmış bir yokmuş. Gezegenlerden birinde ekonomisi “büyük” yedi ülke yaşarmış. Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD’den oluşan bu yedi ülkeye G7 denirmiş. Yaşadıkları gezegendeki insanların 10’da biri bu yedi ülkede yaşar, küresel gayri safi hasılanın 10’da dördü bu yedi ülkede toplanırmış.

G7 ülkeleri birkaç gün önce yanlarına Avrupa Birliği temsilcilerini, Avustralya, Güney Kore ve Hindistan gibi dostlarını da alarak Birleşik Krallık’ta toplanmış. G7 toplantısının amacı, bir süredir gezegeni kasıp kavuran salgınından çıkışı ve yaraların nasıl sarılacağını konuşmak, öte yandan da giderek büyüyen iklim krizini konuşmakmış. G7 ülkeleri, iklim krizini durdurmak için yoksul ülkelere her yıl 100 milyar doları bulan finansal destekte bulunacağını açıkladı. Daha doğrusu, ilk kez Kopenhag’da, 2009 yılında verilen bu taahhüdü, güçlendirerek 2025’e kadar sürdüreceklerini söylediler. Siz masal yazının başında başladı sandınız ama asıl tam burada başlıyor.

Söz çok icraat yok

2009’dan beri, iklimi değiştiren seragazı emisyonlarından daha fazla sorumlu olan zengin ülkelerin, iklim krizinden büyük zarar görecek ama sorumluluğu çok daha az olan yoksul ülkelere destek olmasını ve “iklim adaletine” bir parça da olsa katkıda bulunmasını bekliyoruz. Bekliyoruz ama o 100 milyar dolara bir türlü ulaşılamıyor. Yol yaptık, salgında harcadık diyen yok ama rakamlar da pek net değil. İlk günden beri, 100 milyar doların özel ya da kamu kaynaklarından sağlanacağı söyleniyor. Oranı ise belli değil. Ne kadarı hibe ne kadarı kredi olacak o da belli değil. G7’nin gönlünden ne koparsa, nasıl koparsa diyebiliriz.

Paris Anlaşması malumunuz dünyadaki 191 ülkeyi dünyanın yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutma amacıyla bir araya getirmiş yegâne anlaşma. 197 imzacı ülkeden 191’i anlaşmaya taraf oldu. Eksiğiyle gediğiyle 1,5 derece; olmadı 2 derece hedefini kabul etti. Paris Anlaşması’nın bir hedefi de G7’de gündeme gelen yoksul ülkelere verilecek destekti. Rakam yine yılda 100 milyar dolar, başlangıç tarihi ise 2020 idi. 2021’de G7 Zirvesi’nde yine 100 milyar doları konuşuyorsak belli ki ters giden bir şeyler var. Geciktikçe iklim krizinin verdiği hasar büyüyor, hasar büyüdükçe maddi destek ihtiyacı artıyor. Çünkü bu para hem krizi durdurmak hem de hasarı azaltmak için harcanacak. Can kayıplarını da azaltacak.

Kanada ve Almanya taahhütlerini artırdı

Şu ana kadar verilen taahhütlerin toplamının 100 milyar doların altında kaldığı konusunda bir tereddüt yok. Bu yüzden G7 Zirvesi’nde bazı ülkeler taahhüt ettikleri rakamları artırdı. Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nı oluşturan üçüncü en büyük kalemi madenler, petrol ve gaz olan Kanada taahhüdünü iki katına çıkararak 4,4 milyar dolar yaptı. Almanya ise katkısını 2 milyar avrodan 6 milyar avroya yükseltti. 100’e yaklaştık diye düşünebilirsiniz ama toplama işlemi o kadar basit değil.

İşe yarar finans OECD’nin hesabının yarısı

İklim finansı için şu ana kadar ne kadar taahhüt edildiği karışık bir konu. OECD’ye göre 2018 yılında bu rakam 78,9 milyar dolara ulaşmıştı. Küresel yoksullukla mücadele eden sivil toplum kuruluşlarından Oxfam ise OECD ile aynı fikirde değil. Raporlanan iklim finansmanının sadece yüzde 20’sinin hibe, kalanın ise kredi ya da benzeri finansal enstrümanlardan oluştuğuna dikkat çekiyor. İklim finansmanı kapsamındaki 80 milyar dolar civarındaki finansal desteğin yüzde 40’ını “imtiyassız krediler” oluşturuyor diyor. Bu kredi türünü IMF’den tanıyoruz ve faiz işletildiğini biliyoruz. Oxfam faiz giderlerini, kredilerin geri ödemelerini hesaplayınca iklim finansmanının net finansal değerinin aslında söylenenin yarısı olduğuna dikkat çekiyor. Sorun rakamla da bitmiyor. İtiraz edilen bir noktada finansal destek verilen bazı projelerin iklim bağının abartılmış olmasından dolayı, ikili finansal anlaşmaların sadece üçte birinin gerçekten amaca uygun kabul edilebileceğini belirtiyor.

Finansmanın nereye harcanmalı tartışması

İşin diğer bir boyutu da finansal desteğin nerede kullanıldığı. Bilim insanları bize 1,5 dereceyi geçmeyin diyor. Biz halihazırda 1,2 derecelik sıcaklık artışına ulaştık. Önümüzdeki 8-9 yıl içinde seragazı emisyonlarını ciddi oranda azaltmazsak bir sonraki hedef 2 derece olacak. Bu durumda iklim krizinin yavaşlatmak için kömür, petrol ve doğalgaz kullanımını azaltmanın yanı sıra, verdiği hasarı onarmaya, aşırı hava olaylarından korunmak için önlem almaya da kalacağız. Birçok yerde yükselen deniz seviyesinden korunmak için setler inşa etmek gerekecek örneğin. Söz konusu, taahhüt edilmiş iklim finansmanının ise sadece yüzde 25’i “uyum” adı verdiğimiz bu çalışmalara ayrılmış. Kalan payın büyük bir bölümü seragazı azaltımı amacı taşıyan projeleri finanse ediyor. İklim konusunda çalışan ve bu dağılımdan memnun olmayanlar da var.

Türkiye de fonlardan yararlanmak istiyor

Bahsettiğimiz finansal destekse, desteğin kime ulaştığı da oldukça önemli. Yine Oxfam’ın raporundan öğreniyoruz ki, iklim finansmanının yüzde 20,5’i az gelişmiş ülkelere, yüzde 3’ü ise gelişen küçük ada devletlerine ayrılmış. Türkiye’nin de bu fonlardan yararlanmak istediğini de hatırlatmakta fayda var. Okyanusta ayağını basacak toprağı kalmayan ada devletiyle Türkiye gibi hacmen büyük bir ekonomiye sahip ülkeleri aynı kapsamda değerlendirmek mümkün değil elbette. Paris Anlaşması’na imza atarken verdiği niyet beyanında seragazı emisyonlarını azaltma hedefi belirlemese de finansal desteğe ihtiyacı olduğunu iddia eden Türkiye’nin, anlaşmaya taraf olmadığını da hatırlatalım. Türkiye, anlaşmanın dışında kalan altı ülkeden (Libya, Irak, İran, Eritre, Yemen ve Türkiye) biri. Geçen hafta Libya’nın da anlaşmayı onaylayacağına dair sinyaller geldi[1]. Bu sınırlı kaynaklardan Türkiye gibi G20 ülkeleri faydalanmalı mı başlı başına bir tartışma konusu, kaldı ki Türkiye başka birçok iklim fonundan ciddi miktarlarda destek alıyor.

Şeffaflık uyarısı

İklim finansmanının özel finans kuruluşlarından karşılanan miktarıyla ilgili verilerinin şeffafça paylaşılmaması da yine sıkça dile getirilen bir konu. Mesele sadece 100 milyar dolara ulaşılıp ulaşılmaması değil. 100 milyar dolarlık iklim finansmanının izini sürmek de oldukça zor.

İklim adaleti, sorunun çözümünde en çok tartışılan konulardan biri. Uluslararası müzakerelerde yıllardır ülkelerin sorumluluğu birbirlerinin üzerine attıklarını görüyoruz. ABD Çin’i son yıllarda küresel emisyonlardan daha fazla sorumlu olmakla, Çin ise ABD’yi tarihsel ve kişi başına düşen emisyonlarının fazla olmasıyla suçluyor. Müzakereleri takip edenler, süreci yavaşlatan ve zaman zaman tıkayan bu tartışmalara alıştı. Orta noktayı bulmak da oldukça zor, bu yüzden Paris Anlaşması gibi kırmızı çizgileri olmayan bir anlaşmaya bile herkes şükreder hale geldi.

Tüm bu zorlu müzakere süreci içerisinde, az gelişmiş ve yoksul ülkelere zengin ülkelerin finansal destek sağlaması konusunda sınırlı bir alanda da olsa anlaşılması oldukça sevindiriciydi. Buna rağmen 100 milyar dolarlık hedefe aradan geçen 11 yıla rağmen hâlâ ulaşılamaması tüm müzakere sürecini etkiliyor. G7 ülkelerinin konuyu gündeme getirmekten öte sonuca bağlamaları gerek. Zirve’de pekiştirdikleri, en geç 2050’ye kadar net sıfır seragazı emisyon hedefi sözünü de yine bahsettikleri gibi daha erken bir zamanda gerçekleştirmeleri de önemli; atlamamalıyız her şey başka ülkelere yapılacak yardımlara bağlı değil. Gerçek şu ki, gezegenin ve güney ülkelerinin daha fazla tahammülü kalmadı. Kaldı ki, zengin ülkelerden beklenti sadece maddi destek vermeleri değil, daha az tüketen bir toplum kurmaları. Kapitalizmi kömür yerine güneşle finanse etmenin uzun vadede başka çevre sorunlarına yol açacağını görmek zorundalar. G7 kesenin ağzını açmakta zorlana dursun, işin zor kısmını konuşmaya henüz başlayamadık bile.


[1] Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylaması için 48 sivil toplum örgütü bir imza kampanyası düzenliyor. https://www.change.org/parisionayla

Covid-19 ve Çernobil

Özgür Gürbüz-BirGün/ 8 Mayıs 2021

Çernobil nükleer kazasının üzerinden 35 yıl geçti. Türkiye, Çernobil felaketiyle mücadelede sınıfta
kalmıştı şimdi ise başka bir sınavdan geçiyor. Covid-19 salgını boyunca Erdoğan hükümetince yapılan hatalar, 35 yıl önce Çernobil faciasını eline yüzüne bulaştıran Özal hükümetinin icraatlarını andırıyor. Bu iki felaketin karşılaştırması, 35 yıldır yerimizde saydığımızı gösteriyor.

26 Nisan 1986 günü Çernobil’in 4 numaralı reaktöründe meydana gelen kazanın ilk yönetim hatası, bu büyük felaketi dünyadan ve Sovyetler Birliği’nde yaşayanlardan saklanmaya çalışılmasıydı. Sovyet yönetimi, kimi iddialara göre birliğin çöküşüne de götürecek o büyük hatayı yaptı ve kazayı gizlemeye çalıştı. Bölgede yaşayanların tahliyesi kazadan 36 saat sonra başladı. Radyasyon İsveç’te ölçüldü ama Sovyetler kendisine yöneltilen soruları, “kazanın kontrol altında olduğunu” söyleyerek geçiştiriyordu. Halbuki uydu görüntüleri durumun öyle olmadığını gösteriyordu; elbette değildi. 1 Mayıs’ta Kiev’deki kutlamalar iptal edilmedi. Halk bayramı radyasyon bulutlarının altında kutladığının farkında değildi. Gorbaçov’un halka Çernobil’den bahsettiği ilk gün 14 Mayıs 1986’ydı.

Vaka sayıları ve radyasyon gizlendi

Türkiye’de ilk covid vakası 11 Mart 2020’de açıklandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca o tarihten itibaren günlük vaka sayılarını açıklamaya başladı. Basının sorularının yanıtlanması ve düzenli toplantılar, şeffaf bir yönetim varmış izlenimi yaratmıştı. Ne var ki, doktorlar, hasta yakınları ve mezarlıklardan gelen bilgiler açıklanan vaka sayılarının doğruluğu konusunda şüphe uyandırmaya başladı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) açıklanan sayıların doğru olmadığını söylüyordu. İktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı TTB’yi “bölücülüğün ve terörizmin saklandığı karanlık oluşum” diye suçladı ve kapatılmasını istedi. TTB haklı çıktı. Baskılar sonucunda Koca, 25 Kasım 2020 tarihinde, ilk vakadan sekiz ay sonra gerçek vaka sayısını açıkladı. Daha önceleri sadece semptom gösterenlerin sayısını verdiklerini itiraf etti.

Vaka sayısının saklanması sadece Çernobil’i gizlemeye çalışan Sovyetler’i değil, Türkiye’nin Çernobil’den etkilendiğinini gizlemeye çalışan, 1983 ila 1987 arasında Türkiye’yi yöneten Turgut Özal hükümetlerini de hatırlattı. 2 Mayıs’tan itibaren Türkiye’yi Trakya’dan başlayarak etkisi altına alan Sezyum izotopları, Sinop’tan başlayarak önce Orta Karadeniz’e daha sonra da Doğu Karadeniz’e ulaşmış ve ardından tüm ülkenin üzerinden geçmişti. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral ise Günaydın gazetesine verdiği demeçte şöyle diyordu: “Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir”. Bu suçlama ile Bahçeli’nin iftirası aslında birbirine çok benzeyen, hedef gösteren ithamlardı.

Para sağlıktan önce gelir

Fahrettin Koca’nın gerçek vaka sayılarını gizleme nedenlerinden birinin, turizm sezonunda Türkiye’nin kara listeye alınmaması olduğu artık neredeyse herkesçe kabul gören bir iddia. İlginç bir tesadüf, Cahit Aral da aynı gerekçeyle radyasyon haberlerinden yakınmıştı: “Radyasyon haberlerinin büyütülmesi yüzünden turizmimiz de ticaretimiz de aksadı”. 1986 ile 2020 Türkiye’sinin ortak özelliği, insan yaşamı ile ticaret arasında tercih yapmak zorunda kalınca istikrarlı bir şekilde “para”yı seçmesi.

Maske dağıtamayanlar iyot tableti nasıl dağıtacak?

Çernobil sonucunda binlerce çocuğun tiroid kanseri olduğunu biliyoruz. Kazadan hemen sonra, birçok çocuğu tiroid kanserinden kurtaracak iyot tablertleri dağıtılsa Çernobil’de kayıplar çok daha az olabilirdi. Koronavirüs salgını Türkiye’nin de Sovyetler gibi nükleer kazaya karşı hazırlıksız olduğunu gösterdi. İnsanlar aylarca 5 adet maske bekledi. Mersin’de nükleer santral yaptıran hükümet, olası bir kazada bölgede yaşayan insanlara birkaç saat içinde bu tabletleri dağıtacak yeteneğe ve onları tahliye edecek organizasasyon gücüne sahip olmadığını 5 adet kağıt maske dağıtamayarak itiraf etti. Salgın sırasında bu yetersizlikleri de görmüş olduk.

Halka başka kendine başka

1986 yılında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olan Ahmed Yüksel Özemre, “Et, süt ve balığı çekinmeden yiyin” derken, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren de, “Midem rahatsız, onun için ıhlamur içiyorum” diyordu. Evren’e Özal da şu sözlerle katıldı: “Korkamadan çay içilebilir, radyasyonlu çay lezzetli oluyor”. Kenan Evren kamuoyuna bunları söylerken, kendi çayını, radyasyon olup olmadığını öğrenmek için şoförüyle ODTÜ’ye gönderiyordu. Covid-19 ile mücadelede sıkça gördüğümüz bir durum var. AKP hükümeti ve iktidara yakın kişilerin, herkesin uyması için koyulan yasalara uymadığını ve cezalandırılmadığını görüyoruz. Sokakta maskesiz dolaşana, denize girene ceza kesen hükümet, cenazelerde, partisinin kongrelerinde kuralları ve güvenli mesafeyi hiçe sayıyor. Herkese yap dediğini kendi yapmıyor. 80 darbesinin devamı olan hükümetle bugünkü yönetim arasındaki davranış benzerliği ilginç değil mi?

Hep o dış güçler

Salgın ve radyasyonla mücadelede dünyayı kıskandıracak yöntemler bulma konusunda da Erdoğan ve Özal hükümetleri birbiriyle yarışıyor. TAEK Başkanı Özemre’nin övünerek anlattığı bir yöntem, radyasyona bulaşmış çaylarla bulaşmamış olanları harmanlayarak çaydaki radyasyon seviyesinin düşürülmesiydi. Böylece, sınır değerlerin altında radyasyon içeren daha fazla çayınız oluyordu ve piyasaya sürülebiliyordu. Elbette kimse radyasyonda sınır değeri olmaz diyen bilim insanlarını dinlemedi. Aslında her doz zararlıydı, marifet az radyasyon almak değil hiç almamaktı. Bu yöntemle kirlenmemiş çaylar da kirlendi. İktidar, o çayı içen insanların başka kaynaklardan da radyasyon alabileceğini ve aldığı dozun sınır değerlerin üzerine çıkabileceğini düşünmüyordu. Mesele itibarı zedelenen “Türk Çayı”nı kurtarmaktı. Özemre böyle iddia ediyordu: “…Avrupa çay tröstü kendisine kuvvetli bir rakip olarak gördüğü Türk çayını rezil etmek ve pazarladığı Hint ve Seylan çaylarına Türkiye'de pazar açmak için aynı oyuna başvurmaktadır”. Neyse ki “çay tröstü” halkın kanser olması pahasına bertaraf edildi.

Akla ve mantığa aykırı önlemler

Covid salgınıyla “mücadelede” mevcut hükümetin bulduğu yöntemler de 86’daki Özal hükümetini aratmayacak kadar yaratıcı. Covid salgınının yayılmaması için içki, daha sonra gıda dışında neredeyse her şeyi yasaklamak, parkta dolaşamamak ama alışveriş merkezlerine gidebilmek ilk akla gelenler arasında. Turistler hasta olup olmadığını kanıtlamak zorunda olmadan Türkiye’ye gelirken, Türkiye’de yaşayanların denize girmesini yasaklamak da çok konuşulan bir yöntem oldu. Camide toplu halde namaz kılmaya ve stadyumda maç izlemeye izin vermek ama aynı zamanda site bahçesinde yürümeyi yasaklamak da tüm dünyada ilgi gören örnek mücadele önlemleri arasına alındı.

Ünlülerle propaganda her dönemin favorisi

Bir başka yöntem de ünlüleri kullanarak her şeyin normal olduğuna halkı ikna etmekti. Çernobil zamanında da bazı ünlü kişiler hükümetin bu bilim tanımaz işlerini aklamasına yardım ediyordu. Hülya Avşar gibi uzmanlar, “Acı patlıcanı radyasyon çalmaz” diyerek hükümetin politikasını destekledi. Salgının ilk günlerinde verilen konserleri hatırladınız sanırım.

Çernobil’den gelen radyasyon ile koronavirüse karşı, 35 yıl arayla iki “farklı” hükümet tarafından ortaya konulan “mücadele yöntemleri” Türkiye’nin iş, bilim ve yaşama gelince nasıl yerinde saydığının bir göstergesi değil mi?

Dünya hidrojeni tekrar keşfediyor

Hep “yeni” bir buluşun sorunlarımızı çözmesini bekleriz. Hidrojen enerjisi ise yeni değil ama bu ezberi bozmaya niyetli. 

Özgür Gürbüz-Digital Age/Mart 2021 World's 1st hydrogen-powered train launches in Germany

Doğanın ve yaşamın değeri sıfıra yakın olduğunda, yerin yüzlerce metre altındaki petrolü çıkarmak, mavinin derinliklerindeki gaz ile ısınıp iklimi değiştirmek ya da havayı kirletme pahasına kömürü yakmak insana hep “ucuz” geliyor. İklim krizinin sadece kutup ayılarının sorunu olmaktan çıkıp yaşadığımız kente gelmesiyle hesaplar değişmeye başladı.
 
Fosil yakıtlar (petrol, kömür ve doğalgaz) iklim krizi nedeniyle gözden düşerken yıllardır rafta bekletilen hidrojen enerjisi de yeniden hatırlandı. Hidrojenin araçlardan evlere kadar hayatın birçok yerinde kullanılması ve yenilenebilir enerji kaynaklarıyla üretilerek seragazı emisyonlarını azaltması umuluyor. Hidrojen raftan indirildi ama bu defa ona giydirilmek istenen elbise oldukça büyük.

Soruların yanıtı hidrojende mi gizli?

Güneş ve rüzgarın önderliğinde yenilenebilir enerji kaynakları özellikle elektrik üretiminde paylarını hızla artırıyor. Bu yeterli mi? Hayır. Gezegenin ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutmak için enerji dönüşümünü her alana yaymak gerekiyor. O zaman zor sorular birbirini izliyor. Ulaşımda petrolsüz araçlarla yol almak mümkün mü? Tren, metro, otobüs, kamyon, gemi ve uçak gibi ağır ulaşım araçları ne olacak? Binaları doğalgazla ısıtmazsak ne yapacağız? Son zamanlarda bu soruların birçoğunun yanıtında hidrojenin adı geçmeye başladı. Birçok ülkenin hidrojen enerjisi stratejilerini ve hedeflerini açıklamasıyla dikkatler dünyanın en çok bulunan bu elementine çevrildi. Hidrojenin, 2021 yılında enerji alanında en çok konuşulan konulardan biri olacağı kesin.

Yeşil hidrojen çağı

Hidrojen enerjisi aslında 200 yıldır hayatımızda. Sanayide hidrojen kullanımı uzun yıllardır devam ediyor. Uluslararası Enerji Ajansı’na (UEA) göre hidrojenin rüştünü ispatlaması binalarda, ulaşımda ve elektrik üretiminde kullanılmasıyla olacak. Hidrojen hemen hemen her yerde ama yalnız değil. Onu diğer elementlerden ayırmak gerek. Hidrojen elde etmenin de dolayısıyla farklı yolları var. Sudaki hidrojeni elektroliz yoluyla ayrıştırmak bunlardan biri. Biyokütle ya da fosil yakıtlardan da hidrojen elde etmek mümkün ama çevreci bir yakıt istiyorsak, hidrojen elde ederken kullandığınız enerjinin yenilenebilir kaynaklardan gelmesi şart. Bu koşullarla elde edilen hidrojene “yeşil hidrojen” adı veriliyor. Yeniden gündeme gelen hidrojeni geçmişinden ayıran en önemli fark, bu yüzyılda “yeşil hidrojen”in öne çıkması.

Artış hızı ve hedefler yüksek

Hidrojenin yükselişi rakamlara da yansıyor. UEA’nın verilerine göre 2019 yılı elektroliz kapasitesindeki artışta rekor yıl oldu ve üretim kapasitesi 25 MW’a ulaştı. 2010 yılında bu rakam 1 MW’tan azdı. 2023’te ise yeni kapasite artışının 1500 MW’a ulaşacağı tahmin ediliyor. Yakıt hücreli elektrikli araç pazarı da 2019’da neredeyse ikiye katlandı. En büyük artış da Çin, Japonya ve Kore’de gerçekleşti. Düşük karbonlu hidrojen üretiminin de 2023’te duyurulan projelere bakıldığında beşe katlayacağı görülüyor.

Öncü ülkeler hedeflerini belirledi

Kendisinden bu kadar çok şey beklenen bir enerji kaynağının politik destek olmadan büyümesi mümkün değil. Birçok ülke hidroejene verdiği desteği ölçülebilir hedefler ve politikalarla gösteriyor. Öncü ülkelerden Japonya, 2025 yılına kadar yakıt hücreli 200 bin aracı yollarda görmeyi planlıyor. 2030 yılında ise bu rakamı 800 bine, otobüs sayısını da 1200’e çıkarmayı hedefliyor. Japonya’nın hedeflerinin arasında, belki de en önemlisi, mikro kombine ısı ve güç üniteleri de var. Kesintisiz elektrik ve ısı üretecek bu “hidrojen santralları”nın sayısının 2030’da 5 milyon 300 bini bulması ve hane sayısının yüzde 10’una erişmesi hedefleniyor. Bu hedefe ulaşılırsa konutların enerji talebinin, mevcut kombi ve elektrik şebekesi kaynaklı sitemlere oranla, yüzde 3, emisyonlarının ise yüzde 4 oranında azalacağı düşünülüyor (Hydrogen and Fuel Cells in Japan, Jonathan Arias). Hollanda’dan İspanya’ya, Almanya’dan Fransa’ya kadar birçok ülke hedeflerini belirledi. Kore’nin ulaşımın dışında, elektrik enerjisinde kullanılacak 15 GW’lık yakıt hücresi hedefinin 1,5 GW’ı önümüzdeki yıl sonuna kadar hayata geçecek. 15 GW, Türkiye’nin mevcut elektrik üretim kurulu gücünün yaklaşık yüzde 20’sine denk; ayrıca belirtmeye değer bir hedef.

Kaynak: Eco Institute
Maliyet engeli aşılacak mı?

Hidrojenin önünü açacak en büyük değişim, teknolojik gelişimden önce maliyetlerin düşmesi olacak. Öko Enstitüsü’nün güncel ve detaylı bir çalışması işin ekonomisini anlamak açısından ufuk açıcı. “Gri hidrojen” dediğimiz doğalgazla hidrojen elde edilen ve karbondioksitin atmosfere verildiği üretim modellerinde MWh için maliyet 40 avro civarında. Çevre için katkısı olmayan bu yöntemin maliyeti Türkiye elektriğin piyasa fiyatının (48 ABD Doları) biraz üstünde. Karbon gömme yöntemiyle desteklenen ve doğalgazdan elde edilen hidrojenin maliyeti ise günümüzde MWh saat başına 50 avro civarında. Gri ve mavi hidrojenin maliyetlerinin karbon piyasasındaki fiyat artışlarıyla yukarı çıkması beklenirken, üçüncü seçenek yeşil hidrojenin karbon fiyatlarının yükselmesiyle maliyet avantajı yaşayacağı düşünülüyor.

İklim açısından ciddi katkıda bulunacak “yeşil hidrojen”in günümüzdeki maliyeti ise 100 avroyu buluyor. Şu an için oldukça pahalı görünen bu seçenekle üretilecek elektriğin maliyetinin 2030’da 70, 2050 yılında da 50 avroya kadar düşmesi bekleniyor. Bu da kilovatsaat başına sırasıyla 8,5 ve 6 dolar sente denk düşüyor ki, Türkiye’deki çevre açısından sorunlu kömür, nükleer ve gaz santralıyla rahatlıkla baş edebilecek seviyelere geleceği görülüyor. Hidrojen enerjisine politik destek sürdüğü takdirde önümüzdeki 10 yılda adını daha fazla duyacağımız kesin.

***

Hidrojen enerjisi nerede kullanılır?

Hidrojen, yeşil enerjinin ulaşmakta zorlandığı alanlara merhem olabilir. Uçakları, gemileri dev elektrik bataryalarıyla donatmak oldukça zor; ağırlıkları da ayrı bir problem. Hidrojen enerjisi ise hem hafif hem de enerji yoğun bir seçenek olduğu için bu sorunu çözebilir. Doğalgaz altyapısını kullanarak konutların ısınma sorununa da çare olabilir. Sıvı halde borularla veya gemilerle taşınabilir. Elektriğe ya da metan çevrilebilir. Güneşin çok olduğu zamanlarda fazla üretim hidrojen eldesinde kullanılarak depolanabilir, akşam saatlerinde güneşin açığını kapatabilir. Enerji depolama sorununu bataryalarla, yakıt hücreleriyle çözmesi, bildik enerji sisteminin tamamen vedasına yol açabilir. Hidrojenin yeniden konuşulmaya başlamasının ardında bu esneklik yatıyor.

Güneş Cumhuriyeti

Özgür Gürbüz/24 Mart 2021*

İklim krizinden çıkışın formülü biliniyor. Fosil yakıtlar dediğimiz kömür, petrol ve doğalgazı
bırakacağız, güneş ve güneş temelli yenilenebilir enerji kaynaklarına sarılacağız. Enerjiyi hem daha akıllı hem de tasarruflu kullanacağız. Basit gibi görünen bu değişim gerekli çünkü küresel seragazı emisyonlarının yüzde 70’ten fazlası enerji kullanımı nedeniyle atmosfere bırakılıyor. Ulaşımdan ısınmaya, elektrik üretiminden sanayiye hayatın her alanında karşımıza çıkan enerjinin üretim ve kullanımını değiştirmek zorundayız.

Bugüne kadar kullandığımız her tür enerji kaynağında büyük işletmelere, santrallara muhtaçtık. Elektrik üretiminde dev kömür santralları, petrol üretiminde rafineriler gibi… İklim krizini durdurmak için fosil yakıtlardan sürdürülebilir enerji kaynaklarına geçiş ise bize farklı bir seçenek sunuyor. Elektrik üreten santrallar küçülüyor, enerji ihtiyacın olduğu yerde ve yerel kaynaklarla üretilebliyor.

Evinizin çatısına kurduğunuz güneş panelleriyle elektrik ihtiyacınızı karşılayıp, ısı pompaları ve yine güneşin yardımıyla ısınabiliyoruz. Otomobil iyi bir şey değil ama varsa elektrikli aracınızın bataryasını da güneş panelleriyle doldurmak mümkün. Eski sistemde bu işleri yapabilmek için sizden çok uzakta bir rafineriye veya dev bir elektrik santralına ihtiyacınız vardı. Ya da doğalgazı dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşıyan boru ya da tankerlere mahkumdunuz. Tüm dünyada bu enerji dönüşümünü gerçekleştirmek zaman alacak ama enerjiyi yerelleştirmek ve doğaya en az zararı verecek şekilde yaşamak ekonomik ve teknik açıdan artık sorun değil.

Hayvancılıkla geçinen bir köy, biyogaz tesisiyle hayvan atıklarını elektrik ve ısıya çevirip, köydeki evleri ısıtıp, ampulleri yakıp ihtiyaç fazlası elektriği de şebekeye verebiliyor. Verebiliyor diyorum çünkü Avrupa’da böyle köyler gördüm. Danimarka’dan Amerika’ya birçok ülkede büyük rüzgar ve güneş santralları enerji kooperatifleri gibi yöntemlerle birçok kişinin işbirliğiyle kuruluyor. Düşünsenize, evinizde tükettiğiniz elektrik aslında sahibi olduğunuz bir rüzgar çiftliğinde üretiliyor. Hayal mi diyorsunuz?

2019 itibarıyla Almanya’da kurulu yenilenebilir enerji kaynaklarının yüzde 30,2’si bireylerin mülkiyetinde. Ülkedeki biyogaz tesislerinin dörtte birine sahip çiftçilerin payı ise yüzde 10. Almanya’da gördüğünüz tüm yenilenebilir enerji gücünün yüzde 40’ının mülkiyetinin bireylerin elinde olduğunu söyleyebiliriz. Kömür, doğalgaz veya nükleer santrallar için bunu hayal bile edemezdik. Üretimdeki payları da kayda değer. Küçümsenen yenilenebilir enerji kaynakları bugün dünyanın dördüncü büyük ekonomisinin elektrik ihtiyacının yüzde 46’sını karşılıyor.

Yaşanan değişim sadece enerji üretiminde farklı ve temiz bir yöntemi seçmekle açıkanamaz. Birkaç şirkete ve sınırlı kaynaklara bağlı, seçme şansınızın olmadığı impartorluğu andıran bir sistemden, bireylerin özgürce ve doğayı koruyarak kend ihtiyacını karşılayacak üretimi seçtiği bir cumhuriyete geçişten bahsediyoruz. Bir cümleyle özetlersek, iklim krizini durdurmak için verdiğimiz çabalar bize fosil yakıt imparatorluğundan güneş cumhuriyetine geçme şansını da veriyor.

* Bu yazı WWF-Türkiye'nin 2021 yılındaki Dünya Saati kampanyası için yazılmıştır.

Nükleeri iklim sosuyla satmak

Foto: Greg Webb - UAEA
Özgür Gürbüz-BirGün/11 Mart 2021

Türkiye’ye nükleer santral pazarlama çabalarının ilk evresinde “sudan ucuz” sloganı öne çıkmıştı. Nükleer enerjinin hidroelektrik santrallardan bile daha ucuza elektrik ürettiği iddia ediliyordu. Nükleer karşıtları ise hem sosyal maliyetlerin hesaba katılmadığını hem de yapılan hesabın doğru olmadığını söyleyerek bu iddianın asılsız olduğunu vurguluyordu.

Mersin Akkuyu’da yapılmak istenen nükleer santrala verilen alım garantisiyle bu tartışma son buldu. AKP hükümeti, nükleerden üretilen elektriğin kilovatsaatine 12,35 dolar sent alım garantisi verirken, rüzgar ve güneşin ürettiği aynı elektriğe 4,16 sent alım garantisi vererek “hangisi pahalı” sorusunun yanıtını bizzat verdi. “Bizi neden 3 kat pahalı ve tehlikeli nükleer santral kaynaklı elektriğe ve Rusya’ya mahkum ediyorsunuz” sorusuna ise yanıt veremiyor.

İklim krizini durdurmak için acele etmeliyiz

Nükleer enerjiyi ucuz diye satamayanlar şimdi iklim krizi simidine sarılıyor. Nükleer santralları, iklimi değiştiren seragazlarını çıkarmayan, yani “karbonsuz” diye pazarlama derdindeler. Ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutmak için önümüzdeki 9-10 yıl içerisinde küresel seragazı emisyonlarını neredeyse yarı yarıya azaltmamız gerekiyor. Paris İklim Anlaşması’nın 2 derece hedefi için de gereken bundan çok farklı değil. Yani hızla kömürden, petrolden ve gazdan vazgeçmemiz gerekiyor.

Nükleer lobi bu durumu kullanarak Batı’da kaybettiği pazarları kazanmak, Doğu’da ise karbonsuz seçenek için ayrılan bütçeleri kendi kasasına yönlendirmek için var gücüyle çalışıyor. Soru şu. Bir an için nükleerin kaza ve atık sorununun olmadığını, maliyetinin de makul olduğunu varsayalım; bu durumda bile nükleer iklim krizini durdurmada bir seçenek olabilir mi?

Nükleer karbonsuz değil

Karşılaştırmaya başlamadan önce nükleerin karbonsuz olmadığının altını çizelim. Nükleer santrallar elektrik üretirken seragazı emisyonu çıkarmaz ancak yapım sürecinde büyük miktarlarda çimento ve demir kullanılır. Uranyum zenginleştirme ve yakıt üretimi gibi aşamalarda da çimento ve demir üretiminde olduğu gibi ciddi miktarda enerji tüketilir. Yapım süreci, tonlarca seragazı emisyonunun çıkmasına neden olur. Kömür santralına göre daha az olsa da bu onu krizi çözen kaynak yapmaz çünkü iklimi koruma yarışı kömürle nükleer arasında değil. Nükleeri rüzgar ve güneş gibi kaynaklarla kıyaslamak, bunu yaparken de hepsinin beşiktan mezara (yapımdan söküme) çıkardıkları seragazı emisyonlarını hesaba katmak gerek. Katınca iş değişiyor.

Nükleerin emisyonu rüzgardan 6 kat fazla

2008 yılında yayınlanan bir çalışmada[1] üretilen her kilovatsaat için nükleer santrallardan 66 gram karbondioksit eşdeğeri seragazı emisyonu çıktığı görülüyor. Aynı elektriği rüzgardan üretirseniz sadece 9-10 gram seragazı emisyonu çıkıyor. Derdiniz sadece iklim krizini durdurmaksa, rüzgarı tercih etmenizin nükleere oranla şansınızı 6 kat artıracağını söyleyebiliriz. Emisyon açısından nükleere gelinceye kadar daha birçok seçenek olduğunu da belirtelim. Bir kilovatsaat elektriği üretirken, çeşitlerine göre hidroelektrikte 10-13, biyogazda 11, güneşte 13-32, biyokütlede 14-41 gram arası seragazı emisyonu ortaya çıkıyor. Gördüğünüz gibi tek kıstasın iklim olduğu bir durumda bile nükleere sıra gelmiyor. Nükleer enerjinin kilovatsaat başına yol açtığı seragazı emisyonunun 100 gramdan fazla olduğunu gösteren başka çalışmalar olduğunu da belirteyim.

Bahsettiğimi çalışmada olmasa da en iyi seçeneğin enerji verimliliği/tasarrufu olduğunun altını çizmeliyim. Seragazı emisyonlarını azaltmanın en ucuz ve hızlı yolu olduğu gibi onlarca kişiye de istihdam sağlayabilir. Elektrik üretiminde ortaya çıkan ısıyı da değerlendiren bazı gaz ve biyoyakıtlı kojenarasyon santralların bile nükleerden daha az seragazına yol açtığını da vurgulayalım. Baz yük santral isteniyorsa çözüm yine nükleer değil.

Mevcut nükleer filo yaşlı

Foto: Greg Webb - UAEA

Nükleer enerjinin iklim krizini çözemeyeceğini ispatlamanın basit bir yolu daha var. Yazımın başında da belirttiğim gibi iklim krizini durdurmak için fazla zamanımız yok. Nükleer santral yapmak ise oldukça uzun sürüyor. 1000 MW büyüklüğünde bir reaktörü inşa etmek en iyi ihtimalle beş yıl sürüyor. Ortalama süre ise 7 yıl civarında. Şu anda Fransa’da 14, Finlandiya’da16, Ukrayna’da 35 yıldır yapımı süren reaktörler var. Dünyada herkes onlarca nükleer reaktör yapmaya başlasa bile bunları finanse edecek para, malzeme ve zamanında bitirecek süre yok. Nükleerden daha az karbon emisyonuna sahip seçenekler ise birkaç aydan 1-2 yıla kadar uzanan sürelerde yapılabiliyor.

Mevcut nükleer filonun emeklilik arifesinde olması da başka bir sorun. Mevcut reaktörlerin ortalama yaşı 30. Birçoğu önümüzdeki 10-15 yıl içinde kapanacak. Nükleer seferberlik ilan edilse bile sonuç eskimiş filonun yenilenmesinin ötesine geçmeyecek. Nükleer endüstri bunu bilmiyor mu? Biliyor elbette. Onların derdi de aslında eskiyen reaktörleri yenilemek. İklim sosuyla süsledikleri bu acı lokmayı yutmamızı, böylece zor durumdaki nükleer endüstriyi bir süre daha ayakta tutmayı umuyorlar.


[1] Benjamin K. Sovacool, Valuing the greenhouse gas emissions from nuclear power: A critical survey.

Paris Anlaşması: Romantizm mi yoksa Jeanne d’Arc’ın inadı mı?

Özgür Gürbüz-Magma / Ocak-Şubat-Mart 2021

Birleşmiş Milletler’e üye 196 ülke, 12 Aralık 2015 tarihinde iklim müzakerelerinin belki de en önemli
anlaşmasına imza attı. Ortalama yüzey sıcaklığını 2, mümkünse 1,5 derecenin altında tutmayı amaçlayan bu metin, Trocadero’da umut dolu bir güneşin doğuşunu izlemek gibiydi. Aradan beş yıl geçti, salgın nedeniyle bu yılki uluslararası müzakere 2021’in Kasım ayına ertelendi ama mücadele bitmedi; mücadele aynı Dünyamız gibi 5 yıl öncesine göre daha sıcak. Zaten 2020’nin dünyanın gördüğü en sıcak üç yıldan biri olacağı kesin gibi.

Türkiye onaylamadı

Paris Anlaşması’na imza atan ülkelerin yedisi hariç hepsi anlaşmayı yürütme organlarına götürüp onayladı. Kalan yedi ülke arasında Eritre, Güney Sudan, Irak, İran, Libya, Yemen ve Türkiye var. ABD ise Trump döneminde anlaşmadan ayrılmış, Biden’ın seçilmesiyle anlaşmaya geri döneceğinin sinyalini vermişti. Türkiye benzer bir durumu Kyoto Protokolü sürecinde de yaşamıştı. Belki de sürecin en başından bu yana iklim politikalarını oturtamamanın kötü bir sonucu. Yoksa kimse Türkiye’den Çin veya ABD’nin yapmadığını yapmasını beklemiyor.

Yeni bir ekonomik model gerekiyor

Taraf ülkeler, anlaşmaya imza atarken seragazı emisyonlarını azaltma ya da sınırlama taahhütleri veriyor. Paris’in insanları aşkta birleştirmesine benziyor bu durum; eve gidince genelde aslolanı unutuyorlar. Anlaşmayı hazırlayanlar daha önceki müzakere süreçlerinden ve bu aşk meselesinden deneyimli oldukları için anlaşmaya ek bir madde koydu. Bu maddeyle, taraf ülkeler verdikleri taahhütleri beş yılda bir yenilemeyi, şeffaf bir biçimde paylaşmayı, birbirlerine yükümlülüklerine göre finansal, teknolojik ve kapasite geliştirme konularında destek vermeyi de kabul ediyor.

İki derece hedefinin üstündeyiz

2020 yılında ülkeler taahhütleriyle ilgili güncellemeleri yapmaya başladı ve bazı iyileştirmeler görüldü. Mevcut koşulsuz taahhütler ve hedefler dikkate alınırsa ısınmayı 2,6 derecede sınırlamak (Referans: Climate Action Tracker) mümkün olabilir. Birkaç yıl öncesine göre yüreklendirici bir hesaplama olsa da elbette yeterli değil, 2 derecenin altını görmek zorundayız. İklim krizinden çıkmak isteyenlerin Paris Anlaşması’na romantizmle bağlanmalarında sorun yok ancak Jeanne d’Arc kadar inatçı olmaları ve anlaşma kapsamındaki taahhütlerin daha da iyileştirilmesini sağlamaları gerekiyor.

Anlaşma herkese eşit yükümlülükler getirmiyor, bağlayıcı değil. Tarihsel sorumluluklar, gelişmişlik düzeyi ve kişi başına düşen emisyon rakamları gibi farklılılar göze alınarak ABD, Kanada ve AB üyesi vb. ülkelerden emisyonlarını azaltması bekleniyor bazılarından ise arttırmaması veya az arttırması. Ülkeler kendi hedef/taahhütlerini kendileri belirliyor. Görülüğü gibi hedefe giden yol Paris’in metrosu kadar karışık, uğramadığı yer yok. Bu çok normal. Çünkü mesele sadece petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçmek değil yeni bir ekonomik ve sosyal model kurmak. Yeşil Mutabakat’ın Avrupa ve ABD’de bu kadar çok dillendirilmesi iklim krizinden bağımsız değil.

Zaman daralıyor
Kümülatif hedefin 2 derece altında kalması yeterli olacak ama ülkeler sorumluluğu birbirine atarak çok vakit harcadılar. Son yıllarda Çin’den gelen olumlu işaretler ve ABD’de yönetimin değişmesi süreci değiştirebilir. Öte yandan, hükümetler kadar şirketlerin bu değişime nasıl yanıt vereceği de önemli. Enerji sektöründe güneş ve rüzgar gibi teknolojilerin fosil takıtlara göre kendini ispatlaması değişimi kolaylaştırdı. Elektrikli araçlar, alternatif yakıtlar ulaşım sektörü için de umut olabilir. Tarımdan ormansızlaşmaya, binalardan sanayiye bu değişimin genişlemesi gerek. Fazla zamanımız yok. 10 yıl içinde harekete geçmemiş olursak, gün batımında Seine Nehri’nde huzur içinde bir kahve içmek hayal olabilir.

***

Türkiye Paris Anlaşması’nı neden onaylamıyor?

Türkiye’nin Ulusal Katkı Niyet Beyanı (INDC) 2015’te 477 milyon ton karbondioksit eşdeğeri olan emisyonlarını 2030’da 929 milyon tonda sınırlamayı, yani yaklaşık iki katına çıkarmayı öneriyor. Bir güneş ülkesi için iddiasız bir hedef olduğunu (2018 yılında bu rakam 520 milyon tona ulaştı) söylemek yanlış olmaz. Türkiye anlaşmaya taraf olursa bu beyanı gerçekleştirmeye çalışacak. Pazarlığın tıkandığı nokta ise finans. Türkiye, bu hedefe ulaşmak için teknolojik ve finansal destek talep ediyor. Türkiye’nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması kapsamında yer aldığı konum ve gelişmişlik düzeyiyle ilgili itirazlar bu isteğin tamamen karşılanmasının ve haklılığının tartışılmasına neden oluyor. Türkiye Glasgow’daki toplantıya kadar süreci tamamlamazsa iklim müzakerelerine etki gücü azalacak.