Virüsten sonra-1 (Risk ödeneği)

Salgın sonrası yaralarımızı sarmak için daha somut adımlar atmalıyız. Koronavirüs salgınından sonra bizi bekleyen birçok kriz daha var. Çalışanlar arasındaki adaletsizliği sağlık ve gelir konularında geriletebilirsek önemli bir kazanım sağlamış oluruz

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Nisan 2020

Koronavirüs salgını çalışma hayatındaki adaletsizliklere yeni bir boyut ekledi. Herkesin evden çalışması ve evden çalışamayanların kendilerini salgından koruması mümkün değil. Sağlık çalışanları, fabrikalardaki işçiler, altyapı çalışanları, çiftçiler… Liste uzayıp gidiyor. Evde kalabilenlerle çalışmak zorunda olanlar arasında bir eşitsizlik olduğu ortada. Çözüm gelir ve işçi güvenliğindeki adaletsizliği ortadan kaldırmaktan geçiyor.

DİSK’in kendisine bağlı sendikalar içinde yaptığı araştırmaya göre, üye işçiler arasında Covid-19 virüsüne yakalananların sayısı Türkiye ortalamasının üç katı. Bu oranın sendikasız ve kayıtsız işçilerin çalıştırıldığı yerlerde daha yüksek olduğunu da tahmin ediyorlar. Sağlık çalışanları, kuryeler, tedarik zincirinde çalışanlar da farklı durumda değil. Onlara teşekkür etmek güzel ancak bu adaletsizliği düzeltecek kalıcı önlemlere de ihtiyacımız var. Ek ödeme gibi geçici destekler kronikleşmiş adaletsizlik sorununu çözmeye yetmez.

Önerim, çalışanların tümünü kapsayacak bir risk ödeneğinin hayata geçirilmesi. Risk ödeneklerinin belirlenmesinde her iş koluna ait bir yıl önceki iş kazaları ve meslek hastalıkları verileri esas alınacak. Bir iş kolunda çalışan ve yıl içerisinde iş kazaları sonucu hayatını kaybeden, yaralanan, hasta olan çalışanların oranına göre o iş kolunun risk puanı yükselecek veya azalacak.

Teoriyi basitleştirmek için bir örnek verelim. Risk puanının 1 ila 1000 arasında olduğunu düşünelim. Soma’daki maden kazası (cinayeti) sonrası maden işçilerinin risk puanı en yüksek seviyeden değerlendirilsin ve 1000 olsun. Risk ödeneğini başlangıçta her iş kolu için 1 TL olarak belirleyelim. Maden işçilerinin risk ödeneği 1TL x 1000, yani 1000 TL olur ve yeni dönemde o iş kolunda çalışan tüm çalışanların maaşına eklenir. Risk ödeneğinin maaş pazarlıklarına konu edilmemesi için bizzat devlet tarafından kişiye ödenmesi yerinde olur. Her yıl değişen bir tutar olacağı için işe girişte konuşulan maaş pazarlıklarından bu sayede büyük ölçüde uzak tutulabilir.   

Risk ödemelerini karşılamak için bir fon oluşturulabilir. Sigorta primine eklenecek ve işverenle devlet tarafından ödenecek miktar önce fona ve bekletilmeden risk ödeneği alan iş kollarındaki işçilere aktarılabilir. Risk ödeneği fonunun işveren ve devletin ortak katkısıyla oluşturulması, işçiden kesinti yapılmaması önemli.

Amaç sadece çalışanların aldıkları riskin maddi karşılığını vermek değil. Risk puanını düşürmek isteyen işveren ve devleti ek tedbirler almaya zorlamak ve çalışma koşullarını iyileştirmek asıl gaye. Ödeneğin risk puanı gibi bir değişkene bağlanması da güncel kalması ve sorunlu sektörlere çabuk müdahale edilmesi açısından gerekli esnekliği beraberinde getirecek.

Önerim elbette geliştirilmeli ve tartışılmalı. Önemli olan, koronavirüs salgınıyla hepimizin tanıklık ettiği bu gelir adaletsizliğini, moral verici ama kalıcı olmayan eylemlerden elle tutulur iyileştirmelere dönüştürmek. Salgın sonrası yaralarımızı sarmak için daha somut adımlar atmalıyız. Koronavirüs salgınından sonra bizi bekleyen birçok kriz daha var. Çalışanlar arasındaki adaletsizliği sağlık ve gelir konularında geriletebilirsek önemli bir kazanım sağlamış oluruz.


Hayatı eve sığdıramayacağımıza ve dışarıya bağımlı olduğumuza göre dışarıdakilere hak ettikleri hayatı yaşamaları konusunda destek olmalıyız

V.Ö ve V.S

2019’un son günü tanıştığımız koronavirüs (Covid-19), yeni yılın ilk günü Çin’in, daha sonra da tüm dünyanın gördüğü en büyük felaketlerden biri olarak karşımıza çıktı. Artık dünyanın yeni bir miladı var. Bundan sonra her şeyi virüsten önce (V.Ö) ve virüsten sonra (V.S) diye anlatacağız. Bu yazı erken bir yazı ama 14 gün sonrasını göremediğimiz günlerde belki de erken diye bir şey yok.

Özgür Gürbüz-BirGün/ 5 Nisan 2020

V.Ö hayat şöyleydi hepimiz için…

İnsanın doymak bilmez tüketim hırsı ve hızlandırdığı yaşam, küresel ticareti de beraberinde getirmişti. Tüketim o kadar hızlıydı ki ihtiyaç kabul edilen ürünleri kimse eskisi gibi kendi bahçesi veya köyünde yetiştirmiyordu. Kimse kendisine; ‘gerçekten ne istiyorum’ diye sormuyordu. İnsan balta girmemiş orman bırakmamıştı. Tadına bakmadığı hayvan, bitki; kazmadığı dağ, kirletmediği nehir ve hava kalmamıştı. Hayvanların mı insanların evine yoksa insanların mı hayvanların evine girdiği sorgulanmıyordu.

Virüsten önce para, mal ve insan dünyanın bir ucundan diğerine, hiç durmadan taşınıyordu. Virüs sadece bu konvoya katıldı. Kimse virüsün, insanın hırsından bile daha hızlı yayılacağını tahmin etmiyordu. Kendi yiyeceğini, giyeceğini üretemeyen insan virüsün yayılmasını engellemek için bildik hayatı durdurmak zorundaydı. Sadece Çin’den gelen insanlar değil çocuk oyuncakları bile şüpheli damgası yedi. Kağıttan uçak yapmayı unutanlar, oyuncak uçaklar Çin’den gelmeyince ne yapacağını şaşırdı. Bu bölüme tarihçiler V.Ö adını verecek.

Virüsün ortaya çıkmasıyla herkes Vuhan’daki pazara, yarasaya ve Çinlilere kızdı. Kristof Kolomb Hispanyola adasına geldiğinde en az 60 bin (bazı kaynaklar 8 milyon olduğunu söylüyor) Taino yerlisi vardı. Kolomb ve arkadaşlarının Avrupa’dan getirdiği çiçek ve grip hastalığı nedeniyle yaklaşık 50 yıl sonra sayıları 500’e indi. Kolonileşme sırasında dünyanın her yanına virüs yayanların Çinlilerden şikayet etmesi elbette ders çıkarılacak bir konu. Bu karambolde, bir gün önce Washington Post’ta çıkan, yarasa kaynaklı virüsün laboratuvarda bilimsel bir araştırma sırasında yayılma ihtimalini de kimse konuşmayacak. İnsanın yaban hayatına neden bu kadar burnunu soktuğu soru bile değil.

Yaşadığımız küresel salgın ve sonrasındaki süreç ise sorularla dolu olacak? Herkes eve kapanırsa kim üretece? Salgından sonra sokakta çalışmak zorunda olanlarla evden çalışma lüksü olanlar arasındaki gelir adaletsizliği nasıl düzeltilecek? Belki de iş hayatına “risk primi” diye bir kavram girecek. Madende, sokakta çalışanlar işin riskine göre daha fazla ücret alacak. Sağlık sisteminin özelleştirilmesinin nasıl bir bela olduğu anlaşılacak mı? Evden çalışma yaygınlaşır mı? Onlarca sorunun yanıtını V.S bulacağız.

Bu ara dönemde kendimize soracağımız sorular da var elbette. İnsan aslında uzun zamandır kendi evine kapanmıştı ama farkında değildi. Cep telefonundan konuşuyor, bilgisayardan yazışıyordu. Alışverişte karşılaştığımız kişilerin kaçıyla gerçekten konuşuyorduk? Kaç arkadaşımız kalmıştı yüzünü her hafta gördüğümüz? Dostlarımızın çoğu güzel bir söz söylediğimizde bize sarılmak yerine, “beğen” tuşuna basmıyor muydu zaten? Ölümler ise en yakınımızda olmadıkça, bir sosyal medya mesajı ya da internet haberi değil miydi? Karantina günlerinde akraba ve dostlarımızla her zamankinden daha fazla konuşmadık mı? Onları hatırlamadık mı? Kim fark etti acaba bu dostlukların sosyal medyadan daha sıcak olduğunu?

V.S yavaşlamak ve sosyalleşmek gerektiğini fark edebilirsek bu büyük felaketin yaşattığı acılar bir nebze olsun hafifleyebilir. Daha az üretmek, sınırlı sayıda insan ve enerjiyle gerçek ihtiyaçlara öncelik verebilirsek. Salgın başladığında oto galerisine, son model televizyon almaya değil makarna almaya koştuğumuzu unutmazsak. Gerekli dediğimiz onlarca ürünün bir anda hayatımızdan çıktığını, maske, sabun ve ekmeğin hepsinden değerli olduğunu unutmazsak, toprağa verdiklerimizin gözleri açık kalmayacak. İnanın.

V.S kısmını tarihçiler değil biz yazmalıyız. Gerçek ihtiyaçlar için çalışan atölyeler, tüketimi ve hızı terk ettiği için azalan işi paylaşan işçiler yazmalı. Bu krizden, işini paylaşan ama buna rağmen daha az tükettiği için geliriyle yetinen yeni bir insanlık filizlenmeli. Büyük sokaklarındaki dev marketinde dünyanın bir ucundan gelecek makarna ve pirinci bekleyen ve aç kalma paniğiyle stok yapan insanların yerine, küçük kasaba ve köylerde kendine yetecek gıdayı üreten başka bir insanlık kurulmalı. Çekilen bunca acıdan artık ders çıkarmalıyız. Kapitalizm bizi bir an önce unutmaya başladığımız hayata geri döndürmek isteyecek ama direnmeliyiz. V.S akıl dolu bir siyasete ve dirayetli insanlara ihtiyacımız olacak.

Nükleer inadı çok pahalıya patlayacak

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Mart 2020 

1986 yılında Çernobil’de meydana gelen kazadan ağır yaralı olarak çıkan nükleer enerji endüstrisi, yıllarca bu kazayı eski Sovyet teknolojisine bağlayarak nükleer enerjinin düşüşünü engellemeye çalıştı. Halbuki, çözülemeyen nükleer atık sorunu ve maliyetler nedeniyle nükleer enerjinin aranan çözüm olup olmadığı zaten tartışılmaya başlanmıştı. Çernobil’i eski teknolojiyle ve güvenlik tedbirleriyle ilişkilendirip, bir daha böyle bir kaza yaşanmayacağı garantisi verme üzerine kurulu bu strateji güç kaybeden sektörü kaza unutulana kadar ayakta tutmayı amaçlıyordu. 

Nükleer endüstri daha sonra iklim krizinden kendine pay çıkarmaya çalıştı. Çernobil ile Fukuşima kazaları arasında geçen sürede güçlenen rüzgar ve güneş teknolojileri, nükleerle maliyet rekabetine girebilir duruma gelmişti. Bu yüzden de pahalı nükleer santralları satmak için bir başka bahane gerekiyordu. İklim değişikliğini durdurmada kömür santrallarına göre daha az karbon emisyonuna yol açan nükleer santralların iklim krizine çözüm olabileceği iddiasıyla “nükleer rönesans” adı verilen yeni bir pazarlama kampanyası başlatıldı. Bundan dokuz yıl önce meydana gelen Fukuşima nükleer felaketi ise hem Çernobil’den bu yana kullanılan “yeni santrallar güvenli” masalını hem de nükleer rönesans kampanyasını çöpe attı. 

Japonya, kazaya kadar nükleer güvenlik konusunda dünyada örnek gösterilen ülkelerin başında geliyordu. Fukuşima öncesi 54 nükleer reaktörün çalıştığı ülkede şu an sadece 9 reaktör çalışıyor. 21 reaktör kapatıldı, 26 nükleer reaktör ise belirlenen yeni standartları henüz karşılayamadı. Elektrik üretiminin yüzde 30’unu nükleer santrallardan sağlayan Japonya’da bugün bu oran yüzde 6’ya geriledi. Elektrik üretiminde dengeler tamamen değişti. 2011 yılında güneşten sadece 4839 gigavatsaat elektrik üreten Japonya, 2018’de bu rakamı 67 bin 609 gigavatsaate çıkardı ve nükleer santrallardan (64 bin 929 gigavatsaat) daha fazla elektrik üretti. 

Fukuşima nükleer kazası sadece Japonya’yı etkilemedi. Başta Almanya olmak üzere birçok ülkede nükleer santrallardan çıkış hızlandı, yeni nükleer santral planları askıya alındı. Almanya hızlı bir nükleerden çıkış planı hazırlayarak, 17 nükleer reaktörden günümüze kadar 11’ini kapattı. Kalan altı reaktör de 2023 yılına kadar kapatılacak. Kaza, Almanya gibi zaten nükleer enerjiye kuşkuyla yaklaşan ülkelerin dışında, Fransa gibi nükleer enerjinin kalesi kabul edilen ülkelerde bile tartışma başlattı. Fransa tarihte ilk kez nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payının azaltılması için karar aldı. 2035 yılına kadar 14 nükleer reaktörünü kapatacak Fransa, nükleer santralların elektrik üretimindeki payını yüzde 80’lerden yüzde 50’ye indirme kararı aldı. 

Türkiye ise kazadan sonra Japonya’yı Sinop’a nükleer santral yapmaya davet ederek enerji politikaları alanında tarihinin en büyük hatalarından birine imza attı. Halbuki, ucuz denilen nükleer reaktörlerin Fukuşima sonrası getirilen güvenlik tedbirleriyle birlikte artan maliyetleri, nükleeri elektrik üretiminde bir seçenek olmaktan çıkarmıştı. Türkiye’de kamuoyu bu gerçeği Japon şirketleriyle yapılan pazarlıklar sonucu net bir şekilde gördü. Japon şirketler Türkiye’nin gerçek maliyetleri kabul etmemesi ve daha fazla ödeme yapmayı kabul etmemesi nedeniyle bu maceradan vazgeçti. Akkuyu’daki ısrar ise ekonomiye, çevreye, Rusya ile gidip gelen ilişkilere ve kamuoyunun nükleere hayır demesine rağmen sürüyor. Bu inat Türkiye’ye çok pahalıya patlayacak.

Yerli ve milli nükleer

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Mart 2020

Rusya ile yaşanan ve bitmiş gibi görünen kriz günlerdir gündemde. Krizle birlikte çok şey konuşuluyor ama Mersin’de yapımı süren nükleer santral konuşulmuyor. Hani şu yerli ve milli olan. Rusya’nın yapımını üstlendiği ve bitirdikten sonra en az 60 yıl işletip bize elektrik satacağı ‘milli’ nükleer enerji santralından bahsediyorum. Yapanı Rus, yakıtı Rus, işleteni Rus olup adı ‘yerli’ olan santral.

Bu santral o kadar yerli ki, elektriği bize dolar üzerinden satacak. İlk 15 yıl boyunca santralın ürettiği elektriğin yarısını satacağı fiyat da belli. Kilovatsaati 12,35 dolar sentten elektriği almak zorundayız. 2019 yılında gün öncesi piyasada gerçekleşen yıllık ortalama piyasa takas fiyatı ise 4,1 dolar sentten. Yani, bu nükleer santral yarın çalışmaya başlarsa bize piyasa fiyatının üç katı pahalıya elektrik satacak ve biz almak zorunda kalacağız. Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki şirketi Akkuyu NGS A.Ş.’nin sahibi olduğu bu santral yerine Türkiye’deki herhangi bir santrala gidip şansınızı deneseniz, yarı fiyatına aynı elektriği alabilirsiniz. Santral yerli ve milli olmadığı gibi ucuz da değil. Her atom santralı gibi bu da bir yalan santralı.

Biraz daha geriye gidelim. Rusya’nın uçağını düşürdüğümüz günleri hatırlıyor musunuz? O olaydan sonra Akkuyu’da inşaat aylarca durmuştu. Rusya ilişkiler normale dönene kadar tüm faaliyetleri askıya aldı. Nasıl bir yerlilik ve millilikse bu santralın geleceği Rusların dudaklarının ucunda. Şimdi bu güne gelin. İdlib’de yaşananları hatırlayın. Onlarca eve şehit haberleri gitti, Türkiye’den bir yetkili çıkıp, askerlerin ölümleriyle doğrudan ya da dolaylı sorumluluğu olan Rusya’nın Akkuyu’daki varlığını hatırlamadı.

Bir gazetede Rusya’nın yine inşaatı terkettiği haberi çıktı ama doğrulayan, yorum yapan bir yetkili çıkmadı. Rusya için inşaatı bırakıp gitmek bu kadar kolay mı? Ülkeye yerli diye yutturmaya çalıştıkları santral konusunda Türkiye’nin en ufak bir karar alma, kontrol yetkisi yok mu? Rusya’nın uçak krizinde yaptığını biz neden yapamadık? Nedeni çok açık, o santralın sahibi biz değiliz. Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki şirketi Akkuyu NGS A.Ş. tek söz sahibi, biz de seyirciyiz.
Rusya yıllarca o santralı işletme ve elektrik satma hakkına sahip. Yapılan anlaşmaya göre hisselerin en fazla yüzde 49’unu devredebiliyorlar. Çoğunluk hisse hep Rusya’da kalıyor. Bu sayede milyarlarca dolar para kazanacaklar, biz ise hem pahalıya elektrik alacağız hem de doğalgaz ve petrolle birlikte elektrikte de Rusya’ya bağımlı hale geleceğiz. Tehlikesi, radyasyonu da cabası. Yüce Manitu bu dış ve enerji politikalarının mimarlarını başımızdan eksik etmesin!

Gerçek şu ki iki ülke arasındaki gerilim ne ilk ne de son olacak. Suriye’de Esad’ın yanında yer alan Rusya ile Esad’ı kendisine düşman kabul etmiş bir hükümetin krizsiz bir gelecek vaat etmesi mümkün mü? NATO’nun belki de bir numaralı hasmıyla askeri anlaşmalar yapan bir NATO ülkesinin sorunsuz bir beraberlik yaşaması akla ve mantığa uygun mu? Türkiye ile Rusya arasındaki ilişki hep bir soru işaretiyle hatırlanacak. İşler kötü gittiğinde nükleer santralın yakıtını bize vermeyebilirler. Binlerce yıl radyoaktif kalacak atıkları Mersin’e hatıra diye bırakıp aynı uçak krizinde olduğu gibi ortadan yok olabilirler.

Nükleerden iki-üç kat ucuza güneş ve rüzgârdan elektrik üretip Türkiye’yi enerjide gerçekten dışa bağımlılıktan kurtarmak varken bu nükleer sevda neden? Var mı cesareti olan ve yanıt verecek bir yetkili?