Hangimiz gelişmiş hangimiz geri kalmış

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Haziran 2019

Doğa yaşayan bir varlık. Üzerinde yaşayan canlılar için sürekli temiz hava, gıda üretiyor ve onların yaşaması için uygun koşulları sağlıyor. Kaynakları sınırlı ve onları yenileyebilmesi için belli bir süreye ihtiyacı var. İnsanların istekleri ise sınırsız. Dünyanın pınarlarından temiz su akıtabilmesi için mevsimler geçmesi gerekirken, biz musluğu açtıktan hemen sonra su aksın istiyoruz. Türkiye’de yaşayan bizler de farklı değiliz. Öyle hızlı tüketiyoruz ki doğanın bir yıl içinde yenileyebileceği kaynakları bugün (27 Haziran) itibariyle kullandık. Dünyada herkes bizim gibi yaşasaydı, insanların isteklerini karşılayabilmek için yaklaşık bir buçuk dünyaya ihtiyacımız olacaktı. 

Dünya ortalaması ise Türkiye’den biraz daha iyi durumda. WWF-Türkiye’nin Küresel Limit Aşım Günü çalışmasına göre gezegenin bir yılda üretebileceği ekosistem hizmetlerinin tüketileceği tarih 29 Temmuz’u bulacak. Elbette bu da iyiye işaret etmiyor. Devamlı cepten yiyoruz ve bu gidişat sürdürülebilir değil. 

Dünyanın en çok tüketen ülkelerinin başında Katar, Lüksemburg, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD ve Kanada geliyor. Bu ülkelerde yaşayan insanlar neredeyse iki dünya varmışçasına tüketiyor. Türkiye de her geçen yıl bu gruba daha fazla yaklaşıyor. Kapitalizm ve tüketim toplumu yaşam tarzımızı hızla değiştiriyor ve bizleri koruma ve üretme tarafından alıp, tüketim tarafına götürüyor. Akıl ve mantığın anlamakta zorlandığı, bencil ve sadece önündeki birkaç seneyi gören bir düşünce yapısı bizleri de esir almışa benziyor. Bu tarifi yapmak elbette ki sorunu çözmüyor ve biz köşe yazarlarının işi sorunları tarif etmek olmamalı. Çözüm de önermeliyiz. 

Çözüm aslında gözümüzün önünde ama algılarımızla o kadar oynandı ki şimdi size çözümü tarif ettiğimde, “geri kalmışlık”, “sefalet” veya “mutsuzluk” gibi kelimeler ister istemez aklınıza gelecek. Dünyanın insanlara bir yıllığına sunduğu kaynakları en iyi kullanan ülkelerin başında Kırgızistan, Endonezya, Irak, Küba, Mısır, Guatemala, Ermenistan ve Arnavutluk geliyor. Bu ülkelerin bazılarında gelir adaletsizliği yüzünden halkın büyük bir bölümü çok kötü koşullarda yaşıyor, böylelikle çok tüketen zenginlerin açığı kapatılıyor. O ülkeleri örnek almak da çok doğru olmaz.
Tahmin edebileceğiniz gibi Küba da durum farklı. Küba, dünyanın kaynaklarını neredeyse olması gereken gibi tüketen örnek bir ülke. Az tüketmenin yanı sıra, sınırlı kaynakları lüks arabalar, büyük özel mülkler yerine sağlık ve eğitim gibi toplumun tüm kesimlerine hizmet eden alanlara ayırıyorlar. Ne var ki, bugün Türkiye’deki insanlara, “bir Kübalı gibi yaşamak ister misiniz” diye sorsak herkesin evet diyeceğini sanmıyorum. Ne de olsa çoğumuz, özel otomobiller, uçak seyahatleri gibi aslında bal gibi “lüks” olan bu hizmetleri tüketmeye feci halde alıştık, alıştırıldık. Beş altı saatlik yolu trenle, otobüsle değil uçakla giderek, milyarlarca yıldır süregelen iklim dengesini bozmayı lüks kabul etmemek artık bize normal geliyor. Otomobil almayı reddeden, fazla kıyafet sahip olmayı istemeyen, büyük evleri sevmeyen insanlar ise bugünün dünyasında “anormal” ilan ediliyorlar. 

Yaşam tarzı ve tüketim kapasitesi üzerinden yaratılan bu algı o kadar kuvvetli ki, doğal varlıkları kendilerini yenileyebilmelerine olanak verecek şekilde tüketen Küba geri kalmış, her yıl gezegenin kendisine sunduğu hizmetlerin iki katına yakınını tüketen ABD ise gelişmiş ülke olarak sınıflandırılıyor. Ekolojik sorunları çözmek istiyorsak bu algıyı değiştirmek birinci işimiz olmalı.
Bu oldukça radikal algı değişikliğini yaratmak için dünyadaki tüm iletişim araçlarına sahip olmak bile yetmeyebilir. Kurallar koyacak hükümetlere, yol gösterecek yöneticilere de ihtiyacımız var. İşimiz kolay değil bu yüzden de insanların yaşamlarını değiştirmesini kolaylaştıracak, doğaya daha az zarar veren seçeneklere, en azından geçiş sürecinde gözlerimizi kapayamayız. Çünkü hepimiz kirlendik; hızlı ama kabul edilebilir bir geçişi sağlayamazsak ummadığımız yerlerden ve ummadığımız büyüklükte bir dirençle karşılaşabiliriz.

Kentlerin nüfusu kendi kendine artmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Haziran 2019

Son yıllarda artış hızı yavaşlasa da İstanbul’un nüfusu sürekli artıyor. TÜİK’in 2019 verisi kentte 15 milyon 67 bin kişinin yaşadığını söylüyor. 10 yıl öncesine göre yaklaşık 2,5 milyon daha fazla. Ülkenin beşte birini bir kente doldurmayı başarmışız. Hep aynı örneği veriyorum. Nüfusu 1 milyar 400 milyona gelmiş Çin’in en kalabalık kenti Şanghay’da toplam nüfusun sadece yüzde 2’si yaşıyor; İstanbul’da yüzde 19’u.

İstanbul, Türkiye’de yaşayan her beş kişiden birinin evi. Eğitim, turizm ve ticaret merkezi olması nedeniyle de ayrı bir baskı altında. Bu yüzden de yaşanmaz bir kent haline gelen ve çirkinleşen İstanbul’u kurtarmanın yolu kentin nüfus artışını durdurmaktan ve Türkiye’de başka cazibe merkezleri yaratmaktan geçiyor. Sorumluluğun birazı belediyede birazı da merkezi hükümette. 17 yıldır ülkeyi, 25 yıldır İstanbul’u yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi’nin en büyük başarısızlığı da işte burada. Türkiye’nin kaderini uzunca bir süredir planlama değil şirketler ve rant tercihleri belirliyor.

İstanbul’da yaşayanlar biliyor. Boğaz’da şu anda üç köprü ve iki tüp geçit var ama bir yakadan bir yakaya geçmek isteyenlerin yaşadığı trafik çilesi sürüyor. Bu kadar köprü ve yola rağmen trafik sıkışıklığı ciddi oranlarda azalmıyor. Çünkü nüfus artmaya ve karayolu taşımacılığı teşvik edilmeye devam ediliyor. Nasıl teşvik edildiğini de Boğaz geçişlerine bakarak anlayabilirsiniz. İstanbul’un iki yakasını birleştiren beş geçitten sadece bir tanesi raylı taşımayı teşvik ediyor. Diğer dördü karayolunu destekliyor. Şehri etkileyen diğer yatırımlar da aynı amaca hizmet diyor. Örneğin, İstanbul’u Bursa ve İzmir’e raylı ulaşımla bağlayabilecek Osmangazi Köprüsü’ne demiryolu döşenmiyor. Adı “yüksek hızlı” olan tren neredeyse otobüslerle aynı saatte İstanbul’dan Ankara’ya varıyor. Şehre giriş çıkış yapan araç sayısı bu yüzden azalmıyor. Araçsız yaşamayı tercih eden insanlar için ülke içinde kesintisiz raylı ulaşımı sağlayacak teşvik edici bir sistem de İstanbul işin içine dahil edilemediği için hayata geçirilemiyor.

Peki, nüfusun İstanbul'a yığılması kendiliğinden mi oluyor? Çoğu insan bunun kontrol edilemez, insanların tercihiyle ilgili bir sonuç olduğunu düşünüyor. Çin örneğinde de görüleceği üzere elbette böyle değil. Kenti ve hatta ülkeyi yönetenlerin icraatları İstanbul’u bu hale getirdi. İstanbul tarihsel nedenlerle bir turizm merkezi. Bunu değiştiremeyiz ama burayı aynı zamanda kongre turizminin, finans dünyasının merkezi yapmak zorunda değiliz. Yeni eğitim kurumlarının büyük çoğunluğu, fuar alanları ve kaybetmesek İstanbul’a bir yük daha getirecek olimpiyatlar Türkiye’nin başka kentlerinde de hayat bulabilir. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere tüm bürokratlar her gününü burada geçirmeye başlarsa, toplantılarını burada düzenlerse Ankara’nın bürokrasi yükü de İstanbul’un omuzlarına çöker. İstanbul’da ne ararsanız var. Sanayi, ticaret, eğitim, turizm, politika, kültür sanat…

Kent artık bu yükün altında eziliyor, diğer kentlerin gelişme araçlarını ellerinden aldığı için ülkenin dengeli gelişmesine de zarar veriyor. Pazar günü tekrarlanacak seçim öncesi iktidar partilerinin adayı Binali Yıldırım bu yanlışları anlamış ve değişecekmiş gibi görünmüyor. Yıldırım, kentin nüfusunu daha da artıracak ve kalan son doğal alanları da yok edecek üçüncü köprü ve İstanbul Havalimanı projelerini reklamlarında kullanıyor. Bu hatalara sahip çıkıyor. Ekrem İmamoğlu ise Kuzey Ormanları’nı korumayı vaat ediyor ve yeşil kuşak projesiyle buraların yapılaşmaya açılmasının önüne geçeceklerini söylüyor. Adayların vaatlerinin ne kadarını gerçekleştireceğini elbette bugünden söylemek zor ancak sadece bu bakış açısından dolayı bile İmamoğlu’nun İstanbul’un sorunlarını çözmede bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. İmamoğlu’nun konuşulabilir ve erişilebilir olması da bir başka avantaj. İstanbullular umarım sandığa gittiklerinde kentin sorununun internet paketi değil, planlama ve rantı durdurmak olduğunu unutmaz.

Hangi kentlerde su pahalı

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Haziran 2019

Su hayatımızın temel taşı. İklim kriziyle birlikte suyun önemi daha da artıyor. Suyu hem akıllıca kullanmak hem de kirletmemek zorundayız. Öyle mi yapıyoruz? Ne yazık ki hayır. Suyun kaynağını korumada sınıfta kaldığımız kesin. İstanbul Havalimanı örneğinde olduğu gibi su kaynaklarının etrafını yapılaşmaya açıyoruz. Ülkedeki her akan suyun üstüne HES yapıyoruz. Suyu kullanma konusunda da durum farklı değil. Türkiye OECD ülkeleri arasında kentsel atıksu yönetiminde son sırada yer alıyor. OECD’nin Türkiye’nin çevresel performansını değerlendirdiği son rapora göre, sanayi kaynaklı atıksuların yüzde 38’i, evsel atıksuların da yüzde 14’ü arıtılmadan deşarj ediliyor.

Suyu daha iyi değerlendirmek için yatırım yapılması gerektiği ortada; hem insana hem de altyapıya. Yapalım elbette ama son yıllarda hangi hizmet yapılsa faturası halka kesiliyor. Verdiğimiz vergiler nereye gidiyor belli değil, üstüne yapılan hizmetlerin parasını da ödüyoruz. Köprü yapılıyor, geçsek de geçmesek de ödüyoruz. Havalimanı yapılıyor, eksik kalan yolcunun parası cebimizden çıkıyor. Su işi zaten karışık. Son zamanda indirimler, fiyat ayarlamaları yapılıyor ama bakın seçim öncesindeki tablo bize neyi anlatıyor. Hangi kentte su pahalı, hangisinde ucuz? Hangisinde yapılan işler halka yüklenmiş hangisinde adil bir fiyat politikası var?

Bir metreküp su fiyatını alıp kentlere göre bakmak bize gerçek resmi göstermiyor. OECD raporunda, illere göre su fiyatları, dar gelirli hane halkının alım gücüne göre kıyaslanmış. O zaman karşımıza bambaşka bir tablo çıkıyor. Hane halkının gelirine oranla suyun en ucuz olduğu iller Erzurum, Aydın, Eskişehir, Tekirdağ, Trabzon ve Sakarya. Gelire göre adil bir fiyatın belirlendiği iller arasında ise İzmir, Muğla, Antalya, Konya ve Malatya sayılabilir. Su fiyatlarının geliri düşük aileleri zorladığı illerin başında ise büyük bir farkla Gaziantep geliyor. İstanbul, Bursa, Denizli, Kocaeli, Balıkesir, Kayseri, Mersin, Diyarbakır ve diğerleri kadar kötü olmasa da Ankara’yı sayabiliriz. Sadece suyun metreküp fiyatına baksaydık Diyarbakır ve Şanlıurfa’da suyun ucuz olduğunu düşünebilirdik. Hane halkının alım gücüyle baktığımızda tablo değişiyor. O yüzden de, su fiyatlarını indirdik diyen belediyeleri bir de bu gözle mercek altına almakta fayda var.

Birçok ilde su ve atıksu tarifeleri hanelerin karşılayabilirlik sınırını aşıyor

Üç büyük kente bakalım. İstanbul’da dar gelirli bir ailenin alım gücünün ödeyebileceği miktarın neredeyse iki katı olan su fiyatı yüzde 15’lik indirime rağmen hâlâ istenilen seviyede değil. Kilometrelerce öteden su getirmeyi icraat diye sunanlar bunun bedelini faturalar üzerinden halka yüklemişe benziyor. Halbuki şehri kuzeye doğru genişletmeseler, mevcut su kaynakları ve nüfus korunsa, İstanbullu daha az yatırımla daha uygun fiyata su alabilirdi. İzmir’de gelire göre zaten dengeli görülen fiyatlar, tasarrufu da özendirecek şekilde yaklaşık yüzde 10 indirilerek daha uygun bir seviyeye getirildi. Ankara’daki yüzde 30’luk indirim ise fiyatı dar gelirli bir ailenin karşılayabileceği seviyelere çekti. İstanbul’daki indirim kararının Ekrem İmamoğlu tarafından ortaya atıldığını hatırlarsak, Ankara ve İstanbul’da CHP’li belediyelerin etkisiyle su fiyatlarının daha makul bir çizgiye çekildiğini söyleyebiliriz. İzmir zaten iyi durumdaydı.   

Yapılacak daha çok iş var. Su kullanımında da tasarrufu, doğayı korumayı teşvik edecek radikal önlemler hayata geçirilmeli. Çocuklara evde su tasarrufuna dair yöntemleri anlatabiliriz ancak başta tarım ve sanayide suyu verimli kullanmak “kamu spotu”ndan fazlasını istiyor. Suyun bedelini tasarruf edeni, verimli kullananı ödüllendirecek; israf edeni cezalandıracak şekilde ayarlamalıyız. İklim krizinin sonuçlarını planlamalara dahil etmeliyiz. İstanbul gibi kentler kurmayıp, kilometrelerce öteden su taşımak için boru hatları yapmakla uğraşmamalıyız. Yağmur sularını depolamayan binalara imar izni vermemeliyiz. Her şeyden önce suyun kirlenmesini, azalmasını seyretmeyi bırakmalıyız.