İklim krizi ve dilin önemi

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Mayıs 2019

Birleşik Krallık'ta yayımlanan The Guardian gazetesi, "iklim değişikliği" yerine bundan böyle iklim krizi diyeceğini açıkladı. Haber, Türkiye'de de kısa zamanda yayıldı. The Guardian gibi çevre haberciliği konusunda öncülük eden bir gazetenin böyle bir değişikliğe gitmesi hem önemli hem de anlamlı. Dilini değiştiren sadece Guardian da değil, bilim insanları da bunu yapıyor çünkü iklim değişikliği karşı karşıya kaldığımız tehlikeyi anlatmaya yetmiyor.

Guardian'ın Yazı İşleri Müdürü'nden editörlere mektup
İletişimde dilin önemini yıllardır anlatmaya çalışırım. Genelde, neden dili ya da ortak dili bu kadar çok önemsediğim pek anlaşılmaz. Bir örnekle tekrar anlatayım. Bundan yaklaşık 2 yıl önce Greenpeace'te kampanyalar sorumlusu olarak çalışırken hem kampanyacı hem de iletişimci arkadaşlardan bir ricada bulunup, iklim değişikliği yerine iklim krizi dememiz gerektiğini söylemiştim. Çünkü iklim değişikliği dediğimizde ortada bir aciliyet, harekete geçme zorunluluğu, daha da önemlisi bir sorun yokmuş gibi anlaşılıyor. Kriz kelimesi ise doğrudan bir soruna işaret ediliyor ve insanlar hemen çözümü ve kendilerini de kapsayan bu krizden nasıl çıkacağını düşünüyor. Kim ne kadar ciddiye aldı, emin değilim.

O yüzden de neredeyse o günden bu yana tüm sunum ve yazılarımda iklim krizi diyor ve yazıyorum. Geç bile kaldık ama sorunu kutup ayılarının derdi olmaktan çıkarmak için ilk adım dilimizi değiştirmek olmalı. Bugün sokaktaki bir insana iklim değişikliğini sorsanız muhtemelen size kutuplardan bahseder. İstanbul'daki doludan, Antalya'daki hortumdan, Malatya'daki kuraklıktan, Rize'deki sel felaketinden bahsetmez. Kendisinden bu kadar uzakta olduğunu düşündüğü ve adında aciliyet / sorun gerektiren hiçbir şey olmayan bir konuda da harekete kolay kolay geçmez.

Özellikle sivil toplumda çalışan iletişimcilerin işinin sadece, basın bültenini en önce göndermek, gazetecilerle arkadaş olmak, yabancı haberleri en hızlı bir şekilde çevirip diğerlerinden önce basına göndermek olduğunu düşünenler yanılıyor. Bir fikri ortaya atıyorsanız, davayı savunuyorsanız, tüm kurumunuzun aynı dili konuşması elzemdir. İnanmışlık ve inandırıcılık için kaçınılmazdır. Önce kurumunuzda dil birliğini gerçekleştirin, buna zaman ayırın. Sonra sizin dilinizin herkesin dili olmasını sağlayın.

Gazeteciler için de durum çok farklı değil. 10 kişinin öldüğü bir trafik kazasını facia, cinayet gibi kelimelerle anlatırken, milyonlarca türü yok edecek iklim krizini, "değişiklik" sözcüğüyle anlatamazsınız.

Guardian'ın editörlerine gönderdiği uyarı notunda yaptığı tek değişiklik iklim kriziyle ilgili değil. "Küresel ısınma" yerine bu işin doğal bir süreç olmadığını, insan etkisiyle olduğunu anlatacak küresel ısıtma kullanılması. İngilizce'den çevirirken aynen kullandığımız, "balık stoku" yerine, balıkları metalaştırmdan, bir canlı olduklarını hatırlatan balık nüfusu (ben balık yığını da diyorum) denmesi gibi başka uyarılar da var.

Görüldüğü gibi, savunuculuk yapanların, bir davayı anlatanların, haberleştirenlerin işi kolay değil. Konuya hakim olmanın yanı sıra dili de iyi kullanmak gerekiyor.

İklim krizinde son viraja girdik

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Mayıs 2019

Atmosferdeki karbondioksit miktarı insanlık tarihinde görülmemiş bir seviye ulaştı. Milyonda 415 parçacığa (ppm) ulaştı. Bilim insanları bize 350’yi geçmeyin diyordu. Politikacılar ise “350 zor bari 450’de sınırlayalım, zararı azaltalım” dediler. Kötünün iyisine razı ettiler. Buna rağmen petrol, kömür ve doğalgaza bağlı ekonomiler, adını koyup söylersek kapitalizm bilim insanlarını da “iyi niyetli politikacıları” da dinlemedi.

450 ppm’lik sınır değeri geçmemize 10-15 yıllık bir süre kaldı. Ne oluyor 450’yi geçince? Meteorolojistler, bilim insanları aşır hava olaylarının sayısı ve sıklığının iyice artacağını söylüyor. Başımıza yılda bir kez dolu yağıyorsa, belki iki veya üç kez ve daha şiddetli yağacak. Beş yılda bir kuraklık yaşayan ülke üç yılda bir kuraklık yaşayacak. Sel baskınıyla 40 yılda bir karşılaşan köyler, 10 yılda bir karşılaşır hale gelecek. 2003 yılında Avrupa’da başta yaşlılar olmak üzere binlerce kişinin canını alan sıcak hava dalgaları, kapımızı daha sık çalacak.

Yazdıklarım başka bir ülkenin felaket senaryosu değil. Adını da koyalım. Malatya’da çiftçi ürün kaybedecek, İstanbul’da kentli arabasını, evinin camını kıran dolunun hasarını ödeyecek, Ankara’da belediyeler sel baskınlarıyla, Antalya’da afet ekipleri hortumların yarattığı mal ve can kaybıyla uğraşacak. Rize’de toprak kayması ve taşan seller mal ve can ayırmadan suyuna kapıp götürecek. Kutup ayıları ve buzullar mı? Elbette onlar da yavaş yavaş erimeye ve daha büyük felaketlerin tetiğini çekmeğe devam edecek ama biz Türkiye’de oturanların belki de en son aklına kutuplar gelecek çünkü buradaki dert bize yetecek.

Oturup beklemek de bir seçenek ama çözümün elimizin altında, zamanımızın da azalsa bile hala var olduğu şu günlerde felaketi beklemek akıllı bir insanın yapacağı iş değil. Kömürden, petrolden, doğalgazdan vazgeçeceksin kardeşim; yapacağın iş çok basit. Elektriğini kömürden değil güneşten üreteceksin, ürettiğini en verimli şekilde, tasarruf ederek tüketeceksin. Bir yerden bir yere uçakla, otomobile değil, trenle toplu taşımayla gideceksin, petrolden elektrikli araca geçip, aracını da güneşten, rüzgardan şarj edeceksin. Isınmaya yalıtımla başlayacaksın. Az enerji harcayarak ısıtan binalar yapacaksın. Bunların hepsi mümkün ama oy verdiğin politikacılar bunları yapmıyor sevgili kardeşim.

O zaman sandığa gittiğinde “deli projelere” değil, geleceğine oy vereceksin. Köprüye, otoyola, otomobile değil trene, metroya, bisiklete oy vereceksin. Kömür ve nükleer santralı yatırım diye yutturana değil güneş ve rüzgara, çatına enerji santralını kurmana izin verip şirketleri değil halkı zengin edene oy vereceksin. Akılsız beton binalara, dev gibi kentler kuranlara, “en büyüğü yaptığını” söyleyenlere değil enerjisini kendisi üreten geleceğin ev ve mahallelerine, “küçük güzeldir” diyenlere, yeşil alanları koruyana, tarım alanlarına bina kondurmayanlara oy vereceksin.

Ve bir zahmet uyanacaksın be kardeşim. Bugün ve bundan sonraki her gün Dünya İklim Günü, bugün uyanmayacak ve uyandırmayacaksan yarın çok geç olacak.

Nükleer çatlak tehlikeyi gösterdi

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Mayıs 2019

Akkuyu’da Rusya’nın sahibi olduğu ve yapımını sürdürdüğü nükleer santralın temelindeki beton çatlamış. Hem de iki kere! 10 ay önce beton atılan temelin bazı bölümlerinde çatlaklar ortaya çıkmış, TAEK müdahale etmiş. Çatlayan betonun yerine yenisi dökülmüş ama o da çatlamış. Daha sonra, 80 metre eninde, 80 metre boyunda olduğu söylenen temeldeki betonun çatlak kısımları yeniden yapılmış. Şimdi, bir kez daha çatlamayacağının garantisi olmayan bu beton üzerine nükleer reaktör kondurulacak.

Reaktörün temelindeki beton çatlağını 10 ay sonra, Habertürk’ten Olcay Aydilek’in haberiyle duyduk. Nükleer felaket tam da burada başlıyor aslında. Kamuoyuna bilgi veren yok. Çatlak onarılıyor bir daha çatlıyor, açıklama yapan yok. Haberden anladığımız kadarıyla çatlak bir yerde değil ama her defasında sadece çatlak olan bölümler yenilenmiş. Bir çeşit yamadan bahsediyoruz. Halbuki tüm temele aynı beton atıldığına göre, temelin baştan aşağı yenilenmesi gerekmez mi? Üstüne gazoz fabrikası kurmuyorsunuz, kaza olduğunda dünyanın gördüğü en büyük nükleer silahtan bile daha tehlikeli olan bir nükleer reaktör kuruyorsunuz.

Bağımsız denetim olsa inşaat dururdu
Akkuyu’nun zeminin bu işe uygun olmadığı defalarca söylendi. Zeminin altının boş olduğu ÇED raporunun iptali için açılan davanın keşfinde de belirtildi ve kayıtlara geçti. Söz konusu saha denizin üstünde. Danıştay’a karar vermesi için bir rapor hazırlayan bilirkişi heyeti ise zemin etüdü yapmak için örnek almayı reddetti. Verdikleri raporda, Wikipedia adlı internetten sitesinden kopyalayıp yapıştırılan yanlış bilgiler olduğunu da BirGün’de tüm Türkiye’ye duyurmuştuk. Baştan aşağı yanlışlarla dolu bir nükleer santral inşaatı var Mersin’de.

Böylesine kritik bir hatayla karşılaşıldığında inşaatın durmaması, bağımsız uzmanların çağrılmaması da oldukça ilginç. Finlandiya’da benzer bir durum oldu. İnşaat sırasında yapılan yanlışlar ve güvenlikle ilgili sorunlar nedeniyle Olkiliuoto-3 reaktörünün yapımı sık sık durduruldu ve toplamda 10 yıl gecikti. Bu gecikmeler yüzünden de santralın maliyeti 5 milyar avro arttı. Çünkü orada bağımsız bir denetleme kurulu var. Cumhurbaşkanı ne der, şirketler ne yapar diye korkmayan bilim insanları var. Nükleer reaktörü yapan şirketi 5 milyar avro zarar ettirme pahasına her hata bulduklarında inşaatı durdurdular. Kimi zaman işleri silbaştan, yeniden yaptırdılar. Bizde ise hem TAEK hem de yolun yarısında kurulan Nükleer Düzenleme Kurulu iktidarın kontrolünde.

Mersin ve Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralların güneşten rüzgardan 2-3 kat daha pahalıya elektrik satacağını verilen alım garantilerinden biliyoruz. Şimdi bu santralların güvenli olmadığını, patlayıp, çatlayabileceğini de gördük. Çünkü daha temel atma aşamasında beton çatladı. Halktan çatlak bilgisi gizlendi. Şeffaflık ilkesi ayaklar altına alındı. Bağımsız denetimin olmadığı görüldü. Santralın doğru yapılmadığını gördüğümüz gibi, ufak kaza ve sızıntıların bizden gizleneceğini de anladık. Halkını seven yetkililerin bu projeyi durdurmak için bir dakika beklememeleri gerek.

Deprem riski yeniden incelenmeli
Proje iptal edilmezse, çatlayan betonun üzerinde birkaç yıl sonra çalışır durumda dev bir nükleer reaktör olacak. Santralın depreme dayanıklı olacağı söyleniyordu ama temelindeki betonu çatlayan bir santral için de bu söylenebilir mi? Ecemiş Fay Hattı santrala 30 km ötede. Santralı yapan Rus şirketi depreme dayanaklı santral yaptığını söylese de böyle bir deneyimleri yok. Kurdukları, çalışan reaktörlerinin hepsi deprem riskinden uzak bölgelerde kurulmuş. Hangisi, kaç büyüklüğünde bir depreme dayanmış, açıklasınlar.

Herkes bu santralın, en azından bir reaktörünün 2023 öncesine yetiştirilmeye çalışıldığını biliyor. Türkiye’nin elektrik fazlası var. İnşaatın durdurulmak yerine aceleye getirilmesinin arkasında muhtemelen 2023’teki seçime yetiştirilme telaşı yatıyor. Sonuçta elde oy toplamakta kullanılacak başka “deli proje” kalmadı. Bu deliliğin tüm ülkeyi ölüme sürükleyeceği de temeldeki çatlak sayesinde artık net bir şekilde görülüyor.

Birkaç ağaç eksik olsa ne olur

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Mayıs 2019

Bir ağaç, bir kuş türü hatta çoğumuzun eline almayı bile istemeyeceği bir böcek yok olsa biz ölür müyüz? İnsan bu canlılar olmadan yaşayamaz mı? Ot, ağaç, börtü böcek olmazsa “kalkınma” olur mu?

Bu soruların yanıtlarını kısa süre içerisinde alacağız çünkü tür kayıpları beklenenin 1000 katına çıktı, artık ne kaybettiğimizin farkında bile değiliz. Yaşayan Gezegen Raporu, 1970 ile 2014 arasında balık, memeli, çift yaşamlı ve sürüngen popülasyonlarının yüzde 60’ını kaybettiğimize işaret ediyor. Sadece 44 yılda! Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü ise balık yığınlarının üçte birinin aşırı avlanmayla karşı karşıya kaldığını yani kendini yenileyemeyeceğini söylüyor. Mercan kayalıklarının yarısı kaybedildi, Mangrove ormanlarının yüzde 30 ila 50’si yok edildi. İnsanın “kalkınma” uğruna kestiği ağaçların, tarlaya çevirdiği ormanların, karnını doyurmak için ağına hapsettiği balıkların, zevk için avladığı tilkilerin sonuna geliyoruz. Biyoçeşitlilik büyük bir saldırı altında.

Biyoçeşitlilik kaybı genelde biyologların, çevrecilerin sorunu gibi algılanıyor. Bunun aslında bir kalkınma sorunu olduğu ise yeni yeni fark ediliyor. En büyük zararı ise yoksullar görüyor. Ciddi risk altındaki balıkçılıktan örnek verelim. Gelişen ülkelerde balıkçılıktan geçimini sağlayan 38 milyon insan var, çoğu küçük ölçekli balıkçılık yapıyor. Çoğu kadın, 150 milyon da balıkları işliyor ve satıyor. Hepsinin evinde baktığı üç kişi olsa denizde balığın tükenmesi 600 milyon insanı işsiz ve daha da yoksul bırakacak.

Yokluk işin bir boyutu. Bir başka boyut ise doğanın sunduğu hizmetlerden geçimini sağlayan insanların başka bir seçeneğinin olmaması. Hindistan üzerinden yapılan bir analiz, orman hizmetlerini ülkenin gayri safi hasılasına katkısının yüzde 7 oranında olduğunu gösteriyor. Halbuki, ülkedeki yoksulların gayri safi hasılasındaki payına bakıldığında bu oran yüzde 57’ye kadar çıkıyor. Ormandan elde ettikleri gelir, onlar için kritik öneme sahip. Ormanlar yok olursa bu insanlar da yok olur.

İşin bir başka boyutunu görmek için bitkileri ele alalım. Dünyadaki 30 bitkinin yediğimiz gıdanın yüzde 95’ini karşıladığını biliyor muydunuz? Bu bitkiler arasında yer alan dört tanesi (pirinç, buğday, mısır ve patates) ise gıda ihtiyacımızın yüzde 60’ını karşılıyor. Bu dört türün özellikle yoksullar için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım ama ötesi var.

Birçok yerel ürün, örneğin yerel buğday çeşidi, artık ekilmiyor. Çiftçiler, daha çok ürün elde etmek adına melezleme gibi tekniklerle müdahalelere maruz kalmış buğday türleri ekiyor. Her yerde aynı tür var. Çeşitlilik yok oluyor bu da türlerin olası hastalıklara, iklim koşullarına karşı direncini azaltıyor. Elbette tek bir türe, tohuma bağımlılık, çiftçiyi gıda tekellerine bağımlı hale de getiriyor. Biyoçeşitlilik kaybının yaratacağı sorunları anlamak için şu senaryoyu gözlerinizin önüne getirin. Dünyada ekilen buğdayın aynı olduğunu ve onu vuran bir hastalığın hızla tüm gezegene yayıldığını bir düşünün. Bundan daha iyi bir felaket senaryosu var mı?

Sadece gıda değil, kullandığımız ilaçlardan ruh sağlığımıza kadar her alanda doğaya muhtacız. Avrupa’da bulunan 12 bin bitki türünün 10 binine ev sahipliği yapan Türkiye’de, doğaseverlerin neden madenlere, taş ocaklarına, çılgın projelere karşı mücadele ettiğini şimdi anladınız mı? Mesele 10 yıl cebi doldurma değil, 10 binlerce yıl yaşatma mücadelesi.

Çernobil'den gelen radyasyon bulutları Türkiye'de



Çernobil kazası olduktan sonra Sezyum-137 elementinin nasıl dağıldığını ve 33 yıl önce Türkiye'yi etkilediğini bu video net bir şekilde gösteriyor. Kısaca neler olduğunu anlatayım.

1. Kaza, 26 Nisan 1986 tarihinde, günün ilk saatlerinde meydana geliyor. 4 numaralı reaktördeki nükleer reaksiyon kontrolden çıkıyor ve reaktörde patlama meydana geliyor. İçerdeki radyasyon havaya karışmaya başlıyor.

2. Bu video havaya karışan radyoaktif elementlerden Sezyum 137'nin dağılışını gösteriyor. Sezyum 137'nin yarılanma süresi 30 yıl. Tamamen yok olduğunun varsayılması için 10 yarılanma süresi geçmesi gerekiyor. Yani, etkisi 300 yıl sürüyor.

3. Haritadaki rengin koyulaşması, kırmızıya dönmesi sezyum 137'nin yoğunluğunu gösteriyor. En kırmızı bulutlarda m3'te 1000 bekerele kadar çıkıyor. Şimdi tarihe göre Sezyum 137'nin Türkiye'yi ne zaman ve nerelerde vurduğuna bakalım.

4. Videoyu izlerken 2 Mayıs (le 2 mai) sabahı durdurursanız, Bulgaristan tarafından ilk radyoaktif bulutların Türkiye'ye girdiğini görürsünüz. 2 Mayıs bitmeden bulutlar Çanakkale üzerinden Balıkesir'e kadar ulaşıyor. Bu arada Sinop'tan başlayarak Batı Karadeniz de ilk darbeyi yiyor.

5. Sezyum 137 tüm Türkiye'ye yayılırken, 3 Mayıs saat 5.45'te asıl tehlike Sinop'a varıyor. Kırmızı renkte daha yoğun bulutlar Sinop üzerinden Türkiye'ye giriyor. Doğu Karadeniz'e doğru gidip dağılıyor ama ne yazık ki yeni bir dalga yolda.

6. 4 Mayıs saat 18.00'da videoyu bir daha durdurun. Bu defa yine Sezyum 137'nin çok yoğun olduğu bulutlar Karadeniz'de. 5 Mayıs akşam üstüne doğru Sinop'un sağ ve soluna yayılarak Türkiye'nin tüm batı kıyısını etkisi altına alıyor. Üzerimize radyasyon yağıyor.

7. Yetkililer hiçbir çağrıda bulunmuyor. Evlerinizden çıkmayın, camlarınızı kapatın demiyor. Bu kırmızı sezyum yüklü bulutlar neredeyse 4 gün, yoğunluğunu kaybetmeden Türkiye'nin üzerinde kalıyor. Karadeniz'de yağışlarla toprağa indiği de biliniyor.

8. Halka gerekli uyarıları yapmayan yetkililer televizyonda çay içiyor. İhraç edilemeyen fındıklar öğrencilere dağıtılıyor. Tek dert, nükleerin gerçek yüzünü gizlemek. O yıllarda Mersin'de kurulmak istenen nükleer santral projesine karşı halkın tepkisinin büyümemesi.

9. 25 yıl sonra Fukuşima oldu. Bu sefer de evinizde tüpgaz yok mu dendi. Dert aynı, nükleer santral ihalelerinde büyük paralar dönüyor. 33 yıl geçti ne nükleer daha güvenli hale geldi ne bizi yönetenler değişti. Tek çare Mersin ve Sinop'taki projelerin iptal edilmesi.

33 yıl önceki zihniyet işbaşında

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Nisan 2019

Yarın 26 Nisan, Çernobil nükleer kazasının 33. yıldönümü. 33 yıl önce Çernobil Nükleer Santralı’nda kimsenin hayal edemeyeceği büyüklükte bir nükleer kaza meydana geldi. Kontrolden çıkan santral her saniye havaya, suya ve toprağa radyoaktivite salıyordu. Santralı merkez alan 30 kilometre yarı çapında bir alanda yaşayan 110 bin kişiyi tahliye etmekse 10 gün sürdü. Toplamda 400 bine yakın kişi evlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Çoğu özel eşyalarını bile geride bıraktı. Oradaki her şey radyoaktifti ve vedalaşmaya zaman yoktu.

Sovyetler Birliği’ndeki binlerce insan, aynı günlerde sevdiklerine, eşlerine, babalarına veda etti. Çoğu asker 800 bin kişi, kaza ve sonrasındaki temizlik çalışmalarına katıldı. “Tasfiyeci” adı verilen bu insanların 60 bininin öldüğü, 165 bininin ise sakat kaldığı söyleniyor. Resmi rakamlarda ise bu sayılar azalıyor, insanlıkla doğru orantılı bir şekilde. Amaç nükleer enerjinin gerçek yüzünü gösteren bu felaketi önemsizleştirmekti. Çernobil’den sadece 25 yıl sonra Fukuşima nükleer kazası meydana gelince nükleer endüstrinin gerçeği gizleme çabaları da boşa çıktı.

1986’daki kazadan sadece bugün Rusya, Belarus ve Ukrayna sınırları içerisinde kalan topraklar etkilenmedi. 300 yıl çevresine radyasyon yayacak Sezyum-137 bulutları aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkeye kadar ulaştı. Önce Trakya’ya geldi radyasyon bulutları, ikinci dalga ise yağışların da etkisiyle Karadeniz ve özellikle de Doğu Karadeniz’i etkiledi. Radyasyonun havada kalmadığı, toprağa indiği ilk önce çay ve fındıktan anlaşıldı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, çayda radyasyon olduğunu uzun bir süre inkar etti ve o süre boyunca herkes evlerinde çay içti. 1986 Aralık ayında ise TAEK çayda, kilogramda 89 bin bekerele varan radyasyon olduğunu itiraf etmiş, 58 bin ton çayın gömülerek yok edilmesine karar vermişti. Kararın yürürlüğe girmesi içinse 2 yıl sonra Resmi Gazete’de yayımlanması beklenecekti.

Bütün bunlar olurken dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, kendi içtiği çayda radyasyon olup olmadığını ölçmeleri için şoförü aracılığıyla ODTÜ’ye çay gönderiyordu. Neden ODTÜ’ye? Çünkü çayda radyasyon olduğunu tüm baskılara karşı halka duyuran ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’ydi. Çaydaki radyasyonu ölçüp ortaya çıkarmış, TAEK’i defalarca uyardıkları için başlarına gelmedik kalmamıştı.

Türkiye’deki yetkililerin Türkiye’nin Çernobil’den gelen radyasyondan ciddi şekilde etkilendiğini gizlemeye çalışmalarının bir tek nedeni vardı. Türkiye o sıralarda Akkuyu’da bir nükleer santral kurmak istiyordu. Kamuoyunun, nükleer santralın kaza riski konusunda çevrecilerin uyarılarının doğru çıktığını bilmesi tüm planları suya düşürebilirdi. Türkiye, Sovyetler Birliği gibi kazanın etkilerini gizlemeye çalıştı ama bu belki de binlerce insanın kanserden ölmesine yol açtı. Bugün Karadeniz kanserden kan ağlıyorsa nedeni “nükleer sevdası”dır.  

Çernobil ve radyasyon tartışmaları olurken dönemin başbakanı Turgut Özal, “Azıcık radyasyonlu çay bize faydalı” diyecek, TAEK Başkanı Ahmet Yüksel Özemre ise “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım, rakamı ne yapsın” diyerek olayı geçiştirmeye çalışacaktı.

Aradan 25 yıl geçti. Fukuşima’daki nükleer felaketten sonra dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan ise Riski olmayan hiçbir yatırım yoktur. Yani evinize Aygaz tüpü de koymamak gerekir” dedi.

İşte bu yüzden korkmamız ve nükleere hayır dememiz gerekiyor. 33 yıl önce bin 500 kilometre ötede meydana gelen kazadan bizi koruyamayan zihniyet yine işbaşında ve evimizin yanıbaşına, Mersin ve Sinop’a nükleer santrallar yapmak istiyor.

Büyük barajlara teşvik kıyağı

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Nisan 2019

Yenilenebilir enerji kaynaklarını destekleme mekanizması (YEKDEM) rüzgar, güneş, hidroelektrik, biyokütle ve jeotermal gibi enerji kaynaklarına piyasa fiyatlarının üzerinde alım garantisi verilmesini sağlayan bir destek yöntemi. Türkiye’de ise bu destekten aslında teşviksiz bu işi yapabilecek büyük barajlar faydalanıyor. O barajların sahibi şirketler de tanıdık.

Avrupa ülkelerinde benzer mekanizmalar kömür, nükleer gibi kirleten enerji kaynaklarına karşı çevreye zararı sınırlı yenilenebilir enerji kaynaklarını korumak için uygulanıyor. Kirleten kaynaklara ceza kesilmiyorsa piyasa koşullarında ortaya çıkan haksız rekabeti önlemek için yenilenebilir enerjiye alım garantisi veriliyor. Bu sayede santrallar daha rahat kredi buluyor ve hayata geçirilebiliyor. Kulağa hoş geliyor…

Türkiye’de ise durum biraz farklı. 2019 yılında hangi “yenilenebilir” kaynaklara destek verilmiş diye baktığınızda ise listenin başında büyük barajları görüyorsunuz. Cengiz İnşaat ve Özaltın İnşaat’ın ortaklığında kurulan Kalehan Enerji’ye ait Yukarı Kaleköy Barajı, Doğuş Enerji’nin Artvin Barajı, Enerjisa’nın Arkun Barajı gibi. Yukarı Kaleköy Barajı’nın kurulu gücü 634 megavat. Keban Barajı’nın yarı gücündeki bu devasa baraj YEKDEM listesinde yer alıyor ve sattığı her kilovatsaat için 7,3 dolar sent para alıyor. Kanal ve nehir tipi küçük HES’lere verilen teşviğin aynısı. Piyasada elektrik fiyatı ise 4-4,5 dolar sent civarında.

YEKDEM’e firmalar her yıl başvuruyor ve kabul alanlar bu teşvik mekanizmasından 10 yıl boyunca faydalanıyor.  2019 yılındaki listede, 200 megavatın üstünde, büyük diyebileceğimiz dokuz baraj var. Cengiz İnşaat, Özaltın İnşaat, Doğuş Enerji, Sanko Enerji, Bereket Enerji, Limak Enerji, Akköy Enerji (Kolin) ve Enerjisa’ya ait bu büyük barajların YEKDEM listesinde yer almasının nedeni ilgili yönetmeliğe konulan “rezervuar alanı onbeş kilometrekarenin altında olan” cümlesi. Yönetmelikteki bu tanım, büyük barajların da desteğe ihtiyacı olan diğer yenilenebilir enerji santrallarıyla aynı avantajlara sahip olmasının yolunu açıyor.

Şirketler bu işten ne kadar kâr ediyor, ona da bakalım. Yukarı Kaleköy Barajı’nın YEKDEM listesinde belirtilen üretim miktarı yılda 1,5 milyar kilovatsaat (Türkiye’nin elektrik üretiminin 200’de 1’i). Bu gerçekleşirse, Cengiz ve Özaltın şirketlerinin kasasına bir yılda girecek para 110 milyon dolar. Şirketin kendi açıklamalarına bakılırsa baraj YEKDEM sayesinde 6-7 yılda ilk yatırım maliyetini çıkaracak.

Ne gariptir ki iş evlerin çatısına panel kurup kendi elektriğini üretmeye gelince, büyük barajlara ve şirketlere verilen desteğin 10’da biri bile vatandaşa verilmiyor. EPDK, çatılara kuracağınız tesisler öztüketimi amaçlamalı diyor. Çevreye zarar vermeyen paneli destekleyen yok ama dağı taşı yiyen barajlara, gerekmediği halde onlarca para akıtılıyor. Güneşe teşvik vermeyeceksen, nükleere, termiğe ve büyük barajlara da vermeyeceksin.

Enerjide batık şirketleri konuştuğumuz, elektrik fiyatlarından şikayet ettiğimiz şu günlerde verilen teşvikleri, plansız yatırımları ve elektrik piyasasındaki adaletsizliği de konuşmaya başlasak iyi olur.

En büyük en iyi demek değildir

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Nisan 2019

İstanbul Havalimanı “dünyanın en büyük havalimanı” diye pazarlanıyor. Yeni havalimanının nesi "en büyük" bir bakalım.   

Foto: Sendika.org
İstanbul’a en büyük ihanet hangi projeyle olmuştur diye sorsak, İstanbul Havalimanı hiç kuşkusuz listenin ilk sıralarında yer alır. Havalimanı projesi aslında İstanbul’un 16 milyonu zorlayan nüfusuna 2-3 milyon nüfus daha ekleyecek bir kent projesi. Kentin şu ana kadar korunmuş kuzey bölgelerini yapılaşmaya açma ve dolayısıyla İstanbul’u daha da kalabalık ve karmaşık bir kente çevirmenin üçüncü köprüden sonraki ikinci adımı. Yani, sonun başlangıcı…  

Havalimanı projesi Türkiye tarihinin gördüğü en büyük doğa katliamlarından biri. Projenin resmi ÇED raporunda alanın yüzde 81’inin ormanlık, yüzde 8,6’sının da göl ve göletlerden oluştuğu açıkça belirtilmiş. Şimdi burası bir beton havuzu.  

Yeni havalimanı kentin temiz havasının en büyük düşmanı. İstanbul’un kuzeyinden esen rüzgarlar buradaki ormanların üzerindeki temiz havayı kente getirir ve kentin üzerindeki sıcak ve kirli havanın değişmesini sağlar. Şimdi burası yapılaşmaya açıldı.

Havalimanı dünyanın en büyük işçi mezarlıklarından biri. Resmi rakamlara göre inşat sırasında 60’a yakın işçi hayatını kaybetti. İşçilerin kötü çalışma koşulları defalarca gündeme geldi. Şimdi burası asgari ücretli bir işçinin maaşının 20’de biriyle sekiz yaprak dolması ve kısır alabildiği bir lokanta.

Projenin yarattığı en büyük tehditlerden biri de kuş göç yolları üzerinde olması. Hem uçaklar hem kuşlar için endişe veren bu durum, ÇED raporundaki riskler bölümünde de belirtilmişti. Şimdi burası metal kanatlı uçakların, hayatta kalmak için göç eden yüzlerce kuşu tehdit ettiği eski bir kuş cenneti.

İstanbul Havalimanı, Türkiye tarihinin gördüğü en büyük israf projelerinden biri. Kentin yerleşmiş 15 milyonluk nüfusuna (resmi rakam) en uzak noktaya yapılan bu havaalanına ulaşmak Atatürk Havalimanı’na ulaşmaktan iki kat daha zor. Atatürk Havalimanı ile Taksim arası 22 km iken İstanbul Havalimanı Taksim arası 40 km. Avcılar’dan 16 km yol yapıp havaalanına ulaşan bir kişi şimdi 50 km; Kadıköy’den 26 km yapan bir kişi ise yeni havalimanına ulaşmak için 63 km yol yapacak. Kabaca söylersek, İstanbul’un hemen hemen her yerinden havaalanına gitme mesafesi iki kat arttı. Petrolde yüzde 94 oranlarında dışa bağımlı Türkiye’de enerji faturasında ve iklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarında en büyük artışa neden olan proje de İstanbul Havalimanı olacak. Şimdi burası kentin havasını temizleyen bir orman değil, mevsimleri değiştiren bir iklim canavarı.

İstanbul Havalimanı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük kapanış projesi. Dünyanın sayılı havalimanları arasındaki Atatürk Havalimanı, bu yanlış proje nedeniyle ıskartaya çıkarıldı. Milyarlarca lira boşa gitti. Atatürk Havalimanı’nı işleten firmanın, 2021’e kadar süren anlaşması erkenden feshedildiği için tazminat ödenmesi de cabası. Şimdi burası her vatandaşın cebindeki deliğin sembolü.

Dünyada örnekleri olmasına rağmen dev havalimanında ısrar etmek en büyük planlama hatası olarak tarihe geçecek. Londra’da bir büyük havalimanı ve dört tane daha küçük havalimanı varken Türkiye’de bütün uçuşları bir havalimanına toplamak, olası bir sis ya da trafik koşullarında ortaya çıkacak sorunu krize dönüştürecek. Halbuki, mevcut havalimanlarına ek yapmak veya artan ihtiyacı karşılayacak daha küçük bir havalimanı yapmak yeterliydi. Şimdi burası kent plancılarının derslerinde anlatacağı kötü bir örnek.

Nanoteknoloji ve mikroçiplerin çağında büyük projelerle övünenler ya çok geride kalmıştır ya da bu çağa ayak uyduramamış. Bilen bilir; en büyük, en iyi demek değildir.