Beyoğlu’nda metruk binalar park olacak

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Mart 2019

Yerel seçimlere bir hafta kala Beyoğlu Belediye Başkan Adayı Alper Taş ile basın toplantısında bir araya geldik. Yarışa sekiz puan geriden başlayan Alper Taş son anketlere göre rakibiyle puan farkını yüzde 1’in altına indirmiş. Bir önceki yerel seçimde AKP ile CHP arasında yüzde 12 oranında bir fark vardı.

Beyoğlu’nun adı bu seçim döneminde Ankara ve İstanbul kadar ön plana çıktı. Bunda, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nden tanıdığımız, imam hatip lisesi mezunu, Rizeli sosyalist Alper Taş’ın CHP adına yarışa girmesi kadar çözüm için diğer adaylardan farklılaşan önerilerinin de etkisi büyük. Alper Taş’ın etkili, halktan ve samimi bir politikacı olduğunu biliyoruz ama seçilirse ne yapacak? En çok onu merak ediyordum.

Basın toplantısında Taş’a Beyoğlu gibi boş alanı olmayan bir ilçede yeni yeşil alanlar açacak mısınız diye sordum. Taş, tarihi eser niteliği olmayan metruk binaları ve benzer büyüklükteki küçük arsaları cep parklara dönüştüreceklerini söyledi ve ekledi: “Nerede, nasıl yapabilirsek yeşil alan yapacağız”.

Kentlerin cazibe merkezi olmasında yayalaştırılmış alanların önemi büyük. Araç trafiğinin azalması ticareti, kültür sanatı artıran bir etken. İstiklal Caddesi bugün TOMA ve polis araçlarının işgali altında kaldığı için kötü bir yayalaştırma örneği olsa da Alper Taş’a benzer projeleri olup olmadığını sordum. Alper Taş, yayalaştırmadan bahsetmedi ama ilçedeki başka caddeleri de İstiklal Caddesi gibi öne çıkaracakları yanıtını verdi. Fatih Sultan Caddesi, Yay Meydanı Caddesi, Kızılay Meydanı, Bahriye Caddesi ve Kasımpaşa’daki Zincirlikuyu Caddesi’nin isimlerini verdi. Alper Taş, 45 gündür sokaklarda. Beyoğlu’nun 45 mahallesini de dolaşmış. 400 kilometreye yakın yol yürümüş. Aday olduğu ilçeyi, dertlerini sokak sokak bilen bir başkan adayı olduğunu bizlere hissettirdi.

Alper Taş’ı Beyoğlu’nda öne çıkaran birkaç önemli unsur var. Bugüne kadar kendisine söz hakkı verilmemiş Beyoğlu halkına birlikte yönetme sözü vermesi. Seçilirse yapacağı ilk işin her mahallede kurulacak Mahalle Meclisleri olduğunu söylüyor. Bu meclisler sorunları ve çözüm önerilerini iletecek, Beyoğlu yönetimi bu meclislerden gelen fikirlere göre karar alacak. Taş’a göre, “Onlar kazanırlarsa Beyoğlu’nu Kulaksız’daki Okçular Tekkesi’nden yönetecekler. Biz kazanırsak ilçeyi halk yönetecek”. Bir başka iddialı hedef ise Beyoğlu’nu kooperatifler kenti yapma vaadi. Sadece tüketim değil, konuttan kadın emeğine kadar birçok alanda kooperatifleşmenin de önünün açılması hedefleniyor.

Taş’ı diğer adayların karşısında güçlü kılan bir başka unsur ise ilçede kangrene dönüşmüş tapu sorununu çözecek tek aday olarak görülmesi. Bunu seçim çalışmalarında bizzat Alper Taş’la birlikte çalışan İyi Parti Beyoğlu İlçe Başkanı İsmail Hakkı Çavuşoğlu da onaylıyor. “Gözlemlerimize göre insanlar buraya halkçı bir elin değmesini istiyorlar. Taş’ın ve söylemlerinin ilçede büyük karşılığı var” diyen Çavuşoğlu’nun bu yorumu, tapu meselesini halkçı bir başkanın çözebileceği söylemini güçlendiriyor. Karşı tarafta ise kentsel dönüşümü “birkaç binayı kendilerine ayırmak” gibi yorumlayan rantçı bir anlayış var. Bakalım Beyoğlu seçim günü tercihini hangi yönde kullanacak?

Anketlerde başabaş duruma gelen yarışı Karadenizli olduğu için “burun farkıyla” kazanacaklarını söyleyen Alper Taş, “Belediyeyi A.Ş. olarak görüyorlar. Vatandaşı da müşteri. Vatandaşı yurttaş, komşu, hemşeri olarak gören anlayışı hayata geçireceğiz” diyor.  Kendisine atılan iftiraları da, “Beyoğlu modelinin örnek olmasından korkuyorlar” diye açıklıyor.

31 Mart akşamı gözler Ankara ve İstanbul kadar Beyoğlu’nda da olacak. Bakalım Türkiye, Komünist Başkan’dan sonra farklı düşünen ve farklı çalışan bir başka belediye başkanına daha kavuşacak mı?

Elektrik piyasası da daraldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Mart 2019

İstatistikleri bir o yana bir bu yana büktüler ama yine de gerçeği gizleyemediler. Türkiye ekonomisi durgunluk (resesyon) dönemine girdi. 2018 yılının 3. çeyreğinde başlayan daralma, 4. çeyrekte de beklentilerin üstünde yüzde 3 oranında daraldı. Sebze, meyve ve iş kuyruklarında daralan halkın ahı tuttu.

Daralan sadece gıda, imalat ve tarım sektörü değil, elektrik piyasası da daraldı. 2018 yılında elektrik tüketimi adeta yerinde saydı. EPDK verilerine göre, 2017’de 290 milyar kilovatsaat (kWs) olan fiili elektrik tüketimi 2018’de sadece 2 milyar kWs artarak 292 milyara ulaştı. Enerjiyi verimli / akıllı kullanmadığınızda zaten bir anlam ifade etmeyen ama hükümetin her yıl övündüğü elektrik tüketimindeki artış yüzde 1’in altında kalmışa benziyor. 2009 yılından bu yana ilk kez tüketim artışı yüzde 2’nin altına düşüyor.

Elektrik talebinin artması büyüme için şart değil ama Türkiye’de henüz bu bakış açısı yerleşmedi. O yüzden de planlar hep ekonominin daha çok enerji tüketerek büyümesi üzerine yapılıyor. Yapılan tüm talep tahminleri de yanılıyor.  

TEİAŞ’ın 2018 yılında hazırladığı, 10 Yıllık Talep Tahminleri Raporu’na bakalım. TEİAŞ’a göre, Türkiye’de elektrik tüketiminin 2018 sonunda düşük senaryoya göre 301, yüksek senaryoya göreyse 307 milyar kWs’i geçmesi bekleniyor. Rapor, 2017’nin Aralık ayında hazırlanmış. Bir yıl önce yapılan tahminde en az 9 en çok 16 milyar kWs’lik hata var. Mersin ve Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santrallardan bir tanesinin yılda 30-35 milyar kilovatsaat elektrik üreteceğini düşünürseniz sapmanın büyüklüğünü görürsünüz.

Bu tahminlere bakarak yeni santralların yapılmasına yeşil ışık yakılıyor. Yeni santrallar için doğa gereksizce talan ediliyor; çevreciler daralıyor.

Talep olmayınca şirketler ürettiği elektriği satamıyor, satamayınca bankalardan aldıkları kredileri ödeyemiyorlar; yatırımcı daralıyor.

Talep artmayınca hükümet izin verdiği santralları kurtarmak için teşvik üzerine teşvik veriyor. Bu paraları çıkartmak için de vatandaşın cebine yapışıyor; vatandaş daralıyor.

Şu daralma işini biraz açalım da meseleyi lakırdıya boğmadığımız anlaşılsın.

Bugün enerji şirketlerinin 50 milyar doları aşan borcu var. Borçlarını ödeyebilmeleri için talebin dolayısıyla da piyasada 4 dolar sent civarında seyreden elektrik fiyatının artmasını istiyorlar. Kağıt üstünde güzel dursa da hayata geçmesi kolay değil. Çünkü talep artsa bile rüzgar ve güneş gibi enerji kaynaklarının ucuza elektrik üretmesi, onlar piyasaya girdikçe fiyatların istenen 7-8 sentlere çıkmasını engelleyebilir. Kaldı ki, talebin şu ekonomik koşullarda şahlanması ve TEİAŞ’ın tahminlerini yakalaması mümkün görünmüyor. TEİAŞ, elektrik talebinin 2027’ye kadar her yıl ortalama yüzde 5 oranında artmasını bekliyor. Son tahminleri daha önce yaptıkları öngörülere göre daha mütevazi olsa da gerçekleşmesi zor. Piyasada elektrik fiyatının artmasının vatandaşlar için hayırlı bir şey olmadığını zaten söylemeye gerek yok.    

İşin trajik tarafı ise şu. Hükümet, elektrik piyasasını krizden korumak için yapısal bir değişikliğe gitmek yerine talebi artırmak istiyor. Enerji verimliliği gibi tedbirler rafa kaldırılıyor. Proje stoku birikti. Lisans alan, ön çalışmalara başlayan ‘daralmış’ yatırımcı ne yapacağını bilmiyor. Ya harcadıkları parayı çöpe atıp santralını kapatacak, ya projeleri iptal edecek ya da santralı kurup, devletten teşvik kopararak hayatta kalmaya çalışacak. Öyle de oluyor. Geçen yıl 600 megavat gücünde doğalgaz santralı devreden çıktı.  Hükümet 14’ü yerli kömür, 10’u doğalgaz, 10’u su ve 5’i ithal kömürle çalışan santrala kapasite mekanizması adı altında teşvik verip ayakta tutmaya çalışıyor. Yenilenebilir enerjiye verilen destek de 25 milyon TL’yi geçti. Kurulursa nükleer santrallar da yüksek alım garantisiyle köşeyi dönecek. Zaten onlar daralan değil daraltan sınıfında… 

Hükümetin derdi daralan yatırımcıyı kurtarmak. Bu durumda vatandaşa tanzim satış, çevreciye ise protestodan başka bir seçenek kalmıyor. 

Nükleer güç yalanı

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Mart 2019

Çernobil - Foto: O. Gurbuz
Nükleer enerji zor durumda. Maliyetler arttı, kaza riski Fukuşima’yla tekrar gözler önüne serildi. Kamuoyu araştırmalarında halkın ilk tercihi olan yenilenebilir enerji, iklim krizinden çıkış için çok daha hızlı ve gerçekçi bir çözüm üretiyor. Nükleer pazarlamacılar çaresiz kaldı ve şimdi ellerindeki en tehlikeli kozu oynuyorlar. Nükleer silah diyemedikleri için “nükleer güç” diyerek santral satmaya devam etmek. Milliyetçilikle süsledikleri nükleer güç yalanlarıyla geri bırakılmış devletleri kandırıyorlar. Ortadoğu da bunun için en uygun yer. İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye, tuzağa düştü bile.

Önce şunu netleştirelim. Nükleer güç, nükleer silah sahibi ve bunu kullanabilecek teknik ve politik güce sahip ülke demek. Nükleer santral sahibi olmak sizi nükleer güç yapmaz. Dünyada şu ana kadar nükleer silahı bir başka ülkeye karşı kullanan tek ülke ABD. İkinci Dünya Savaşı’nda, İngiltere, Fransa gibi müttefiklerinin yanında olduğu bir dönemde Japonya’ya karşı bunu yaptı. Nükleer silah sahibi ülkeler ise ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere, İsrail, Kuzey Kore, Hindistan ve Pakistan. İsrail, nükleer silah sahibi olduğunu hiç itiraf etmedi ama herkes olduğunu kabul ediyor.

Nükleer silahınızın olması da sizi nükleer güç yapmaz. Onu kullanmak için uzun menzilli füze teknolojisine veya bombaları taşıyabilecek bir uçak ve muhtemelen onu koruyabilecek bir filoya ihtiyacınız var. Politik, ekonomik ve askeri gücünüz de olmalı çünkü ekonomik ambargolarla (İran gibi) karşı karşıya kalabilirsiniz. Hindistan ve Pakistan arasındaki son çatışmalar nükleer silahların ne kadar işe yaramaz olduğunun bir göstergesi aslında. ABD, Hindistan uçağının Pakistan’a sattığı F-16’larla düşürüp düşürülmediğini inceliyor. Bu uçaklar belli koşullarla satılıyor. F-16’lar kullanılmışsa Pakistan’a ciddi yaptırımlar gelebilir. Nükleer silah sizi bunlardan koruyamaz. Ekmek bulamadığınızda atom bombası yersiniz.

Nükleer silah sahibi olsanız bile kullanım kararını kolayca alamazsınız çünkü dünyanın dengeleri başka türlü işliyor. Nükleer silah sahibi dört ülkenin; ABD, Fransa, İsrail ve İngiltere’nin kuşatmasından çıkmayı başaran Suriye’nin nükleer silahı olmadığını bir kez daha hatırlatalım.

Nükleer silah üretmek için santral kurmanız da gerekmiyor. İsrail’in hiç nükleer santralı olmadı ama silahı var. Nükleer silahları zenginleştirilmiş uranyumdan veya plütonyumdan, gerekli teknolojiye sahipseniz elde edebilirsiniz. Santrallarda kullanılmış yakıtlar plütonyum içerir ama dünyanın gözü buradadır. Rusya’nın Mersin’de kuracağı santraldan çıkacak içinde plütonyum olan yüksek seviyeli atıkları alıp götüreceğiz demesi bu yüzden. Santralın zenginleştirilmiş uranyum yakıtı da Rusya’dan gelecek. Türkiye’nin iki noktaya da erişimi kapalı.

Ortadoğu’daki diğer projeler de böyle. İran, yakıtını kendi üretmek için zenginleştirme tesisi kurmaya kalkınca herkes üstüne yürüdü. 2011’den bu yana çalışan nükleer reaktörü onları nükleer güç yapmadı. Yakıt ve atık işi Rusya’nın elinde olduğu için kimsenin orayı sorun ettiği yok. Elinizin altında bu maddeler var diye düşünebilirsiniz ama bunlara erişmeye çalışmak, yukarıda da söylediğimiz gibi başka bir güç olmayı ve teknolojik birikime sahip olmayı gerektirir. Trump’ın attığı tweetlerle sallanan bir ekonominin, altına imza attığı nükleer silahsızlanma anlaşmalarını hiçe sayıp böylesine riskli işlere girmesi mümkün değil. Nükleer santral kuruyoruz diye nükleer güç olacağını sanan hayalperestlere duyurulur.

Asıl sorun, başta Rusya olmak üzere, işsiz kalan nükleer şirketlerin Ortadoğu’daki gerilimleri “nükleer güç” algısını kullanarak nükleer santral ticaretine dökmüş olmaları. İran, Türkiye ve Mısır’da Rusya etkin. Fransa ve ABD, Suudi Arabistan’la pazarlıkta. Güney Kore, Birleşik Arap Emirlikleri’nde santral kuruyor. Bu ülkelerin belki hiçbir zaman nükleer silahı olmayacak ama hepsi füze veya uçakla bile saldırıldığında Hiroşima’ya atılan bombadan daha fazla zarara yol açacak bir nükleer hedefe (santrala) sahip olacak. Türkiye ve Ortadoğu’da nükleer santral sahibi olmayı nükleer silah sahibi olmakla karıştıranların ve bunu iyi bir şey sananların göremediği tuzak da bu.