Özgür Gürbüz-BirGün/6 Aralık 2018
Aydın’ın Efeler ilçesine bağlı Kızılcaköy’de köylüler aylardır çadırlarda nöbet tutuyor. Kurulmak istenen jeotermal santralına karşı direniyorlar. Dün medyaya yansıyan bir kareyi unutmak mümkün değil. Onlarca jandarmanın önünde toprağını korumak için oturmuş o köylü kadının fotoğrafından bahsediyorum…
Ne garip, küçükken bana okullarda hep köylünün milletin efendisi olduğu anlatılmıştı. Fotoğraf bütün öğretilenleri yalanlar gibiydi.
Köylüler, tarımsal ürünlerinin etkileneceğini ve santraldan çıkacak zararlı gazlar ile atık suların çevre kirliliğine yol açacağını düşündüklerinden jeotermal santrala karşı çıkıyor. Kızılcaköy tek değil. Aydın yöresinden uzun zamandır jeotermal santrallarıyla ilgili benzer şikâyetler geliyor.
Jeotermal enerji yer altındaki sıcak suyun buharından faydalanarak elektrik üreten bir sistem. Buhar türbinleri çeviriyor, jeneratör elektrik üretiyor. Dünyada yenilenebilir enerji sınıfında yer alıyor ve küresel iklim değişikliğine neden olmamasından ötürü destekleniyor. Peki, ne oluyor da dünyada “temiz” kabul edilen bu enerji kaynağı Türkiye’de “kirli” olabiliyor?
Efeler Belediyesi de bu sorunun yanıtını bulmaya çalışmış ve şikâyetleri araştırmak için bir komisyon kurmuş. Yaklaşık 10 ay önce yayımladıkları raporda; yeraltından çıkarılan akışkanın tamamen yeraltına geri verilmediği, bazı gazların koku yaptığı, yüksek sıcaklıktaki suyun çevreye zarar verebileceği ve bölgede artık organik incir yetiştirmenin mümkün olmadığına dair önemli bulgular var. Öneriler bölümünde de şu madde yer alıyor: “Yaptığımız araştırmada diğer ülkelerin standartlarına uygun olmayan Jeotermal Yasası ve yönetmeliğinin, dünya ülkelerinin jeotermal yasaları ve yönetmelikleriyle karşılaştırılıp, yasamızın tekrar düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz”. Anlaşılan o ki enerji aynı enerji ama dünyayla Türkiye’deki uygulama farklı.
Jeotermal enerjiden elektrik üretimi son yıllarda hızla arttı. Bu santrallardan üretilen elektriğe verilen kilovatsaat başına 10,5 dolar sentlik alım garantisinin artıştaki payı büyük. 2017 yılında Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 2,1’i jeotermalden sağlandı. 2010’da bu oran yüzde 0,3’tü. Yedi yılda yedi kat arttı. Kurulu santralların neredeyse dörtte üçü Aydın ve Denizli’de. Belli bölgelerde yığılma olduğu açık. Aynı HES’ler gibi, tek tek etkisi sınırlı olabilen bu santrallar, aynı bölgede ardı ardına kurulunca iş değişiyor. Yeraltına geri gönderilmeyen sıvılar, koku ve aşırı kullanım nedeniyle azalan yeraltı suları gibi çeşitli sorunların kümülatif etki yaratması sürpriz olmasa gerek.
Gözüme çarpan bir başka nokta ise bu santralların kullanım biçimi. 2017 yılında kurulu gücü 1063 megavatı bulan jeotermal santrallar aynı yıl 6 milyar kilovatsaatten fazla elektrik üretmiş. Bu santralların çok yüksek verimle, adeta bir doğalgaz santralı gibi çalıştırıldığı görülüyor. Kapasite faktörü yüzde 70. Yani, santrallar bir yıldaki 8 bin 760 saatin 6 bin 132’sinde tam kapasite çalışmış. Alım garantisinin 2020’de bitecek olması da bu santralları gece gündüz çalıştıran bir etken olabilir.
Jeotermal enerji rüzgâr ve güneşin aksine dilediğiniz zaman elektrik üretebileceğiniz bir kaynak. O yüzden de baz yük dediğimiz (düğmesine basınca size elektrik veren) santrallarının yerine geçebilir. Ancak, onu böyle kullanmak yerine, rüzgâr veya güneş santrallarıyla eşleştirip, güneşin olmadığı, rüzgârın azaldığı anda devreye alıp, bu üçlüyü tek bir santralmış gibi çalıştırmak daha akıllıca olabilir. Hem yeraltındaki su rezervi sürdürülebilir bir şekilde kullanılır hem de tarımsal ürünler, çevre riske atılmadan, belirlenecek yüksek standartlara uygun bir üretim gerçekleştirilebilir. Çevre ile enerji bakanlıkları işi denetlemez, kurallar koymazsa, firmalar en kısa zamanda en çok karı elde etmek için mümkün olduğunca fazla elektrik üretip satmak ister. İtiraz edenin karşısına jandarmayı göndermekle sorunu çözmüş olmuyorsunuz.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Kadıköy'de bir kamu arazisi daha satışa çıkarıldı
Yeşil BirGün 03 / 4 Aralık 2018
BirGün TV'de yayımlanan Yeşil BirGün programı.
Geleceği konuşmuyoruz
Özgür
Gürbüz-BirGün/29 Kasım 2018
Filmlerimiz, dizilerimiz, yazılarımız hatta
politikacıların nutukları bile geçmişle ilgili. Bu bir “geçmişten öğrenme” çabası olsa anlayışla karşılanabilirdi elbette
ama bu aslında “gelecekten kaçışın”
belirtisi. Geleceğe dair bir hedefin olmayışının itirafı. Geçmişe adım atarak
geleceği inşa edemeyeceğimizi henüz öğrenemedik.
Bugün Osmanlıcılığa sığınanların, aslında
yeni bir başarı yaratamadığı ve gelecekle ilgili kitlelere umut verecek bir
icraat bulamadığı ortada. Tarihe, onun da sadece hoşlarına giden kısmına
sığınmaları işte tam da bu yüzden. Mevcut durumu iyiye götüremedikleri için
bugünü değil geçmişi tartışmaya açıyorlar. Bugünün otoriterleşme, ekonomik kriz
ve dış politikanın iflası gibi sorunlarını herkes biliyor ama CHP dönemini
sadece tarih ve siyasetle ilgilenen gençler hatırlıyor. O yüzdeni gündemi
geçmişe çekmek ve istediğiniz gibi çarpıtmak iktidara vakit kazandırıyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ilk
dönemlerinde projeleriyle gündemi kontrol ediyordu. Geleceği şekillendirmek,
kısa dönemli projelerle ya da bizdeki gibi inşaat işleriyle olmasa da bunların
en azından “bugün ve yarınla” ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Projelerin hemen hemen hepsinin ülkeye
ekonomik ve çevresel zararlar getirmesiyle proje dönemi de kapandı.
Köprüler, şehir hastaneleri, enerji projeleri sermayeyi eritti, kredi
muslukları kapandı ve daha da önemlisi gelecek kuşakların ihtiyacını da
karşılayacak doğa büyük yara aldı. Doğayı, ülkenin ekonomik ve sosyal
geleceğini kuracağımız zemini, böyle yaralamaya devam ettikçe bundan 10, 20
veya 50 yıl sonrası için bir erek oluşturamayız. O zaman, gelsin İsmet İnönü!
İkinci bir neden de bugüne ve geleceğe dair
söz söylemenin tehlikeli olması. Behzat
Ç. dizisini hepimiz hatırlıyoruz. Emniyet içerisinde herkesin bildiği
örgütlenmelere atıfta bulunması bile olay olmuştu. Sistemi eleştiren, hatta
bırakın eleştirmeyi bugün yaşananı gösteren dizi ve filmler yayından
kaldırılabiliyor, sansürlenebiliyor. Hükümetin, 16 yılda yarattığı ülkeyi
halkına göstermeye tahammülü bile yok. Mesele siyaset de değil. Sigara
üzerinden anlatalım…
Sigarayı ekranda göstermek isterseniz
buzlamak zorundasınız ama biliyorsunuz ki ülkede varmış gibi yapılan sigara
yasağı gerçekte uygulanmıyor. Nöbetteki polisinden, statları dolduran
seyircisine kadar herkes yasağa rağmen sigara içiyor. AKP yetkilileriyse her
fırsatta sigara yasağını başarı öyküsü gibi anlatıyor. Televizyonlar,
gazeteler, sosyal medya ve siyaset; bırakın geleceği, yaşadığımız hayatı
gündemine alabilse bunun gibi gerçekleşmeyen birçok icraat gözler önüne
serilecek.
Geçmişe dönmek hiçbir ilerlemeci ülke için
ideal ya da erek olamaz. Dünyaya bakarak, gerçekten de ne kadar geçmişte
yaşadığımızı görebiliriz. Son 25 yılda 300 milyondan fazla insanı yoksulluktan
kurtaran Çin, 2050’ye kadar nüfusun yüzde 80’ini kentlere taşımayı hedefliyor. Bu
sadece bir yer değiştirme hedefi değil. Endüstriyel kentlerdeki nüfus 500
milyona çıkarken, 600 milyon insan
da ileri teknoloji kullanılan yörekentlerde (banliyö) yaşayacak.
Danimarka 2050 yılında enerjisinin tamamını
yenilenebilir kaynaklardan sağlamayı hedefliyor. Petrol, kömür ve doğalgazı
tamamen terk edecek ülkede kullanılan elektrikten, ulaşıma, ısıtmadan
endüstriye kadar her şey güneş, rüzgar, biyokütle gibi kaynaklardan sağlanacak.
Danimarka’nın geleceğinde kömüre, nükleere, doğalgaza ve petrole yer yok.
Kişi başına düşen milli geliri 800 doların
altındaki Ruanda’nın 2050 hedefi ise yaşam koşullarını yükseltmek. Atılacak
adımlar arasında yeşil, akıllı, ekolojik kentler kurmak; ulaşımı
modernleştirmek; toplumsal cinsiyet eşitliğini yaygınlaştırmak ve turizmi
çeşitlendirmek gibi tüm gelişmiş ülkelerde görebileceğiniz konular var. Şeffaflık ve halkın katılımı da 2050
hedefleri arasında. Kimbilir, belki de otobüs durağının yerini
değiştirmeden önce halka soruyorlardır.
Türkiye’nin geleceğe dönük planları ise
köprü yapmak, kanal açmak ve yine köprü yapmaktan ibaret. Sosyal ya da çevresel
bir değerden, genç nüfusu heyecanlandıracak bir projeden bahsetmek zor. Şimdi neden
favori dizimizin Ertuğrul, fon müziğimizin mehter ve haber bültenimizin İsmet
İnönü olduğunu anladınız mı?
Doğa belgeseli süslü nükleer propaganda
Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi Rosatom doğa
belgeseli hazırladı. Nükleeri ‘temiz enerji’ olarak gösteren belgesel
National Geographic’te de yayımlanacak
Özgür Gürbüz-BirGün/24 Kasım 2018*
Mersin’in Akkuyu bölgesinde nükleer santral kurmak isteyen Rusya’nın devlet şirketi Rosatom, nükleer enerjiyi Türkiye’ye sevdirme çabalarına bir yenisini ekledi. Vahşi Cennetler adlı, iklim değişikliğiyle mücadeleye dikkat çektiği iddia edilen belgeselin tanıtımı ve ilk gösterimi 22 Kasım’da Ankara Cermodern’de yapıldı. Belgesel, Aralık ayında National Geographic kanalında yayınlanmaya başlanacak. Türkiye’nin doğal yaşam alanlarındaki bitki örtüsü ve hayvanlarına odaklanan belgesel, iklim değişikliğini durdurmak için temiz enerjiye geçiş yapılması gerektiğini söylüyor. Belgeselin nükleer enerjiyi “temiz” olarak değerlendirdiğini tahmin etmek zor değil.
‘Rosatom göz boyamaya çalışıyor’
Tarım Orkam-Sen Mersin Şube Başkanı Yılmaz Kilim, Akkuyu’da inşa edilmesi planlanan santralın Göksu Deltası’na 40 km mesafede olduğuna dikkat çekiyor. Yılmaz Kilim, “Göksu Deltası, Ramsar Sözleşmesi ile koruma altına alınmış. Türkiye’de gözlemlenen 464 kuş türünden 332’sinin görüldüğü bu alan zengin biyoçeşitliliğiyle dünyanın en önemli sulak alanlarından biri ve gözlemlenen kuş türlerinin bir kısmı da bu alanda ürüyor“ diyor.
Santralın normal çalışma koşullarında bile soğutma sisteminden kaynaklı deniz suyunda yaratacağı sıcaklık artışı buradaki canlı yaşamını tehlikeye sokacak diyen Kilim, “Santralın deniz ekosistemi üzerinde yaratacağı etki, ÇED sürecinde Mersin Üniversitesi ve ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü tarafından defalarca dile getirildi. Bir kaza anında yaşanacaklar Çernobil ve Fukuşima’da tecrübe edildiği halde, Rosatom’un iklim değişikliğiyle mücadeleye dikkat çeken belgesel film yapması veya yaptırması nükleer enerji sektörünün kirli sicilini örtbas etme çabasından başka bir şey olamaz. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali Rosatom sözde çevreci faaliyetleriyle göz boyamaya çalışıyor” açıklamasını yaptı.
Fokların üreme alanını tehdit ediyor
Türkiye’nin yaban hayatını göstermesi beklenen belgeselin, bölgede yaşayan Akdeniz foklarına yer verip vermeyeceği de merak konusu. Dünyada 750 bireyin kaldığı tahmin edilen Akdeniz fokları, Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN) tarafından nesli tehlikedeki türler arasında gösteriliyor. Fokların inşaat nedeniyle bölgeyi terk edecekleri, üredikleri mağaraların tahrip olacağı ÇED raporunun dava sürecinde, bilirkişi raporunda bile yer almıştı. Bilirkişi heyeti, “Santral sahası etki alanında bulunan nesli kritik derecede tehdit altında olan Akdeniz fokunun 1. derece sit alanı olan Beşparmak adasındaki yaşam alanlarının korunması konusunda gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Akkuyu nükleer enerji santralinin inşaat dönemindeki deniz trafiği ve işletme aşamasındaki soğutma suyu nedeniyle özellikle Beşparmak adası mevkiinde yer alan üreme mağarası ve çevresine tehdit oluşturması kaçınılmazdır. Bu bölgede yapılacak olan her türlü faaliyet Akdeniz fokunun bulunduğu bölgeyi terk etmesine neden olacaktır” demişti.
National Geographic’te yer almasına tepki
Belgeselin National Geographic aracılığıyla birçok ülkede yayınlanacak olması da bir başka eleştiri konusu oldu. Bunun bir halkla ilişkiler çalışması olduğunu söyleyen Kuzey Ormanları Savunması’ndan (KOS) Ayşe Yıkıcı, ‘nükleer için seçilen bölgelerdeki tüm canlıların yaşamları tehdit altında’ diyor. Yıkıcı, “Akkuyu’nun yanı sıra Sinop ve İğneada’da nükleer santral yapılması gündemde. Bu alanlar kuzey rüzgârlarını taşıyan koridorda yer alıyor. Yani, İstanbulluların ve diğer insanların havasını da temizleyen bölgeler bunlar. Sonuç olarak, hem içindeki ağaç, kuş, endemik bitkiler hem de tüm insanlık için korunması, yaşatılması gereken bu bölgelerin yine insanlar tarafından yok edilmesinin doğayı, canlıları anlatan bir belgesel kanalında böyle yansıtılmasını anlamak mümkün değil” diyerek itirazını dile getiriyor.
Haber hazırlanırken National Geographic kanalına ulaşmaya çalıştık ancak yetkili kimseye ulaşamadık.
Rosatom’un bu ilk “halkla ilişkiler” çalışması değil. Türkiye’deki şirketi Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. de sık sık benzer faaliyetlerde bulunuyor. Özellikle Mersin bölgesindeki öğrencileri kendi merkezlerinde bilgilendirme toplantılarına çağıran şirket, balıkçılardan Büyükeceli köylülere kadar birçok kişiyi de yurt dışı gezi ve etkinliklere götürüyor.
*Gazetede kısaltılmış hali yayımlandı
Özgür Gürbüz-BirGün/24 Kasım 2018*
Mersin’in Akkuyu bölgesinde nükleer santral kurmak isteyen Rusya’nın devlet şirketi Rosatom, nükleer enerjiyi Türkiye’ye sevdirme çabalarına bir yenisini ekledi. Vahşi Cennetler adlı, iklim değişikliğiyle mücadeleye dikkat çektiği iddia edilen belgeselin tanıtımı ve ilk gösterimi 22 Kasım’da Ankara Cermodern’de yapıldı. Belgesel, Aralık ayında National Geographic kanalında yayınlanmaya başlanacak. Türkiye’nin doğal yaşam alanlarındaki bitki örtüsü ve hayvanlarına odaklanan belgesel, iklim değişikliğini durdurmak için temiz enerjiye geçiş yapılması gerektiğini söylüyor. Belgeselin nükleer enerjiyi “temiz” olarak değerlendirdiğini tahmin etmek zor değil.
‘Rosatom göz boyamaya çalışıyor’
Tarım Orkam-Sen Mersin Şube Başkanı Yılmaz Kilim, Akkuyu’da inşa edilmesi planlanan santralın Göksu Deltası’na 40 km mesafede olduğuna dikkat çekiyor. Yılmaz Kilim, “Göksu Deltası, Ramsar Sözleşmesi ile koruma altına alınmış. Türkiye’de gözlemlenen 464 kuş türünden 332’sinin görüldüğü bu alan zengin biyoçeşitliliğiyle dünyanın en önemli sulak alanlarından biri ve gözlemlenen kuş türlerinin bir kısmı da bu alanda ürüyor“ diyor.
Santralın normal çalışma koşullarında bile soğutma sisteminden kaynaklı deniz suyunda yaratacağı sıcaklık artışı buradaki canlı yaşamını tehlikeye sokacak diyen Kilim, “Santralın deniz ekosistemi üzerinde yaratacağı etki, ÇED sürecinde Mersin Üniversitesi ve ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü tarafından defalarca dile getirildi. Bir kaza anında yaşanacaklar Çernobil ve Fukuşima’da tecrübe edildiği halde, Rosatom’un iklim değişikliğiyle mücadeleye dikkat çeken belgesel film yapması veya yaptırması nükleer enerji sektörünün kirli sicilini örtbas etme çabasından başka bir şey olamaz. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali Rosatom sözde çevreci faaliyetleriyle göz boyamaya çalışıyor” açıklamasını yaptı.
Fokların üreme alanını tehdit ediyor
Türkiye’nin yaban hayatını göstermesi beklenen belgeselin, bölgede yaşayan Akdeniz foklarına yer verip vermeyeceği de merak konusu. Dünyada 750 bireyin kaldığı tahmin edilen Akdeniz fokları, Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN) tarafından nesli tehlikedeki türler arasında gösteriliyor. Fokların inşaat nedeniyle bölgeyi terk edecekleri, üredikleri mağaraların tahrip olacağı ÇED raporunun dava sürecinde, bilirkişi raporunda bile yer almıştı. Bilirkişi heyeti, “Santral sahası etki alanında bulunan nesli kritik derecede tehdit altında olan Akdeniz fokunun 1. derece sit alanı olan Beşparmak adasındaki yaşam alanlarının korunması konusunda gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Akkuyu nükleer enerji santralinin inşaat dönemindeki deniz trafiği ve işletme aşamasındaki soğutma suyu nedeniyle özellikle Beşparmak adası mevkiinde yer alan üreme mağarası ve çevresine tehdit oluşturması kaçınılmazdır. Bu bölgede yapılacak olan her türlü faaliyet Akdeniz fokunun bulunduğu bölgeyi terk etmesine neden olacaktır” demişti.
National Geographic’te yer almasına tepki
Belgeselin National Geographic aracılığıyla birçok ülkede yayınlanacak olması da bir başka eleştiri konusu oldu. Bunun bir halkla ilişkiler çalışması olduğunu söyleyen Kuzey Ormanları Savunması’ndan (KOS) Ayşe Yıkıcı, ‘nükleer için seçilen bölgelerdeki tüm canlıların yaşamları tehdit altında’ diyor. Yıkıcı, “Akkuyu’nun yanı sıra Sinop ve İğneada’da nükleer santral yapılması gündemde. Bu alanlar kuzey rüzgârlarını taşıyan koridorda yer alıyor. Yani, İstanbulluların ve diğer insanların havasını da temizleyen bölgeler bunlar. Sonuç olarak, hem içindeki ağaç, kuş, endemik bitkiler hem de tüm insanlık için korunması, yaşatılması gereken bu bölgelerin yine insanlar tarafından yok edilmesinin doğayı, canlıları anlatan bir belgesel kanalında böyle yansıtılmasını anlamak mümkün değil” diyerek itirazını dile getiriyor.
Haber hazırlanırken National Geographic kanalına ulaşmaya çalıştık ancak yetkili kimseye ulaşamadık.
Rosatom’un bu ilk “halkla ilişkiler” çalışması değil. Türkiye’deki şirketi Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. de sık sık benzer faaliyetlerde bulunuyor. Özellikle Mersin bölgesindeki öğrencileri kendi merkezlerinde bilgilendirme toplantılarına çağıran şirket, balıkçılardan Büyükeceli köylülere kadar birçok kişiyi de yurt dışı gezi ve etkinliklere götürüyor.
*Gazetede kısaltılmış hali yayımlandı
Fidan dikerek çevre sorunları çözülür mü?
Yeşil BirGün 01 / 20 Kasım 2018
BirGün TV'de yayımlanan Yeşil BirGün programı.
İstanbul’u bahçeyle kurtaramazsınız
Özgür Gürbüz-BirGün/19 Kasım 2018
İstanbul’un
artık taşı toprağı beton. Gözlemler kadar raporlara da yansıyan bir gerilemeden
bahsediyoruz. Arcadis tarafından hazırlanan Sürdürülebilir Kentler Dizini 2018 (The Sustainable Cities Index
2018) adlı değerlendirmede İstanbul, dünyadaki 100 büyük kent içinde 82. sırada
yer alıyor. Londra ilk sırada, onu Stockholm, Edinburgh, Singapur ve Viyana
izliyor.
Bahane
arayanlara peşin peşin söyleyelim. İstanbul’un sınıfta kalmasının tek nedeni
çevre değil. İnsanlar, çevre ve kâr başlıkları altında; sosyal, çevresel ve
ekonomik değerlendirmelere göre bu sıralama yapılıyor. İstanbul bu üç başlık
altındaki değerlendirmelerin hepsinde de sonlarda yer alıyor.
Sosyal değerlendirme,
fırsat ve yaşam kalitesine bakılarak yapılıyor. Sağlık, eğitim, suç oranı,
gelir adaletsizliği ve ulaşım gibi kıstaslar değerlendiriliyor. İstanbul 75.
sırada.
Çevresel
değerlendirme, enerji kullanımı yönetimi ve kirliliğe bakılarak yapılıyor. Suya
erişim, sağlık önlemleri, hava kirliliği, seragazı emisyonları, enerji
tüketimi, geri dönüşüm, bisiklet yolları ve doğal afetlere direnme gibi
kıstaslar değerlendiriliyor. İstanbul 88. sırada.
Ekonomik
değerlendirme, iş ortamı ve ekonomik performansa bakılarak yapılıyor. Ulaşım
altyapısının verimliliği, işsizlik oranı, küresel ekonomi içerisindeki yeri,
turizm, iş yapma kolaylığı, işsizlik oranı, teknolojik altyapı ve
üniversitelerdeki teknoloji araştırmaları gibi kıstaslara bakılıyor. İstanbul
80. sırada.
En çarpıcı
olan da belki bu; İstanbul’un ekonomik değerlendirme notu. Parayı ve ticareti
her şeyin önüne koyarak, yeşili ve insana ait değerleri (sağlıklı bir kentte
yaşamak, eğitim, ulaşım) hiçe saymalarına rağmen İstanbul bu konuda bile 100
ülke içinde 80’inci olmuş. Nereden tutsanız elinizde kalıyor. Raporu dış güçler
falan hazırlamıştır diye bahanelere hiç başlamayın. Arcadis adlı tasarım ve
danışmanlık firması yeni havalimanından iş almış firmalardan biri.
Kentin bu hale
gelmesinin sorumlusu belli. Sorumlular da bu kente “ihanet ettiklerini” zaten itiraf
etti. O yüzden suçlunun adını yazmak, İstanbul’u 1994’ten beri yöneten Adalet
ve Kalkınma Partisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Önümüzdeki yerel seçimlerde
yapılan yanlışları düzeltmeyi, kenti küçültmeyi, en azından genişletmemeyi düşünen
bir yönetime şehrin anahtarını vermezsek, son sıraları görmemiz kaçınılmaz.
İstanbul’un içine bahçe yaparak kentin sorunlarını çözemeyiz, kenti bir bahçeye
çevirip, rantı, plansızlığı, yasadışılığı ve betonu bahçenin dışında bırakmalıyız.
Birçok dev projeyi yıkmak pahasına bunu yapmalıyız. Bahçesinde insan yetiştiren
bir kent kuramazsak, İstanbul hep beton kokacak.
***
Dünyayı kurtaran filmler
Hepimiz
kentlerimizi değiştirmek, doğamıza sahip çıkmak istiyoruz ama nasıl yapacağımız
konusunda kafamız biraz karışık. Kafa karışıklığını azaltan belgeseller bana
hep yardımcı oldu, size de olabilir. Hem dünyanın karşı karşıya kaldığı çevre
sorunlarını görmek hem de çözümlerden ilham almak için, 22-25 Kasım
tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşecek Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’ne
gitmenizi öneririm. Aralarında Türkiye’nin de olduğu 21 farklı ülkeden derlenen
filmler sizi bekliyor. Orada görüşmek üzere. surdurulebiliryasamfilmfestivali.org
Enerji Bakanlığı bütçesinde pahalı nükleer tartışması
Özgür Gürbüz-BirGün/12 Kasım 2018
Hükümet
nükleer enerjinin Türkiye’de gündem olmaması için yıllardır elinden geleni
yapıyor. Akkuyu ve Sinop’a yapılmak istenen nükleer santral projeleri kamuoyu
önünde tartışılsa, konuyu İsmet İnönü’ye getirmek bile hükümetin hatasını
gizlemeye yetmez. O yüzden de her adım gizlilik içinde atılıyor.
Kontrollerindeki gazeteler bile konuyu gündeme getirmekten kaçınıyor. Ancak
bütçe görüşmelerinde cin şişeden çıktı. Enerji Bakanlığı’nın bütçesini
eleştiren muhalefetin gündeminde nükleer enerji vardı.
Akkuyu'da temel atma töreni |
HDP Diyarbakır
Milletvekili Garo Paylan, Rusya ile yapılan anlaşmada revizyon yapılarak
teşviklerin artırıldığını ancak 12,35 sentlik yüksek fiyata dokunulmadığını
vurguladı. CHP’nin Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gülizar
Biçer Karaca da, yenilenebilir enerjiye verilen alım garantisini TL’ye çevirme
kararı alacağını söyleyen hükümete, nükleer için verilen 12,35 dolar sentlik
alım garantisini neden TL’ye çevrilmediğini sordu. Görüldüğü gibi, nükleerin
diğer santrallara göre 2-3 kat daha pahalıya elektrik üreteceği ve bunun da
tüketici ve ekonomiye olumsuz yansıyacağı artık herkesin gördüğü bir gerçek.
Gülizar Biçer Karaca,
ülkenin elektrik santrallarının kurulu gücünün 87 bin megavat, 2017’de en
yüksek kullanımın ise 47 bin megavat olduğunu hatırlatarak arz fazlasına da
dikkat çekti. Bu arz fazlasına rağmen neden nükleer ve kömür santrallarıyla
doğamızı, sağlığımızı yok etmeye çalışıyoruz dedi. Bu sorunun yanıtını bence
AKP’de bilmiyor. Zaten bir yanıt da gelmedi.
İyi Parti
Genel Başkan Yardımcısı Durmuş Yılmaz, “Nükleer
enerjiye biz İyi Parti olarak, kategorik olarak karşı değiliz ama görünen o ki
bugün nükleer enerjinin diğer enerji alternatifleriyle kıyaslandığında önemi
biraz daha azalmış gibi görünüyor” dedi. Yılmaz, nükleer santralde
kontrolün Rus tarafında olduğunu, projenin zamanında yapılamayacağını ve
yenilenebilir enerjiye, özellikle de güneşe öncelik verilmesi gerektiğini
söyledi.
Enerji Bakanı
Dönmez eleştirilere yanıt verirken Garo Paylan ile ilginç bir diyaloga girdi ve
pahalı fiyat eleştirisine, “12,35 sent
eskelasyonsuz bir fiyat yani 2041’de bittiğinde bugünün fiyatlarıyla 6,5 sent”
yanıtını verdi. Aslında bu tarihi bir cümle çünkü, 15 yıllık alım garantisi
bittiğinde nükleer santraldan üretilecek elektriğin maliyetinin 6,5 sent
olacağını öğrenmiş olduk. Durum böyleyse, Akkuyu ve Sinop’taki iki santral
projesini derhal iptal etmeniz gerekir. Bu santrallar 60 yıl için tasarlandı,
45 yıl daha bu fiyattan elektrik satacaklarsa yandık. Bakan Dönmez de çok iyi
biliyor ki bugün rüzgar ve güneş ihalelerinde oluşan fiyat 6,5 sentin yarısı.
Rüzgar ve güneşin fiyatının artmayacağı, muhtemelen daha da düşeceği göz önüne
alınırsa, nükleerin ne alım garantisinin olduğu 15 yıl boyunca, ne de sonraki
45 yılda Türkiye adına hiçbir ekonomik faydasının olmayacağı açık.
Elimizde,
elektrik faturasını daha da artıracak, mülkiyeti Rusya’ya ait, atık sorunu
çözülmemiş, kaza olduğunda etkisi 1999 depreminden onlarca kat fazla olacak bir
elektrik fabrikası var. Diğer fabrikalar ise aynı elektriği sorunsuz hem de
daha ucuza üretiyor. Aramızda nükleeri seçerim diyen bir çılgın var mı? Varsa
bu ülkede iktidar olma şansı var çünkü burası çılgınların ülkesi.
Balıkta cıva alarmı
Denizlerdeki ağır metal kirliliği balıklarda cıva
oranını tehlikeli boyutlara getirdi. Birçok ülke özellikle hamileleri ve küçük çocukları
hangi balığı yemeleri konusunda uyarıyor.
Özgür Gürbüz-BirGün/5 Kasım 2018
Avrupa Çevre
Ajansı’nın cıva kirliliğiyle ilgili son raporunda, Batı Akdeniz’den alınan balıklardaki
cıva yoğunluğu dikkat çekiyor. Başta orfoz olmak üzere özellikle büyük
balıklarda Avrupa Birliği sınır değerlerinin üzerinde cıva var.
Sayıları
azaldığı için bir süredir Türkiye’de avlanması yasak olan ancak kaçak avcıların
hâlâ peşini bırakmadığı orfoz balığı listenin en başında yer alıyor. Orfozda
kilogramda ortalama 1,6 miligram cıva tespit edildi. Avrupa Birliği, birçok
balık için sınır değerinin 0,5 miligramı geçmemesi, bazı büyük balıklar içinse
en fazla 1 miligram olması gerektiğini söylüyor. Cıva yoğunluğunda orfozu
fenerbalığı (0,74), mığrıbalığı (0,56) ve dilbalığı (0,45) izliyor.
Bu analizde
yer almasa da “Avrupa’nın Doğasında Cıva” adlı raporda, denizlerdeki cıva oranının
en yüksek olduğu deniz hayvanların başında dişli balina, köpekbalığı,
kılıçbalığı ve orkinos (ton balığı) geliyor. Küçük balıklarda cıva birikmesi
kilogram başına daha az olsa da, kirlilikten hamsi, sarıgöz, sardalye gibi
soframızdan eksik etmediğimiz balıklar da etkilenmiş durumda. Hamsi ve sardalye
de cıva yoğunluğu kg başına 0,05, sarıgözde 0,2 ve mercanda 0,3’ü buluyor.
Denizler
kirlendiğinde sadece deniz canlıları ve doğa bundan zarar görmüyor, yediğimiz
balık yüzünden biz de zehirleniyoruz. Yapılan bir başka çalışma bu ilişkiyi
kanıtlıyor. Beslenme düzenleri içerisinde deniz ürünleri fazla olan ülkeler,
insandaki cıva miktarında listenin en başında yer alıyor. Avrupa’da annelerin
saç analizlerinde cıvaya rastlanma oranı İspanya’da ortalamanın 6,6,
Portekiz’de ise 5,4 katı daha fazla. Bu iki ülkeyi Kıbrıs ve Danimarka izliyor.
Orkinos, halk arasında bilinen adıyla ton balığı |
Doğadaki
cıvanın kaynağı balıklar değil ancak insanı, besin zincirine girerek doğrudan
etkilediği için önemli. Kalp, böbrek, akciğer ve beyinde ciddi sorunlara yol
açan cıvanın son 500 yılda insan faaliyetleri sonucu doğaya 1 ila 3 milyon ton
arasında bırakıldığı biliniyor. Çimento üretiminden, kömür yakılmasına, metal
üretiminden atık yakılmasına kadar birçok farklı işlem sonucunda doğaya cıva
bırakılıyor. Küçük ölçekli altın madenciliği dünyadaki cıva kullanımının yüzde
37’sinden, vinil klorür üretimi ise yüzde 26’sından sorumlu. Çoğu zaman doğaya
zarar verdiği için gündeme gelen altın, cıva kullanımında da başrolü oynuyor.
Cıva, çıkarılan altınla birleşerek diğer madenlerden ayırıyor. Yakıldığında ise
cıva buharlaşıyor geriye altın kalıyor. Havaya karışan cıva da solunum yoluyla
yine insan ve diğer canlıları tehdit ediyor. Süslenme uğruna ağır bir bedel
ödeniyor.
***
Bazı ülkelerde balık tüketimi tavsiyeleri
Büyük Britanya
Bazı ülkeler
cıva konusunda tüketicileri özellikle de çocuk sahibi olmak isteyen kadınları
ve hamileleri balık tüketimi konusunda uyarıyor. 16 yaşından küçük çocukların
kılıçbalığı ve köpekbalığı yememeleri isteniyor. Yetişkinler için haftada bir
porsiyonu geçmemeleri öneriliyor. Hamilelerin haftada dört konserve kutusundan
fazla ton balığı tüketmemesi tavsiye ediliyor.
İspanya
Emziren ve
hamile kadınların avcı, büyük balıkları yememesi, küçük çocukların da aynı
şekilde cıva açısından riskli balıkları tüketmekten kaçınması isteniyor. Büyük
çocukların tüketimlerinin de haftada 50 gramı geçmemesi öğütleniyor.
Fransa
Köpekbalığı,
kılıçbalığı gibi cıva yoğunluğu yüksek balıkların, hamile ve emziren kadınlarla
çocuklar tarafından yenmemesi isteniyor. Daha küçük ama riskli balıkların
tüketimini de kadınlar da haftada 150, çocuklarda (30 aydan küçük) 60 gramla
sınırlamaları isteniyor.
Hollanda
Hamile kalmaya
çalışan ve hamile kadınların kılıçbalığı gibi büyük balıkların yanı sıra tatlı
su levreği, turnabalığı, yılan balığı ve ton balığı gibi balıkları, taze ya da
konserve, yememeleri tavsiye ediliyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)