Jeotermalde acil çözüm gerekiyor

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Aralık 2018

Aydın’ın Efeler ilçesine bağlı Kızılcaköy’de köylüler aylardır çadırlarda nöbet tutuyor. Kurulmak istenen jeotermal santralına karşı direniyorlar. Dün medyaya yansıyan bir kareyi unutmak mümkün değil. Onlarca jandarmanın önünde toprağını korumak için oturmuş o köylü kadının fotoğrafından bahsediyorum…

Ne garip, küçükken bana okullarda hep köylünün milletin efendisi olduğu anlatılmıştı. Fotoğraf bütün öğretilenleri yalanlar gibiydi.

Köylüler, tarımsal ürünlerinin etkileneceğini ve santraldan çıkacak zararlı gazlar ile atık suların çevre kirliliğine yol açacağını düşündüklerinden jeotermal santrala karşı çıkıyor. Kızılcaköy tek değil. Aydın yöresinden uzun zamandır jeotermal santrallarıyla ilgili benzer şikâyetler geliyor.

Jeotermal enerji yer altındaki sıcak suyun buharından faydalanarak elektrik üreten bir sistem. Buhar türbinleri çeviriyor, jeneratör elektrik üretiyor. Dünyada yenilenebilir enerji sınıfında yer alıyor ve küresel iklim değişikliğine neden olmamasından ötürü destekleniyor. Peki, ne oluyor da dünyada “temiz” kabul edilen bu enerji kaynağı Türkiye’de “kirli” olabiliyor?

Efeler Belediyesi de bu sorunun yanıtını bulmaya çalışmış ve şikâyetleri araştırmak için bir komisyon kurmuş. Yaklaşık 10 ay önce yayımladıkları raporda; yeraltından çıkarılan akışkanın tamamen yeraltına geri verilmediği, bazı gazların koku yaptığı, yüksek sıcaklıktaki suyun çevreye zarar verebileceği ve bölgede artık organik incir yetiştirmenin mümkün olmadığına dair önemli bulgular var. Öneriler bölümünde de şu madde yer alıyor: “Yaptığımız araştırmada diğer ülkelerin standartlarına uygun olmayan Jeotermal Yasası ve yönetmeliğinin, dünya ülkelerinin jeotermal yasaları ve yönetmelikleriyle karşılaştırılıp, yasamızın tekrar düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz”. Anlaşılan o ki enerji aynı enerji ama dünyayla Türkiye’deki uygulama farklı.

Jeotermal enerjiden elektrik üretimi son yıllarda hızla arttı. Bu santrallardan üretilen elektriğe verilen kilovatsaat başına 10,5 dolar sentlik alım garantisinin artıştaki payı büyük. 2017 yılında Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 2,1’i jeotermalden sağlandı. 2010’da bu oran yüzde 0,3’tü. Yedi yılda yedi kat arttı. Kurulu santralların neredeyse dörtte üçü Aydın ve Denizli’de. Belli bölgelerde yığılma olduğu açık. Aynı HES’ler gibi, tek tek etkisi sınırlı olabilen bu santrallar, aynı bölgede ardı ardına kurulunca iş değişiyor. Yeraltına geri gönderilmeyen sıvılar, koku ve aşırı kullanım nedeniyle azalan yeraltı suları gibi çeşitli sorunların kümülatif etki yaratması sürpriz olmasa gerek.

Gözüme çarpan bir başka nokta ise bu santralların kullanım biçimi. 2017 yılında kurulu gücü 1063 megavatı bulan jeotermal santrallar aynı yıl 6 milyar kilovatsaatten fazla elektrik üretmiş. Bu santralların çok yüksek verimle, adeta bir doğalgaz santralı gibi çalıştırıldığı görülüyor. Kapasite faktörü yüzde 70. Yani, santrallar bir yıldaki 8 bin 760 saatin 6 bin 132’sinde tam kapasite çalışmış. Alım garantisinin 2020’de bitecek olması da bu santralları gece gündüz çalıştıran bir etken olabilir.

Jeotermal enerji rüzgâr ve güneşin aksine dilediğiniz zaman elektrik üretebileceğiniz bir kaynak. O yüzden de baz yük dediğimiz (düğmesine basınca size elektrik veren) santrallarının yerine geçebilir. Ancak, onu böyle kullanmak yerine, rüzgâr veya güneş santrallarıyla eşleştirip, güneşin olmadığı, rüzgârın azaldığı anda devreye alıp, bu üçlüyü tek bir santralmış gibi çalıştırmak daha akıllıca olabilir. Hem yeraltındaki su rezervi sürdürülebilir bir şekilde kullanılır hem de tarımsal ürünler, çevre riske atılmadan, belirlenecek yüksek standartlara uygun bir üretim gerçekleştirilebilir. Çevre ile enerji bakanlıkları işi denetlemez, kurallar koymazsa, firmalar en kısa zamanda en çok karı elde etmek için mümkün olduğunca fazla elektrik üretip satmak ister. İtiraz edenin karşısına jandarmayı göndermekle sorunu çözmüş olmuyorsunuz.

Geleceği konuşmuyoruz

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Kasım 2018

Filmlerimiz, dizilerimiz, yazılarımız hatta politikacıların nutukları bile geçmişle ilgili. Bu bir “geçmişten öğrenme” çabası olsa anlayışla karşılanabilirdi elbette ama bu aslında “gelecekten kaçışın” belirtisi. Geleceğe dair bir hedefin olmayışının itirafı. Geçmişe adım atarak geleceği inşa edemeyeceğimizi henüz öğrenemedik.

Bugün Osmanlıcılığa sığınanların, aslında yeni bir başarı yaratamadığı ve gelecekle ilgili kitlelere umut verecek bir icraat bulamadığı ortada. Tarihe, onun da sadece hoşlarına giden kısmına sığınmaları işte tam da bu yüzden. Mevcut durumu iyiye götüremedikleri için bugünü değil geçmişi tartışmaya açıyorlar. Bugünün otoriterleşme, ekonomik kriz ve dış politikanın iflası gibi sorunlarını herkes biliyor ama CHP dönemini sadece tarih ve siyasetle ilgilenen gençler hatırlıyor. O yüzdeni gündemi geçmişe çekmek ve istediğiniz gibi çarpıtmak iktidara vakit kazandırıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ilk dönemlerinde projeleriyle gündemi kontrol ediyordu. Geleceği şekillendirmek, kısa dönemli projelerle ya da bizdeki gibi inşaat işleriyle olmasa da bunların en azından “bugün ve yarınla” ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Projelerin hemen hemen hepsinin ülkeye ekonomik ve çevresel zararlar getirmesiyle proje dönemi de kapandı. Köprüler, şehir hastaneleri, enerji projeleri sermayeyi eritti, kredi muslukları kapandı ve daha da önemlisi gelecek kuşakların ihtiyacını da karşılayacak doğa büyük yara aldı. Doğayı, ülkenin ekonomik ve sosyal geleceğini kuracağımız zemini, böyle yaralamaya devam ettikçe bundan 10, 20 veya 50 yıl sonrası için bir erek oluşturamayız. O zaman, gelsin İsmet İnönü!

İkinci bir neden de bugüne ve geleceğe dair söz söylemenin tehlikeli olması. Behzat Ç. dizisini hepimiz hatırlıyoruz. Emniyet içerisinde herkesin bildiği örgütlenmelere atıfta bulunması bile olay olmuştu. Sistemi eleştiren, hatta bırakın eleştirmeyi bugün yaşananı gösteren dizi ve filmler yayından kaldırılabiliyor, sansürlenebiliyor. Hükümetin, 16 yılda yarattığı ülkeyi halkına göstermeye tahammülü bile yok. Mesele siyaset de değil. Sigara üzerinden anlatalım…

Sigarayı ekranda göstermek isterseniz buzlamak zorundasınız ama biliyorsunuz ki ülkede varmış gibi yapılan sigara yasağı gerçekte uygulanmıyor. Nöbetteki polisinden, statları dolduran seyircisine kadar herkes yasağa rağmen sigara içiyor. AKP yetkilileriyse her fırsatta sigara yasağını başarı öyküsü gibi anlatıyor. Televizyonlar, gazeteler, sosyal medya ve siyaset; bırakın geleceği, yaşadığımız hayatı gündemine alabilse bunun gibi gerçekleşmeyen birçok icraat gözler önüne serilecek.

Geçmişe dönmek hiçbir ilerlemeci ülke için ideal ya da erek olamaz. Dünyaya bakarak, gerçekten de ne kadar geçmişte yaşadığımızı görebiliriz. Son 25 yılda 300 milyondan fazla insanı yoksulluktan kurtaran Çin, 2050’ye kadar nüfusun yüzde 80’ini kentlere taşımayı hedefliyor. Bu sadece bir yer değiştirme hedefi değil. Endüstriyel kentlerdeki nüfus 500 milyona çıkarken, 600 milyon insan da ileri teknoloji kullanılan yörekentlerde (banliyö) yaşayacak.

Danimarka 2050 yılında enerjisinin tamamını yenilenebilir kaynaklardan sağlamayı hedefliyor. Petrol, kömür ve doğalgazı tamamen terk edecek ülkede kullanılan elektrikten, ulaşıma, ısıtmadan endüstriye kadar her şey güneş, rüzgar, biyokütle gibi kaynaklardan sağlanacak. Danimarka’nın geleceğinde kömüre, nükleere, doğalgaza ve petrole yer yok.

Kişi başına düşen milli geliri 800 doların altındaki Ruanda’nın 2050 hedefi ise yaşam koşullarını yükseltmek. Atılacak adımlar arasında yeşil, akıllı, ekolojik kentler kurmak; ulaşımı modernleştirmek; toplumsal cinsiyet eşitliğini yaygınlaştırmak ve turizmi çeşitlendirmek gibi tüm gelişmiş ülkelerde görebileceğiniz konular var. Şeffaflık ve halkın katılımı da 2050 hedefleri arasında. Kimbilir, belki de otobüs durağının yerini değiştirmeden önce halka soruyorlardır.

Türkiye’nin geleceğe dönük planları ise köprü yapmak, kanal açmak ve yine köprü yapmaktan ibaret. Sosyal ya da çevresel bir değerden, genç nüfusu heyecanlandıracak bir projeden bahsetmek zor. Şimdi neden favori dizimizin Ertuğrul, fon müziğimizin mehter ve haber bültenimizin İsmet İnönü olduğunu anladınız mı?

Doğa belgeseli süslü nükleer propaganda

Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi Rosatom doğa belgeseli hazırladı. Nükleeri ‘temiz enerji’ olarak gösteren belgesel National Geographic’te de yayımlanacak 

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Kasım 2018*

Mersin’in Akkuyu bölgesinde nükleer santral kurmak isteyen Rusya’nın devlet şirketi Rosatom, nükleer enerjiyi Türkiye’ye sevdirme çabalarına bir yenisini ekledi. Vahşi Cennetler adlı, iklim değişikliğiyle mücadeleye dikkat çektiği iddia edilen belgeselin tanıtımı ve ilk gösterimi 22 Kasım’da Ankara Cermodern’de yapıldı. Belgesel, Aralık ayında National Geographic kanalında yayınlanmaya başlanacak. Türkiye’nin doğal yaşam alanlarındaki bitki örtüsü ve hayvanlarına odaklanan belgesel, iklim değişikliğini durdurmak için temiz enerjiye geçiş yapılması gerektiğini söylüyor. Belgeselin nükleer enerjiyi “temiz” olarak değerlendirdiğini tahmin etmek zor değil. 

‘Rosatom göz boyamaya çalışıyor’
Tarım Orkam-Sen Mersin Şube Başkanı Yılmaz Kilim, Akkuyu’da inşa edilmesi planlanan santralın Göksu Deltası’na 40 km mesafede olduğuna dikkat çekiyor. Yılmaz Kilim, “Göksu Deltası, Ramsar Sözleşmesi ile koruma altına alınmış. Türkiye’de gözlemlenen 464 kuş türünden 332’sinin görüldüğü bu alan zengin biyoçeşitliliğiyle dünyanın en önemli sulak alanlarından biri ve gözlemlenen kuş türlerinin bir kısmı da bu alanda ürüyor“ diyor.

Santralın normal çalışma koşullarında bile soğutma sisteminden kaynaklı deniz suyunda yaratacağı sıcaklık artışı buradaki canlı yaşamını tehlikeye sokacak diyen Kilim, “Santralın deniz ekosistemi üzerinde yaratacağı etki, ÇED sürecinde Mersin Üniversitesi ve ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü tarafından defalarca dile getirildi. Bir kaza anında yaşanacaklar Çernobil ve Fukuşima’da tecrübe edildiği halde, Rosatom’un iklim değişikliğiyle mücadeleye dikkat çeken belgesel film yapması veya yaptırması nükleer enerji sektörünün kirli sicilini örtbas etme çabasından başka bir şey olamaz. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali Rosatom sözde çevreci faaliyetleriyle göz boyamaya çalışıyor” açıklamasını yaptı. 

Fokların üreme alanını tehdit ediyor
Türkiye’nin yaban hayatını göstermesi beklenen belgeselin, bölgede yaşayan Akdeniz foklarına yer verip vermeyeceği de merak konusu. Dünyada 750 bireyin kaldığı tahmin edilen Akdeniz fokları, Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN) tarafından nesli tehlikedeki türler arasında gösteriliyor. Fokların inşaat nedeniyle bölgeyi terk edecekleri, üredikleri mağaraların tahrip olacağı ÇED raporunun dava sürecinde, bilirkişi raporunda bile yer almıştı. Bilirkişi heyeti, “Santral sahası etki alanında bulunan nesli kritik derecede tehdit altında olan Akdeniz fokunun 1. derece sit alanı olan Beşparmak adasındaki yaşam alanlarının korunması konusunda gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Akkuyu nükleer enerji santralinin inşaat dönemindeki deniz trafiği ve işletme aşamasındaki soğutma suyu nedeniyle özellikle Beşparmak adası mevkiinde yer alan üreme mağarası ve çevresine tehdit oluşturması kaçınılmazdır. Bu bölgede yapılacak olan her türlü faaliyet Akdeniz fokunun bulunduğu bölgeyi terk etmesine neden olacaktır” demişti. 

National Geographic’te yer almasına tepki
Belgeselin National Geographic aracılığıyla birçok ülkede yayınlanacak olması da bir başka eleştiri konusu oldu. Bunun bir halkla ilişkiler çalışması olduğunu söyleyen Kuzey Ormanları Savunması’ndan (KOS) Ayşe Yıkıcı, ‘nükleer için seçilen bölgelerdeki tüm canlıların yaşamları tehdit altında’ diyor. Yıkıcı, “Akkuyu’nun yanı sıra Sinop ve İğneada’da nükleer santral yapılması gündemde. Bu alanlar kuzey rüzgârlarını taşıyan koridorda yer alıyor. Yani, İstanbulluların ve diğer insanların havasını da temizleyen bölgeler bunlar. Sonuç olarak, hem içindeki ağaç, kuş, endemik bitkiler hem de tüm insanlık için korunması, yaşatılması gereken bu bölgelerin yine insanlar tarafından yok edilmesinin doğayı, canlıları anlatan bir belgesel kanalında böyle yansıtılmasını anlamak mümkün değil” diyerek itirazını dile getiriyor.

Haber hazırlanırken National Geographic kanalına ulaşmaya çalıştık ancak yetkili kimseye ulaşamadık. 

Rosatom’un bu ilk “halkla ilişkiler” çalışması değil. Türkiye’deki şirketi Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. de sık sık benzer faaliyetlerde bulunuyor. Özellikle Mersin bölgesindeki öğrencileri kendi merkezlerinde bilgilendirme toplantılarına çağıran şirket, balıkçılardan Büyükeceli köylülere kadar birçok kişiyi de yurt dışı gezi ve etkinliklere götürüyor.

*Gazetede kısaltılmış hali yayımlandı 

İstanbul’u bahçeyle kurtaramazsınız

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Kasım 2018

Dünyanın en garip ülkelerinden birinde yaşıyoruz. Ormanlarının ortasından yol geçiren, içlerine saray konduran sonra da “yeşilimiz az” deyip “bahçe” açılışı yapan bir ülke burası. Ormanlarını kaybettiğinde üzülmeyenler, beton bloklar arasında ufacık bir bahçesi olmasına seviniyor.

İstanbul’un artık taşı toprağı beton. Gözlemler kadar raporlara da yansıyan bir gerilemeden bahsediyoruz. Arcadis tarafından hazırlanan Sürdürülebilir Kentler Dizini 2018 (The Sustainable Cities Index 2018) adlı değerlendirmede İstanbul, dünyadaki 100 büyük kent içinde 82. sırada yer alıyor. Londra ilk sırada, onu Stockholm, Edinburgh, Singapur ve Viyana izliyor.

Bahane arayanlara peşin peşin söyleyelim. İstanbul’un sınıfta kalmasının tek nedeni çevre değil. İnsanlar, çevre ve kâr başlıkları altında; sosyal, çevresel ve ekonomik değerlendirmelere göre bu sıralama yapılıyor. İstanbul bu üç başlık altındaki değerlendirmelerin hepsinde de sonlarda yer alıyor.

Sosyal değerlendirme, fırsat ve yaşam kalitesine bakılarak yapılıyor. Sağlık, eğitim, suç oranı, gelir adaletsizliği ve ulaşım gibi kıstaslar değerlendiriliyor. İstanbul 75. sırada.

Çevresel değerlendirme, enerji kullanımı yönetimi ve kirliliğe bakılarak yapılıyor. Suya erişim, sağlık önlemleri, hava kirliliği, seragazı emisyonları, enerji tüketimi, geri dönüşüm, bisiklet yolları ve doğal afetlere direnme gibi kıstaslar değerlendiriliyor. İstanbul 88. sırada.

Ekonomik değerlendirme, iş ortamı ve ekonomik performansa bakılarak yapılıyor. Ulaşım altyapısının verimliliği, işsizlik oranı, küresel ekonomi içerisindeki yeri, turizm, iş yapma kolaylığı, işsizlik oranı, teknolojik altyapı ve üniversitelerdeki teknoloji araştırmaları gibi kıstaslara bakılıyor. İstanbul 80. sırada.

En çarpıcı olan da belki bu; İstanbul’un ekonomik değerlendirme notu. Parayı ve ticareti her şeyin önüne koyarak, yeşili ve insana ait değerleri (sağlıklı bir kentte yaşamak, eğitim, ulaşım) hiçe saymalarına rağmen İstanbul bu konuda bile 100 ülke içinde 80’inci olmuş. Nereden tutsanız elinizde kalıyor. Raporu dış güçler falan hazırlamıştır diye bahanelere hiç başlamayın. Arcadis adlı tasarım ve danışmanlık firması yeni havalimanından iş almış firmalardan biri. 

Kentin bu hale gelmesinin sorumlusu belli. Sorumlular da bu kente “ihanet ettiklerini” zaten itiraf etti. O yüzden suçlunun adını yazmak, İstanbul’u 1994’ten beri yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Önümüzdeki yerel seçimlerde yapılan yanlışları düzeltmeyi, kenti küçültmeyi, en azından genişletmemeyi düşünen bir yönetime şehrin anahtarını vermezsek, son sıraları görmemiz kaçınılmaz. İstanbul’un içine bahçe yaparak kentin sorunlarını çözemeyiz, kenti bir bahçeye çevirip, rantı, plansızlığı, yasadışılığı ve betonu bahçenin dışında bırakmalıyız. Birçok dev projeyi yıkmak pahasına bunu yapmalıyız. Bahçesinde insan yetiştiren bir kent kuramazsak, İstanbul hep beton kokacak.

***
Dünyayı kurtaran filmler
Hepimiz kentlerimizi değiştirmek, doğamıza sahip çıkmak istiyoruz ama nasıl yapacağımız konusunda kafamız biraz karışık. Kafa karışıklığını azaltan belgeseller bana hep yardımcı oldu, size de olabilir. Hem dünyanın karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarını görmek hem de çözümlerden ilham almak için, 22-25 Kasım tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşecek Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’ne gitmenizi öneririm. Aralarında Türkiye’nin de olduğu 21 farklı ülkeden derlenen filmler sizi bekliyor. Orada görüşmek üzere. surdurulebiliryasamfilmfestivali.org

Enerji Bakanlığı bütçesinde pahalı nükleer tartışması

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Kasım 2018

Hükümet nükleer enerjinin Türkiye’de gündem olmaması için yıllardır elinden geleni yapıyor. Akkuyu ve Sinop’a yapılmak istenen nükleer santral projeleri kamuoyu önünde tartışılsa, konuyu İsmet İnönü’ye getirmek bile hükümetin hatasını gizlemeye yetmez. O yüzden de her adım gizlilik içinde atılıyor. Kontrollerindeki gazeteler bile konuyu gündeme getirmekten kaçınıyor. Ancak bütçe görüşmelerinde cin şişeden çıktı. Enerji Bakanlığı’nın bütçesini eleştiren muhalefetin gündeminde nükleer enerji vardı.

Akkuyu'da temel atma töreni
Nükleer enerjiyle ilgili eleştirilerin başını, üretilecek elektriğin pahalı olması, ÇED sürecindeki belirsizlikler ve santralla birlikte enerjide Rusya’ya bağımlılığın artması çekti. CHP Konya Milletvekili Abdüllatif Şener, “Akkuyu Nükleer Santralı ve buna benzer birtakım anlaşmaların kamuoyundan gizli tutulması gerçekten devlet anlayışıyla bağdaşmaz” derken, ÇED sürecinin şeffaf olmadığını vurguladı. Şener’in, mevcut santralların 4 dolar sente verdiği elektriği Akkuyu tamamlandığında 12,35 dolar sente alacaksınız, bu nasıl fiyattır diyerek özetlediği soru hemen hemen söz alan herkesin dilindeydi.

HDP Diyarbakır Milletvekili Garo Paylan, Rusya ile yapılan anlaşmada revizyon yapılarak teşviklerin artırıldığını ancak 12,35 sentlik yüksek fiyata dokunulmadığını vurguladı. CHP’nin Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca da, yenilenebilir enerjiye verilen alım garantisini TL’ye çevirme kararı alacağını söyleyen hükümete, nükleer için verilen 12,35 dolar sentlik alım garantisini neden TL’ye çevrilmediğini sordu. Görüldüğü gibi, nükleerin diğer santrallara göre 2-3 kat daha pahalıya elektrik üreteceği ve bunun da tüketici ve ekonomiye olumsuz yansıyacağı artık herkesin gördüğü bir gerçek.

Gülizar Biçer Karaca, ülkenin elektrik santrallarının kurulu gücünün 87 bin megavat, 2017’de en yüksek kullanımın ise 47 bin megavat olduğunu hatırlatarak arz fazlasına da dikkat çekti. Bu arz fazlasına rağmen neden nükleer ve kömür santrallarıyla doğamızı, sağlığımızı yok etmeye çalışıyoruz dedi. Bu sorunun yanıtını bence AKP’de bilmiyor. Zaten bir yanıt da gelmedi.

İyi Parti Genel Başkan Yardımcısı Durmuş Yılmaz, “Nükleer enerjiye biz İyi Parti olarak, kategorik olarak karşı değiliz ama görünen o ki bugün nükleer enerjinin diğer enerji alternatifleriyle kıyaslandığında önemi biraz daha azalmış gibi görünüyor” dedi. Yılmaz, nükleer santralde kontrolün Rus tarafında olduğunu, projenin zamanında yapılamayacağını ve yenilenebilir enerjiye, özellikle de güneşe öncelik verilmesi gerektiğini söyledi.

Enerji Bakanı Dönmez eleştirilere yanıt verirken Garo Paylan ile ilginç bir diyaloga girdi ve pahalı fiyat eleştirisine, “12,35 sent eskelasyonsuz bir fiyat yani 2041’de bittiğinde bugünün fiyatlarıyla 6,5 sent” yanıtını verdi. Aslında bu tarihi bir cümle çünkü, 15 yıllık alım garantisi bittiğinde nükleer santraldan üretilecek elektriğin maliyetinin 6,5 sent olacağını öğrenmiş olduk. Durum böyleyse, Akkuyu ve Sinop’taki iki santral projesini derhal iptal etmeniz gerekir. Bu santrallar 60 yıl için tasarlandı, 45 yıl daha bu fiyattan elektrik satacaklarsa yandık. Bakan Dönmez de çok iyi biliyor ki bugün rüzgar ve güneş ihalelerinde oluşan fiyat 6,5 sentin yarısı. Rüzgar ve güneşin fiyatının artmayacağı, muhtemelen daha da düşeceği göz önüne alınırsa, nükleerin ne alım garantisinin olduğu 15 yıl boyunca, ne de sonraki 45 yılda Türkiye adına hiçbir ekonomik faydasının olmayacağı açık.

Elimizde, elektrik faturasını daha da artıracak, mülkiyeti Rusya’ya ait, atık sorunu çözülmemiş, kaza olduğunda etkisi 1999 depreminden onlarca kat fazla olacak bir elektrik fabrikası var. Diğer fabrikalar ise aynı elektriği sorunsuz hem de daha ucuza üretiyor. Aramızda nükleeri seçerim diyen bir çılgın var mı? Varsa bu ülkede iktidar olma şansı var çünkü burası çılgınların ülkesi.

Balıkta cıva alarmı

Denizlerdeki ağır metal kirliliği balıklarda cıva oranını tehlikeli boyutlara getirdi. Birçok ülke özellikle hamileleri ve küçük çocukları hangi balığı yemeleri konusunda uyarıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Kasım 2018

Avrupa Çevre Ajansı’nın cıva kirliliğiyle ilgili son raporunda, Batı Akdeniz’den alınan balıklardaki cıva yoğunluğu dikkat çekiyor. Başta orfoz olmak üzere özellikle büyük balıklarda Avrupa Birliği sınır değerlerinin üzerinde cıva var.

Sayıları azaldığı için bir süredir Türkiye’de avlanması yasak olan ancak kaçak avcıların hâlâ peşini bırakmadığı orfoz balığı listenin en başında yer alıyor. Orfozda kilogramda ortalama 1,6 miligram cıva tespit edildi. Avrupa Birliği, birçok balık için sınır değerinin 0,5 miligramı geçmemesi, bazı büyük balıklar içinse en fazla 1 miligram olması gerektiğini söylüyor. Cıva yoğunluğunda orfozu fenerbalığı (0,74), mığrıbalığı (0,56) ve dilbalığı (0,45) izliyor.

Bu analizde yer almasa da “Avrupa’nın Doğasında Cıva” adlı raporda, denizlerdeki cıva oranının en yüksek olduğu deniz hayvanların başında dişli balina, köpekbalığı, kılıçbalığı ve orkinos (ton balığı) geliyor. Küçük balıklarda cıva birikmesi kilogram başına daha az olsa da, kirlilikten hamsi, sarıgöz, sardalye gibi soframızdan eksik etmediğimiz balıklar da etkilenmiş durumda. Hamsi ve sardalye de cıva yoğunluğu kg başına 0,05, sarıgözde 0,2 ve mercanda 0,3’ü buluyor.

Denizler kirlendiğinde sadece deniz canlıları ve doğa bundan zarar görmüyor, yediğimiz balık yüzünden biz de zehirleniyoruz. Yapılan bir başka çalışma bu ilişkiyi kanıtlıyor. Beslenme düzenleri içerisinde deniz ürünleri fazla olan ülkeler, insandaki cıva miktarında listenin en başında yer alıyor. Avrupa’da annelerin saç analizlerinde cıvaya rastlanma oranı İspanya’da ortalamanın 6,6, Portekiz’de ise 5,4 katı daha fazla. Bu iki ülkeyi Kıbrıs ve Danimarka izliyor.
Orkinos, halk arasında bilinen adıyla ton balığı
Yapılan araştırmalara göre alınan cıva miktarını azaltmak için balık yemeyi tamamen kesmek gerekmiyor. Avcı büyük balıklar yerine küçük balıklar yemek, yeme sıklığını değiştirmek de etkili olabiliyor. Danimarka’da yapılan bir araştırmanın sonuçları çarpıcı. Saç örnekleri alınan kadınların yüzde 22’sinde cıva seviyesi sınır değerlerin üzerindeyken, beslenme şekilleri değiştikten üç ay sonra bu oranın yüzde 8’e düştüğü görülmüş. Bu araştırmalarda kadınların öne çıkmasının nedeni, özellikle hamilelik sırasında fazla cıva alınmasının çocuğun gelişiminde olumsuz etki yarattığının bilinmesi. Birçok ülke hamileleri ve küçük çocukları balık tüketimleri konusunda uyarıyor. Türkiye ise cıva konusunda en önemli adımını 2017 yılında imzaladığı ancak henüz taraf olmadığı Minamata Sözleşmesi’yle attı. Sözleşme, taraf ülkelerden cıva üretimi ve kullanımıyla ilgili tüm süreçleri kontrol etmesini ve ilgili emisyonları azaltmasını istiyor.

Doğadaki cıvanın kaynağı balıklar değil ancak insanı, besin zincirine girerek doğrudan etkilediği için önemli. Kalp, böbrek, akciğer ve beyinde ciddi sorunlara yol açan cıvanın son 500 yılda insan faaliyetleri sonucu doğaya 1 ila 3 milyon ton arasında bırakıldığı biliniyor. Çimento üretiminden, kömür yakılmasına, metal üretiminden atık yakılmasına kadar birçok farklı işlem sonucunda doğaya cıva bırakılıyor. Küçük ölçekli altın madenciliği dünyadaki cıva kullanımının yüzde 37’sinden, vinil klorür üretimi ise yüzde 26’sından sorumlu. Çoğu zaman doğaya zarar verdiği için gündeme gelen altın, cıva kullanımında da başrolü oynuyor. Cıva, çıkarılan altınla birleşerek diğer madenlerden ayırıyor. Yakıldığında ise cıva buharlaşıyor geriye altın kalıyor. Havaya karışan cıva da solunum yoluyla yine insan ve diğer canlıları tehdit ediyor. Süslenme uğruna ağır bir bedel ödeniyor.

***

Bazı ülkelerde balık tüketimi tavsiyeleri

Büyük Britanya
Bazı ülkeler cıva konusunda tüketicileri özellikle de çocuk sahibi olmak isteyen kadınları ve hamileleri balık tüketimi konusunda uyarıyor. 16 yaşından küçük çocukların kılıçbalığı ve köpekbalığı yememeleri isteniyor. Yetişkinler için haftada bir porsiyonu geçmemeleri öneriliyor. Hamilelerin haftada dört konserve kutusundan fazla ton balığı tüketmemesi tavsiye ediliyor.

İspanya
Emziren ve hamile kadınların avcı, büyük balıkları yememesi, küçük çocukların da aynı şekilde cıva açısından riskli balıkları tüketmekten kaçınması isteniyor. Büyük çocukların tüketimlerinin de haftada 50 gramı geçmemesi öğütleniyor.

Fransa
Köpekbalığı, kılıçbalığı gibi cıva yoğunluğu yüksek balıkların, hamile ve emziren kadınlarla çocuklar tarafından yenmemesi isteniyor. Daha küçük ama riskli balıkların tüketimini de kadınlar da haftada 150, çocuklarda (30 aydan küçük) 60 gramla sınırlamaları isteniyor.

Hollanda
Hamile kalmaya çalışan ve hamile kadınların kılıçbalığı gibi büyük balıkların yanı sıra tatlı su levreği, turnabalığı, yılan balığı ve ton balığı gibi balıkları, taze ya da konserve, yememeleri tavsiye ediliyor.