Özgür Gürbüz/12 Ağustos 2018
Bildiğiniz gibi Türkiye'de de çok yaygın kullanılan roundup adlı ot öldürücü
nedeniyle kansere yakalandığını öne süren bir hastaya ABD'de 289 milyon dolar
tazminat ödenmesi kararlaştırıldı. Bir anlamda, ürünün kanserojen olduğuna dair
öne sürülen iddialara hukuki bir destek geldi. Dünya Sağlık Örgütü de 2015
yılında yaptığı açıklamada Monsanto adlı GDO'lu tohum üreticisinin ürettiği bu
ot öldürücünün "muhtemelen kansorejen" olduğunu söylemişti. İlgili
haberi BBC Türkçe'den
okuyabilirsiniz.
Glifosat konusu bu haberle
birlikte Türkiye'de de konuşulmaya başlandı. En sonunda. Bu konuda
BirGün gazetesinde üç yazı yazmıştım. Onları hatırlatmakta fayda olduğunu
düşünüyorum. İlk yazıda da şu talep vardı: "Glifosat
konusunda da geç kalınıyor. Eldeki verilere bakılarak, Dünya Sağlık Örgütü,
Sağlık ve Çevre Birliği gibi örgütlerin uyarılarını ciddiye alarak, glifosatın
Türkiye’de satışına ve kullanılmasına hemen, en azından tedbir amaçlı bir yasak
konulması gerek".
Bu talebi şimdi yeniden tekraralamak ve bu ot
öldürücülerin Türkiye'de kullanılmasını yasaklamalıyız. Her geçen gün risk
artıyor."
Tüm yazılar kronolojik halde burada:
12 Şubat 2016 - GDO
ve kanser konusunda bir uyarı daha
20 Mayıs 2016 - Faruk Çelik'e bir çağrı
27 Mart 2017 - GDO'ya alışmayın
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Ordu'da selin sorumlusu kim
Özgür Gürbüz/8 Ağustos 2018
Ordu'da yaşanan felaketin ardında onlarca neden var. Yanlış yapılaşma, afetlere hazırlıksızlık, rant için betona gömülen dere yatakları ama bir neden var ki tüm bu hataların sonuçlarını daha da ağırlaştırıyor. O da İklim değişikliği.
Ordu'da yaşanan felaketin ardında onlarca neden var. Yanlış yapılaşma, afetlere hazırlıksızlık, rant için betona gömülen dere yatakları ama bir neden var ki tüm bu hataların sonuçlarını daha da ağırlaştırıyor. O da İklim değişikliği.
İklim değişikliğini durduramazsak yağışların eskisine oranla daha sık,
daha şiddetli ve alışılmadık zamanlarda meydana geleceğini bilim bize
yıllardır söylüyor. Söylenen oluyor. Peki, Türkiye iklim değişikliğini
durdurmak, uyum sağlamak için ne yapıyor? Kayda değer hiçbir şey...
Paris Anlaşması'nı onaylamayan ülke kalmadı. 197 imzacının 179'u onayladı, kalan 18 ülkeden bir Türkiye. Kömür, petrol ve doğalgaz bu işin sorumlusu, Türkiye adeta Ordu'da, Rize'de, Samsun'da daha fazla felaket olsun der gibi durmdan kömür santralı açmaya çalışıyor.
Petrol tüketimini azaltmak lazımken otoyol, duble yol, köprü gibi petrol tüketimini artıracak politikalar marifetmiş gibi anlatılıyor. Havayolu ulaşımı keza öyle. Sonuçta seragazı emisyonları her yıl artıyor. #İklimKrizi bir gün o şehri, yarn başka şehri vuruyor.
Çözüm enerjiyi daha verimli kullanmak. Kömür, doğalgaz ve petrol gibi ithal kaynak yerine yerli, rüzgar ve güneş gibi kaynaklara yönelmek ama iki sözünden biri milli olanlar tam tersini yapıyor. Tek söyledikleri, falanca yılda görülmeyen yağış. Kadercilikle hatalarını gizliyorlar.
Bilim bunların olacağını, nasıl durdurulacağını veya önlem alınacağını da söylüyor ama dinlemiyorlar. İnsanlar sizin yüzünüzden acı çekiyor. Kurdelesini kestiğiniz her temik santral, açtığınız yol, betona boğduğunuz kentler yüzünden Ordu'yu bugün sel alıyor. #SorumluSizsiniz
Paris Anlaşması'nı onaylamayan ülke kalmadı. 197 imzacının 179'u onayladı, kalan 18 ülkeden bir Türkiye. Kömür, petrol ve doğalgaz bu işin sorumlusu, Türkiye adeta Ordu'da, Rize'de, Samsun'da daha fazla felaket olsun der gibi durmdan kömür santralı açmaya çalışıyor.
Petrol tüketimini azaltmak lazımken otoyol, duble yol, köprü gibi petrol tüketimini artıracak politikalar marifetmiş gibi anlatılıyor. Havayolu ulaşımı keza öyle. Sonuçta seragazı emisyonları her yıl artıyor. #İklimKrizi bir gün o şehri, yarn başka şehri vuruyor.
Çözüm enerjiyi daha verimli kullanmak. Kömür, doğalgaz ve petrol gibi ithal kaynak yerine yerli, rüzgar ve güneş gibi kaynaklara yönelmek ama iki sözünden biri milli olanlar tam tersini yapıyor. Tek söyledikleri, falanca yılda görülmeyen yağış. Kadercilikle hatalarını gizliyorlar.
Bilim bunların olacağını, nasıl durdurulacağını veya önlem alınacağını da söylüyor ama dinlemiyorlar. İnsanlar sizin yüzünüzden acı çekiyor. Kurdelesini kestiğiniz her temik santral, açtığınız yol, betona boğduğunuz kentler yüzünden Ordu'yu bugün sel alıyor. #SorumluSizsiniz
Son balık tutulduğunda
Özgür Gürbüz-BirGün/23 Temmuz 2018
Çevrecinin daniskaları bile Şef
Seattle’a atfedilen şu sözü bilir: “Son ağaç kesildiğinde, son balık
yakalandığında ve son nehir kirlendiğinde beyaz adam paranın yenmeyeceğini
anlayacak”. Sorun da burada. Bizim kovboyların kafası karışık. Kendilerini yıllarca
eziyet çektirilen Kızılderili sandıkları için bu toprakların “beyaz adamına”
dönüştüklerinin farkında değiller. O yüzden jeton son balık tutulduğunda da
düşmeyecek diye korkuyorum.
Yaşadıkları toprakları “paraya hücum” naralarıyla işgal etmeye çalışan kovboyların son bir birkaç haftada yaptıklarını hatırlatayım siz de bana hak vereceksiniz. Uğur Şahin’in geçen hafta BirGün’deki haberinde detaylarını okuduğumuz Türk Akımı faciası sürüyor. Rusya’dan gelen doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya götürecek boru hattı için Kıyıköy’ün Selvez Koyu feda ediliyor. Denizde balık yerine dozer, karada kuşlar yerine hafriyat kamyonları var. Sabah akşam bela okuduğumuz Avrupalı kovboylar gazsız kalmasın diye Türkiye’nin doğası feda ediliyor.
Selvez’in biraz üstünde benzerine nadiren rastlanan bir ekosistem var. İğneada Longoz Ormanları. Burası Milli Park ilan edilmiş ama yaz aylarında cipler park ediyor, bol bol “safari” yapıyorlar. Cipli kovboylar milli parkı halledemezse “b planı” da hazır. Nükleer santral için İğneada’nın adı geçiyor. Tek tek ağacı, balığı, nehri yok etmekle kim uğraşacak? Kısa yoldan “paranın yenmeyeceği” bölümüne geçmek için Trakya’nın kalbine ülke boyu nükleer piknik tüpü yerleştirmek istiyorlar.
Anadolu kovboylarının Trakya’nın öte yakasını da boş bırakmadığını söyleyelim. BOTAŞ Saros Körfezi’ne doğalgaz taşıyacak gemiler için liman yapmak istiyorlar. “Saros Körfezi, 144 çeşit balık, 78 tür deniz bitkisi ve 34 tür süngere ev sahipliği yapan, su altı zenginlikleri ile dolu ve sualtı etkinlikleri ile ilgilenenler için oldukça önemli bir bölge”. Son cümleyi ben yazmadım, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bilgisunar sayfasında yazıyor. Bizim kovboylar at üstünde ihaleden ihaleye koşturmaktan belli ki kendi yazdıklarını da okumuyor. Neyse ki bölgedeki Kızılderililer ayakta, Cuma günü halkın katılımı toplantısını yaptırmayıp, direnişe başlamış.
Başka bir balık merkezi de Sinop’ta. Oraya da malumunuz bir nükleer piknik tüpü siparişi verildi. Santral çalışmaya başlar başlamaz balıklar radyoaktif bereketten nasibini alıp, ekstra göz ve yüzgeçle soframıza gelecek. Ekmeğin tersine gramajı orası burası şiştiği için fiyatı da düşecek. Bizden başka kim yer o balığı? Çernobil’den biliyoruz; bizim kovboyumuz satamadığı radyasyonlu çayı, fındığı kendi halkına yedirir.
Anadolu kovboylarının Kızılderili topraklarını işgali sadece batıda olmuyor. Kars’ta baraj yapmışlar, suyu kesince balıklar havasız kalmış, ölmüş. Karadeniz’in el değmemiş ormanları yollarla bölünmüş. İşgalin lojistik ayağı tamamlansın diye ülkenin en uzun sahili Karadeniz Otoyolu’yla kullanılamaz hale getirilmiş. Ansiklopedilere Karadeniz’in Türkiye kısmı, “denizi olup giremeyen kovboyların ülkesi” diye geçecek. Kirlenen son nehri görmek isteyenlerin ilk adresi de bu gidişle Karadeniz olacak.
Memlekette “talana hücüm” haberi çok, yazsak her güne bir köşe yazısı çıkar ama biz işi karaya taşımadan burada bırakalım. Balık ve deniz meselesi çok ciddi. Yukarıda şen şakrak yazdığıma bakmayın…
Avrupa Çevre Ajansı Karadeniz’deki balık yığınlarının durumuna bakmış. Karadeniz’de sekiz balık yığınını incelemiş. Sekiz yığının hemen hemen hepsi, balıkçılık kaynaklı ölüm oranı ve üreme kapasiteleri açısından iyi çevresel şartlara (GES) sahip değil. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) de benzer bir uyarıda bulunuyor. Akdeniz ve Karadeniz bütün denizler içinde en sürdürülemez balık yığınlarına sahip. Yüzde 62’si bu durumda. Bu iki denizde, 2005 ila 2014 arasında yılda ortalama 1 milyon 421 ton balık avlanırken 2016’da bu rakam 1 milyon 236 bin tona düşmüş. Avlanan balık miktarı, sadece son bir yıl içinde (2015’ten 2016’ya) yüzde 5,9 oranında azalmış.
Anlayacağınız, radikal önlemler alınmazsa balık bitti kara göründü. Şef Seattle haklı mı değil mi herhalde ilk biz göreceğiz. Son balığın tutulmasına, son ağacın kesilmesine ve son nehrin kirlenmesine az kaldı.
Yaz geldi, yazar yoruldu. İzninizle yazılarıma
iki hafta ara veriyorum.
Yeni nükleer santral yatırımları son beş yılın en düşük seviyesinde*
Uluslararası Enerji Ajansı‘nın son raporuna göre
yeni nükleer santral yatırımları son beş yılın en düşük seviyesinde kaldı. Artan
elektrik talebine rağmen nükleer santralların küresel elektrik üretimindeki
payı azalıyor.
Özgür Gürbüz-BirGün/19 Temmuz 2018
Uluslararası
Enerji Ajansı‘nın (UEA) 2018 yılı Küresel Enerji Yatırımları raporu açıklandı.
Rapora göre enerji yatırımları son iki yıldaki düşüş eğilimini bozmadı ve 2017
yılında 1,8 triyon dolara geriledi. Özellikle elektrik sektöründe yatırımların
azaldığı görülürken, güneş ve rüzgarın başını çektiği yenilenebilir enerji
yatırımları düşüşten en az etkilenen sektörler oldu.
Nükleer enerji
yatırımlarındaki düşüş ise oldukça çarpıcı. 2017 yılında nükleer enerji
yatırımları yüzde 45 oranında azalarak 17 milyar dolara geriledi. Geçen yıl tüm
dünyada sadece 4 yeni nükleer reaktör devreye alındı ve bunların üçü Çin’deydi.
UEA verilerine
göre dünya elektrik tüketimi 2004 yılında 15 bin teravatsaat civarındaydı.
2017 yılında tüketim 22 bin teravatsaatlere yükseldi ancak aynı dönemde nükleer
santralların elektrik üretimi artmadığı gibi geriledi. 2004 yılında dünyadaki
tüm nükleer reaktörler 2 bin 616 teravatsaat elektrik üretirken bu rakam 2017’de
2 bin 488 teravatsaate düştü. Artan elektrik talebine rağmen nükleer enerjinin
payı azaldı. Bu da nükleer enerjinin küresel elektrik üretimindeki payının
neredeyse yarı yarıya azalttı. 1996 yılında dünya elektrik üretiminin yüzde
17,6’sını karşılayan nükleer santralların bugünkü payı yüzde 10,5
civarında.
Küresel Enerji
Yatırımları raporu nükleer enerji yatırımlarının neredeyse tamamının devlet
desteğiyle ve rekabet koşullarının olmadığı pazarlarda gerçekleştiğine de
dikkat çekiyor. 2000 yılından bu yana onaylanan nükleer enerji yatırımlarının
sadece yüzde 3’ü rekabetçi pazarlarda gerçekleşmiş. Bu yatırımlarda da devlet
şirketlerinin varlığı ve fiyat garantileri gibi rekabeti zedeleyen faktörler
rol oynamış.
Enerji
yatırımlarında payını artırmayı başaran nadir sektörler arasında enerji
verimliliğinin olması dikkat çekici. 2017 yılında 236 milyar dolarlık yatırım
yapılan enerji verimliliği sektöründe binalar, ulaşım ve endüstri başlıkları ön
planda. Elektrikli araçlara harcanan miktarın 43 milyar doları bulması da
raporun dikkat çektiği ilginç veriler arasında.
Elektrik
enerjisi yatırımlarında ise yenilenebilir enerji başı çekiyor. 2017’de elektrik
üretimi yatırımlarının üçte ikisi (300 milyar dolar) yenilenebilir enerjiye
ayrılmış. Geçen yıl kurulan güneş ve rüzgar enerjisi kapasitesinin toplamı,
diğer enerji kaynaklarına eklenen yeni kapasiteyi geride bırakıyor. UEA,
küresel enerji yatırımlarının yüzde 8’ini çeken güneş enerjisindeki en büyük
avantajın neredeyse her yıl yüzde 15 oranında azalan maliyetler olduğuna dikkat
çekiyor. 2017’de güneşten elektrik üreten fotovoltaik panellere yapılan
yatırımın nerdeyse yarısı Çin’de yapılmış. Çin’in aynı yıl kömür santralları
yatırımını yüzde 55 oranında azaltması da dikkat çekiyor.
*BirGün'de Dünya Nükleerden Kaçıyor başlığıyla yayımlanmıştır.
*BirGün'de Dünya Nükleerden Kaçıyor başlığıyla yayımlanmıştır.
Boykot etmeli ama nasıl
Özgür Gürbüz-BirGün/16 Temmuz 2018
Çevre
sorunlarının bir numaralı kaynağı kapitalizm yani tüketim toplumu olduğu için
tüketicileri belli bir markayı ya da ürünü boykot etmeye çağırmak günümüzde sıklıkla
kullanılan kampanya araçlarından. Ormana kurulan bir otele gitmemek, hayvanlar
üzerinde deney yapan firmanın ürünlerini almamak, kitlelerce benimsendiğinde
elbette sonuç alınabilecek doğru eylemler.
Teoride evet
ama pratikte sorun var. Boykot kampanyalarının çoğu amacına ulaşmıyor. Peki, onları
işe yarar hale getirmek için ne yapmalı? Hareket alanlarımızın iyice
kısıtlandığı şu günlerde bu soruya yanıt bulmak hiç olmadığı kadar önemli. Kitleleri
alışverişe giderken eyleme yönlendirmek, boykota katılmalarını sağlamak oldukça
zor ama imkansız değil. 1955’te zenci ve beyazları otobüslerinde ayrı ayrı
oturtan Montgomery’deki otobüs boykotu gibi. Alabama’daki Afrika kökenli
Amerikalılar, yüksek mahkemenin kararıyla bu insanlık ayıbı ortadan kalkana
kadar tam 381 gün, haftada bir gün otobüse binmemiş ve başarmıştı.
Boykotlar
başarılı olmak için görünür ve sürekli olmalı. Görünürlükten eskiden sadece
medyayı anlardık. Büyük şirketler, medya organlarıyla aralarındaki reklam
ilişkileri nedeniyle aleyhlerindeki bir yazı veya haberi engelleyebildikleri için
boykotları duyurmak daha zordu. Şimdi sosyal medya gibi bir kapı daha var.
Şansınız daha fazla ama uzun süre görünür olmayı başarmak zorundasınız.
Montgomery’yi hatırlayın; 381 gün…
İş sadece
sosyal medyada bitmiyor. Kampanyayı şirketin ve tüketicilerin olduğu her yere taşımalısınız.
Türkiye’den bir örnek verelim. Sendikalaştıkları için işten çıkarılan Flormar
işçilerinin işe iadesi amacıyla firmanın ürünleri boykot ediliyor. Flormar’ın
yüzde 51 hissesi Yves Rocher’inin elinde. Her yerde mağazası ve tüketicileri
var. Boykotun başarılı olması için medyada görünürlüğün yanı sıra o mağazanın
yakınından geçen herkesin olayı duymasını sağlamak gerek. 2008 yılındaki Desa
boykotundaki gibi uluslararası bağları kullanmak, yurt dışındaki tüketiciyi
veya sivil toplum örgütlerini sürece katmak da önemli.
Boykot
kampanyasının hedef kitlesi boykot edilen ürünün alıcısı değilse o işe hiç
başlamayın. Ferrari marka otomobili boykot edecekseniz, o alıcılara
ulaşabilmelisiniz. Montgomery’de otobüsü kullananların 4’te 3’ünün zenci olması
boykotu başarılı kılmıştı. Tüketicileri boykota katmanın tek yolunun onları
suçlu hissettirmek olmadığını da unutmayın. Boykota katıldıkları için gurur
duymalarını ve güçlü hissetmelerini sağlamak da önemli bir araç olabilir. Hedef
kitleniz üst gelir sınıfıysa onları suçlu hissettirmekten çok, gurur duyacak ve
dostlarına anlatabilecekleri bir iş yapmaya davet edin.
Her boykot
kampanyasının kendine has incelikleri olsa da başarı için ilk akla gelenler
bunlar. Başarının sadece kampanya amacına ulaşmak olduğunu da düşünmeyin.
Karşınızdaki şirketin alnına yıllarca unutulmayacak bir kara leke sürmek, kısa
dönemde satışlarını düşürmekten çok daha etkili olabilir.
Boykotlar
tutmaz deyip kestirip atmayın. Sorun boykotta değil bizde. Çoğumuz başkalarının
bizim için her sorunu halletmesini bekliyoruz; böyle alışmışız. 24 Haziran seçimi
üzerinden bir örnekle anlatayım. Seçim sonrasında özellikle CHP’yi eleştiren
yüzlerce sosyal medya paylaşımı okuduğunuza eminim. Bu insanların çoğunun
CHP’den rahatsız olsa da partiyi değiştirmek için örgüte katılmadığını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Rakamlar ortada. CHP’nin aldığı oy sayısı 12 milyon
111 bin, üye sayısı ise 1 milyon 200 bin. Oy sayısı üye sayısının 10 katı.
AKP’de ise oy sayısı 23 milyon 681 bin, üye sayısı ise 10 milyona yakın. AKP’ye
oy verenlerin yarısı halihazırda parti üyesi. Muhalefetin her alanında durum
böyle. 16 yıllık kalıcı bir düzeni yıkmak istiyorsunuz ama bunu, işleyişini,
çalışma düzenini, kadrolarını bilmediğiniz partilerde bir günü eğitim toplam
iki gün çalışıp sandık görevlisi olarak yapabileceğinizi sanıyorsunuz.
Büyük
başarılar fedakarlık, sabır ve davaya bağlılık ister. Boykotlar da öyle. Bugün
Türkiye’de boykotların işe yarama şansını azaltan en büyük faktör başkalarından
bekleme ve kolaycılığımız. Yoksa ETS Tur’un sahibi, müşterilerinin büyük bir
bölümünün muhalifler olduğunu bilmesine rağmen, boykot edilmekten korkmadan
hükümette yer alır mıydı? Keyfimizi bozmadan, dünyayı değiştirmeyi istemek gerçekçi
değil. Bizim de özeleştiri yapma zamanımız geldi, ertelemeyelim.
Nükleer atıklara yeşil ışık
KHK ile nükleer enerji düzenlemesi: Nükleer atıklara yeşil ışık
Yayınlanan KHK ile Rusya’nın ‘alacağız’ dediği nükleer atıkların Türkiye’ye geri gönderilmesine yol açıldı. Kurulacak olan Nükleer Düzenleme Kurumu’nun tarafsız olmayacağı da açık
Yayınlanan KHK ile Rusya’nın ‘alacağız’ dediği nükleer atıkların Türkiye’ye geri gönderilmesine yol açıldı. Kurulacak olan Nükleer Düzenleme Kurumu’nun tarafsız olmayacağı da açık
Özgür Gürbüz-BirGün/10 Temmuz 2018
Alelacele
çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerden nükleer enerji de nasibini aldı.
Türkiye’de bir Nükleer Düzenleme Kurumu kurulmasını ve ilgili bazı kanunlarda
değişiklik yapılmasını sağlayan KHK ile Rusya’nın alacağız dediği nükleer
atıkların Türkiye’ye geri gönderilmesine de yeşil ışık yakıldı.
Mersin
Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi, sürecinden başından beri
atıkları (aslında sadece yüksek seviyeli atıkları, orta ve düşük seviyeli
atıklar Mersin’de kalacak) Rusya’ya götüreceğini söylüyordu. Kararname’nin 6.
maddesinin ilk iki fıkrası ise Rus şirketin nükleer atıkları Rusya’ya
götürdükten sonra geri getirmesine izin veriyor. 6. maddenin ilk fıkrası, “Türkiye
Cumhuriyeti egemenlik alanı dışında yürütülen bir faaliyet sonucu ortaya çıkmış
olan radyoaktif atıklar, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisine sokulamaz”
diyerek, nükleer atıkların Türkiye’ye getirilmesine karşı çıkıyormuş gibi
görünse de takip eden ikinci fıkra bir istisna koyuyor. Aynı maddenin ikinci
fıkrası, “Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde üretilmiş ve kullanım süresi
dolduğunda menşei ülkeye iade şartı ile ihraç edilmiş radyoaktif kaynaklara ve
radyoaktif atıkların transit geçişine birinci fıkra hükmü uygulanmaz” diyor.
Bu fıkranın
anlamı şu. İçinde plütonyum gibi nükleer silah yapımında kullanılabilecek
kullanılmış yakıt çubukları santraldan çıkarıldıktan sonra Akkkuyu’da soğutma
havuzlarında bekletilecek, daha sonraysa Rusya’ya (Sinop için Japonya veya
Fransa) götürülüp, silah yapımında kullanılabilecek maddelerden arındırıldıktan
sonra yeniden Türkiye’ye gönderilecek ve radyoaktivitesi azalana kadar binlerce
yıl Türkiye’de kalacak. Nükleer santral riskinin yanına nükleer atık riski de
eklenecek.
Kurum bağımsız olamayacak
Nükleer Düzenleme Kurumu
(NDK), nükleer enerji ve iyonlaştırıcı radyasyonla ilgili faaliyetlerin
yürütülmesi sırasında çalışanların, halkın, çevrenin ve gelecek nesillerin iyonlaştırıcı
radyasyonun zararlı etkilerinden korunması için gerekli ilke ve esaslarla, tarafların
sorumluluklarını belirlemek için düzenlemeler yapacak. Yurt dışında da
benzerleri görülen kurumun görünen en temel sorunu Türkiye gibi tek adam
tarafından yönetilen, denetleme mekanizmalarından yoksun bir ülkede nasıl bağımsız
olacağı.
KHK’nin 7. maddesin 1.
fıkrasında, “…kendisine verilen görev ve yetkileri bağımsız olarak yerine
getirir ve kullanır” dese de, aynı
fıkrada kurumun ilgili bakanlığının, Cumhurbaşkanınca belirleneceği söylemi
bağımsızlığına gölge düşürüyor. Kurumun karar organı olan Nükleer Denetleme
Kurulu’nun üyeleri de Cumhurbaşkanınca atanıyor. Bakanlığa bağlı, üyeleri
iktidarca belirlenmiş bu kurumun bağımsız kararlar alıp, şirketlerin veya
devletin değil halkın sağlığını öne çıkaracağını düşünmek fazla iyimser olmayı
gerektiriyor. Benzer kurumlar yabancı ülkelerde de var ama bağımsızlık için
başka ilkeler de eklenmiş. Örneğin, ABD’deki benzer kuruluşun beş komisyon
üyesi ABD Başkanı tarafından atansa da, Senato tarafından onaylanmak zorunda. Finlandiya’nın
benzer kuruluşu STUK ise ülkede yapımı süren santralde bulduğu hataların üstünü
örtmeyerek, belki de santralın 10 gecikmesine ve 5,5 milyar avro zarar
edilmesine neden oldu. Türkiye’deki NDK’nin bu yapısıyla iktidarın ve
şirketlerin hoşuna gitmeyecek benzer bir cesareti gösterebileceğini hiç
düşünmüyorum. Umarım yanılırım.
NDK’ye verilen görevler
arasında maruz kalınabilecek radyasyon dozlarını belirlemek de var. Bu da
oldukça tartışmalı bir konu çünkü büyük nükleer kazalarda, sınır değerlerin
artırılarak ortada bir risk yokmuş gibi davranılmasına yol açabilir.
Fukuşima’da da bunun örneğini görmüştük. O yüzden kurumun bağımsız olmaması ve
devletçe kontrol ediliyor olması sınır değerleri güvenilmez kılacak.
320 kişilik kadro ayrılan
NDK’ye verilen yetkilerden biri de, ihtiyaç duyacağı konularda danışmanlık ve
teknik destek alacağı, yüzde 51 hissesine sahip NÜTED adlı bir şirket kurmak.
Bu şirketin yüzde 49 ortağının kim olacağı da önemli çünkü NÜTED’den istenen
işin halk sağlığını tehdit eden ve nükleer firmaları rahatsız edebilecek bir
konu olması durumunda, ortaklık yapısında bulunacak şirketin yapılacak
araştırma veya denetim çalışmasını etkileyebilme gücü olabilir.
Türkiye çöp üretiyor
Özgür Gürbüz-BirGün/9 Temmuz 2018
Samandan,
patatese her şeyi ithal eden Türkiye’de herkes ülkenin üretim yapamamasından şikayetçi.
Haksızlık etmeyelim, Türkiye her gün bol bol çöp üretiyor. Aslında “atık” demem
gerek ama diyemiyorum çünkü belediyelerin topladıkları atığın yüzde 90’ı çöpe
gidiyor. TÜİK’in en son verilerine göre, 2016 yılında belediyelerce toplanan
31,6 milyon ton atığın yüzde 61,2’si düzenli depolama tesislerine, yüzde 28,8’i
belediye çöplüklerine ve yüzde 9,8’i geri kazanım tesislerine gönderilmiş.
Yüzde 0,2’si ise ya açıkta yakılıyor ya da dereye veya araziye boşaltılıyor.
Anlayacağınız, tüketim toplumunun en kötü örneklerinden biri haline gelen
Türkiye, aşırı tüketimle atık miktarını artırdığı gibi, çıkan atığı da değerlendiremiyor.
Avrupa’ya
baktığımızda hedeften ne kadar geride kaldığımızı daha iyi görüyoruz. 2015
yılında Avrupa’nın bu konudaki lideri Almanya belediye atıklarının yüzde
66’sını geri dönüşüm ve kompost tesislerine göndermiş. 10. sıradaki İtalya’da
bu oran yüzde 44, listenin ortalarında yer alan İspanya’da yüzde 33. Son
sıralardaki Romanya bile yüzde 13’ü yakalamış. Türkiye AB kayıtlarında Sırbistan’la
birlikte sonuncu gözüküyor. 2015 verisine göre yüzde 1’de kalmışız. Biz,
TÜİK’in 2016 verisini esas alıp yüzde 10 diyelim ama o da bizi Avrupa’nın en
kötü üç ülkesinden biri olmaktan kurtarmıyor.
İşin daha da
kötüsü şu; bu çağda “geri dönüşüm” asıl hedef bile olamaz. Hedef, sıfır atık
çıkarmak olmalı. Geri dönüşüm son çare, çözüm değil. Önce atık üretimini
azaltmak gerek. Bu hedefe ulaşmak için de kullanılmış ürüne odaklanmak yetmez,
üretim sürecinin tamamını değiştirmeliyiz. Döngüsel ekonomi kapsamında, yeni
atık politikası şu üç madde üzerinde inşa edilmeli.
* Ürün
üretiminde, ekolojik tasarımların da yardımıyla daha az hammadde kullanarak
veya hammadde israfını önleyerek aynı ürünü üretmeyi başarmalıyız.
* Ürünleri
daha verimli kullanmalıyız. Paylaşım ekonomisini yaygınlaştırarak,
kullandığımız bir ürünü başkalarının da kullanmasını sağlayabiliriz. Ortak
kullanılan otomobiller, bisikletler buna iyi bir örnek. Kullanılmış giysilerin,
ev eşyalarının paylaşımının yaygınlaştığını düşünün.
* Ürünlerin
yaşam ömrü uzatılmalı. Daha dayanıklı ürünler atık miktarını azaltır.
Kullandığımız eşyalar bozulunca atmak yerine tamir etmeliyiz. Terzi ve
tamirciler gibi ürünlerin ömrünü uzatan meslekleri destekleyecek mali
politikaları ciddi ciddi konuşmak gerek.
Kavramları da yerli
yerine oturtsak iyi olacak. Geri dönüşüm, kullanılmış bir üründen yine aynısını
yapmaktır. Kullanılmış cam şişesinden cam şişe yapmak gibi. Plastik şişeden
kalitesi daha düşük bir plastik torba üretmek geri dönüşüm sayılmaz çünkü bir
süre sonra plastik yeniden kullanılamaz hale gelir ve döngü sonlanır. Camdan
cam yapmak ise ömür boyu devam eder…
Şirketlerin
yeşile boyama oyununa da düşmeyin. Örneğin, içine bitki katılmış plastik
şişeleri çevreci sanmayın. Şirketlerin cam şişeden kaçma çabası bunlar. Plastik
şişenin birazı bitkiden üretilse ne fark eder? Plastik doğada yok olur mu? İçine
süt ve meyve suyu koyduğunuz plastik, karton ve alüminyum karışımı karton kutular
da çevre dostu değiller. Geri dönüşümü zor, kimse uğraşmıyor. Doğada çözünür
dedikleri plastik torbanın, parçalara ayrılması için çok özel koşullar
gerektiğini unutmayın. Bez çanta ve mataradan vazgeçmeyin. Söz konusu şişeyse
önceliğimiz cam olmalı, mecbur kalınan yerde ise depozito ücreti alınan plastik
şişe veya karton kutu kullanılmalı. Gereksiz ambalajlar, pipet gibi tek
kullanımlık ürünlerin üretimi ise mecbur kalınan yerlerde sınırlandırılmalı,
caydırıcı ücretler ve vergiler eklenmeli.
Cam şişeyle,
depozitoyla uğraşmak istemeyen şirketler, daha kolay ve fazla kâr elde
edebilmek için çevreyi kirletmeyi tercih ediyor. Hükümet de halkın sağlığını
değil şirketleri koruduğu için sesini çıkarmıyor. Tüm sorunumuz bu. Hedefimiz
sıfır atık olsun ama çıkan atıkları sıfırlamaya değil, çıkardığımız atık
miktarını sıfırlamaya çalışalım.
Çevreciler şimdi ne yapacak
Özgür Gürbüz-BirGün/2 Temmuz 2018
Seçimlerden
sonra doğayı korumaya çalışanlar ne yapacak? Hükümet kurulur, eskisine benzer
bir iktidar ülkenin başa geçerse çevre konusunda başımıza neler geleceğini üç
aşağı beş yukarı tahmin edebiliyoruz. Ormanlar şantiyeye, kıyılar betona,
dereler kocaman birer boruya, ovalar bölünmüş yola, zeytinlikler santrala
dönecek. Bu kötü gidişatı durdurmak, halkın sağlığını ve canlıların yaşam
alanlarını korumak için biz ne yapacağız onu düşünmekte fayda var. Yeni yıl
hedefleri gibi oldu ama ben size aklımdakileri yazdım.
Çevre ile siyaset arasındaki bağı göstermeliyiz. Seçimde bir kez daha gördük ki insanlar
sandığa giderken çevre sorunlarını ilk sıraya koymuyor. Bizim önümüzdeki
dönemde siyasetle doğa arasındaki inkar edilemez bağı artık açıkça göstermemiz
gerekiyor. Termik santrala karşı mücadele ederken, “çözüm nedir diye soranlara”
artık sadece “kömür değil güneş” demek yetmez. Çözümün siyasetten ve sandıktan
geçtiğini, “aman siyasete bulaşmayalım” demeden, işin en başından anlatmalıyız.
Suçlu hangi partiyse onu halka göstermeli, kampanyalar sırasında o partinin yerel
örgütlerinden, yetkililerinden yanıt ve savunma istemeliyiz. İşin başındakiler
karşımıza çıkmaya korkuyor. O zaman biz de bulduğumuz ilk sorumlunun yakasına
yapışmalıyız.
Yalnız mücadele etmekten vazgeçmeliyiz. Mevcut örgütler aklımız ve
yüreğimizdekileri tamamen yansıtmayabilir ama birlikte olmak bugün en güçlü dayanağımız.
Sosyal medyada bile doğruları tek başımıza söylemenin eksik olduğu bir zamandayız.
Meramımızı aynı anda bir etiket altında toplayınca gündemi belirliyoruz. Birlikte
aynı şarkıyı söylediğimizde çok güçlüyüz. Örgütlenmeme lüksümüz yok. Mahallede,
dernekte, sendikada veya bir siyasi partinin çevre ile ilgili çalışan
kollarında buluşmak zorundayız. Az değiliz ama bir arada olmayınca az gibi
görünüyoruz.
Talanı durduramasak bile açığa çıkarmalıyız. Çevreye zarar veren faaliyetleri
durdurmak istiyoruz elbette ama bir amacımız da bu talanı ifşa etmek. Biz
söylemezsek, yazmazsak, protesto etmezsek tarihe suçluları belli olmayan bir
cinayet romanı bırakacağız. Olayın cinayet olduğunu bile kimse bilmeyecek. O
yüzden de tek amacımız cinayeti önlemek değil bazen de şahitlik etmek, katile,
“senin ne yaptığını biliyoruz” demek. Bu kapsamda, sesinize yer veren,
davalarınızı sahiplenen medyaya destek olmak, onlara içerik ve maddi destek
sağlamak da hiç olmadığı kadar değerli hale geldi. İhmal etmeyin, destekleyin.
İnandıklarımızı hayata geçirmeliyiz. Örgütlü faaliyetlerimizin yanında, kendi
başımıza yapacağımız çok önemli işler de var. Biliyoruz ki doğanın bir numaralı
düşmanı kapitalizm ve onun büyüttüğü tüketim toplumu. Bugünkü iktidarı ayakta
tutan da o. Hayatımızı sadeleştirmek, az tüketmek ve özellikle de bu talana
destekleyen şirketleri ve hatta bireyleri boykot etmek yaşamı hiçe sayanlara
verilecek en büyük derslerden biri. Bu boykotlar işe yaramaz deyip, kestirip
atmaktan vazgeçelim. Tembelliğimize bahane bulmayalım. Doğaya zarar veren bir
inşaat şirketinden ev almamaktan, doğanın talanına yeşil ışık yakan iktidara
yakın bir süpermarket zincirinden alışveriş etmemeye kadar onlarca seçeneğiniz
var. Ekonomik gücünüz ne olursa olsun yapabileceğiniz bir eylem var.
Tamirciden, gıdaya, doğru kişilere ulaşmak için çevrenizdeki dostlarınızdan yardım
isteyebilirsiniz. Tüketim ve hatta üretim kooperatiflerinin bir parçası
olabilir, sosyal medyadaki ağlardan yararlanarak sistemin sizi daha az kullanmasını
sağlayabilirsiniz.
Çevre mücadelesi ömür boyu sürecek. Doğruları söylemeye, savunmaya devam edeceğiz.
Bu mücadele kazanma veya kaybetmenin ötesinde bir dava. Bu davanın hayat boyu
süreceğinin bilinciyle, yılmadan yola devam etmek zorundayız. Çoğunluğun her
zaman haklı olmadığını biliyoruz; seçimler o anlamda bir şey ifade etmiyor. Tek
başımıza kalsak da doğru bildiğimizi söylemek zorundayız.
Her gün aynı
sloganla güne merhaba diyelim. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)