Artvinli ne yapacak

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Nisan 2018

Bir hafta önce Artvin’deydim. Prof. Dr. Ali Demirsoy, Prof. Dr. Doğanay Tolunay ile birlikte Cerattepe’deki son durumu değerlendiren bir panelde birlikteydik. Artvin dağın yamacına tutunmuş bir kenti andırıyor. Ortasında durup aşağıya baktığımda Deriner Barajı’nın doğada açtığı izleri görebiliyordum. Büyük bir hafriyat alanı; yollar, delinmiş tepeler vardı. Yukarısı ise adeta madene tahsis edilmiş. Neredeyse gördüğüm her ağaç ve toprak maden sahası içinde kalıyordu. Kısacası, aşağısı baraja, üstü madene verilmiş bir kent Artvin. Artvinli iki inşaat arasında yaşamaya itilmiş. Yakında kentte sadece maden ve baraj işçileri kalırsa şaşırmamalı. Niyet de o sanki. “Yeşil Artvin” diyenler dışarı, “beton Artvin” diyenler içeri…

Panelin yapılacağı salon hıncahınç dolmuştu. Gaziler, çocuklar, kadınlar; gelecek kaygısı taşıyan yüzlerce kişi vardı. Yıllarını bölgede araştırmalar yaparak geçirmiş Ali Demirsoy, Artvin ve Çoruh Vadisi’nin zengin biyolojik çeşitliliğini anlattı ve Cengiz Holding tarafından işletilen bakır madeni çalışmaya devam ederse bu doğal hazineyi kaybetme riski olduğunun altını çizdi. Doğanay Tolunay ise konuşmasında ÇED raporunda es geçilen iki tehlikeye dikkat çekti. Bölgedeki sert kaya oluşumlarında çatlaklı yapılar olduğuna dikkat çeken Tolunay, patlatmalar veya çalışmalar nedeniyle çatlakların kapanıp madende su birikmesine yol açabileceğinden, tersi bir durumda ise çatlakların genişleyerek madenden gelen suların yer altı sularına karışabileceğinden bahsetti. Bir başka risk ise bölgede birikmiş taşlı toprakların (kolivyal) maden faaliyetleri nedeniyle heyelanlara neden olması. Açıkçası, hem kaybedeceklerimizin hem de riskin büyüklüğü tüylerimizi diken diken etti.

Panel sonrası gelen soruların merkezinde bundan sonra ne yapılacağı vardı. İptal ettirilen ÇED raporları yeniden çıkarılmış, bilimsel raporlar hiçe sayılmış, alınmış hukuki kararlar mahkeme heyetleri değişince boşa çıkmış, Artvin halkının eylem ve gösterileri ise OHAL bahanesiyle engellenmiş durumda. Halk madene karşı ama toplantı yapacak salon bulamıyor. Haliyle hukukun siyasete, bilimin ticarete esir düştüğü bir noktada soruyor; şimdi ne yapacağız? Bu sorunun yanıtı Artvin’i aşıyor. Artvin’i korumak sadece Artvinlilerin meselesi olmaktan çıktı ve Türkiye’de siyasetin değişmesiyle hallolacak bir mesele haline geldi.

***
Doğa katliamı sandıkta cezalandırılmalı
Türkiye’de çevre mücadelesi hep sandıktan uzak yapılır. Siyaset işin içine karıştırılmaz. Dünyada iktidar ortağı olmuş yeşil partiler varken, iklim değişikliği veya enerji konusunda çevreci fikirler dünyadaki ekonomi ve sosyal politikaların belirleyicisi olmuşken, çevrenin, doğa korumanın siyasetten dışlanması elbette garip ama Türkiye’de bu böyle.

Politika ve çevreyi ayrı tutmanın bazı gerekçeleri de var. En önemlisi de işin içine parti girince çoğu insanın çevrenin siyasete alet edildiğini düşünmesi. Mücadelenin bir partinin çıkarlarına hizmet etmesinden veya kullanılmasından hep korkuldu. Bu nedenle de doğa koruma gibi aslında tamamen siyasetin konusu olan bir mücadele, Türkiye’de politikaları doğrudan etkileyen araçlar kullanılmadan yapılıyor. Sandıkla hareket arasındaki çelişki de buradan doğuyor. Herkes HES’e karşı ayakta ama iş sandığa gelince oyları HES’e onay veren parti alıyor.

Bu “siyasetsizlik” tercihi, yargının, üniversitelerin ve medyanın kısmen de olsa bağımsız olduğu süreçte işe yarayabiliyordu. Biliyoruz ki artık ne yargı, ne üniversiteler ne de medya bağımsız. Bu yüzden siyaset dışındaki çevre hareketi, sandığı araçlarından biri yapmayı artık daha ciddi bir şekilde düşünmek zorunda. Elbette bu iş, “şu parti madene, baraja, santrala evet diyor, bu parti ise demiyor oyları ona atalım” diyerek yapılmamalı. Mesele, parti adı vermeden, “köyümüze, kentimize bizim istemediğimiz barajı, madeni, santralı yapana biz oy atmayız” diyerek anlatılmalı. Çözüm için bir partiyi göstermek doğru olmayabilir ama katil belliyse, adını söylemek için filmin sonunu beklemenin de bir anlamı yok.

Doğa katliamına izin verenler sandıkta cezalandırılmalı. Mücadele içindekiler de artık korkmadan, “senin yaşamına kastedene, seni dinlemeyene oy atma” demeli. Yaşamdan öte bir şey yok, korumak için de elimizdeki en etkin araç önümüzdeki seçimler. 

İklim krizi tarımı tehdit ediyor

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Mart 2018

24 aylık kuraklık haritası
BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son raporuna göre, 2005-2015 yılları arasında meydana gelen doğal afetlerin tarıma verdiği zarar gelişen ülkelerde 96 milyar doları bulmuş. Bu zararın yarısı Asya’da meydana geldi. Kuraklık en büyük etken; doğal afetlerden en çok etkilenenler ise yoksul çiftçiler.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün 2017 yılını kapsayan kuraklık analizleri, Türkiye’nin Doğu, Güneydoğu Anadolu ve İç Anadolu bölgelerinin bir bölümünde “şiddetli kuraklık” yaşandığını gösteriyor. Birkaç ay önce bu analizlerden bahsetmiştik. 2018’in ilk aylarındaki yağışlar da bu durumu pek değiştirmişe benzemiyor. Erzurum, Ağrı, Muş, Bitlis, Mardin, Tunceli, Kırşehir, Kayseri, Erzurum ve Erzincan civarında kuraklık riski devam ediyor.

FAO’unun raporundaki uyarıyı dikkate alarak, ülkenin doğusunda yaşanan kuraklığa ve o bölgelerde tarım yapan çiftçilere destek vermeye hazırlanmak gerek. Kısa dönemde çözüm zararı karşılamak olabilir ama uzun dönemde yapılacak iki iş var. Birincisi iklim krizinden çıkmamızı sağlayacak fosil yakıt (kömür, petrol ve doğalgaz) bağımlılığını azaltmak. Türkiye bu konuda şu ana kadar kayda değer bir ulusal politika belirlemedi. İkincisi ise iklim değişikliğine direnme gücünü artıracak uyum çalışmalarını artırmak. Yoksa iklim kaynaklı aşırı hava olayları başta tarım sektörü olmak üzere tüm yaşamsal sektörlere ciddi zarar verecek.   

İklim değişikliği dolu, sel baskını, orman yangını gibi aşırı hava olaylarının sıklığını ve şiddetini artırıyor. Bu da zaten zor koşullarda üretim yapan çiftçinin işini daha da zorlaştırıyor. FAO Genel Direktörü José Graziano da Silva “Bitki ve hayvancılık üretiminin yanı sıra ormancılık, balıkçılık ve su ürünlerini kapsayan tarım sektörleri; iklim ve piyasa oynaklığı, zararlılar ve hastalıklar, aşırı hava olayları ve giderek artan uzun süreli krizler ve çatışmalar gibi birçok riskle karşı karşıya.” diyor. FAO’nun raporundaki maddi zararların dağılımını gösteren tablo, iklim krizinin bizi en çok hangi alanlarda etkileyeceğinin işaretlerini gösteriyor.

Doğal afetlerin gelişen ülkelerde tarıma verdiği zarar (2005-2015) (ABD Doları)
Kuraklık
29 milyar
Depremler/heyelanlar
19 milyar
Su baskınları
10,5 milyar
Aşırı sıcaklık ve fırtına gibi meteorolojik afetler
26,5 milyar
Hastalık ve istila gibi biyolojik afetler
9,5 milyar
Söndürülmesi güç yangınlar
1 milyar

Kuraklık kaynaklı zararın yüzde 83’ünün tarım sektöründe meydana geldiğini vurgulayalım. Türkiye’yi sadece bu yıl değil önümüzdeki yıllarda da bekleyen kuraklık tehlikesinin zaten su zengini olmayan ülkemizde ne kadar büyük sorunlar yaratabileceğini hatırlatalım. Afetlerden en çok mahsul ve hayvanların zarar gördüğünü söylemeye bile gerek yok sanırım.

Hayvancılığın üzerindeki tehdit daha da fazla. Herhangi bir doğal afete maruz kalan hayvanlar, o afetten dolayı ölmeseler bile hasta olabiliyor ya da zayıf düşebiliyor. Sel baskınları ve kuraklık durumlarında salgın hastalıkların yayılması da hızlanıyor. 2005-2015 yılları arasında yaşanan iki salgın vakası, FAO’nun raporunda “iklim değişikliği ilişkisi tartışmasız” diyerek örnek gösterilmiş. Sibirya’da binlerce Ren Geyiği’nin ölümüne yol açan şarbon salgını ve zaman zaman Türkiye’de de görülen Mavi Dil hastalığı.

Kuraklık ve sel deyince sadece maddi hasar aklımıza gelmemeli. Etkileri uzun yıllarca görülebilecek salgınlardan, ekonomik kayıptan, işini ve toprağını kaybeden insanların zorunlu göçlerinden bahsediyoruz. İklim kriziyle körüklenen doğal afetler sadece tarım sektörünü de etkilemiyor. BM kaynakları, doğal afetlerin yıllık ekonomik maliyetin 250-300 milyar doları bulduğunu, gelişen ülkelerde her yıl 54 bin insanın canını aldığını ve 97 milyonun da hayatını etkilediğini söylüyor. Haliyle korunmasız yoksullar, zengin ülkelerden daha fazla etkileniyor. Sizce kafamızı kumdan çıkarmanın vakti gelmedi mi?

2017 sonunda dünyada rüzgar enerjisi

2017'nin rüzgar enerjisindeki liderleri belli oldu. Bir yıl içinde kurdukları güce göre ülkelrin dünya sıralaması aşağıdaki gibi oldu.

1. Çin (19500 MW) 

2. ABD (7017 MW)
3. Almanya (6440 MW)
4. Birleşik Krallık (4270 MW)
5. Hindistan (4148 MW)
6. Fransa (1694 MW)
7. Türkiye (766 MW)


Türkiye, 2017 yılında 766 megavat (MW) kurulu güce sahip yeni rüzgar santralları kurarak toplam rüzgar kurulu gücünü  8 bin 872 MW'a çıkardı. Avrupa'da ise Almanya'nın rekor kırarak bir yıl içinde neredeyse Türkiye'nin tüm rüzgar kurulu gücü kadar bir kapasiteyi şebekeye eklemesi dikkat çekti.

Nükleerden elektrik değil oy bekleniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Mart 2018

Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santralların pahalı olduğunu herkes biliyor. Akkuyu’da Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Elektriğin şu andaki piyasa fiyatı 5 dolar sent. Rüzgar güneş gibi kaynakların ihalelerde verdikleri fiyatlar 5 sentin bile altına iniyor. Sinop’ta da durum farklı değil. Nükleer santrallar kurulursa Türkiye’de elektrik daha pahalıya üretecek.

Enerji Bakanlığı, enerjide “yerli ve milli” olalım diyor ama nükleer santralların yerli ve milli olmadığını herkes biliyor. Nükleer santralları Rus, Japon ve Fransız şirketleri kuracak. 60 yıl işletip yüksek alım garantileriyle ceplerini doldurduktan sonra tonlarca nükleer atığı bize bırakıp gidecekler. Birkaç tane yandaş şirket çimento, demir satacak, bizimkiler de onu yerliymiş gibi gösterecek. Bu işin Rusya’dan ya da Japonya’dan elektrik almaktan farkı yok. İthal nükleer, ithal bela. Yapılan anlaşmalar ortada. Santrallarda çoğunluk hisse hep Rusya (Mersin) ve Japon-Fransız (Sinop) tarafında kalacak.

Rosatom'un Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Aleksandır Voronkov geçen hafta  İstanbul’da konuştu. “Akkuyu’da güvenlik standartları en üst seviyede” dedi. ABD’deki Üç Mil Adası kazası öncesi Amerikalılar, Çernobil öncesi Sovyetler ve Fukuşima öncesi Japonlar da aynen böyle düşünüyordu. Nükleer lobi, her kazadan sonra güvenlik standartlarını yükselttiğini, bir daha böyle bir kaza olmayacağını söyler. Onların bu söylemlerine inanalar yüzünden 50 yılda dünyada üç büyük nükleer kaza oldu.

Fukuşima kazasının üzerinden yedi yıl geçti. Çekirdek erimesi yaşanan santralde nükleer reaksiyonu kontrol altına almak için her gün tonlarca su kullanılıyor. Bu rakam günde 400 tondan 100 tona indi ama okyanusa/toprağa karışması,  radyoaktif kirliliğe maruz kalan bu suyun depolanması gibi sorunlar çözülemedi. Santral sahasındaki tanklarda 1 milyon tondan fazla radyoaktif su bekletiliyor. Arıtmadan sonra bile radyasyon içeren bu suyun okyanusa boşaltılması konuşuluyor ki bunun bir çözüm olmadığı ortada.

Radyasyon bulutlarının vurduğu bölgede de durum farklı değil. Radyasyona bulanmış toprak tek tek kazınarak büyük siyah torbalara konuyor. Bölgedeki depolama alanlarında 15 milyon metreküpten fazla radyasyona bulanmış toprak olduğu belirtiliyor. Türkiye’de bir nükleer kaza olduğunda, radyasyonlu toprağı kazıyacaklarını, binaların cephelerinde radyasyon görürlerse o sıvaları sökeceklerini düşünüyor musunuz? Radyasyon denen cin nükleer santraldan çıkınca onu durdurmak mümkün değil. Bunu da herkes biliyor.

Peki, Türkiye neden nükleer santral kurmakta inat ediyor? Yanıt belki de “inat” kelimesinde gizli. Nükleer santral projesi sadece AKP değil, belki de son 50 yıldır bu ülkede öyle bir pompalandı ki, mevcut hükümet kritik seçim öncesi projelerden vazgeçmenin kendisine oy kaybettireceğini düşünüyor olabilir. Malum, seçmenlerin bazıları nükleer santralın ülkeyi kalkındıracağını sanıyor. Nükleer santral sahibi Pakistan’ın durumu ortada. Kalkınmada elektriğin rolü nükleer olması değil, ucuz ve güvenli olmasıdır.

Birçokları ise nükleer santral kurulduğunda Türkiye’nin nükleer silah yapabileceğini düşünüyor. Bunun da ülkeyi güçlü kılacağını, bu yüzden de “dış güçler”in bunu istemediğini. Bu komploların sahipleri, Türkiye’nin nükleer silah yapmamak için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza attığını bilmiyor. Ne de silah yapmaya kalktığınızda İran gibi ekonomik ve siyasi ambargoların en ciddileriyle karşı karşıya kalacağımızı. Nükleer silahlanma ülkeleri güçlü değil hedef yapar. Hindistan ve Pakistan’ı hatırlayın. Biri nükleer silah yapınca öbürü de yapıyor. Kuzey Kore’de nükleer silah var ama ülke zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalıyor. Kısacası, “dış güçler”in Türkiye’ye nükleer santral yaptırmamak gibi bir dertleri yok. Yapılırsa “onlar” yapacak zaten. Hükümetin dostu gibi görünen nükleer lobi ise bizi yönetenlerin böyle düşünmesini istiyor olabilir.

Kravatlı çevreciliğin sonu

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Mart 2018

Bir ay önce Sinop’ta Nükleer Karşıtı Platform’un kentlerine nükleer santral kurdurmamak için OHAL, bu hal demeden polis barikatlarına, panzerlere karşı direndiklerini gördük. Cumartesi günü ise Eskişehir’in havasını, verimli topraklarını zehirleyecek termik santrala karşı düzenlenen basın açıklamasının adeta bir mitinge dönüştüğünü izledik. Türkiye’nin doğaseverleri, doğa korumayı beton saksılara tıkıştırılan ağaçlardan ibaret sananlara gereken yanıtı veriyor çünkü bıçak kemiğe dayandı. Yaşamdan başka ne kaldı elimizde?

Türkiye’de artan doğa talanı çevre hareketini de değişime zorluyor. Gezi’den bu yana çok şey değişti zaten. Kravatlı, “resmi çevrecilik” etkisini yitirmeye başladı. Yerel hareketlerin, örgütsüz örgütlerin, “adı değil kalbi büyük”lerin doğa koruma hareketini sahiplendiğini görüyoruz. ÇED toplantısını basan kadınların, maden sahası önünde nöbet tutan köylü ve kentlilerin çağındayız. Bu değişimin arkasında, yeni, yerel ve bağımsız oluşumların ortaya çıkmasında, ekolojik yıkımın şiddetlenmesi kadar onların dışında yaşanan gelişmelerin de payı var.

Küreselden yerele belli başlı nedenleri sıralayalım. Dünyadaki büyük çevre örgütlerinin, resmi yapılar ve fonlarla sürdürdüğü ilişkiler onları hantallaştırdı. Gönüllülük azaldı. Halkın, kendilerini destekleyenlerin isteklerinden çok şirket ve hükümetlerin de kabul edebileceği argümanların öne çıktığı kampanyalar yapmaya başladılar. Sokağın gerisinde kaldılar. Bundan 20 yıl önce, “daha az tüketmeliyiz” diyerek sorunun kaynağını, kapitalizmi gösteren birçok çevre kuruluşu bugün, amacı firmaları zengin etmekten başka bir şeye yaramayan ürünlerin üretilmesine karşı çıkmak yerine geri dönüşümden, daha çevreci ürünlerden bahsediyor. Halbuki, çöp sorununun çöp toplayarak çözülmeyeceği ortada.

Değişimin yerel nedenleri de var elbette. AKP hükümetinin icraatlarını eleştiren kuruluşlarla diyalogu en aza indirmesi, medyanın benzer bir politikayla muhalefet eden irili ufaklı tüm örgütlere sayfalarını kapatmaları, kravatlı çevrecilerin işlevsizleşmesine yol açtı. Sokakla hükümet arasında köprü vazifesi gören bu kurumlara duyulan ihtiyaç azaldı. Geçmişte, sürece öyle ya da böyle katkı sunabilen kurumsal yapılar, sürdürdükleri “dikkatli” politikaların sonucunu bir nebze de olsa yasama ve yürütme süreçlerine, planlamaya, fikir alışverişine katkıda bulunarak alabiliyorlardı. Hükümet kapılarını başka fikirlere kapattıkça, resmi çevrecilerin en önemli fonksiyonlarından biri etkisizleşti.

Küresel ve yerel sürecin aleyhlerine işlemesi resmi çevrecileri zorlamaya başladı. Alışılagelmiş iş yapma biçimleri sonuçsuz kalmaya başladı. Bazıları bu krizi aşmak için değişmek yerine kolaycı yöntemleri tercih etti. Olması gerekeni söylemek yerine karşı tarafın da kolayca ikna olacakları işleri ön plana çıkararak göstermelik başarılarla göz boyamayı tercih ettiler. Ellerindeki kaynakları ise gerçek dönüşüme harcamak yerine, kendilerini daha çok iş yapıyormuş gibi gösterecek, “pazarlama ve reklam faaliyetlerine” aktardılar. Paralı reklamlarla sosyal medyadaki takipçi sayılarını artırdılar, görkemli videolar çektiler, sahibine ulaşmayan imza kampanyalarıyla, “yapıyormuş” gibi yaptılar…

Görünen o ki bu oyalama sürecinin de sonuna geldik. Çevre sorunları artıyor ve çevre hareketini değişime zorluyor. “Kravatlı ya da resmi çevreciler” demeyi sevdiğim bu kuruluşların kendilerini toparlaması ve yeniden sahaya inmeleri şart. Yoksa onlar da değişen devirle birlikte tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alacaklar. Eskiye dönmemekte ısrar ederlerse de ekoloji mücadelesinin çok büyük bir kaybı olacağını düşünmüyorum. Halihazırda mücadeleyi devralan örgütsüz ve kravatsız güçlerin uzmanlık ve kapasite anlamında çok eksikleri kalmadı. Bir tek paraları yok ama yürekleri var ki milyonlara bedel. Büyük kurumların destekçilerinin de bu durumu fark etmesi an meselesi gibi geliyor.
                                
Kuzey Ormanları’nda, Artvin’de, Sinop’ta, Loç’ta, Bartın’da, Bergama’da, Fındıklı’da, Gerze’de, Rize’de, Alakır’da, Gezi’de ve daha birçok yerde kazanılan veya süren mücadelelerin arkasında hep bu örgütsüz örgütlerin olduğunu unutmayın. Gerçek bir değişim için çevre mücadelesinin “boyalı kuş”larıyla birlikte olun, onlardan desteğinizi esirgemeyin.  

Cep telefonu farenin kalbinde tümöre yol açtı

Özgür Gürbüz-BirGun/26 Şubat 2018

İtalya’nın Bologna kentindeki Ramazzini Enstitüsü’nün yeni araştırması cep telefonu ile  tümörler arasındaki bağı güçlendiriyor. Ramazzini Enstitüsü, kanser üzerine araştırmalar yapan ve bağımsızlığını korumaya çalışan bir bilim merkezi. Radyo frekanslarının sağlık etkilerini araştırmaya 2005 yılında başlamışlar. Enstitüde yapılan son araştırma, cep telefonundan gelen radyasyona maruz kalan erkek farelerin kalbindeki Schwann hücrelerinde tümör tespit edildiğini ortaya koydu. Araştırma birkaç gün içinde ‘Environmental Research’ dergisinde yayımlanacak ancak “Microwave News” araştırmanın sonucunu ve özetini açıkladı, biz de oradan aktaralım.

Bilimsel çalışmanın detayları makalede ayrıntılarıyla yer alacak, özeti ise şu. Ramazzini çalışmasında 2448 fare, hayatları boyunca 1,8 GHz elektromanyetik dalga frekansına maruz bırakılmış. Yani, araştırma bir baz istasyonunu taklit etmiş ve onun fareler üzerindeki etkisine bakmış. Sonuç, çevresel sinir sistemindeki Schwann hücrelerinde tümör oluşumu. Bilim insanları bu tip tümörlerin kalpte görülmesinin zor olduğunu ve araştırmanın sonuçlarının rastlantı olmadığına dikkat çekiyor.

Gerçekten de öyle çünkü ABD Sağlık ve İnsani Hizmetler Bakanlığı’nın kontrolündeki Ulusal Toksikoloji Programı (NTP) da benzer bir araştırmada benzer sonuçlar elde etmişti. Onlar da erkek fareler üzerinde yaptıkları araştırmalarda cep telefonu kaynaklı radyo frekanslarının sinir kılıfı tümörü denen “schwannoma”larda kayde değer artış olduğunu kabul etmişlerdi. İki ayrı, uzun zamanlı araştırmanın sonuçlarının örtüşmesi, panik yapmasanız bile endişelenmeniz için yeterli delilleri bize sunuyor. NTP’nin araştırmalara devem edeceğini ama durumu “yüksek risk” şeklinde nitelendirmediğini de açıklayalım. NPT’nin bu yorumu, baskı altında kaldıkları şüphesini doğursa ve eleştirilse de objektiflik açısından belirtilmeli. Bu yazının ve bu köşedeki yazıların amacı hiçbir zaman panik yaratmak ve “rating” almak olmadı; derdim size bilgi ve veri aktarmak.

İtalya’daki araştırmanın özetinde SAR (Özgül Soğurma Alanı) değerleriyle ilgili bilgi yok bu bilgilere makale yayımlandığında ulaşacağız. SAR değeri vücudunuz tarafından soğurulan enerjiyi gösterir ve cep telefonu tartışmasında kritik bir öneme sahip. 1 kilogram alanın ne kadar bir elektromanyetik radyasyona maruz kaldığını anlatır o yüzden cep telefonlarında bu değer Watt/kg şeklinde verilir. Cep telefonu alırken belleğinden, ekranından ve şıklığından önce bakacağınız özellik aslında bu olmalı. ABD’de sınır değer 1,6 W/kg ama birçok bilim insanı 1’in altını öneriyor. Radyasyonun azı yararlıdır diye bir şey yok. Olması gereken değerin elbette “sıfır” olduğunu unutmayın. Sınır değerin altının kabul edilebilir olduğunu ya da daha az zararlı olduğunu düşünebilirsiniz ama “zararsız” demek yanlış olur.

Ne yapabiliriz?
Cep telefonu hayatımıza öyle bir sokuldu ki, artık onlarsız yol bulamaz, kimseyi arayamaz, banka hesabımıza erişemez, kilitlenen eposta hesaplarımızı açamaz olduk. Neredeyse hepimiz cep telefonu kullanıyoruz. Öyleyse ne yapacağız? Önce herkesin bildiklerini tekrarlayalım.

·      İşe yukarıda açıkladığım SAR değerle başlayabilirsiniz. Cep telefonu alırken mutlaka SAR değerini sorun ve 0,30 W/kg altındaki telefonları tercih edin. Çift sim kartlı telefonlardan uzak durun.
·      Cep telefonlarınızı kendinizden mümkün olduğunca uzakta tutun. Konuşurken kulaklık kullanın. Hoparlör de çözüm olabilir, telefonu konuşurken başınızdan uzak tutmanız önemli.
·      Evde ve iş yerinde ankesörlü telefon varsa onları tercih edin.
·      Uzun konuşmalardan kaçının. 4G’yi kullanmayın, bilgiye biraz daha yavaş erişin, baz istasyonu sayısını artırtmayın.

Bunlar pratik öneriler. Benim önerilerim ise hayata geçirilecek politikalarla ilgili. İlki hükümete. Baz istasyonlarını denetleyin, yalıtım ve gerekli sağlık standartlarına uygun kurulduğundan emin olun. Sınır değerleri en düşük değerlerde tutun ve halkın onayı olmadan baz istasyonu kurulmasına izin vermeyin. Ülkeye giren cep telefonlarının SAR değerleri için de sınır getirin. Tüm dünyaya örnek olun. İkinci önerim ise hem hükümete hem de Vodafone, Turkcell ve Avea gibi GSM şirketlerine. Cep telefonlarının sabit telefonlarına yönlendirilmesinden ücret almayın. İnsanlar işyerlerine, evlerine geldiklerinde cep telefonuna gelen çağrıları sabit telefonlarına yönlendirsin ve telefonları evin uzak bir köşesine park etsin. Biraz daha az kazanın ama ülkenin gelecek kuşaklarını da etkileyen bu riskli teknolojiyi kontrol altına alın. İnsan hayatı mı yoksa kârınız mı önemli?

Bir beton projesi de Lara’ya

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Şubat 2018

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üç ay önce söylediği, “Günümüz şehirleri insana huzur vermiyor. Beton beton beton orada ruh yok, huzur yok” cümlesini hatırlayın. Erdoğan’ın tezat yorumlarına alıştığımız için bu yakınmanın aslında “daha fazla beton dökün” anlamına geldiğini herkes biliyor. Antalya Büyükşehir Belediyesi de öyle yapıyor. Antalya’nın incisi diyebileceğimiz, halkın plajı Lara açıklarına beton dökmeye hazırlanıyor.

Antalya Büyükşehir Belediyesi, 113 bin metrekaresi denizde, toplam 490 bin metrekare alan üzerine kurulacak bir kruvaziyer (büyük gezinti gemileri) limanını Lara Plajı açıklarına kurmayı planlıyor. Hediyesi de 426 yata hizmet verecek yat limanı ve tabi ki bir Alışveriş Merkezi. Yaklaşık 1 milyar TL’ye mal olması beklenen proje, Antalya’nın yapılaşmamış, önemli bir kumul ekosistemine sahip, halkın ücret ödemeden faydalanabildiği Lara Plajı ve çevresinde ciddi bir yapılaşma baskısı oluşturacak.

Deniz dolgusunun yarattığı çevresel sorunları ve Antalya’yı Antalya yapan en büyük özelliğin, kentin içinden denize girmek olduğunu bilen kent sakinleri projeye itiraz ediyor. Basın açıklamaları ve gösteriler yapıyor. Aralarında İnşaat Mühendisleri, Peyzaj Mimarları, Şehir Plancıları ve Mimarlar Odası’nın da bulunduğu Antalya Meslek Odaları Eşgüdümü de bu yıl ihaleye çıkarılması beklenen projenin doğaya ve kentin turizmine zarar vereceğini açık açık söylüyor. İtirazlar ve çelişkileri özetleyelim.
  • Projenin ÇED sürecinde halk bilgilendirilmemiş. Farklı grupların ortak bir eleştirisi var.
  • Projenin yapılabilirliği (fizibilitesi) tartışmalı. Kuşadası gibi yıllardır büyük gezinti gemilerine hizmet eden bir limanın Türkiye’nin çekiciliğini kaybetmesiyle rotalardan çıkarılması düşünülürken, Antalya’ya yeni bir liman açılmasının ekonomik karşılığı gerçekten var mı, belli değil.
  • Proje hayata geçerse, halkın kullanımına açık 4 kilometrelik sahilin ve doğal sit alanı Lara Kent Parkı’nın bir kısmı gözden çıkarılacak. Lara Plajı’nın kumul yapısı ve Caretta caretta gibi diğer canlılar, gemi/yat trafiğinden zarar görecek. Olası bir kazada onarılamaz doğal felaketlerle karşı karşıya kalınacak.
  • Bir başka tartışmalı proje, Boğaçay’da yeni bir yat limanı yapılması planlanırken, bir başkasının buraya eklenmesi garip. Böyle bir ihtiyaç gerçekten var mı, iyi bir planlama yapıldı mı, net değil.
  • Dev gemiler için yapılacak dalgakıranın denizin temizlenmesinin önüne geçeceği uzmanlarca söyleniyor.
  • Gemilerin demirlemesi için gereken 20 metre derinliğe ulaşmak için limanı 1 kilometre açığa kurmak gerekecek. Bu da kara bağlantısını uzatacak, Lara Plajı’nın bir yakasını adeta kapatacak.
Bir de Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’in çelişkili açıklamaları var. Türel, limanı kıyıya bağlamak için 8 bin 91 metrelik tüp tünel yapılacağını söylüyor ama bu tüp tünele proje dosyalarında rastlanmıyor. Türel, yapılacak limanın kentte zayıflayan turizmi çekici hale getireceğini söylüyor ama proje kapsamında 1000 yataklı bir otelin yapılacağını da ekliyor. Bu gemiler zaten bir otel vazifesi görüyor, o gemilerle gelenlerin Antalya’da kalacakları 1-2 gün için başka bir otele gitmeyecekleri kesin. Kentteki oteller zaten müşteri beklerken, denizin ortasına yeni bir otel yapmak istenmesi soru işaretlerini artırıyor.

Türel, Lara’nın havaalanına yakınlığına da vurgu yapıyor. Gemiye binecek yolcuların uçakla Antalya’ya geleceğini, oradan gemiye geçeceğini söylüyor. Bu iddia da oldukça ilginç. Akdeniz turuna katılmak isteyen turistler büyük olasılıkla Avrupa ülkelerinden gelecek. Havalimanından limana, uzun yolculuk yapmak istemediği(!) düşünülen bu turistler, tura İspanya, Fransa gibi 1 saatlik uçak yolculuğu yapıp varabilecekleri bir noktadan başlamak yerine 3-4 saatlik uçak yolculuğunu göze alıp neden Antalya’dan başlayacak?

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’in yeni dönemindeki ilk icraatı, güneşten elektrik üretmenin önemli örneklerini gösteren Güneş Evi’ni kapatmaktı.
Şimdi de Antalya’yı Antalya yapan denizini, halk açık plajlarını tehlikeye atan işler yapılıyor. Birileri, Antalya’nın gerçek hazinesinin güneşi ve doğası olduğunu Belediye Başkanı’na anlatsa iyi olur. Görüldüğü gibi Lara Kruvaziyer Limanı projesi, akıl ve mantık işine benzemiyor. Beton döküleceği, huzurun kaçacağı ortada. En iyisi bu projeyi hiç başlamadan rafa kaldırmak.

Sinop’ta “seçilmiş halkın” nükleer toplantısı

Sinop’ta nükleer için düzenlenen ‘halkın katılımı’ toplantısında amaç halkın katılmamasını sağlamaktı. Vali Hasan İpek ile görüşen CHP’li Sarıbal: Saray’dan aldığınız gücü kullanacaksanız istifa edin

Özgür Gürbüz-BirGün/ 7 Şubat 2018

Türkiye’nin en mutlu kentlerinden Sinop, az bulunan sessiz sakin kentlerden biri. Bu sessizlik dün sabah 4.30 gibi bozuldu. Sabahın erken saatlerinde, Samsun, Giresun ve İstanbul plakalı otobüslere doldurulan polis ve sivil kıyafetli insanların seslerine uyandım. Sinop Üniversitesi, Ahmet Muhip Dranas Uygulama Okulu’na doğru yola çıkan otobüslerin tek bir amacı vardı. Sinop’ta yapılmak istenen nükleer santralın ÇED süreci kapsamında düzenlenen halkın katılımı toplantısına halkın katılmamasını sağlamak. Mantıksız görünüyor ama toplantıya katılıp, nükleer santrala itirazlarını dile getirmek isteyen “halk” karşısında bariyerleri ve TOMA’ları görünce halkın katılımı toplantısına sadece “seçilmiş bir grubun” davetli olduğunu anladılar.

Sabah saat 6 gibi doldurulduğu söylenen toplantı salonuna yaklaşık 1 kilometre kala durdurulan Sinoplular ve beraberindeki kurum temsilcileri uzunca bir süre salona girmek için taleplerini kolluk kuvvetlerine iletti. Toplantıya katılması istenmeyen grubun içinde Sinop Milletvekili Barış Karadeniz, Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal ve aynı zamanda TBMM Çevre Komisyonu Üyesi, İstanbul Milletvekili Ali Şeker de vardı. Sinop Belediye Başkanı Baki Ergül de halkın katılımı toplantısında olmayanlar arasındaydı. Sinop’ta çevre mücadelesi veren, konuyla ilgili 300’den fazla kişi dışarıdayken, içeridekiler kimdi, onları oraya kim getirdi, bu bir merak konusu. Bu esnada toplantıda “nükleer iyidir” den farklı bir düşünen bir kişinin linç edilmeye çalışıldığı da görüldü. ÇED kapsamında yapılması ve farklı görüşlerin dinlenmesi gereken bu toplantının yapılmadığı, bu kan dondurucu olayla da belgelenmiş oldu. İki kişi bu esnada gözaltına alındı.

Sinop Nükleer Karşıtı Platform Sözcüsü Murat Şahin, “Sözümona halkın katılımı toplantısı olan bu toplantıya Sinop halkı ve NKP olarak katılacağımızı en başından beri söyledik” diyor. Şahin süreci şöyle özetliyor: “Bir haftadır Sinop’ta bir sıkıyönetim ortamı yaratıldı. Kentteki tüm otelleri dışarıdan gelen polislerle doldurdular. Buna rağmen Uygulama Oteli’ne doğru yola çıktık. Yolda kimlik kontrolüyle bizi geciktirmeye çalıştılar. Bir kilometre kala, polis barikatı ve TOMA’larla karşılaştık. Yerel yöneticiler ve milletvekilleri olmasına rağmen salonun dolu olduğunu söylediler. Sinopluların katılamadığı bu toplantı yapılamamıştır. Bir an evvel Sinop ve ülkemizi tehdit eden, bu ve bunun gibi projelerden vazgeçmesini talep ediyoruz. Bugün Sinop halkı da nükleer santralı istemediğini ve bunun için sonuna kadar mücadele edeceğini dosta düşmana duyurmuştur.”

Barikatın arkasında kalan Sinoplular, sloganlarla toplantıya katılma isteklerini duyurmaya çalıştı. Karadeniz duydu, yağmur duydu ancak toplantıyı düzenleyen Envy şirketinin yetkilileri bunu duymazdan geldi. Bir saat boyunca süren protestodan sonra topluluk seslerini duyurmak için Sinop Valiliği’ne yöneldi. Kent içerisinde yürüyüşe geçen topluluk, kent merkezinde nükleer karşıtı sloganlar attı ve tüm Sinopluları mücadeleye çağırdı. Valilik önüne gelindiğinde ise bir anda arbede çıktı, polis gaz sıkarak kalabalığı müdahale etti. Bir kişi de burada gözaltına alındı. Bu olaydan sonra toplantının iptalini isteyenler 200’den fazla dilekçeyle bu taleplerini Sinop Valiliği’ne iletti ve toplantıyı kurallara uygun gerçekleştirmeyenler hakkında suç duyurusunda bulundu. Uzunca bir süre Valilik önünde, polis barikatının arkasında tepkilerini dile getiren nükleer karşıtları, sabahın erken saatinde başladıkları protestolarını dört saatlik uzun bir maratonun ardından basın açıklamasıyla sonlandırdı.

Japon ve Fransız şirketlere karşı
Sinop, OHAL koşullarından faydalanmak isteyen Japon ve Fransız şirketlerine bir kez daha nükleere karşı olduğunu haykırdı. Taşıma polis ve taraftarla Sinop’ta nükleer değirmen döndürmeye çalışanların işinin zor olduğunu söyleyelim. Pahalı nükleeri finanse etmekte zorlandıkları bilinen, Cengiz, Kolin ve Kalyon konsorsiyumunun Akkuyu’daki nükleer santral projesinden çekilme haberi de, insanların itiraz ettiği ve ekonomik açıdan oluru olmayan bu projelerin ne kadar kırılgan olduğunun bir göstergesi. 6 Şubat 2018 tarihinde, Sinop’ta atılan slogan her şeyi özetliyor: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.”

***
CHP’li vekil istifaya çağırdı
Nükleer santral projesinin yapılamayan halkın katılımı toplantısı sonrasında, CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, Sinop Valisi Hasan İpek'i istifaya davet etti. Valiyle yaptığı görüşmeyi BirGün’e anlatan Sarıbal, şunları söyledi: “Valiye açıkça şunu söyledim. Sizin göreviniz yasalardan, yönetmelikten gelen bu topluluğun haklarını mı korumak yoksa Enerji Bakanlığı’nın, Saray’ın veya bir grup rantiyecinin haklarını mı korumak? Eğer siz burada, polis koridoruyla halkın geleceğini, Sinop’un suyunu, doğasını, balığını ve çevresinin geleceğini bir grup rantçıya açık bir şekilde teslim edip, Sinop halkını dışarıda bırakıyorsanız istifa edin dedim. İstifaya çağırdım. Ya Sinop’a ihanet eden bir kamu görevlisi olarak kalacaksınız ya da onurlu biri olarak yaşamaya devam edeceksiniz. Siz buranın kamu görevlisiniz. Polisi oradan kaldırın ya da salonu büyüterek toplantıyı yaptırın. Yaptırmıyorsanız sorumluluk sizindir. Bu halk Çevre Bakanlığı’nı, Enerji Bakanlığı’nı tanımaz. Bu halk kamu görevlisi olarak sizi tanır. Siz de yetkinizi yasalardan alırsınız. Ama siz iktidardan, İçişleri Bakanlığı’ndan Saray’dan yetki alıyorsanız o zaman devletin valisi değil birilerinin adamı olursunuz, biz de bunu reddediyoruz dedim.”