2017'nin rüzgar enerjisindeki liderleri belli oldu. Bir yıl içinde kurdukları güce göre ülkelrin dünya sıralaması aşağıdaki gibi oldu.
1. Çin (19500 MW)
2. ABD (7017 MW)
3. Almanya (6440 MW)
4. Birleşik Krallık (4270 MW)
5. Hindistan (4148 MW)
6. Fransa (1694 MW)
7. Türkiye (766 MW)
Türkiye, 2017 yılında 766 megavat (MW) kurulu güce sahip yeni rüzgar santralları kurarak toplam rüzgar kurulu gücünü 8 bin 872 MW'a çıkardı. Avrupa'da ise Almanya'nın rekor kırarak bir yıl içinde neredeyse Türkiye'nin tüm rüzgar kurulu gücü kadar bir kapasiteyi şebekeye eklemesi dikkat çekti.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Nükleerden elektrik değil oy bekleniyor
Özgür Gürbüz-BirGün/12 Mart 2018
Türkiye’de
kurulmak istenen nükleer santralların pahalı olduğunu herkes biliyor. Akkuyu’da
Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35
dolar sent. Elektriğin şu andaki piyasa fiyatı 5 dolar sent. Rüzgar güneş gibi
kaynakların ihalelerde verdikleri fiyatlar 5 sentin bile altına iniyor. Sinop’ta
da durum farklı değil. Nükleer santrallar kurulursa Türkiye’de elektrik daha
pahalıya üretecek.
Enerji
Bakanlığı, enerjide “yerli ve milli” olalım diyor ama nükleer santralların
yerli ve milli olmadığını herkes biliyor. Nükleer santralları Rus, Japon ve
Fransız şirketleri kuracak. 60 yıl işletip yüksek alım garantileriyle ceplerini
doldurduktan sonra tonlarca nükleer atığı bize bırakıp gidecekler. Birkaç tane
yandaş şirket çimento, demir satacak, bizimkiler de onu yerliymiş gibi
gösterecek. Bu işin Rusya’dan ya da Japonya’dan elektrik almaktan farkı yok.
İthal nükleer, ithal bela. Yapılan anlaşmalar ortada. Santrallarda çoğunluk
hisse hep Rusya (Mersin) ve Japon-Fransız (Sinop) tarafında kalacak.
Rosatom'un
Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Aleksandır Voronkov geçen hafta İstanbul’da konuştu. “Akkuyu’da güvenlik
standartları en üst seviyede” dedi. ABD’deki Üç Mil Adası kazası öncesi
Amerikalılar, Çernobil öncesi Sovyetler ve Fukuşima öncesi Japonlar da aynen
böyle düşünüyordu. Nükleer lobi, her kazadan sonra güvenlik standartlarını
yükselttiğini, bir daha böyle bir kaza olmayacağını söyler. Onların bu
söylemlerine inanalar yüzünden 50 yılda dünyada üç büyük nükleer kaza oldu.
Fukuşima
kazasının üzerinden yedi yıl geçti. Çekirdek erimesi yaşanan santralde nükleer
reaksiyonu kontrol altına almak için her gün tonlarca su kullanılıyor. Bu rakam
günde 400 tondan 100 tona indi ama okyanusa/toprağa karışması, radyoaktif kirliliğe maruz kalan bu suyun
depolanması gibi sorunlar çözülemedi. Santral sahasındaki tanklarda 1 milyon
tondan fazla radyoaktif su bekletiliyor. Arıtmadan sonra bile radyasyon içeren
bu suyun okyanusa boşaltılması konuşuluyor ki bunun bir çözüm olmadığı ortada.
Radyasyon
bulutlarının vurduğu bölgede de durum farklı değil. Radyasyona bulanmış toprak
tek tek kazınarak büyük siyah torbalara konuyor. Bölgedeki depolama alanlarında
15 milyon metreküpten fazla radyasyona bulanmış toprak olduğu belirtiliyor.
Türkiye’de bir nükleer kaza olduğunda, radyasyonlu toprağı kazıyacaklarını,
binaların cephelerinde radyasyon görürlerse o sıvaları sökeceklerini düşünüyor
musunuz? Radyasyon denen cin nükleer santraldan çıkınca onu durdurmak mümkün
değil. Bunu da herkes biliyor.
Peki, Türkiye
neden nükleer santral kurmakta inat ediyor? Yanıt belki de “inat” kelimesinde
gizli. Nükleer santral projesi sadece AKP değil, belki de son 50 yıldır bu
ülkede öyle bir pompalandı ki, mevcut hükümet kritik seçim öncesi projelerden vazgeçmenin
kendisine oy kaybettireceğini düşünüyor olabilir. Malum, seçmenlerin bazıları nükleer
santralın ülkeyi kalkındıracağını sanıyor. Nükleer santral sahibi Pakistan’ın
durumu ortada. Kalkınmada elektriğin rolü nükleer olması değil, ucuz ve güvenli
olmasıdır.
Birçokları ise
nükleer santral kurulduğunda Türkiye’nin nükleer silah yapabileceğini
düşünüyor. Bunun da ülkeyi güçlü kılacağını, bu yüzden de “dış güçler”in bunu
istemediğini. Bu komploların sahipleri, Türkiye’nin nükleer silah yapmamak için
Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza attığını bilmiyor. Ne
de silah yapmaya kalktığınızda İran gibi ekonomik ve siyasi ambargoların en
ciddileriyle karşı karşıya kalacağımızı. Nükleer silahlanma ülkeleri güçlü
değil hedef yapar. Hindistan ve Pakistan’ı hatırlayın. Biri nükleer silah yapınca
öbürü de yapıyor. Kuzey Kore’de nükleer silah var ama ülke zaman zaman açlıkla
karşı karşıya kalıyor. Kısacası, “dış güçler”in Türkiye’ye nükleer santral
yaptırmamak gibi bir dertleri yok. Yapılırsa “onlar” yapacak zaten. Hükümetin
dostu gibi görünen nükleer lobi ise bizi yönetenlerin böyle düşünmesini istiyor
olabilir.
Kravatlı çevreciliğin sonu
Özgür Gürbüz-BirGün/5 Mart 2018
Bir ay önce
Sinop’ta Nükleer Karşıtı Platform’un kentlerine nükleer santral kurdurmamak
için OHAL, bu hal demeden polis barikatlarına, panzerlere karşı direndiklerini
gördük. Cumartesi günü ise Eskişehir’in havasını, verimli topraklarını
zehirleyecek termik santrala karşı düzenlenen basın açıklamasının adeta bir
mitinge dönüştüğünü izledik. Türkiye’nin doğaseverleri, doğa korumayı beton
saksılara tıkıştırılan ağaçlardan ibaret sananlara gereken yanıtı veriyor çünkü
bıçak kemiğe dayandı. Yaşamdan başka ne kaldı elimizde?
Türkiye’de artan
doğa talanı çevre hareketini de değişime zorluyor. Gezi’den bu yana çok şey
değişti zaten. Kravatlı, “resmi çevrecilik” etkisini yitirmeye başladı. Yerel
hareketlerin, örgütsüz örgütlerin, “adı değil kalbi büyük”lerin doğa koruma
hareketini sahiplendiğini görüyoruz. ÇED toplantısını basan kadınların, maden
sahası önünde nöbet tutan köylü ve kentlilerin çağındayız. Bu değişimin
arkasında, yeni, yerel ve bağımsız oluşumların ortaya çıkmasında, ekolojik
yıkımın şiddetlenmesi kadar onların dışında yaşanan gelişmelerin de payı var.
Küreselden
yerele belli başlı nedenleri sıralayalım. Dünyadaki büyük çevre örgütlerinin,
resmi yapılar ve fonlarla sürdürdüğü ilişkiler onları hantallaştırdı. Gönüllülük
azaldı. Halkın, kendilerini destekleyenlerin isteklerinden çok şirket ve
hükümetlerin de kabul edebileceği argümanların öne çıktığı kampanyalar yapmaya
başladılar. Sokağın gerisinde kaldılar. Bundan 20 yıl önce, “daha az
tüketmeliyiz” diyerek sorunun kaynağını, kapitalizmi gösteren birçok çevre
kuruluşu bugün, amacı firmaları zengin etmekten başka bir şeye yaramayan
ürünlerin üretilmesine karşı çıkmak yerine geri dönüşümden, daha çevreci
ürünlerden bahsediyor. Halbuki, çöp sorununun çöp toplayarak çözülmeyeceği
ortada.
Değişimin
yerel nedenleri de var elbette. AKP hükümetinin icraatlarını eleştiren
kuruluşlarla diyalogu en aza indirmesi, medyanın benzer bir politikayla
muhalefet eden irili ufaklı tüm örgütlere sayfalarını kapatmaları, kravatlı
çevrecilerin işlevsizleşmesine yol açtı. Sokakla hükümet arasında köprü
vazifesi gören bu kurumlara duyulan ihtiyaç azaldı. Geçmişte, sürece öyle ya da
böyle katkı sunabilen kurumsal yapılar, sürdürdükleri “dikkatli” politikaların
sonucunu bir nebze de olsa yasama ve yürütme süreçlerine, planlamaya, fikir
alışverişine katkıda bulunarak alabiliyorlardı. Hükümet kapılarını başka
fikirlere kapattıkça, resmi çevrecilerin en önemli fonksiyonlarından biri
etkisizleşti.
Küresel ve
yerel sürecin aleyhlerine işlemesi resmi çevrecileri zorlamaya başladı. Alışılagelmiş
iş yapma biçimleri sonuçsuz kalmaya başladı. Bazıları bu krizi aşmak için
değişmek yerine kolaycı yöntemleri tercih etti. Olması gerekeni söylemek yerine
karşı tarafın da kolayca ikna olacakları işleri ön plana çıkararak göstermelik
başarılarla göz boyamayı tercih ettiler. Ellerindeki kaynakları ise gerçek
dönüşüme harcamak yerine, kendilerini daha çok iş yapıyormuş gibi gösterecek,
“pazarlama ve reklam faaliyetlerine” aktardılar. Paralı reklamlarla sosyal
medyadaki takipçi sayılarını artırdılar, görkemli videolar çektiler, sahibine
ulaşmayan imza kampanyalarıyla, “yapıyormuş” gibi yaptılar…
Görünen o ki
bu oyalama sürecinin de sonuna geldik. Çevre sorunları artıyor ve çevre
hareketini değişime zorluyor. “Kravatlı ya da resmi çevreciler” demeyi sevdiğim
bu kuruluşların kendilerini toparlaması ve yeniden sahaya inmeleri şart. Yoksa
onlar da değişen devirle birlikte tarihin tozlu sayfalarında yerlerini
alacaklar. Eskiye dönmemekte ısrar ederlerse de ekoloji mücadelesinin çok büyük
bir kaybı olacağını düşünmüyorum. Halihazırda mücadeleyi devralan örgütsüz ve
kravatsız güçlerin uzmanlık ve kapasite anlamında çok eksikleri kalmadı. Bir
tek paraları yok ama yürekleri var ki milyonlara bedel. Büyük kurumların
destekçilerinin de bu durumu fark etmesi an meselesi gibi geliyor.
Kuzey
Ormanları’nda, Artvin’de, Sinop’ta, Loç’ta, Bartın’da, Bergama’da, Fındıklı’da,
Gerze’de, Rize’de, Alakır’da, Gezi’de ve daha birçok yerde kazanılan veya süren
mücadelelerin arkasında hep bu örgütsüz örgütlerin olduğunu unutmayın. Gerçek
bir değişim için çevre mücadelesinin “boyalı kuş”larıyla birlikte olun,
onlardan desteğinizi esirgemeyin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)