Akkuyu’nun bilirkişi raporu hatalarla dolu

Mersin’de kurulmak istenen nükleer santrala karşı açılan davaları değerlendirecek Danıştay’a iletilen bilirkişi raporu açıklandı. Rapor hem nükleer enerji hem de çevre konusunda ciddi yanlışlarla dolu.

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Şubat 2017

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Rusya’ya Türkiye’de nükleer santral kurdurtma ısrarı sürüyor. Mülkiyeti ve kontrolü tamamen Rusya’nın elinde olacak santral projesinin geleceği aslında Türkiye ile Rusya arasıdaki ilişkiye bağlı. Öte yandan da hukuki ve teknik süreç devam ediyor. Santralla ilgili 17 farklı iptal davası var. Garip bir şekilde bu davalar Danıştay’da birleştirildi. Bilirkişi heyeti de Danıştay 14. Dairesi’ne görüşlerini içeren bir raporu birkaç gün önce sundu. 205 sayfalık bu rapor ne yazık ki yanlış bilgilerle dolu. Birkaç örnekle anlatalım.

Bölümün adı ‘Dünyada Nükleer Santrallerin Genel Durumu’. Burada Mayıs 2016 itibariyle dünyada 444 nükleer santralin işletmede olduğu yazılmış. Raporun ‘nükleer uzmanları’ dünyadan o kadar bir haber ki, 2011 yılında Fukuşima’da meydana gelen nükleer kaza sonrası ülkedeki 54 reaktörün (doğrusu reaktör santral değil) kapatıldığını bilmiyor. Bunlardan 10’unun kapısına resmen kilit vuruldu, sökülmeyi bekliyorlar. Kalan 42 reaktörden de şu anda sadece iki tanesi çalışıyor. Rapor doğru bilgilerle hazırlanmış olsaydı şöyle demeliydi: “Dünyada halihazırda çalışabilir durumda (bu reaktörlerin hepsi çalışmıyor) 402 nükleer reaktör var”. Doğru reaktör sayısını kullanmadıkları için nükleer santralların dünyadaki kurulu gücüyle ilgili verdikleri bilgiler de yanlış ve yanıltıcı.

Aynı bölümde nükleer enerjinin geleceğiyle ilgili verdikleri rakamlar da yanıltıcı. Dünyada nükleer kaynaklı elektrik üretiminin artacağını ancak toplam elektrik üretimindeki payının yüzde 9,2’ye düşeceğinden bahsetmişler. Kaynak da Sinop nükleer projesine ortak olmak isteyen EÜAŞ. En azından Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) raporlarına bakma zahmetine katlansalardı, nükleeri savunan bu kurumun bile 2050 yılı için yaptığı tahminlerde bu oranın yüzde 4,7’lere kadar gerileyebileceğini söylediğini görürlerdi. Bugünkü oranın yüzde 11,2 olduğunu hatırlatalım. Nükleerin gözden düştüğünü yazamamışlar.

Nükleerden vazgeçenler raporda yok
Akkuyu için rapor hazırlayan bilirkişi heyeti
Bir başka felaket de Fukuşima sonrası birçok ülkede alınan nükleer karşıtı kararları es geçtikleri bölüm (sayfa 78). Raporda, “…kazadan bu yana bazı ülkeler nükleer santral projelerinden kısmen vazgeçerken bazı ülkeler nükleer programlarına devam etmişlerdir” denmesi bu raporun tarafsızlığına gölge düşürmüş. Dünyada Fukuşima sonrası nükleer santrallerini kapatma kararı alan ve bunu uygulayan Almanya gibi ülkeler olduğunu herkes biliyor ama bu raporda yok. Fukuşima’dan sonra nükleere geçme konusunu halk oylamasına sunan ve çıkan hayır sonucuyla yoluna nükleersiz devam eden İtalya’dan da bahsedilmiyor. Dünyanın nükleer enerjiyi en çok kullanan ülkesi Fransa’nın bile nükleerin elektrik üretimindeki payını 2025’e kadar yüzde 78’den yüzde 50’ye indireceği yazılmamış. Aksine, İsviçre’nin halk oylamasıyla eski reaktörlerini bir süre daha çalıştırma kararı aldığı yukarıdaki iddiayı desteklemek için kullanılmış. Üstelik, İsviçre’nin Fukuşima sonrası bu eski reaktörlerin yerine yenilerini yapmaktan vazgeçtiği de vurgulanmamış.

Benim için bu yanlışlar, bilirkişi raporunu hazırlayanların konudan ne kadar uzak olduklarının göstergesidir. Sağlığını, geleceğini ve bu memleketi sevenlere duyurulur.

***
Kyoto Protokolü’nde olmayan nükleeri öven maddeler uydurulmuş
Raporun ciddiyetsizliğiyle ilgili belki de en çarpıcı örnek Kyoto ile ilgili. Bu rapor İngilizce’ye çevrilir ve Akkuyu’da kurulan nükleer santralin dayanağı olarak gösterilirse vay halimize. Sayfa 84’te, ‘Kyoto Protokolü sözleşmesine’ (protokol mü sözleşme mi karar verememişler) vurgu yapılmış ve ‘sözleşme yer alan bazı maddeler’ başlığının altına yazılanlardan iki örnek:

·       Atmosfere salınan sera gazı miktarı %5’e çekilecek.
·       Güneş enerjisinin önü açılacak, nükleer enerji de karbon sıfır olduğu için dünyada bu enerji ön plana çıkarılacak.

Bilirkişi raporundaki aslı astarı olmayan Kyoto maddeleri
İlk maddenin doğrusu şöyle: Kyoto’ya taraf, gelişmiş ülkeler seragazı emisyonlarını 2008-2012 yılları arasında yüzde 5,2 oranında azaltacak. İkinci maddenin nereden geldiğiyse belli değil. Protokolün hiçbir maddesinde de nükleer enerjiden bahsedilmez. Bahsedilmediği gibi, nükleer enerji çözümün bir parçası görülmemiş, seragazı azaltımı için kullanılan emisyon ticareti gibi mekanizmalara nükleer dahil edilmemiştir.

***
Üçüncü ayında arıza yapan reaktör örnek gösterildi
Bilirkişi raporunun bir başka sorunu da denenmemiş Rus teknolojisini denenmiş gibi göstermek. Akkuyu’da kurulmak istenen VVER-1200 tipi reaktörün, temelde VVER-1000 teknolojisine dayandığı, bu reaktörün de birçok ülkede kullanıldığı tezi nükleer enerjiyi biraz bilenleri güldürür. Aralarında 200 MW güç farkı olan iki reaktörden bahsediyoruz, soğutma suyu miktarından güvenliğine kadar her şey değişir. VVER-1200 tipi reaktörün çalışan ilk örneği diye Rusya’nın Novovoranezh’deki reaktörünü göstermeleri de bir başka hata. Bu reaktör UAEA kayıtlarına göre ticari faaliyetine henüz başlamadı. Üstelik, deneme çalışmalarına başladıktan sonra elektrik jeneratörlerinde arıza meydana geldi ve reaktör bir süre durduruldu. Bilirkişi raporunda bu reaktörün ‘rüşdünü ispatlamış’ gibi sunulması akıl alınır gibi değil. Bir reaktörün güvenilirliğini ispatlaması için yıllar gerektiğini bir kez daha hatırlatalım. Akkuyu’yu deneme tahtası yapmayın!

***
Rus Büyükelçisi’ni koruyamayanlar Akkuyu’yu nasıl koruyacak?
Bilirkişi nükleer santralların karşı karşıya kaldığı terör tehlikesini de değerlendirmemiş. Nükleer santralların terör hedefi olduğunu yıllar önce yazdığımızda komplo teorisi sananlar, bugün Obama dahil dünya liderlerinden bu konunun ciddiyetini dinliyor. Türkiye’de de örgütlü olduğu yaşadığımız saldırılarla net bir biçimde ortaya çıkan IŞİD gibi terör örgütleri Rusya’yı hedef alan saldırılar düzenliyor. Büyükelçisini koruyamadığımız Rusya’nın nükleer santralını nasıl koruyacağımız meçhul. Nükleer santralların hem terörün hem de savaş zamanlarının hedefi olduğu raporda unutulmuş.

Yargı havalimanına 'iklim için dur' dedi

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Şubat 2017

İstanbul’da 2,5 milyon ağaç ve o ağaçların parçası olduğu ekosistemde yaşayan yüzlerce canlı 3. Havalimanı projesi için yok edile dursun, Avusturya’nın Federal İdare Mahkemesi, benzer bir projede doğa lehine karar verdi. Avusturya’nın başkenti Viyana’daki havalimanına eklenmesi düşünülen üçüncü piste dur diyen mahkemenin itiraz gerekçesi iklim değişikliği. Yol kenarına fidan dikerek çevreci olduklarını sananlar iyi okusun. Mahkeme, “Projenin olumlu yönleri, çok miktarda karbondioksit emisyonunun yaratacağı kirliliği meşrulaştıramaz” dedi. Uçaklar yakıt tüketimlerinin fazla olması nedeniyle diğer araçlara göre daha fazla seragazı üretiyor; iklim değişikliğine neden oluyor. Mahkeme de sefer sayısının artmasının dünyanın iklimini değiştireceğini söyleyerek havalimanının büyümesine izin vermedi.

Bizim 2,5 milyon ağacı göz kırpmadan kesmemiz, yerinden etmemiz tarihe kara harflerle, Avusturya’nın ekonomik büyüme, gelişme gibi argümanları bir yana bırakıp iklimi koruma adına daha fazla uçağa hayır demesi ise yaldızlı harflerle yazılacak. Bizde olsa iklim değişikliğini sadece Çin ve ABD’nin sorunu yapar, parayı da her şeyin önüne koyardık. Avusturya’nın seragazı emisyonları bizden daha az (yaklaşık 7’de 1’i) ama kendilerini dünyanın geleceği konusunda bizden daha sorumlu hissediyorlar. Şimdi gözler bir üst mahkemede. Havalimanını işleten şirket karara itiraz edeceğini söylüyor. Yılda 23 milyon yolcu kapasiteli havalimanı ülkeye 1 milyar avro civarında vergi geliri sağlıyor. Bakalım bu rakamlar mı yoksa çevre mi kazanacak?

Gelişmiş ülke dediğin artık uçak, araba sayısıyla ölçülmüyor. Bağımsız mahkemeler, halkın söz hakkı, çevreye gösterilen saygı bir ülkeyi gelişmiş yapıyor. Avusturya’nın kararı çevre hukuku açısından da çok önemli. İleriki günlerde iklim için durdurulan başka projelere de rastlayabiliriz.

Hava kirliliğinde dış güçleri geride bıraktık
Futbolda, ekonomide, eğitimde hep geride kalmak çoğumuzun moralini bozuyordu. En sonunda dış güçleri geride bıraktığımız bir alan bulduk. Hava kirliliğinde Türkiye Avrupa’daki hemen hemen her kenti geçerek, en kirli 10 kent listesine 8 kent sokmayı başardı. Guardian gazetesinin Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerini kullanarak yaptığı sıralamada, PM 2,5 değerleri esas alındı. Bunlar, havada bulunan insan saçının çapından üç kat küçük partiküller, soluduğumuzda sağlığımızı ciddi anlamda tehdit ediyorlar.

Listenin birinci sırasında Makedonya’dan Tetova var, onu Batman, Gaziantep ve Hakkari İzliyor. Bosna’dan Tuzla’nın yanısıra Siirt, Karaman, Iğdır, Isparta ve Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun memleketi Afyon, Avrupa’nın havası en kirli 10 kenti arasında yer alıyor. Dünya Sağlık Örgütü PM2,5 değerlerinin yıllık ortalamasının metreküpte 10 mikrogram olması gerektiğini söylüyor. Batman’da bu rakam 67, Isparta’da 52. Sınır değerin 5-6 kat üstündeyiz. Hava kirliliğinin kaynakları belli. Enerji üretimi (başta kömür), ulaşım ve sanayi. Bir de bu kirliliği büyüten nedenler var. Bunun başında da çarpık kentleşme geliyor. Dev binalarla doldurduğunuz, parksız, yeşil alansız, trafiği sıkışık kentler hava kirliliğine davetiye çıkarıyor. PM 2,5 verilerinin yüksek olması ise özellikle ulaşım kaynaklı kirliliğe dikkat çekiyor. Avrupa’da dizel araçlar bu nedenle gözden düştü. Bizde ise ekonomik nedenlerden dolayı tercih ediliyor. Türkiye’de dizel otomobillerin pazar payı yüzde 62, dünyadaki en yüksek rakamlardan biri[1]”. Dizel araçlara sınırlama şart. Toplu taşımayı ihmal ederek, dev kentler yaparak, yeşil alanları yok ederek, hava kirliliğinin Türkiye’de daha çok can almasına, daha fazla insanı hasta etmesine davetiye çıkarıyoruz.

İzmir’den örnek proje
Ulaşım kaynaklı hava kirliliğini önleme konusunda belediyelere de büyük iş düşüyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi güzel bir adım attı; 20 elektrikli otobüsü denemeye başladı. Her şey yolunda giderse İzmir’de elektrikli yolcu otobüsü sayısı 400’e çıkacak. Otobüslerin menzili 250 km. Elektrikli araçlar gürültü ve egzoz gazı kirliliğine neden olmuyor ama bu sizi yanıltmasın. Sonuçta, otobüsün akülerini doldurduğunuz elektriğin hangi kaynaktan üretildiği önemli. O elektrik bir kömür santralinden geliyorsa hava yine kirlenir. İzmir Büyükşehir Belediyesi o konuyu da düşünmüş. Otobüslerin elektrik ihtiyacının (en azından bir kısmının) karşılanması için garaj ve son duraklara güneş panelleri yerleştirilecek. Güneş enerjisiyle çalışan otobüslerin dünyadaki en çevreci ulaşım seçeneği olduğunu söyleyip İzmir’e teşekkür edelim. Belediye, Kültürpark projesi için yapılan itirazları da değerlendirirse ‘yeşil belediyecilik’ konusunda herkese örnek olabilir.

[1] İPM, Türkiye’de Otomotiv Sektörüne Bakış, Peter Mock.

İklim felaketlerinin Türkiye’ye maliyeti 12 milyar

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Şubat 2017

Neredeyse haftada bir doğa katliamı için yasa çıkaran, yeni proje açıklayan Türkiye, iklim değişikliğini durdurmak için altına imza attığı Paris Anlaşması’nı hâlâ onaylamadı. İmza atan 197 ülkenin 129’u anlaşmayı resmileştirirken Türkiye seyirci. Seyirci kalmanın elbette bir bedeli var. Tarlada ürün kaybı, selde can kaybı, düşük karbon ekonomisine geçmeyerek kaçan fırsatlar…

Varlıkla, fonla ilgilenenler için artık bu kaybın bir faturası da var. Avrupa Birliği Çevre Ajansı’nın son raporu*, bu büyük tehlikeden kaynaklanan maddi faturayı hesaplamış. Türkiye’nin seyrettiği ve bir yandan da kazana daha fazla kömür atarak körüklediği iklim değişikliği son 30 yılda Türkiye ekonomisinden 12 milyarı alıp götürmüş. Ve bu daha başlangıç!

1980-2013 yılları arasında Türkiye’de meydana gelen aşırı iklim olaylarının (seller ve kuraklıklar gibi) faturası 3,04 milyar avro (12 milyar TL). Gözünüze az görünmesin, hesap yapılırken felaketlerin sonucu doğrudan meydana gelen hasarlar hesaba katılmış. O nedenle bu rakamı “en az” diye okumak doğru olur. İkinci kritik nokta da ekonomik hasarın iklim değişikliğine paralel bir şekilde son yıllarda artmış olması. 1980’lerde Avrupa’daki maddi hasar yılda 7,6 milyar avrolarda dolaşırken 2000’li yıllarda bu ortalama 13,7 milyar avroya dayandı. Türkiye’nin aşırı iklim olaylarına bağlı hasarı da her geçen yıl artacak. Söz konusu felaketlerin sonuçlarının sadece maddi olmadığını da unutmayalım. Sıcak hava dalgaları gibi Türkiye’yi etkileyecek iklim felaketleri Avrupa’daki maddi hasarın yüzde 5,4’üne neden olurken ölümlerin ise yüzde 67’sinden sorumlu.

Projeksiyonlar bu kayıpların artmaya devam edeceğini gösteriyor. Türkiye’nin ihracat gelirlerinin beşte birini oluşturan turizm sektörü (GSMH’nın yüzde 6,2’si) iklim değişikliğinden etkilenecek. Özellikle güney bölgelerde ısınan hava, turist sayısını azaltabileceği gibi, turizmcilerin giderlerini de artıracak. Klima maliyetleri artacak, su bulmak zorlaşacak. Tarım sektöründe ürün ve üretim kaybı yaşanacak. Bunlar beraberinde işsizliği de getirecek. Hepimizin yaşamı da su sıkıntısından, gıda fiyatlarının artışına kadar birçok etken nedeniyle zorlaşacak. Sağlık sorunlarını görmezden gelseniz bile sağlık harcamalarının maddi yükü ağırlaşacak.

Türkiye, iklim değişikliği konusunda örnek ülke olabilir ve dünyadaki değişime yön verebilir. Enerjiden tarıma, iklim dostu politikaları hayata geçirebilecek fırsatlara sahip bir ülkede yaşıyoruz. İklim politikaları, jöleyle 100 yıl öncesinin politikaları arasına sıkışmış ekonomimiz için de bir fırsat yaratıyor. Görebildiğim kadarıyla mevcut hükümetin vizyonu bunu görmeye yetmiyor. Görüşü engelleyen sorunu da biliyoruz. Halk arasında bu hastalığa “kömür karası” deniyor.

Nallıhan’ın kuşları uçmuyor mu?
Söz kömürden açılmışken geçen hafta bahsettiğimiz termik santral ihalesi gerçekleşti. Çayırhan B termik santrali ihalesini Kolin-Kalyon-Çeliker grubu kazandı. Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü yazımı okuyup bir düzeltme göndermiş. Kısaca, Nallıhan Kuş Cenneti olarak bilinen saha, Davutoğlan Yaban Hayatı Geliştirme Sahası (YHGS) içerisinde yer alır, o da yapılması planlanan termik santrale 2,5 kilometre uzaklıktadır diyorlar. Koruma çalışmalarının hedefinin “su kuşları” olduğunu da belirtmişler. Termik santralin yapılacağı yer koruma sahası derken zaten ben de bunu kastetmiştim. Koruma sahasının 2,5 kilometre ötesine; hem de halihazırda bölgede bir termik santral varken bir tane daha ekleniyor. Bunun koruma sahasını etkilememesi mümkün mü? Özetle söylersek kuş bu, uçuyor. Termik santralden çıkan kül de öyle. Umarım Milli Parklar incelemesini yapar ve bu projeye karşı çıkar. Oradaki canlıların hayatı onlara emanet edilmiş sonuçta.

Kömür sevdalılarına da soralım. Koruma sahasına kül gitmeyeceğini, bölgenin asit yağmurlarına maruz kalmayacağını, suyun kirlenmeyeceğini yüzde yüz garanti edebilir misiniz? İklimi değiştiren karbondioksiti önleyecek dünyada hiçbir teknoloji yok, nasıl olur da kömürü savunmaya devam edersiniz? 

***
15 Şubat Çarşamba günü Ahmet Şık’ın İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde duruşması var. Haksızlığa, hukuksuzluğa dur demek ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak için o duruşmayı izlemeliyiz.

*
Climate change, impacts and vulnerability in Europe 2016.

Ormanı trenle gezer kuş cennetinde kömür yakarız

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Şubat 2017

Dünyadaki herhangi bir ülkede çocuklardan hayallerindeki en güzel ormanın resmini çizmesini istesek herhalde çoğu içinden dere geçen, çeşitli hayvanların dolaştığı, çiçekler içinde bir orman çizer. Bizim memlekette ne olur sizce? Orman çizmesini istediğimiz çocuklarımız içinden otoyol, köprü ya da tren geçen bir orman çizse şaşırır mısınız? Ya da ormanın kenarına bir toplu konut kondursa, otoyol kenarına birkaç fidan dikerek “işte orman” dese çok mu sürpriz olur. Çocuklar anlatılanı ve gördüğünü öğrenir. Türkiye’de yeşil diye anlatılan da bu, gösterilen de. Alışveriş merkezlerinin yapay çiçeklerini de unutmayalım.

İstanbul’un Avrupa yakasında oturanların çocuklarına gösterebilecekleri bir orman var; o da Belgrad. İçinde sincapların, domuzların, tilkilerin olduğu tek yer. Ormanın kuzeyine 3. Köprü ile büyük bir darbe vuruldu. Şimdi de turistik tren hattı projesiyle ormanın bütünlüğüne bir darbe daha indirilmek isteniyor. Haliç’ten Kemerburgaz’a kadar uzanan 6,5 kilometrelik bir hattan bahsediyoruz. Orman görmek isteyenler trene binecek, camdan ormana bakacak. Biraz meraklıysa inecek, sonra yeniden trene binip ormana baka baka kente dönecek. Ormanda inek falan kalmadığı için espriler de değişecek. İnekler trene değil, trendeki insanlar ormana bakacak. Garfield misali…

Derdin insanları ormana ulaştırmaksa sorun yok. Belgrad Ormanı’nın yolu var, olmasa daha iyi ama araçlara giriş izni bile var. İsteyene otobüs var. Az mı geliyor, arttır. Sarıyer’e metroyla gelenlere duraklardan özel seferler koy, ormanın kapısında indir. İnsan ormana zaten yürümek, koşmak, temiz hava almak için gidiyor. Trene binmek için ormana gidilir mi? Fikir o kadar garip ki, bu projenin ardından ne çıkacak diye düşünmeden edemiyorsunuz. Tren hattına villalar mı kondurulacak, restoranlar mı açılacak yoksa tren hattıyla parçalanan Belgrad, parça parça orman vasfından uzaklaştırılarak imara mı açılacak?  Olmamış iş değil, 3. Havalimanı, Ağaoğlu’nun Ayazağa gökdelenleri, Volkswagen Arena, Telekom Arena ve daha niceleri İstanbul halkının müşterek alanı Belgrad’dan koparılan orman arazisi üzerine yapıldı. Aynı Atatürk Orman Çiftliği’nin talanı gibi burası da talan edildi ve edilmeye de devam ediliyor. Kuzey Ormanları Savunması basın açıklamalarıyla olayı kamuoyuna taşıdı. İmza kampanyasında şimdiden 30 binden fazla imza var. Belki de eksik olan tek şey sizin sesiniz.

Kuş cennetine termik santral
Foto: Yusuf Aslan/Magma
İstanbul ormandan tren geçirir de Ankara boş durur mu? Durmaz. Onlar da Türkiye’nin sayılı kuş cennetlerinden Nallıhan’a termik santral kondurma derdinde. Bölgede zaten kömürle çalışan Ciner Holding’e bağlı 620 MW gücünde (Yatağan büyüklüğünde) bir termik santral var. Şimdi ondan daha büyük (720 MW) bir başka kömür santrali kurulmak isteniyor. Kömürü çıkarıp, termik santral kurmaya hevesli firmalar da belli. Limak Holding, IC İçtaş, Fina Enerji ve Kolin-Kalyon ortaklığı. Kömüre verilen teşvikler ve çevrenin hiçe sayılması yüzünden Türkiye’de kömür santrali kurmak çok kolay. İşin bir başka trajik tarafı da dünyada kömürden çıkışın çok net görüldüğü günlerde bu işin yapılması. Daha birkaç gün önce açıklanan BP’nin Dünya Enerji Görünümü raporunda, birincil enerji kaynakları içinde kömürün payının 20 yıl içinde yüzde 30’lardan yüzde 20’lere düşeceği belirtildi. Kömür zengini Çin bile aynı rotayı izlerken, güneş ülkesi Türkiye’nin kömür ısrarı birkaç şirketten başka kimseye yaramıyor. Evinizin çatısına güneş paneli koyup, ürettiğiniz fazla elektriği şebekeye satmak isteseniz 40 dereden su getirirler, kuş cennetinin yanına ikinci kömür santrali kurmak isteyenlere soru soran bile yok.

Nallıhan Kuş Cenneti’nde 200’den fazla kuş türü bulunuyor. Burası yaz aylarında alanı kullanan kuşlar için çok önemli bir üreme bölgesi. Bölge yakınlarında üreyen küçük akbaba Uluslararası Doğa Koruma Birliği’nin (IUCN) Kırmızı Listesi’nde yer alan tehlike altındaki bir tür. Ne gariptir ki ÇED raporunda bu türün adı bile geçmiyor. Türkiye’de sayıları azalma eğilimindeki ak kuyruklu kartalların da ürediği bir yer. Sadece onlar mı, balıkçıl ve karabatak kolonileri de yine burada ürüyor. Nallıhan’da temiz su, yiyecek bulabiliyorlar. Suyun kalitesi bozulursa, söğüt ağaçları kurursa buradaki kuşların geleceği tehlikeye girecek. İki termik santralden çıkan küller bu cenneti cehenneme çevirebilir. Üstelik burası 1994 yılında Orman Bakanlığı’na bağlı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından koruma altına alınmış. Onlar itiraz etmiyor bari siz edin. 4 Şubat 2017 saat 17.00’ye kadar itiraz dilekçesi göndermek mümkün. 350ankara.org adresinden dilekçe örneğine ve bu dilekçeleri internet üzerinden nasıl göndereceğinize dair bilgilere ulaşabilirsiniz.

Zizek ve hayal kırıklığı

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Ocak 2017

Geçtiğimiz haftanın çevre gündeminin sürprizi Slavoj Zizek oldu. Sendika.org’da yayınlanan ‘Geri dönüşüm, organik gıda, bisiklet… Dünya böyle kurtarılmaz’ başlıklı makalesi, başlıktan da anlaşılabileceği gibi dünyanın geri dönüşüm, organik gıda veya yenilenebilir enerji kaynaklarıyla kurtulmayacağını söylüyordu. Hayal kırıklığıyla okuduğum makale bir sistem eleştirisini amaçlasa da, solun çevre konusundaki eski ezberlerini hatırlattı. Yeni bir şey söylemedi. Çeviride hata yoksa ‘Zizeksever’leri bile üzmüş olabilir. Katılmadığım noktaları yazmanın 'nasıl bir dünya istiyoruz' tartışmalarına yardımcı olacağını da umarak, eleştirinin kısa bir eleştirisini bu köşeye taşımaya karar verdim.

Zizek’in çevre sorunlarının sistemden (günümüzde kapitalizmden) kaynaklandığı giriş bölümüyle fazla sorunum yok. Elbette çevre sorunlarının giderek büyümesi, içinde bulduğumuz tüketim toplumundan, bireysel yaşam tarzlarımızdan, sosyal devletten uzaklaşıp, kârlarını artırmaktan başka bir şey düşünmeyen şirketlerin eline bırakılan doğal varlıkların fütursuzca kullanılmasından kaynaklanıyor. Zizek de buzulların erimesini fırsat gibi gören zihniyete işaret ederken aslında özetle bu durumdan bahsediyor. Sorun burada değil, saptama doğru ancak iş çözüme gelince sadece çözüm önerilerini eleştirmekle yetiniyor. Ekoloji konusundaki inkarcılara, “Kaybımıza neden olacak sürece karşı yapacağımız fazla bir şey olmadığını biliyorum. Ama bu düşünceye katlanamıyorum ve hiçbir işe yaramazsa bile deneyeceğim” diyenleri de ekliyor ve bu düşüncenin organik gıda almak gibi vicdanımızı rahatlatan bir eylemden başka bir şeyle sonuçlanmayacağını öne sürüyor. Çözüm önerisi ise komünizme doğru giden uluslararası bir dayanışma. Üretim ve tüketim süreçlerine dair bir öngörü yok. Sadece dayanışma… İş sadece dayanışmayla çözülseydi son 15 yılda 10’dan fazla toplantı yapan Dünya Sosyal Forumu bile sorunun çözümüne çare olabilirdi.

Zizek’le anlaştığımız noktalarla devam edeyim. Sorunların çözümünü sadece bireylerin tercihlerine bırakırsak yetersiz kalırız; evet. Makalede değindiği ve çevre sorunlarının çözümü için sıkça önerilen beş maddenin yetersizliği konusunda da Zizek’le anlaşabiliriz. Konuyu yakından takip eden herkes biliyor ki teknoloji bu sorunları çözemez ya da işi oluruna bırakırsak doğa sorunların bir şekilde üstesinden gelemez. Kişisel tedbirler veya piyasa mekanizmaları da tek başlarına çözüm olmayacak. Doğaya dönmek ise sadece sorunun kaynağından kaçarak yüzleşmeyi geciktirmeye yarıyor. Kapitalizm tüketmeye devam etikçe, sizin kurduğunuz küçük ekolojik çiftlikler, eşitlikçi toplumlar bir gün hedef alanına giriyor. En iyi örnek, kentte kalarak sorunları çözemezsiniz diyerek 20 yıl önce Kaz Dağları’na kaçan birçok doğa dostu arkadaşımızın bugün orada madenlere, termik santrallere karşı, bizim 20 yıl önce kentte, siyaset içinde verdiğimiz mücadelenin benzerini örgütlemeye çalışması herhalde.  

Zizek’le nerede anlaşamıyoruz o halde? Elbette çözümde. Zizek’in bahsettiği komünist toplum enerjisini hangi kaynaklardan üretecek belli değil? Vicdanı aklamaya yaradığı iddia edilen yenilenebilir enerji kaynaklarından başka bir yol var mı elektrik üretimi için? Kullandığımız kağıtları geri dönüştürmenin bizi devrime götürmeyeceğini kabul edelim ama şu soruya da yanıt verelim: Geri dönüştürmemek mi devrimin kapısını aralayacak? Zizek’in hayalini kurduğu toplum daha çok tüketenleri mi tercih ediyor yoksa daha az tüketenleri mi? Sevgili Zizek, tüm bu bireysel tedbirleri alanların, ekolojik ya da sosyalist devrime giden yolun sadece bu eylemlerden geçtiğini düşündüğüne kendisini inandırmış ama gerçekte durum bu mu? Böyle bir genelleme, Zizek gibi bir sosyoloğa yakışmıyor. Benim gibi geri dönüşüme inanan, plastik torba kullanmamaya çalışan, hayatına otomobil sokmayı reddetmiş birçok insan bunu sadece doğru olduğu için ve daha az tüketmek adına yapıyor. Bu bizim ekolojik devrime giden yolda yapısal değişiklikleri hiçe saydığımız anlamına gelmiyor. Aksine biz hazırız. Devrimden sonra kurulacak dünya toplu taşımanın öne çıktığı, bireysel tüketimin azaldığı, kaynak kullanımında verimin ön plana çıktığı bir dünya olmayacak mı? O günü bir mahşer günü gibi bekleyenlere kıyasla bizim uyum sorunu yaşamayacağımız ortada. Politik süreçte insanları ikna etme konusunda da avantajlıyız. Sizce, evlerimizin çatılarına koyacağımız ve kendi elektriğimizi üreteceğimiz güneş panellerini anlatan 40 seminer düzenlemek mi daha inandırıcı, bir evde bu sistemin çalıştığını göstermek mi? Vaatlerimizin yanına hayata geçirdiğimiz örnekleri koyuyoruz. Konforumuzdan ödün vererek samimiyetimizi gösteriyoruz. Bir yandan da politikada değişim için uğraşmayı sürdürüyoruz. Yapmamak mı daha iyi?

Zizek’in tavsiyesi ekolojik devrime kadar bir kapitalist gibi yaşamaksa, ben ona da kocaman bir “hayır” diyorum.

Enerjide cebimiz delik

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ocak 2017

Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 75’lere çıktı. Dışa bağımlılık bir sorun, özellikle de ateş pahasına dışardan aldığınız enerjiyi üretimden çok tüketime harcadığınızda. Sorunun adı dışa bağımlılık ama sorunun kaynağı dışarıda değil, içeride. Tek sorumlu ülkenin enerji politikasını belirleyen iktidar. Tüketici davranışını da, sanayinin tercihini de hükümet belirliyor. İktidara geldikleri 2002 yılında Türkiye enerjide yüzde 67 oranında dışa bağımlıydı şimdi bu oran yüzde 75’i buldu.

Merak ediyorsunuzdur, her söylemlerinde dışa bağımlılığı azaltacağız diyenler nasıl oldu da dışa bağımlılığı artırdı diye. Halbuki, Türkiye’nin neredeyse her deresine, belki de onları ‘kurutma/tahrip etme’ pahasına baraj yapıldı. Yerli kaynak sayılan hidroelektrik potansiyeli çok daha fazla kullanılmaya başlandı.  Bugün Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 6’sından fazlası akarsular* üzerine kurulan hidroelektrik santrallerden geliyor. Bir o kadar da rüzgar ve jeotermal toplamından elektrik üretiliyor. Tüm bunlara rağmen dışa bağımlılık azalmadı. Çünkü sorun, işin üretim değil tüketim tarafındaydı ama enerji politikasını yönetenler bunu görmemekte ısrar etti. Hidroelektrikle bu iş olmadı şansımızı bir de kömürde deneyelim dediler.

Enerji Bakanlığı 2012 yılını ‘kömür yılı’ ilan etti. Bahanesi de enerjide dışa bağımlılığı azaltmak ve istihdamı artırmak diye açıklandı. Hükümet ne derse tersi oluyor demeyecekseniz ne olduğunu söyleyeyim. Tersi oldu. 2012 yılında 28 milyon ton civarında olan kömür ithalatımız 2015 sonunda 35 milyon tona dayandı. 2002 yılında ise kömür ithalatı sadece 11 milyon tondu. Elektrik üretiminde yerli kömürün önünü açacağız diye boş verilen çevre kuralları ve halk sağlığı, defalarca uyardığımız gibi, ithal kömürün de önünü açtı. ‘Kömür yılından hemen sonra, 2013’te ithal kömürle çalışan santraller Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 12’sini karşılıyordu. Yerli kömürü ve istihdamı artırmak için alınan tedbirler sonucu bu oran 3 yılda yüzde 17’yi geçti. Türkiye’deki elektrik üretiminde ithal kömürün payı barajlı hidroelektrikleri yakaladı. Dışa bağımlılık arttı, ülke kül ve ise boğuldu.

Dışa bağımlılığı azaltmak için yapılan tüm bu hamleler doğalgaz ithalat miktarının artışını durdursa da yerini ithal kömürle doldurmaya çalıştığımız için sonuç değişmedi. Daha kirli bir kaynağı seçtiğimiz için hem sağlığımızı hem de doğamızı daha fazla riske attık.

Ne yapılmalıydı ya da yapılmalı, onu da dilimiz döndüğünce anlatalım. Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak istiyorsak işe ilk başta tasarruf ve verimlilikle başlamalıyız. DPT raporlarında Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarruf potansiyelinin yüzde 20-25 oranında olduğu yazıyor. Bu şu demek; bizim cebimiz delik. 100 lira atıyoruz, 25 lirası delikten boşa gidiyor. O yüzden de 100 lirayı cepte tutmak için 130 lirayla evden çıkıyoruz. Enerji dilinden söylersek, elektrik talebi 100 ise biz 100 üretmek yerine 130 üretmeye çalışıyoruz çünkü biliyoruz ki 30’unu boşa harcayacağız.

Yapmamız gereken cepteki deliği dikmek elbette. Binalara yalıtım şartı getirmeli, yalıtım yapmak isteyene uygun teşvikler sağlamalıyız. Toplu taşımayı yaygınlaştırmalı, sanayide enerji yoğun üretim yöntemlerinden, çimento gibi ürünlerin ithalatı için enerji harcamaktan vazgeçmeli, ekonomiyi bilişim gibi alanlarda büyütmeliyiz. Verimli motorlarla üretip, akıllı elektrikli aletlerle tüketmeliyiz. Sınırları çizilmiş tüketimi, tüketilen yerde üretim yapan, küçük ve yenilenebilir enerji santrallerine kaydırarak dışa bağımlılığı da azaltabiliriz. Güneş paneli ve rüzgar türbinlerinin üretimi ve parçası için fabrikalar açıp istihdam sorununa enerji yatırımlarıyla çözüm bulmak da mümkün. 300 kişinin çalıştığı bir ithal kömür santrali yerine 30 bin kişinin ürettiği yenilenebilir enerji sektörü kurmak hayal değil.

Mesele, cepteki deliği dikip halkı rahatlatmak yerine cebi doldurmayı amaçlayan şirketlere göz kırpan politikaları hayata geçirmekse lütfen o bildiğiniz yolda, durmadan devam edin. Bıçak kemiğe dayandı diyorsanız da bu gidişata “hayır” deyin. Bu ülkenin insanları da temiz hava solumayı, güzel günler görmeyi herkes kadar hak ediyor.

*Barajsız hidroelektrik santraller

Çevre ve başkanlık

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ocak 2017

Başkanlık ya da daha açık konuşmak gerekirse padişahlığın çevre mücadelesini nasıl etkileyeceğini merak edenlere, bir örnekle neler olabileceğini açıklayalım. Türkiye’deki çevre sorunlarında çoğunluğun aynı düşündüğü, mutabakata vardığı konular azdır. GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) bunlardan biri. Türkiye’de yapılan hemen hemen tüm anketlerde halkın GDO’ya hayır dediği biliniyor. Gezici Araştırma tarafından yapılan bir ankette GDO’nun kötü bir şey olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 79, GDO’lu ürün almam diyenlerin oranı ise yüzde 83 çıkmıştı. Şimdi karamsar bir senaryo çizelim.

Varsayalım, MHP ve AKP milletvekillerinden, “ben bu başkanlığa evet diyerek halkın yüzüne nasıl bakarım” diyen 10 milletvekili çıkmadı ve şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülen Anayasa değişikliği kabul edildi. Ülke başkanlıkla yönetilmeye başlandı. Ve diyelim ki siz başkanlığın çalışmaya başladığı bir dönemde, Türkiye’de GDO’lara karşı duran bir çevreci, çiftçi ya da sağlıklı gıda hakkını savunan bir yurttaşsınız. Yediğiniz ürünün genetiğiyle oynanmasın, çoluğunuz çocuğunuzun antibiyotik direnci zayıflamasın, türlü hastalıklarla yakalanma riskiyle karşı karşıya kalmasın istiyorsunuz. Ya da Türkiye’de boğazına kadar derde batmış çiftçiler, GDO’lu tohumlarla dev şirketlerin elinde oyuncak olmasın diye çabalıyorsunuz.

Başlattığınız ‘GDO’ya Hayır’ kampanyası halktan da büyük destek aldı. Anneler, babalar, çiftçiler ve çevreciler yanınızda. Varınızı yoğunuzu ortaya koydunuz ve mücadeleniz sonucu GDO karşıtı bir yasa Meclis’e geldi. Milletvekillerini Türkiye’de GDO’lu hayvan yemi kullanımını yasaklayacak, ekime izin vermeyecek bir yasa hazırlama konusunda ikna ettiniz. Kanun Meclis’ten de geçti, yıllar süren çabanızın verdiği gururla eve dönmeye hazırlanıyorsunuz ama o da ne? Ülkenin Başkanı (Cumhurbaşkanı) kanundan memnun değil, GDO’nun serbest bırakılmasını istiyor. Son Anayasa değişikliğiyle kendisine verilen yetkiyi kullanıp, bir gerekçeyle GDO’yu yasaklayan kanunun Anayasa’ya aykırı olduğunu öne sürüyor ve Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açıyor.

Bugünkü kurallar geçerli olsa Cumhurbaşkanı kanunu iki kez geri gönderebilir, Meclis ısrar ederse üçüncüde mecburen kabul ederdi. Başkanlıkta öyle olmuyor, iş Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor. Anayasa Mahkemesi’ne güveniyorsunuz, onlar da sonuçta bu ülkenin insanları, yüzde 80’i gibi düşünüp GDO’ya hayır diyeceğini sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Çünkü son değişiklikle üye sayısı 15’e düşürülen Anayasa Mahkemesi’nin üç üyesi, üyelerini ‘Başkan’ın belirlediği YÖK tarafından öneriliyor ve ‘Başkan’ tarafından seçiliyor. Dört üyesini doğrudan ‘Başkan’ seçiyor. Üç üyesi, ‘Başkan’ın iktidar partisi genel başkanı olarak kontrol ettiği Meclis tarafından seçiliyor. Kalan beş üye de Yargıtay ve Danıştay'ın gösterdiği adaylar arasından yine ‘Başkan’ tarafından seçiliyor.

Başkan’ın seçtiği üyeler Başkan’ın iradesine karşı mı gelecek? Haliyle, Türkiye’yi GDO’dan koruyacak kanun Anayasa Mahkemesi'nce iptal ediliyor çünkü tüm üyeler zaten Başkan’ın adamları. Başkan neden böyle bir karar versin? Nedeni çok. Konuyu yanlış biliyor olabilir, yanlış bilgilendirilmiş olabilir. Olmaz ya, yolsuzluğa meyilli olabilir, dev GDO şirketlerinden paraları cebe indirmiş olabilir. Bizim ülkemiz de hiç olmaz ama GDO karşıtları türbanlı bir bacımıza saldırdı, ben de gördüm diyen bir gazeteciye inanmış olabilir. Hadi, bunlar olmadı kandırılmış olabilir. Olasılığı yüksek. Sonuç? Halkın yüzde 80’inin iradesinin yerlerde süründüğü bir ülke. İşte tartışılan Anayasa değişiklikleri ve başkanlık denen ucube sistem bunu yapabilir.  Halk oylamasında yüzde 51’i bulan bir başkan yüzde 80’i hiçe sayabilir. Bu sadece bir örnek; tek adam rejimi bunun gibi birçok adaletsizliğe zemin hazırlıyor.

Çevre mücadelesinden bunun gibi halkın çoğunluğunun hayır dediği onlarca örnek verilebilir. Şimdi soralım; tehlikenin farkında mısınız? Penguen medyasını kapatıp, sosyal medyadan, kalan birkaç kanaldan Meclis’teki görüşmeleri izleyince siz de tehlikenin büyüklüğünü fark edeceksiniz. Tepkinizi esirgemeyin. Demokrasi gökten zembille inen bir mucize değil bir mücadeledir.

Diş macununuzdaki plastikler

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Ocak 2017

Foto: Georg Mayer/Greenpeace
Bir kullanımlık şırıngalar, elektronik devrelerin yerleştirildiği kartlar gibi yaşadığımız endüstriyel hayat tarzında yerini kolay kolay başka bir ürünle dolduramayacağımız plastik ürünler olduğunu hepimiz biliyoruz. Plastik belli alanlarda vazgeçilmez görülebilir ama bazı alanlarda da kullanımı bir o kadar gereksiz ve yerine kullanabileceğimiz onlarca alternatif madde var. Plastik torbanın yerini kağıt torba veya file alabilir, pet şişelerin yapacağı işi çantamızdaki bir matara görebilir. Çoğu zaman bunun gibi daha çevreci ürünlerin gereksiz tüketiminin önündeki tek engel tembelliğimiz. Bir de hiçbir işleve sahip olmadığı halde kullandığımız plastik maddeler var. Örneğin mikro plastikler.

Mikro plastikler büyüklüğü 5 milimetreden küçük plastik parçacıklara verilen ad. Bu küçük plastik parçalara özellikle kozmetik ürünlerinde rastlıyoruz; örneğin diş macunlarında. İçinde küçük plastik tanecikler barındıran ve çok güzel göründüğünü düşündüğünüz bu macunları kullanarak belki de plastik yutuyorsunuz. Renkli taneciklerle dolu duş jelleri ve yüz kremleriyle temizlendiğinizi düşünüyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Aslında yaptığınız vücudunuza plastik sürmek. Bir plastik torbayı elinize alıp vücudunuza sürer miydiniz? Herhalde hayır ama o küçük renkli taneciklere sahip ürünleri kullanarak yaptığınız aslında tam da bu.

Mikro plastiklerin tek kaynağı kozmetik malzemeleri değil. Endüstriyel aşındırıcılardan, büyük plastiklerin (naylon torbalar, araç lastikleri gibi) parçalanmasıyla oluşan küçük parçacıklara kadar birçok yerde mikro plastik var. Boyutlarının küçük olması arıtma sistemleri tarafından yakalanmalarını zorlaştırıyor ve çoğu nehir ve denizlere karışıyor. Buradan da denizlerdeki canlılara ulaşıyor. Mikro plastikler şimdilik büyük plastikler gibi deniz canlıların ölümüne neden olmuyor ancak ticari balıkların hemen hepsinde az miktarda olsa da görülüyor. Koli bantlarından ağ parçalarına kadar daha büyük boydaki plastik atıkların, deniz canlılarının yaşamını tehdit ettiği biliniyor. Ağlara takılan, plastik atıklarına dolananlar arasında kutup ayısı, martı ve balina gibi canlıların olduğunu hatırlatalım. Büyük plastik parçaları özellikle de naylon torbaları yanlışlıkla yiyen canlılar da var. Deniz kaplumbağaları onları deniz anası sanıyor ve bu yüzden boğulup ölebiliyor örneğin. Büyük plastiklerin etkisi biliniyor ve ölçülebiliyor. Mikro plastikler ise görünmez bir tehlike gibi, balıklara, midyelere, yani besin zincirine ulaşıyor ve bizleri de tehdit ediyor. Birikim sürerse etkilerini daha net göreceğimiz kesin.

İyi haber de verelim. ABD mikro plastikleri bu yılın yarısından itibaren yasaklıyor. Birleşik Krallık (İngiltere) ve Kanada ise yıl sonuna kadar zaman tanıdı. Birçok kozmetik devi de yeni ürünlerinde mikro plastik kullanmamayı ve eski ürünlerini yasaklamayı kararlaştırdı. Karar almayanları uyarmak ve o ürünleri hem denizlerimiz hem de sağlığınız için kullanmamak ise size düşüyor. Süsten başka bir işe yaramayan bu kozmetik ürünlerini almayarak, Türkiye’de Greenpeace’in başlattığı kampanyaya destek vererek, Türkiye’de de bu ürünlerin yasaklanması için yetkililere çağrıda bulunarak veya sosyal medyadan mesajlarınızı ileterek işin bir ucundan tutabilirsiniz. Erken tedbir alırsak diğer ülkelerde kullanılması yasaklanan bu ürünlerin Türkiye’ye gelmesini de önleriz. Bir duş aldığınızda 100 bin plastik tanesini okyanusa gönderdiğinizi unutmayın.

Gazetecilik Suç Değildir
Yaklaşık altı yıldır bu köşeden, haftada bir kez de olsa çevre sorunlarına dikkat çekmeye ve beraberinde çözüm yollarını da dile getirmeye çalışıyorum. Köşenin amacı ve sorumluluğu gereği, gündem ne olursa olsun çevre ve enerji başlıklarının dışına taşmamaya özen gösteriyorum. Zaten, BirGün’de diğer konuları dile getiren çok sayıda yazarımız var. Ne var ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bu konuda birkaç kelime etmemi gerektiriyor. Çok sevdiğim dostlarım, örnek aldığım meslektaşlarım sadece fikirlerini söyledikleri, gazeteciliğin gerektirdiklerini yaptıkları için hapse atılıyor. Türkiye’yi kan gölüne çevirenler, hedef göstererek, nefret tohumları ekerek onlara yol gösterenler serbest dolaşırken bu tehlikelere karşı bizi uyaranların hapse atılması kabul edilemez. Arkadaşlarımız serbest bırakılana, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılıncaya kadar haykırmaya ve yazmaya devam edeceğiz. Çünkü #GazetecilikSuçDeğildir.