Türkiye’de referandum yapılamaz

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Kasım 2016

Referandum ya da daha doğru bir Türkçe ile söylersek; ‘halk oylaması’, bugünün şartlarında Türkiye’de başvurulabilecek bir araç değil. Halk oylamaları, doğrudan demokrasinin kuvvetli bir ayağı gibi görünse de, baskıcı rejimlerde demokrasi karşıtı düzenlemelere meşruiyet kazandırmanın bir aracı da olabilir. Dünyada da bu yüzden tartışılıyor. Tartışmayı örnekler ve nedenleriyle açıklayalım.

İngiltere’nin AB’den çıkışının onaylandığı halk oylaması güncel bir örnek. Yüzde 51,9’unun tercihiyle alınan AB’den çıkış kararı bir o kadar insanın (yüzde 48,1) isteğini göz ardı etti. Beş kişilik bir ailede, üç kişinin istediği bir televizyon programının izlenip, diğer iki kişinin tercihinin izlenmediğini düşünün. O zaman, halk oylamasının sanıldığı kadar demokratik olmadığını da anlayacaksınız. Sonuçların birbirine yakın olması ve bir tarafın az sayıda oyla diğerine üstünlük sağlaması toplumdaki huzursuzluğu azaltmak yerine artırabilir ve çatışmayı körükleyebilir. İnternet tabanlı araştırma şirketi YouGov, 18-24 yaşlarındaki İngiliz vatandaşlarının yüzde 75’inin AB’de kalmak için oy kullandığını açıklamıştı. 70 yaşındaki birine göre, halk oylaması kararından daha uzun süre etkileneceği kesin bu gençler için halk oylaması hiç de demokratik bir araç gibi görünmüyor. Bu ve benzer nedenlerden ötürü İngiltere’de tartışma sürüyor ve halk oylaması hiçbir sorunu çözmüşe benzemiyor.

Halk oylamasının demokrasiye katkıda bulunabilmesi için katılımın yüksek olması şart. Bu sınırın, özellikle Anayasal değişikliklerde yüzde 70-80 gibi oldukça yüksek olması sonuçların büyük bir çoğunluk tarafından benimsenmesi de gerek. Türkiye’de başkanlık sitemi için bir halk oylaması yapıldığını ve katılım oranının yüzde 60 olduğunu düşünün. 1 Kasım seçimlerinde 56 milyona yakın seçmen vardı. Bunların yüzde 60’ı oy kullanırsa başkanlık için oy veren sayısı 33 milyon 600 bin olur. Oy verenlerin yüzde 52’siyle başkan seçildiğini varsayın. Bu da 16 milyon 800 bin kişinin Türkiye’de rejim değişikliği ve tek adamlığa oy vermesi anlamına gelir ki, gerçek bir demokratik temsilin yakınından bile geçemez. 56 milyon kişinin oy kullandığı bir seçimde, oy verenlerin yüzde 28’inin (16 milyon) isteği diğerlerine dayatılamaz.

Halk oylamasında, oylanan konu hakkında bilgilendirme eksiksiz yapılmalı ve her kesime ulaşmalı. Sırf bu nedenden dolayı da Türkiye’de halk oylaması yapılamaz çünkü söz konusu bilgilendirmeyi yapacak en önemli araç, medya, baskı altında. Bugün Türkiye’de 125 gazeteci tutuklu, 160’dan fazla yayın organı kapalı. Dışardakiler de tek bir merkezden yönetiliyor. Bianet ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in birlikte yaptığı, Medya Sahipliği İzleme Projesi, Türkiye’deki 10 büyük kanalın 7’sinin, yine aynı şekilde, tirajı en fazla 10 gazetenin 7’sinin sahibinin hükümetle ilişki içinde olduğunu ortaya koyuyor. İktidara yakın kanallarda kendilerinden yana olan gazetecilerin katılımıyla tartışmalar yapıldığını ve tarafsız olması gereken TRT’nin bugünkü durumunu göz önüne alırsak halk oylaması öncesi her görüşe ve yeterli bilgiye ulaşacağımızı düşünmek hayal olur. Liderlerin karşılıklı tartışma kültürünün AKP döneminde rafa kaldırıldığını da unutmayalım. Başkanlık yarışına katılan adayların karşı karşıya geldiği bir oturum bile göremeyebiliriz. Daha önceki seçimlerde gördüğümüz, devlet imkanlarının iktidar lehine kullanılması da listeye eklersek bu koşullarda halk oylamasının yapılamayacağını görürüz.

Duygusal, teknik ve hukuki konuları halk oylamasına sunmak da sakıncalı. Bu durumlarda daha uzun süreli bilgilendirme gerekebilir. Halkın konunun uzmanlarını seçerek, onların yapacağı tartışmalar sonucunda karar vermesi yani temsili demokrasinin uygulanması referandumdan daha iyi sonuç verir.

Halk oylamasına sunulamayacak konular da var. Yaşamı riske atan bir teknoloji, yatırım oylamaya sunulamaz. Ülkede yaşayanların dini inancı, yaşam tarzıyla ilgili bireysel tercihler de doğrudan ya da dolaylı yoldan halk oylamasına konu edilemez. Türkiye’de başkanlık sistemi özgürlükleri kısıtlayacak bir rejim değişikliğine gitme riski taşıyorsa, ki taşıyor; bu seçimin halk oylamasına sunulması kabul edilemez.
 
Halk oylamalarının yerel sorunları çözmede başarılı olduğu söylenebilir. İsviçre’deki kantonlarda bu savı destekleyecek çok sayıda örnek var. Yaşayanların sorunlar hakkında bilgi sahibi olduğu, farklı görüşleri dinleyip, kavrayabildiği, bunu yapacak zaman ve olanağa sahip olduğu yerler için bu doğru. Bu yüzden de yetkiyi merkezden yerele kaydırmak gerek. Bugün yapılanın tam tersi yani. Sayı arttıkça, konu derinleştikçe referandum çare değil. Anayasal konular, ülkeyi ilgilendiren sorunlar için mevcut demokratik karar alma süreçlerinin en iyisi, tartışmasız konsensüs; önce sokakta, sonra seçilmişlerin arasında. O yüzden de her şeyden önce referanduma karşı çıkmak gerek.

Yapıyormuş gibi yapma

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Kasım 2016

Avrupa Komisyonu her yıl Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) sürecindeki performansını değerlendiren bir “ilerleme raporu” hazırlıyor. 2016 yılına ait rapor da açıklandı. Rapra göre Türkiye’nin performansı olumsuz. İfade özgürlüğünden gazetecileri hedef alan saldırılara kadar birçok eleştiri var. Sadece özgürlükler değil ekonomi de kırık not almış. Vergi ve mali konularla ilgili kurumların eleştirel medya ve iş insanlarına baskı yapması nedeniyle Türkiye’deki iş ortamının bozulduğu yazıyor. İstanbul’daki park sayısı bile rapordaki olumlu vurgudan fazla. O halde yazının sonunda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim; raporun adı değişmeli. Bundan böyle AB, her yıl Türkiye için ‘gerileme raporu’ hazırlasın, daha doğru olur.     

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland
ve AB Bakanı Ömer Çelik
Raporun siyaset ve ekonomiye dair eleştirilerini başka yerlerde okursunuz. Avrupa, çevre ve enerji konusunda ne diyor, onu yazayım.

İklim değişikliği konusunda Paris Anlaşması’nın imzalanması gerektiği açık seçik yazılmış. Türkiye ise hiç oralı değil. İklim hedeflerinin bölük pörçük ve özellikle enerji konusunda yapılanlarla tutarsız olduğu belirtilmiş. AB’nin 2030 için belirlediği enerji ve iklim politikalarıyla tutarlı bir ulusal plan ortada yok. Ozon tabakasına zarar veren gazlarla ilgili uyumlaştırma tamamlanmamış. Yeni otomobiller için AB emisyon standartlarının uyumuna ilişkin çabaların başlatılması isteniyor. Ankara için tercümesi şu: “Yapıyormuş gibi yapma, yap”.

Enerjide AB’nin hoşuna giden birkaç nokta var. Avrupa elektrik şebekesine (ENTSO_E) bağlantı, Türkiye’nin Avrupa’dan elektrik alıp verebilecek olması, enerji güvenliğini arttıran bir hamle kabul edildiği için beğenilmiş. TANAP ve Türk Akımı olumlu değerlendiriliyor. Bu boru hatları yapılırsa, Avrupa’ya farklı yollardan gaz gidecek. Olumlu değerlendirmeli bu kapsamda anlaşılır ama bu boru hatlarının geçeceği yer konusunda, özellikle Trakya’da ciddi endişe duyanlar var. AB’ye ses gitmemiş anlaşılan. Yenilenebilir enerjideki kapasite artışından memnunlar. Atık su ve çöp yönetiminde bazı ilerlemeler olduğunu da belirtmişler. Her güzel öykünün bir sonu var. Enerji ve çevre konularına ait güzel haberler bu kadar. Bundan sonrası olumsuz. İşin kötü tarafı, halkı daha yakından ilgilendiren kısımlar bu olumsuz bölümlerde yer alıyor.

Aynen böyle yazmışlar: “Enerji verimliliği konusunda hiçbir ilerleme olmadı”. AB’nin Binaların Enerji Performansı ve Enerji Verimliliği yönergeleriyle uyum için bir zaman planının bile olmadığının altı çizilmiş. Eleştiride haklılar çünkü plansız, rant amaçlı kurulan santraller yüzünden elektrik fazlası var ülkede. Özellikle elektrikte tasarruf ve verimlilik hükümeti ve yandaş şirketleri çarpar.

Bir konudan daha sıfır almışız. Kalın harflerle şöyle yazmışlar: Nükleer enerji, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma konusunda da ilerleme yok. Avrupalı bilmiyor tabii. TÜBİTAK öğrencileri isterse ‘radyasyondan korunma duası’ okuyan bir robotla sorunu çözebilecek kapasitede. ‘Okunmuş fasulye’, ‘salavat makinesi’ ve ‘hacı robot’ ekipleri el ele verirse neden olmasın? Rapora bu potansiyelimiz girmemiş, o ayrı. Onlar, daha çok Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer santral kurmaya çalışan kurumlardan (hükümet gibi) özerk çalışamadığına takmış. Diplomatik dilde söylediklerinin anlamı şu: Nükleer santral projelerinde ortaya çıkacak bir aksiliği halka söyleyebilecek bağımsız bir kurum ortada yok. Bu olmadan olmaz diyorlar.

Bizim çok canımızı yakan bir konu AB’nin Türkiye raporunu hazırlayanların gözünden de kaçmamış. ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) yönetmeliklerinin doğru uygulanması isteniyor. Uyduruk ÇED’e son deniyor. Atık yönetimi, endüstriyel kirlilik ve su konularında da AB yönergeleriyle uyumun tamamlanması gerekiyor. Hükümetin hoşuna gitmeyecek diğer talepler ise halkın katılımı ve halkın bilgiye erişimi konularında AB müktesebatına uyumlu hareket edilmesi ve iklim değişikliği alanında şeffaflığın arttırılması.

AB’nin liberal ekonomideki ısrarını bir kenara bırakırsak yaptığı diğer eleştirilere katılmamak mümkün değil. İlginç olan, 2016 Türkiye İlerleme Raporu’nda eleştirilen konuların çoğunun halkın da sıkıntı çektiği, düzeltilmesi halinde herkesi memnun edecek meseleler olması. Olumlu görülen tarafta ise şirketleri ilgilendiren meseleler var. Tesadüf mü yoksa bizi yönetenlerin önceliği biz değil şirketler mi bilemedim. Raporun özeti yukarıda, kararı siz verin.

Gelir vergimizin yüzde 1’ini bağışlayalım

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Kasım 2016

Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV), geçtiğimiz hafta ilginç bir araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Türkiye’deki bireysel bağışları ve hayırseverliği araştıran bu çalışmanın sonuçlarına göre Türkiye’de her birey yılda 228 TL bağış yapıyor. Bu bağışın da sadece 16,7 lirası kurumlara gidiyor. Aslan payı ise dilencilere ait. Her yıl yaptığımız bağışın yaklaşık dörtte birini (53,2) dilencilere veriyoruz. Dilencileri, fitre, zekat ve akrabalara verilen maddi destekler izliyor.

Bu durumu görünce iki nedeni olabilir diye düşünmüştüm. Sık sık, gerçekten muhtaç durumda olup olmadıklarını düşündüğümüz dilencilere, adı sanı belli kurumlardan daha çok güvendiğimizi ve bağış yapma kültürümüz, alışkanlığımızın olmadığını, ana göre karar verdiğimizi. Araştırmayı yürütenler beni daha fazla derde düşürmemek adına bu meseleyi de irdelemiş. Bağışçılara, “yardımlarınızı neden bir STK (sivil toplum kuruluşu) aracılığıyla yapmıyorsunuz” diye sormuş. Yanıt verenlerin yüzde 5’i kurumları tanımadığını, yüzde 13’ü tanıdığını ama güvenmediğini, yüzde 26’sı ise yaptığı yardımların düzensiz olduğundan bahsetmiş. Yüzde 52’lik bir kesim de, “yaptığım yardım miktarı çok düşük” diyerek, kurumsal miktarların bütçesinin üstünde kaldığını ima etmiş.

Çalışmanın bir ilginç sonucu da şu. Araştırmaya katılanların sadece yüzde 10’u çoğu insana güvenebileceğini belirtirken, yüzde 90’ı diğer insanlara güven konusunda hiçbir zaman dikkati elden bırakmamak gerektiğini söylemiş. Türkiye çelişkiler ülkesi. Yapılan bağışların dörtte biri hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığımız dilencilere gidiyor ama her 10 kişiden dokuzu bağış yapmak için güvenin önemli bir faktör olduğunu söylüyor. Fikir başka, eylem başka.

Çevre son sıralarda
Bağış yapılan konulara bakıldığında ise fakir ve düşkünlere yardım (%20,5), yetimlere yardım (%13,9) ve eğitim (%11,8) öne çıkıyor. Listenin son sıralarında, çevre koruma (%1,2), mülteciler (%1,1), sanat, kültür, tarihi koruma (%1) ve hayvanları koruma (%0,9) konuları yer alıyor. Genelde muhtaç insanlar bağışa itiyor. Eğitim konusun en çok bağış yapılan alanlar içinde yer almasının dibe vurmuş eğitim sisteminden mi yoksa ideolojik nedenlerden dolayı mı olduğu da ayrı bir araştırma konusu olabilir.

Sivil toplum kuruluşlarının bağış toplamakta çok zorlandığını biliyoruz. Devletin halktan topladığı vergileri belli sosyal alanlara giderek daha az aktardığını, tüm işi vatandaşların sırtına yüklemeye başladığı gerçeğini de hatırlarsak, bireysel bağışların dernekler ve vakıflar için taşıdığı hayati önemi daha da iyi görebiliriz. 15 Temmuz’da ölen 240 kişi için bile bağış kampanyalarının yapılması, devletin sosyal işleri vatandaşa yükleme konusunda ne kadar hevesli olduğunun en net kanıtlarından biri sayılabilir. Saraylar, köprüler yaptıran devletin 240 kişinin ailesine yardım edecek durumu yoksa, o başka tabii.

Bu durumda sivil toplumun kendini halka anlatması ve bireysel bağış miktarını artırmaktan başka çaresi yok. Son yıllarda yaygınlaşan, internet üzerinden projelere maddi kaynak toplanması, kurumlara yapılan aylık düzenli bağışlar ve koşu organizasyonları da bunun bir göstergesi. Aynı araştırma, bireylerin yüzde 84’ünün bağış yapacağı kurumların iyi yönetildiğinden ve bağışın amaca uygun kullanıldığından emin olmak istediklerini ortaya koyuyor. Peki, bu nasıl yapılacak?

Yüzde 1’in gücünü küçümsemeyin
Macaristan’da yıllardır uygulanan bir yöntem derdimize deva olabilir. Macarlar, gelir vergilerinin yüzde 1’ini istedikleri bir sivil toplum kuruluşuna bağışlayabiliyor. Dernekler, vakıflar da bu bağışı alabilmek için kampanyalar düzenliyor, kendilerini ve bu bağışla ne yapacaklarını anlatıyor. Şeffaflık ve kurumların tanınırlığı da bu süreçte artıyor. Bağışçılar bir form dolduruyor, bir sivil toplum kuruluşu seçiyor; hepsi bu.

Bu uygulama Türkiye’de sivil toplumun halk tarafından daha iyi tanınmasını sağlayıp, güven sorunlarını giderebilir. Dilenciler, muhtaç gruplar adına dergi sattıklarını söyleyen meçhul oluşumlar, cami yaptırma dernekleri için açılan kontrolsüz kutular gibi bağışların nereye gittiği belli olmayan grupların halkı kandırmasının da önüne geçilebilir. Her şey kayıt altına alınır. Şunu da belirtmeliyim ki benim tercihim, Türkiye’de gelir vergisinden yapılacak bağışın, araştırmada da görüldüğü gibi, fon bulmakta zorlanan çevre, hayvan hakları ve benzeri konularda çalışan kuruluşlara aktarılması olur. İnsanların vergilerinin kendi istekleri dışında kullanılmasını; yüzde 1 oranında da olsa önleyebilir. Yüzde 1’in gücünü küçümsemeyin.

Araştırmanın tamamına ulaşmak isterseniz:
Araştırma için: http://bit.ly/2fvf1uW