Üç milyar dolar nereye harcandı

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Ekim 2015

Akkuyu
İğneada’ya üçüncü nükleer santralden bahsetmek, ilkokulun birinci sınıfına gitmemiş çocuğu üçüncü sınıftan okula başlatmaya benziyor. Türkiye’nin ilk nükleer santralinin kurulması düşünülen Mersin-Akkuyu’daki proje suya düşmek üzereyken “biz üçüncüyü yapıyoruz” demek ciddiye alınacak bir durum değil. Hükümet uzun zamandır bunu yapıyor çünkü tüm dünyada nükleer enerji projelerini engelleyen en büyük gücün halk hareketleri olduğunu biliyorlar. 11 yıldır yerinde sayan Akkuyu projesini bitmiş gibi gösterip, nükleer karşıtlarını ve çevrecileri yıldırmak istiyorlar. Son 10 günde neler oldu bir hatırlayalım.

On gün önce, Rus uçaklarının hava sahasını ihlaliyle başlayan kriz Mersin’deki nükleer santral projesine uzanınca AKP tarafında panik başladı. Rusya ile ilişkilerin çatırdaması hemen akla doğalgazda bu ülkeye bağımlılığı hatırlattı. Türkiye doğalgazın neredeyse tamamını ithal ediyor ve 48 milyar metreküplük ithalatın yüzde 54’ü Rusya’dan temin ediliyor. Nükleer santral yapılırsa doğalgazda olduğu gibi elektrik piyasasında da Ruslar söz sahibi olacak. Rusya’nın Suriye’de resti çekmesi ileride benzer hamleleri enerji konusunda da yapabileceğinin işareti gibi algılandı. En çok da Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle algılamış olacak ki, “Mersin Akkuyu’yu onlar yapmazsa bir başkası gelir yapar. Oraya 3 milyar dolarlık bir yatırım yaptılar zaten. Dolayısıyla o konuda daha hassas olması gereken Rusya. Biz Rusya’nın bir numaralı doğalgaz tüketicisiyiz. Türkiye’yi kaybetmek, ciddi bir kayıp olur” açıklamasını yaptı.

Erdoğan’dan sonra ortamı yumuşatmayı amaçlayan konuşmayı nedense eski Enerji Bakanı Taner Yıldız yaptı. Projenin ticari bir proje olduğunu, iki ülke arasındaki ilişkilerin bu sorunların üstesinden gelebilecek kadar derin olduğunu belirtti. En son da sahneye yeni Enerji Bakanı Ali Rıza Alaboyun çıktı ve üçüncü santralden bahsederek konuyu Akkuyu ve Rusya’dan uzaklaştırdı. Çinli ve ABD’li firmaların işin içinde olduğunu söyledi. Bu sayede Rusya’ya da bir mesaj vermeye çalışmış bile olabilir.

Tüm bunlar hükümetin halkla ilişkiler çabası. Biz bu süreçte neler öğrendik ona bakalım.

Akkuyu’daki santral projesinde işlerin yolunda gitmediğini öğrendik. Proje, Rusya olmazsa başkası yapacak durumdaysa zaten hiç başlanmamış. İş ilerlemiş olsaydı, yolun yarısında teknoloji değiştirmek mümkün olmazdı.

Akkuyu'nun çizimine 3 milyar dolar harcanmış olabilir mi?
Rus devlet şirketinin (Akkuyu Nükleer A.Ş.) şu ana kadar üç milyar dolar harcadığını bizzat Erdoğan’dan öğrendik. Ortada nükleer santral olmadığına göre bu üç milyar doların nereye harcandığını şirkete sormak da boynumuzun borcu oldu. Akkuyu Nükleer A.Ş. şimdi defterleri ortaya çıkarıp, bu harcamaların nereye yapıldığını kalem kalem göstermek zorunda.

Haziran seçimlerinden önce ortaya çıkan reklamlarda, milli forma ve bayraklarla pazarlanan, “güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi” sloganıyla satışa sunulan Akkuyu Nükleer Santrali’nin anlatıldığı gibi yerli enerji olmadığını öğrendik. Yerli kaynak olsa, Rusya kriziyle gündeme gelir miydi? Ruslar yapmazsa başkası yapar denir miydi? Bu nasıl yerli enerji anlamadık. Ruslar istemezse, işin içinde olmazsa yapılamayan yerli santral olur mu?

İşin daha da trajik tarafı; Türkiye, “1,2,3 nükleer; Rusya olmazsa Çin’den geliver” diye şarkılar söylerken, aynı gün İsveç’teki iki nükleer reaktörün (Oskarshamn 1-2) ve ABD’de bir reaktörün (Pilgrim) kapatılacağı haberinin ajanslara düşmesiydi. Türkiye’de ana akım medya bunları genelde yazmaz ama siz bilin. Bu üç reaktörün kapatılma nedeni de ekonomik. Söz konusu şirketlerin santralleri kapatma kararı, nükleer santralden elektrik üretmenin diğer kaynaklara göre daha pahalı olması.

Biz de de öyle. Nükleerden üretilen elektriğe bizim devlet 12,35 dolar sentlik alım garantisi verirken, örneğin rüzgardan üretilene 7,3 dolar sent veriyor. Aynı elektriği rüzgar nükleere göre neredeyse iki katı ucuza mal ediyor ama birileri bizi ucuz yenilenebilir enerji yerine pahalı nükleer kullanmamız için zorluyor. Kimbilir neden?

Beton ol çimentomu ye

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Ekim 2015

Çevre ve Şehircilik Bakanımız ne güzel söylemiş: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Bu beton makinası -ben inşaat mühendisiyim- çok keyif alırım onun sesinden böyle pat pat pat vurdukça” demiş. Herhalde bakanlığın adı bundan sonra değiştirilir, Beton ve Şehircilik Bakanlığı olur.

Beton sevgisi başka bir şey, biz anlayamayız. Beton severler toprakta, çimde yürümektense beton kaldırımda yürümeyi sever. Beton asfalt yolda araba sürüp, yandaki dağa, ormana değil apartmanlara bakıp stres atar. Oturduğu mahallenin betonla kaplı olmasını ister. Etrafında ağaç, dere, kuş, börtü böcek olmamalı. Ev dediğin, göl manzaralı değil gökdelen manzaralı olmalı. Hani, şu kentlerinin yarısı parklarla dolu dünyanın en zengin ülkeleri var ya, imrenmeyeceksin onlara. “Pat pat pat” eden beton makinasının sesiyle uyanmak varken, “cik cik” diye öten kuşların sesiyle kalkmayacaksın yataktan. Seveceksin şu betonu.

Her köşe başında çalışan ve ülkemizin kalkınmasına işaret eden beton makinalarını görünce sevineceksin. Hatta hiç çekinmeden daldıracaksın kafanı beton makinasına, kafan betona dönünceye kadar tutacaksın. Kafan beton gibi olacak ki, sana anlatılan hiçbir şeyi anlamayacaksın. Kalkınmanın beton sayesinde olduğuna kendini inandıracaksın. Ekonomide artı değer sağlayan ürünlerin organik gıda, elektronik eşya değil, beton ve çimento olduğuna hem kendini hem de halkı inandıracaksın.

Her şeyden önce ağacı, yeşili, kuşu, kurdu değil betonu seveceksin. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri neden park-bahçe yapıyor, neden orada dereler boşa akıyor diye sormayacaksın. Beton gibi olacak kafan; öyle bir kıvama gelecek ki, hiç soru sormayacaksın.

En önemlisi de vicdanını betonla kaplayacaksın. Ülkende bir ağaç fidanı kadar bile yaşayamadan ölen çocuklar için ağlamayacaksın. Yerde sürüklenen cesetlerle ilgilenmeyeceksin. Karakolda vurulan askere üzülmeyeceksin. Haftada 50-60 saat, nefes almadan çalışan işçinin rızkından çalıp ayakkabı kutusuna koyanları gördüğünde oralı olmayacaksın. Yalancı tanık ve sahte delillerle içeri tıkılanları gördüğünde “duvar” taklidi yapacaksın.

Gazeteci görünce “demirli beton” olacaksın. Vuracaksın soru soran, sorgulayan gazeteciye. Beton kafanla “uçan kafa” atacaksın. Kaburgalarını kıracaksın o gazetecilerin. Olur da yakalanırsan ve sana insan hakları, demokrasi diye sorarlarsa hemen “gaz beton” olacaksın, uçup buharlaşacaksın.

Yeşili, ormanı görünce “beton santrali”ne döneceksin. Talan edeceksin doğayı, dünyanın en güzel köşesi de olsa, gereği olmasa da dökeceksin oraya betonu. Halkın değil müteahhidin yanında olacaksın. Gerekirse sen de ihaleyi kapıp köşeyi döneceksin.

Olur da iş sarayı savunmaya gelirse “beton blok” gibi dimdik duracaksın. “Yetim hakkı, kul hakkı, senin vergin, benim vergim” dediklerinde yumuşamayacaksın. Ne zaman yumuşayacaksın biliyor musun kardeşim? Depremi görünce yumuşayacaksın. “Deniz kumu katılmış beton” gibi dağılacaksın, malzemeden çalıp para yapacaksın. Kaldırımda, otoyolda ise biraz yayılacaksın. İki sene sonra yaptığın kaldırım, yol yeniden çöksün, ihale sana kalsın diye yayılacaksın sevgili kardeşim.

Belediye otobüsünün ezdiği arkadaşının, dağda vurulan yeğeninin, askerdeki ağabeyinin cenazesini önüne getirdiklerinde “C100 beton” gibi olacaksın. Ağlamayacaksın, vatan sağ olsun, fıtratında varmış diyeceksin. Cenazeni vermezlerse ses çıkarmayacaksın. Büyüklerimize, saraydakilere, beton sultanlara laf etmeyeceksin. Öyle, beton gibi susacaksın. Göz kapakların, dudakların birbirine yapışacak.

Ha, sandığı görünce “hazır beton” olacaksın. Her şeyden önce, sana söylenen yere oy vereceksin kardeşim. Sağı solu dinlemeyeceksin. Öğrenmeyeceksin, araştırmayacaksın, okumayacaksın. Takım tutar gibi oy vereceksin ki, seni de aynı betondan sansınlar. Beton kafalı olacaksın ki, seni din imanla, vatan milletle 100 bin kere de uyutsalar, hiç uyanmayacaksın. Bu ülkede en makbulü bu kardeşim. Beton kafa olacaksın yaşayacaksın. “Pat pat pat” kardeşim, “pat pat pat.”

Türkiye yılın fosili ödülüne aday

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Ekim 2015

Yıl sonunda Paris’te çok önemli bir iklim konferansı var. Kyoto’nun yerini alacak anlaşmanın şartları belirlenecek, imzalar atılacak. Birleşmiş Milletler bu defa işi daha sıkı tutuyor. Bütün ülkelerden Paris’e gitmeden önce iklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarını ne kadar azaltacaklarını ve bunu nasıl yapacaklarını açıklamalarını istiyor. Türkiye de iki gün önce hedefini açıkladı. Tarihinde ilk kez, iklim değişikliğini durdurmak için ne yapacağını söyledi; aslında ne yapmayacağını. “İşleri oluruna bırakırsak, 2030’a kadar 1175 milyon ton seragazı emisyonu (karbondioksit eşdeğeri) üretiyoruz ama merak etmeyin o kadar üretmeyeceğiz 929 milyon tonda sınırlayacağız” dedi. Yani, ‘arttıracağız ama daha az arttıracağız’. Bu neden iklim hedefi sayılmaz, madde madde anlatalım.

Yatağan Termik Santrali-Foto: O. Gurbuz
Türkiye 1990 yılından bu yana seragazı emisyonlarını yüzde 110 arttırdı. Ek-1 denilen gelişmiş ülkeler içinde bu Türkiye’yi listenin en başına koyuyor. Türkiye birçok ülkeye göre ekonomik büyümesine sonra başladığı için bu artış oranı biraz anlaşılabilir. Ancak bundan sonraki yıllarda da neredeyse aynı hızla arttıracağım demek kabul edilebilir bir şey değil. Önerilen plana göre, Türkiye iklim değişikliğini ‘durdurmak’ için 1990-2030 arasında emisyonlarını yüzde 426 oranında arttırmayı öneriyor. Bir süre daha arttıracağım ama daha sonra düşecek bile demiyor!

Ülkelerin sorumlulukları ve hedefleri belirlenirken sadece toplam emisyon rakamına bakılmıyor. Daha adil bir hesaplama için kişi başına düşen emisyon miktarına da bakılıyor. Dünyada en çok seragazını Çin üretiyor ama Katar’da kişi başına düşen emisyon miktarı Çin’den çok daha fazla. Türkiye’de kişi başına düşen yıllık seragazı emisyonu miktarı 2013 sonunda 6 tonu buldu. Yani, her birimiz uçağa binerek, kömürlü santrallerden elektrik satın alarak, petrol yakarak yılda 6 ton seragazı ürettik (kimimiz az kimimiz fazla). Türkiye’nin açıkladığı 2030 hedefi bu rakamı azaltmıyor. 2030’da Türkiye nüfusu tahmin edildiği gibi 86 milyon olursa, kişi başına düşen seragazı emisyonu 11 tona yaklaşacak. Bugünkü AB ortalamasının bile üstüne çıkacak. Açıklanan hedef sadece gelişmiş ülkelerin değil gelişen ülkelerin taahhütlerinin de gerisinde. Meksika’yı ele alalım. Ekonomisi bize benziyor, kişi başına düşen milli gelir hemen hemen aynı. Meksika’da kişi başına düşen emisyon miktarı ise yılda 5,9 ton. Meksika 2030 için şartsız öne sürdüğü hedefe ulaşırsa bu rakamı bizim gibi artmayacak aksine yaklaşık 5,6 tona düşürecek.  

Türkiye’nin seragazı emisyonlarını arttırma hedefine ulaşması için yapmayı taahhüt ettiği işler de ilginç. Ülkedeki tüm hidroelektrik potansiyelini kullanmak gibi bilimsellikten, çevresel kaygılardan uzak bir hedef var. Liste, 2030’a kadar nükleer santral kurmak, eldeki santralleri rehabilite etmek, enerji verimliliğini yükseltmek gibi bildik sloganlarla devam ediyor. Rakamsal veri ve yaptırım yok. Tüm bu maddelerin içinde sadece güneş ve rüzgar enerjisi için kurulu gücü 2030’a kadar sırasıyla 10 ve 16 gigawata çıkarmak gibi sayısal, ölçülebilir hedefler var.

Bir de elektrikte kayıp-kaçak oranını yüzde 15’e düşürme hedefi konmuş. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim çünkü 2014 yılı Bütçe Sunumu’nda eski Enerji Bakanı Taner Yıldız, kayıp-kaçak oranının ülke genelinde yüzde 15’e düşürüldüğünü zaten açıklamıştı (sayfa 24). Hedefi tutturmuşuz bile! Demek ki önümüzdeki 15 yıl yerimizde saymak için bir plan yapmışız. Gelişmiş ülkelerde bu oranın yüzde 3 ila 7 arasında değiştiğini ve yüzde 10’luk kaybın neredeyse Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin üreteceği elektriğe eşit olduğunu hatırlatalım. Görüldüğü gibi iklim hedefine yazılan rakamlar bile şaibeli.

Asıl komedi, bu göstermelik bile diyemeyeceğim hedefe ulaşmak için Yeşil İklim Fonu gibi mekanizmalardan yararlanarak finansal yardım talebinde bulunulması. Türkiye bu talebini 2011 yılında Güney Afrika’daki iklim konferansında da dile getirmiş, sivil toplum örgütleri Türkiye’ye günün fosili ödülünü vermişti. Paris’te bu hedefle masaya oturulursa yılın fosili ödülünü alıp eve dönebiliriz.

Türkiye’de emisyon testinin sahibi yok!

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Ekim 2015

Tüm dünyayı sarsan Volkswagen çevre skandalının Türkiye ayağındaki gelişmeler, ABD’de skandala yol açan emisyon ölçümlerini Türkiye’de yapan bir kurum olmadığını gösteriyor. Çevre Bakanlığı ve egzoz emisyonu yapan kuruluşların yaptığı açıklamalar ve gümrükteki uzmanlardan aldığımız bilgiler, Türkiye’ye getirilen ithal araçların üretici şirketlerin beyanlarındaki emisyon rakamlarıyla ülkeye kabul edildiğine ve ayrı bir ölçüm yapılmadığına işaret ediyor. İthal edilen araç AB kurallarına uygunsa, bu uygunluğu gösteren belgeleri Türk Standartlar Enstitüsü’ne göndermeniz yetiyor.  

BirGün’de gündeme getirdiğimiz sorulara verilen yanıtlar, başta azotoksit olmak üzere skandala neden olan söz konusu gazların ölçümünden kimsenin sorumlu olmadığını gösteriyor. Volkswagen grubunun Türkiye temsilcisi Doğuş Otomotiv yaptığı açıklamada emisyon ölçümünden bahsetmiyor. Grup, Türkiye’de bu skandaldan etkilenen araçların detaylarını Volkswagen’in merkezinden gelen bilgilere göre açıklayacağını belirtiyor. Şu ana kadar Almanya’dan gelen açıklamalar da, 5 milyonu Volkswagen olmak üzere toplamda 11 milyon aracın emisyon ölçümlerini yanıltan yazılıma sahip olduğuna işaret ediyor. Doğuş Otomotiv Türkiye’ye getirdiği araçların emisyon ölçümünü yapmıyor, Volkswagen ve ithal ettiği diğer araçların verilerini kullanıyor.

Türkiye’de 2 milyon 700 bin aracın egzoz emisyonunu ölçtüğünü belirten TüvTürk ise Volkswagen skandalına konu olan emisyonların ölçülmesinden kendilerinin sorumlu olmadığını belirtiyor. Yaptıkları egzoz emisyon testinin bu olayla bir bağlantısı olmadığını söyleyen kurum yetkilileri, BirGün’e yaptığı açıklamada, “Her ülke, kendi araç parkına, ülkede satılan yakıt cinsine göre farklı ve tavan sınırlar belirler. Tüm araçlar bu tavan sınırlarla test edilir. Ülkemizde de tavan değerler T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından satılan akaryakıtın niteliğine ve yaş ortalaması 13 olan toplam 19 milyon adetlik araç parkı göz önüne alınarak insan sağlığına zararlı olmayacak değerler göz önüne alınarak belirlenmektedir” diyor.

Gözler ister istemez konuyla ilgili bakanlıklardan Çevre ve Orman Bakanlığı’na yöneliyor. Çevre Bakanlığı’ndan ismini vermeyen bir yetkili Reuters’e yaptığı açıklamada, “Volkswagen olayı yeni bir süreçtir. Egzoz ölçümleri bizde genelde araç muayene istasyonlarında yapılıyor” diyor. Bakanlık yetkilisi, “Amerika'da seyir halinde ve rölantide emisyon ölçümü yapılmış ve bu ölçümler arasında kırk kat fazla değer ortaya çıkmış. Eğer hareket halindeki değerlerle sabit değerler arasında böyle farklılıklar varsa biz dahil bütün ülkeler egzoz ölçümünde yeni konsepte geçmek zorundayız” diye de ekliyor. Bu da gümrükten gelen haberleri doğruluyor. Konuştuğumuz uzmanlar, ithal araçların beyana dayalı bir sistemle ülkeye sokulduğunu, AB standartlarına uygunluğun yeterli olduğunu belirtiyor. Çevre Bakanlığı da periyodik egzoz ölçümlerinden farklı bir ölçüm yapıldığına dair bir açıklama yapmıyor. Tüm bu açıklamalar, hava kirliliğine yol açan ve akciğer kanseri gibi birçok hastalığa yol açan azot oksit emisyonlarının ölçümünün tamamen otomobil firmalarının eline bırakıldığını gösteriyor.   

Tüm bu tartışmalar, Türkiye’de egzoz ölçümlerinin ne kadar güvenli yapılıp yapılmadığını da gündeme getirdi. Araç muayenesi konusunda tek yetkili TüvTürk yaptığı açıklamada, egzoz emisyonlarının yüzde 35’ini kendilerini kalan yüzde 65’inin ise TSE 12047’ye sahip otomotiv servisleri tarafından yapıldığını açıklamıştı. Bunların içinde otomotiv bayileri de var. Tüm bu yetkili servisler otomotiv sektörüyle yakından ilgili ve zincirin bir parçası. Volkswagen skandalından sonra sektör oyuncularının bir parçası olduğu bu denetim sistemi de tartışılmaya başlandı. İşin ilginç tarafı, bağımsız ve hatta işi çevreyi, toplum sağlığını korumak olan kuruluşların denetim ayağında daha aktif rol almak için ortaya çıkmamaları. Türkiye’de üniversiteler ve meslek odaları neden sessiz, yeterli teknik kapasiteye mi sahip değiller; anlamak zor.

Akkuyu yenilenebilir enerjinin önünü tıkıyor

Avrupa Rüzgar Gücü 2014-EWEA
Bugün gazetelerde Akkuyu'da rötar haberleri var. Söz konusu rötar 1-2 yıl değil. Projenin yeniden gündeme gelmesi Mart 2004. Eski Enerji Bakanı Hilmi Güler İstanbul'da enerji forumunda açıklamıştı.

Nükleere harcanan kaynaklar yenilenebilir enerji kaynaklarına ve enerji verimliliğine harcansa Türkiye'de şirketlerin değil halkın üretici olduğu bir enerji sistemi kurulabilirdi. Enerji kooperatifleri, küçük ölçekli üretim sistemleri elektrik üretiminde pay sahibi olabilirdi. Hepsini geçtim, elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payı daha yüksek seviyelerde olabilirdi. Bir örnek vereceğim. 2004'te İspanya'da rüzgar kurulu gücü 8000 megavattı (MW). 2014 sonunda 23 bine çıktı. Avrupa'da 2. oldular. Nükleer konuşan Türkiye'de ise 2014 sonunda rüzgar kurulu gücü 3 bin 700 MW'de kaldı. Üstelik Türkiye'nin rüzgar enerjisi potansiyeli İspanya'dan daha fazla. 

Kim konuşuyor, kim çalışıyor siz karar verin.

Volkswagen skandalının Türkiye ayağı daha karışık

Türkiye’deki Volkswagen’lerden kaç tanesi emisyon ölçümlerini yanıltan yazılıma sahip belli değil. İthalatçı Doğuş Grubu hâlâ bir açıklama yapmadı. Egzoz emisyonlarının ölçümünde de aynı grubun adı geçiyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Eylül 2015

Yalana son! Foto: Greenpeace
Volkswagen’in dünya çapında 11 milyon araca özel bir yazılım yükleyerek emisyon ölçümlerini olduğundan düşük göstermesinin yankıları sürüyor. Tüm dünyada tüketiciler, sadece Volkswagen değil diğer otomobil üreticilerine de şüpheyle bakmaya başladı. Spot ışıklarının tutulduğu bir başka alan da egzoz emisyonlarını ölçen kuruluşlar. İngiltere Hükümeti emisyon ölçümleri için kendi testlerini yapmaya ve bunları yoldaki araçlarla karşılaştırmaya hazırlanıyor. Türkiye’de ise sorun daha karışık çünkü yılda 2 milyon 700 bin aracın egzoz emisyonunu ölçen TüvTürk’ün ortakları arasında Volkswagen’in Türkiye temsilcisi Doğuş Otomotiv de yer alıyor. Doğuş Otomotiv, Volkswagen dışında Audi, Porsche, Bentley, Lamborghini, SEAT, Skoda, Scania, Krone ve Meiller gibi markaların satış ve bakımını da yapıyor.

Volkswagen skandalı iki bağımsız araştırmacının (Peter Mock ve John German) ABD Çevre Koruma Müdürlüğü’ne (EPA) yaptıkları araştırma sonuçlarını iletmeleriyle ortaya çıktı. Aslında dizel motorların da çevreci olabileceğini göstermek isteyen bu iki kişi, Volkswagen’in verdiği rakamlarla emisyon testlerinde elde ettikleri sonuçların örtüşmediğini gördü. EPA, Volkswagen’in üzerine gidince dünyanın en büyük otomobil üreticisi suçunu itiraf etti. Bu da tüm dünyada egzoz emisyon ölçümlerinin ne kadar güvenli olduğuna dair yeni soruları gündeme getirdi. Türkiye’deki durum daha da karışık. Türkiye’de egzoz ölçümü konusunda tek yetkili yok ama otomobil muayenesinde tek yetkili kuruluş TüvTürk. TüvTürk, aynı zamanda egzoz emisyonlarını da ölçüyor.

TüvTürk’ün üç ortağı var. Doğuş Otomotiv, Almanya menşeli Tüv Süd ve Londra merkezli özel bir sermaye fonu Bridgepoint. Doğuş Otomotiv, TüvTürk’teki hisselerin yüzde 33’üne sahip. Firma, 2008 yılında kazandıkları ihaleyle Türkiye’deki araç muayene istasyonlarının yapım, bakım ve işletme hakkını 20 yıllığına almıştı. Türkiye İstatistik Kurumu’na göre ülkedeki motorlu araç sayısı 19 milyon civarında. TüvTürk verilerine göre egzoz emisyonu ölçümü yaptıkları araç sayısı 2 milyon 700 bin. Bu da onları egzoz ölçümü konusunda en büyük oyunculardan biri yapıyor. TüvTürk ve Doğuş Otomotiv’e de konuyla ilgili sorularımız yönelttik ama henüz yanıt alamadık.

Yanıtlanması gereken 5 soru

1.     Türkiye’deki egzoz emisyonu denetimleri yeterli mi? Volkswagen skandalına yol açan yazılımları tespit etmek için gerekli teknolojik altyapıya sahip miyiz?
2.     ABD’de emisyon hilesinin bağımsız araştırmacılar tarafından ortaya çıkarıldığı düşünülürse, egzoz emisyonlarının Türkiye’de de bağımsız kuruluşlar tarafından yapılması veya denetlenmesi gerekmez mi?
3.     Ulaştırma ve Çevre Bakanlığı yetkilileri neden hiçbir açıklama yapmıyor? Türkiye’de İngiltere benzeri bir araştırma başlatılacak mı?
4.     Doğuş Holding Türkiye’de kaç Volkswagen’in emisyon rakamlarını değiştiren yazılıma sahip olduğunu biliyor mu? Bu rakamı açıklayacak mı? Türkiye’de söz konusu araçlardan varsa bu araçlar geri çağrılacak mı?
5.     Egzoz emisyonlarını ölçen şirketin ortakları arasında bir otomobil ithalatçısının bulunması ne kadar doğru?

10 maddede Volkswagen’in çevre skandalı

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Eylül 2015

1.     Dünya Volkswagen (VW) skandalını konuşuyor. Skandal, ABD Çevre Koruma Müdürlüğü’nün (EPA) VW’nin ürettiği dizel araçlarının emisyon testlerinin yanlış olduğunu açıklamasıyla başladı. Yaklaşık yarım milyon aracın piyasadan çekilmesi istendi. Teknik hata olsa durum farklı olurdu ama EPA, Volkswagen’in egzoz emisyon ölçümlerinde bilerek gerçek rakamları gizlediğini iddia ediyor.

2.     Firmanın hisseleri yaklaşık 25 milyar avroluk kayba uğradı. EPA’nın ise VW’ye 18 milyar doları bulabilecek bir ceza kesebileceğinden bahsediliyor. İtibar ve olası pazar kaybı da cabası. Herkes bu rakamları konuşuyor ama cezanın nedeni rakamlardan önemli. Volkswagen bu cezayı çevreyi hiçe saydığı için yedi.

3.     Sorun ABD’deki 482 bin dizel araçla sınırlı değil. Nitrojen oksit emisyonlarını olduğundan 40 kat daha düşük gösteren bir aleti ve yazılımı araçlara yerleştiren Volkswagen’in itirafına göre, tüm dünyada 11 milyon araçta bu düzenekten var. Tüm dünyada aynı yöntemle egzoz emisyon ölçümleri hiçe sayılmış olabilir.

4.     Türkiye’de Volkswagen araçların dağıtımını yapan Doğuş Grubu’ndan henüz bir açıklama gelmedi. Ana akımdaki gazeteler de bu büyük reklam verenin üzerine gidemiyor gibi. Halbuki, Türkiye’deki araçların durumunu biran önce öğrenmeli ve gerçek egzoz ölçüm sonuçlarını bilmeliyiz. Skandal BirGün gibi bağımsız gazetelerin değerini okuyucuya bir kez daha hatırlattı.  

5.     Dizel araçları son yıllarda popüler yapan faktörlerden biri iklim değişikliğine benzinli araçlar kadar katkıları olmamasıydı. Dizel motorların eksiği ise hava kirliliği. Dizel araçlar İngiltere’de hava kirliliği sonucu meydana gelen ölümlerin dörtte birinden sorumlu tutuluyor. VW’nin düşük gösterdiği nitrojen oksit (NOx) emisyonları da hava kirliliğine, beyin ve akciğerlerde ciddi sorunlara yol açıyor.

6.     Emisyon ölçümü önemli çünkü petrolle çalışan tüm taşıtların iklim değişikliği ve hava kirliliğine yol açan emisyonları azaltması isteniyor. İklim değişikliği sorunu son yıllarda daha öne çıktığı için benzinden dizele geçiş başlamıştı ancak bu defa da hava kirliliği sorun oldu. Dizel motorlar benzinlilere göre yüzde 15 daha az karbondioksit (CO2) çıkarıyor ancak 4 kat fazla Azot Oksit ile 22 kat daha fazla partikül üretiyor. Skandal, ikisinin de çözüm olmadığını gösterdi. Kısa vadede çözüm, toplu taşıma, bisiklet ve yenilenebilir enerjiyle şarj edilecek elektrik motorlu araçlar gibi gözüküyor.

7.     Avrupa Birliği otomobil emisyonları için sınır değerleri belirliyor. Mevcut sınır değerlere göre yeni benzinli otomobillerin yakıt tüketimi 100 kilometrede 5,6 litreyi geçemiyor. Dizel motorlarda bu rakam 4,9 litre. 2021’de ise yakıt tüketimi sınır değerleri benzinli motorlar için 4,1; dizeller içinse 3,6 litreye düşürülecek.

8.     Türkiye’deki mevcut otomobil filosunun yakıt ortalaması AB’den yüksek. Benzinli otomobillerin yakıt tüketimi ortalaması 100 kilometre için 6,2; dizel araçlar içinse 4,98 litre. AB hedefi sadece yeni araçlar için geçerli olsa da bu kıyaslama Türkiye’nin neler yapması gerektiği hakkında ipuçları veriyor.

9.     Volkswagen’in başına gelenler ve gelecekler kapitalizmin çevre sorunlarını önlemek adına bulduğu “kirleten öder” ilkesinin bir sonucu. Aynı ilke 2010’da BP’nin Meksika Körfezi’nde yol açtığı petrol sızıntısında da uygulanmış ve dev petrol şirketi 18,7 milyar dolarlık bir ceza ödemişti. Bu ilkenin caydırıcı olabilmesi cezaların şirketlerin bu bedeli ödemekten çekinmesine neden olacak derecede yüksek olmasına ve denetimin bağımsız kuruluşlar tarafından yapılmasına bağlı.

10.  Bütün bunlara rağmen “kirleten öder” ilkesinin çevreye verilen hasarı önlemedeki etkisi tartışılıyor. VW’nin aldığı ceza söz konusu araçların hava kirliliğine yaptığı katkıyı azaltmayacak; bundan sonrası için bir iyileştirmeye neden olacak. Kirleten öder ilkesi yüksek cezalarla desteklenirse belki caydırıcı olabilir. Bu ilkenin Türkiye’deki kullanımı çevreye bedel biçme esasına dayanıyor. Yani, cezayı öder, günahımı kapatırım deniyor. Yırca’yı hatırlayın. Yırca’da kesilen 6 bin zeytin ağacı nedeniyle firmaya 511 bin TL ceza kesildi. Zeytin ağacı başına sadece 85 TL! Hatırlarsanız firma ilk başta 1300 civarı ağaç kesmiş, ceza yemesine rağmen kalan ağaçları kesmeye de devam etmişti. Cezanız ödül gibi olursa caydırıcı değil, teşvik edici olabilir. “Kirleten öder” ilkesinin diğer sakıncası da, ödenen cezaların nerede kullanıldığını (hükümetin kasasına giren para çevreye zarar veren başka bir projede kullanılabilir) bilmemek. Henüz o ilkeyi tartışma aşamasına bile gelemedik; o başka!

Türkiye’de nüfusun yüzde 63’ü aşırı kilolu ya da obez

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Eylül 2015

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son raporuna göre Türkiye’de yaşayan nüfusun yüzde 63,8’i aşırı kilolu ya da obez. Macaristan’ın Budapeşte kentinde 22-23 Eylül’de düzenlenecek Avrupa Komisyonu’nun tarımla ilgili 39. oturumundan önce yayınlanan FAO raporu, Avrupa ve Orta Asya’daki nüfusun beslenme seviyesine dikkat çekiyor.

Rapora göre Avrupa ve Orta Asya’da yetişkin nüfusun yüzde 55’ten fazlası aşırı kilolu ya da obez. Milyonlarca kişi anemik ya da iyot, demir ve A vitamini yetersizliğine sahip. Çocuklarda dengesiz beslenme, büyüme durmasıyla birlikte daha birçok soruna yol açarak pek çok ülkede endişe verici boyutlara ulaşmış durumda. Türkiye’de bu sorunlardan nasibini alıyor.

Yetişkin erkeklerin %43’ü aşırı kilolu
Türkiye nüfusunun yüzde 63,8’i aşırı kilolu ya da obez. Bu istatistik Türkiye’yi Avrupa ve Orta Asya ülkeleri arasında en kötü durumdaki beşinci ülke yapıyor. 20 yaş üstü yetişkinlerde aşırı kilo ve obezite yaygınlığı sırasıyla Malta, İzlanda, Yunanistan, Litvanya, Türkiye, Birleşik Krallık (İngiltere), Macaristan, Portekiz, Slovenya, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Letonya, Almanya ve Gürcistan’da görülüyor. Türkiye’de yetişkin erkeklerin yüzde 43’ü, kadınlarınsa yüzde 31’i aşırı kilolu. Obezite verilerinde ise kadınların oranı erkeklerden fazla. Türkiye’deki yetişkin kadınların yüzde 33’ü, erkeklerin ise yüzde 20’ye yakını obez.

Kansızlık da sorun
Türkiye’nin bir başka sorunu da kansızlık. Beş yaşın altındaki çocuklarda anemi görülme oranında (prevalans) Türkiye 53 ülke arasında dokuzuncu sırada yer alıyor. Özbekistan, Kırgızistan ve Azerbeycan’ın ilk üç sırada yer aldığı bu sorunun beş yaş altı çocuklarda görülme oranı ise yüzde 30. Hamile kadınlarda bu oran yüzde 28,1’e gerilese de Türkiye’yi 53 Avrupa ve Orta Asya ülkesi arasında en kötü sekizinci ülke yapıyor.

Türkiye’de hem çocuklarda hem de yetişkinlerde iyot eksikliği sorunu görülürken, yetişkinlerde A vitamini eksikliği görülme oranı da yüzde 15’leri buluyor. İyot eksikliği görülme oranı yetişkinlerde yüzde 75’lere kadar çıkıyor ve Türkiye’yi en yüksek orana sahip ilk beş ülkeden biri yapıyor. Çinko yetersizliğinde de Türkiye 53 ülke arasında 11. sırada yer alıyor.

FAO Avrupa ve Orta Asya Bölgesel Ofisi gıda güvenilirliği uzmanı Eleonora Dupouy, raporun sonuçlarını, “Tarımsal üretimin birkaç temel gıda ürününde odaklanması tek çeşit beslenme düzenlerinin oluşmasına ve yaygın mikrobesin yetersizliklerine yol açıyor” sözleriyle yorumluyor.

***
Türkiye’de obezite ve aşırı kilo sorunu


Türkiye
Aşırı kilo + obezite (%)
Aşırı kilo (%)
Obezite (%)
Erkek
Kadın
Erkek
Kadın
Erkek
Kadın
62,7
64,9
43,3
31,7
19,4
33,2
Kaynak: FAO

***
Rapordan bazı başlıklar
  • Tüm yaş gruplarında A vitamini, D vitamini, folik asit, iyot ve kalsiyum yetersizlikleri bulunuyor.
  • 5 yaş altındaki çocuklarda aşırı kilo ve obezite yaygınlığı en çok Arnavutluk, Gürcistan, Bosna Hersek, Slovenya, Ermenistan, Malta, Azerbaycan, Portekiz, Bulgaristan, İsrail, İtalya, Rusya Federasyonu ve Karadağ’da görülüyor.
  • Çocuklarda iyot yetersizliği Orta Asya’da yüzde 39’dan Kuzey Avrupa’da yaklaşık yüzde 60’a çıkıyor.Kansızlık, hem çocuklarda hem de yetişkinlerde görülen bir sağlık problemi.
  • Kansızlığın en yüksek düzeyde görüldüğü yer ise Orta Asya ülkeleri.
  • Orta Asya’da yüzde 38’den fazla insan şiddetli A vitamini eksikliğinden etkileniyor. Aynı sorun Batı Balkanlar’da ve Doğu Avrupa’da da görülüyor.
  • Sağlıksız beslenme düzenleri, bölgede yüzde 30’un üzerinde hastalığa ve sakatlığa neden olarak bulaşıcı olmayan hastalıkların başlıca tetikleyicisi oluyor.