Kurşunlu benzin kimin icadı

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Temmuz 2014

Kurşunlu Benzinin Gizli Tarihi
2009 yılında İstanbul’daki çevre yollarındaki ağır metal kirliliğini gösteren bir araştırmayı haberleştirmiştim. Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Mert Güney’in çalışması, İstanbul’daki 1. Çevreyolu kenarından alınan bir kilogram toprakta 1572 miligram kurşun tespit etmişti. Avrupa Birliği’nin (AB) bir kilogram toprakta bulunmasına izin verdiği kurşun miktarı en fazla 100 miligram. İstanbul’un göbeğinde sınır değer 15 kat aşılmıştı.

Kurşun solunum ve sinir hastalıklarına yol açabiliyor, kanserojen etkileri var. Peki, İstanbul’un göbeğinde bu kadar çok kurşunun ne işi var? Nedeni, motorlu taşıtlar ve kullandıkları benzin. 1996’dan bu yana Türkiye’de kurşunlu benzin satışlı yasak ama yılların neden olduğu kirlilik orada duruyor. Yol kenarlarındaki tarlalar, orada yaşayanlar için ciddi bir tehlike arz ediyor. Asıl ilginç olansa şu. Kurşun insan eliyle katılmadıkça benzinin içinde yok. Kurşunsuz benzin satıyoruz diye sizlere ‘çevreci çevreci’ gülümseyen petrol şirketleri var ya; işte onlar kurşunu benzene katmasalardı bugün böyle bir derdimiz de olmayacaktı. H2O Kitap’tan çıkan ‘Kurşunlu Benzinin Gizli Tarihi’ adlı kitap size enerji dünyasının bu az bilinen öyküsünü en ince ayrıntısına kadar anlatıyor.

Aslında kurşun içermeyen benzine kurşunu ilk General Motors, Du Pont ve bugün ExxonMobil diye bilinen Standard Oil-New Jersey şirketleri katıyor. Dertleri, yakıtın motor silindirinde darbeli yanışını ya da bilinen ismiyle, ‘vuruntuyu’ önlemek. Masumane görülen bu istek aslında gereksizdi. 1921 yılında Thomas Midgley adlı mühendisin, tetraetil kurşunu (TEL) vuruntu azaltıcı olarak kullandığı sırada aynı işi benzin-etanol (bitkisel alkol) karışımı bir yakıtla yapmak mümkündü. Dert sadece vuruntuyu önlemek olsaydı etanol sorunu çözebilirdi ama bitkiden alkol üretmek ve benzine karıştırmak herkesin yapabileceği bir işti. O yüzden kimya, otomotiv ve enerji alanındaki bu üç büyük şirket, patentini ellerinde tutabilecekleri kurşunlu benzini yaratmayı tercih etti; dünyanın kurşuna boğulması pahasına.

Kurşunun can alması uzun sürmedi. 1923 yılında New Jersey Deepwater’da açılan TEL tesisinden, ardından 1924’te Daytona’da açılan bir başka tesisten, kurşun zehirlenmesi sonucu işçi ölümleriyle ilgili haberler gelmeye başladı. Bu ölümler de şirketleri durdurmaya yetmedi. Amerika’daki Toplum Sağlığı Merkezi gibi otoriteler ilgisiz, Kurşun Sanayicileri Derneği gibi lobi örgütleri ise çok aktifti. 1936’ya gelindiğinde kurşunu benzine bulaştıran “Ethyl” katkı maddesi Amerika’da satılan benzinin yüzde 90’ına girmeyi başarmıştı. Sadece Amerika değil tüm dünya kurşunlu benzinle tanışacaktı.

Kurşunlu benzinin insan ve çevre sağlığı için büyük risk oluşturduğunu ispatlamak yıllar aldı. 1996 itibariyle Afrika’da satılan tüm benzinin yüzde 93’ü, Ortadoğu’da yüzde 94’ü, Asya’da yüzde 30’u ve Latin Amerika’da yüzde 35’i kurşun içermekteydi. Dünya Bankası’na göre gelişen ülkelerdeki kentlerde yaşayan 1 milyar 700 milyon kişi, yüzde 90’ı kurşunsuz benzinden kaynaklanan havadaki kurşun nedeniyle sinirsel hastalıklar, yüksek tansiyon ve kalp hastalığı riskiyle karşı karşıya. 2000’li yılların başında kurşunlu benzin birçok Avrupa ülkesinde yasaklandı. Türkiye yasağı 2004 Şubat ayından itibaren uygulamaya koydu. Süper benzin diye bilinen aslında kurşunsuz benzine göre 31 kat fazla kurşun içeren benzinin satışı yasaklandı. Oktanı yüksek benzinle sorun halloldu. Olan insanlara ve doğaya oldu. Kurşunsuz benzin satışından milyarlar kazanan firmalar bugün alanlarında dünya devi.

Kurşunlu Benzinin Gizli Tarihi, enerjide dönen dolapları daha iyi anlamak isteyenler için bir başucu kitap niteliğinde.

Akkuyu’nun maliyeti kafa karıştırıyor

Mersin’in Gülnar ilçesinde kurulmak istenen nükleer reaktörün aynısı Finlandiya’da iki katı fiyata mâl oluyor. Buna rağmen, Rus devlet şirketi Rosatom’a nükleer santral siparişi veren firma elektrik maliyetinin Türkiye’den iki kat ucuz olacağını iddia ediyor.

 Özgür Gürbüz-BirGün/12 Temmuz 2014

Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral için Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) süreci devam ediyor. Daha önce reddedilen ÇED raporu, Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı Akkuyu NGS A.Ş. aracılığıyla tekrar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunuldu. İnceleme Değerlendirme Komisyonu raporu görüşmek için 24 Temmuz’da Ankara’da toplanacak.

ÇED süreci devam ediyor ancak nükleer santralın maliyetiyle ilgili tartışmalar da Finlandiya’dan gelen haberlerle yeniden hareketlendi. Rosatom, Akkuyu’da yapacağı VVER-1200 tipi nükleer reaktörünün aynısını Finlandiya’da da yapmayı planlıyor. Reaktörlerin tipi aynı ama maliyeti farklı. Türkiye’de dört tane yapılması düşünülen ve her biri 5 milyar dolara mâl olacağı söylenen 1200 megavat (MW) gücündeki bir reaktör için Finlandiya’da konuşulan rakam 10 milyar doları buluyor. Bu fiyat farkı, “Türkiye’de bu iş neden daha ucuz” sorusunu da gündeme getiriyor. Üstelik, Finlandiya’da reaktör siparişini veren Fennovoima şirketini içinde bulunduran Voimaosakeyhtiö Kooperatifi’nin Yönetim Kurulu Başkanı Pekka Ottavainen, üretilecek elektriğin maliyetinin kilovatsaat başına 9,53 dolar senti geçmeyeceğini söylüyor. Türkiye’de ise daha ucuza inşa edileceği ifade edilen Akkuyu NGS’nin üreteceği elektriğe devlet tarafından verilen alım garantisi 12,35 dolar sent; 3 sent daha yüksek.

“Avrupa’da ucuz mühendis çalıştırılamaz”
Nükleer santrallarda üretilen elektriğin fiyatını etkileyen en büyük faktör yapım maliyeti. Bu nedenle, Akkuyu’daki nükleer reaktörün daha ucuza yapılacağının beyan edilmesine rağmen, daha yüksek fiyatla elektrik satacak olması kuşkuları arttırıyor. Nükleer enerji konularındaki çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, maliyeti düşürecek etkenler arasında güvenlik tedbirleri, ucuz işçilik ve malzeme olduğuna dikkat çekiyor. Kılıç, “Batı ülkelerinde bilhassa Avrupa Birliği’ne (AB) bağlı ülkelerde kurulacak nükleer reaktörler, Avrupa Atom Enerjisi Birliği’nin (Euratom) güvenlik-tasarım kıstaslarına uygun olması lazım. Kullanılacak tüm malzemelerin uluslararası standartlara tabi ve sertifikalı olması gerekiyor. Avrupa’da inşa edilen bir reaktörde kökeni belli olmayan malzeme, ekipman veya Hindistan’dan, Çin’den gelen ucuz teknisyen ya da mühendis çalıştırmak imkansız” diyor.

Konu hakkında görüşlerini aldığımız Akkuyu NGS A.Ş. yetkilileri ise, nükleer santrallerin inşaatında maliyetin birden fazla değişkene bağlı olduğunu, inşaatın kapsamı, yeri ve iklim koşulları, yapım ve işletme süreçleri, yerli ekipmanların kullanımı, vergi sistemi ve oranları gibi şartların maliyeti etkilediğini belirtiyor. “Dolayısıyla Akkuyu NGS ile başka sahalarda inşa edilen tesislerin yapım maliyetlerinin birbiri ile karşılaştırılması doğru değildir” diyen Akkuyu NGS, Mersin’de inşa etmek istedikleri santralde dört reaktörün olmasının da fiyatı düşüren bir etmen olduğunu vurguluyor ve yapılacak tesislerin işletileceği yerdeki iklim koşullarının da dikkate alındığında ilave teknik çözümlerin kullanılacağının hesaba katılması gerektiğini belirtiyor.

SANTRAL ÇALIŞTIRILMAYACAK
Akkuyu sahasının 1976’da alınan yer lisansı çalışmalarında görev alan nükleer mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman ise Mersin’deki 4 reaktörlü santral için sözü edilen 20 milyar dolarlık fiyatın mutlaka artacağını söylüyor. Bu da serbest piyasaya satılacak elektriğin fiyatını arttırabilir. Yarman, “Rusya, hâlâ Avrupa'ya oranla daha ucuz iş gücüyle çalışıyor. Dolayısıyla, kurulu nükleer güç, ya da nükleer kilovatsaat, burada Avrupa'ya oranla halen daha ucuzdur. Yine de reaktörlerin Türkiye'de yapımı 10 yıldan fazla bir süre rahat alacak. Bu durumda Rusya'da ve Avrupa'da fiyatlar bugüne kıyasla hayli eşitlenmiş olacak. O zaman, Rus nükleer gücü Avrupa'daki eşdeğerlerine oranla ehven olmaktan çıkacak” açıklamasını yapıyor. Yarman maliyet hesaplarında bir başka noktanın daha göz ardı edilmemesi gerektiğini belirterek, “Bu reaktörlerin Akdeniz turizmine, buradan içeriye olsun, dışarıya olsun, sebze ve meyve ihracatına vereceği zarar er veya geç idrak edilecek ve kurulacak reaktörler çalıştırılmayacaktır. O vakit, Akkuyu, dünyanın en pahalı nükleer müzesi olacak” diyor.

Statüko Erdoğan’ı işaret ediyor

Özgür Gürbüz-Yön Haber/9 Temmuz 2014

www.yonhaber.com
Bu yazının niyeti size kime oy atmanız gerektiğini söylemek değil. Bugüne kadarki süreçte farklılıkları bir kenara not almak. Üç aday var, sizin de bir oyunuz. Karar sizin. Yerel seçimlerde de gördük, başkalarını oy atmaya ikna etmek seçimleri futbol maçına çeviriyor. Takım tutmalar başlıyor, söylenenler, vaatler unutuluyor. Malum, herkesin gönlündeki takım her daim şampiyon. Sonuncu da olsa, beşinci de olsa öyle. Seçimlere takım tutar gibi gidersek hepimiz kaybederiz. Türkiye’de futbolun hali ortada, hiç harcanmadığı kadar para harcanan bir lig, birbirini bıçaklayan taraftarlar var ama başarı sıfır. Ders çıkarmalıyız.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin sürpriz ismi Ekmeleddin İhsanoğlu oldu. Tayyip Erdoğan ve Selahattin Demirtaş’ın adaylıklarıysa kimseyi çok şaşırtmadı. ‘Çatı adayı’ İhsanoğlu’nun kendisi kadar nasıl belirlendiği de ilginçti. CHP, belki de son 10-15 yıllık tarihinde ilk kez bir hamlesini kimse duymadan gerçekleştirebildi. Bu kadar dinlemeye, sızdırmaya rağmen, kimsenin İhsanoğlu ismini açıklanana kadar telaffuz etmemesini CHP’nin başarı hanesine yazmalı. Genelde CHP’nin hamlesi bilinir, AKP’nin hamlesi şaşırtırdı.

Erdoğan’ın ezberi bozuldu
CHP’nin İhsanoğlu seçimini, muhafazakar tabandan oy alma çabası diye niteleyenler var. Bence bu seçimin hedefini adayın verdiği mesajlarla değerlendirmeli. Birinci mesaj Erdoğan’ın Türkiye’de kutuplaşmaya yol açan diline, tavrına ve politikada seviyeyi düşüren üslubuna yanıt niteliği taşıyor. Erdoğan’ın en büyük silahına, hakarete varan üslubuna ters düşen bir aday seçildi. İhsanoğlu, muhafazakar camianın yakından tanıdığı ve saydığı bir isim. Erdoğan kendisine, daha önce halka ve başka liderlere hitap ettiği gibi seslenirse oy kaybeder. Sahtekar ve alçak gibi sözler geri teper. Nitekim, rakibine karşı ilk çıkışı, “monşer”le sınırlı kaldı. Ne dinleyenler anladı, ne de kendisi.

CHP’nin İhsanoğlu’nu aday göstererek verdiği bir başka mesaj da, “bildiğimiz tarza sahip” bir Cumhurbaşkanı adayı çıkararak bu seçimin belki de en kilit noktasına, başkanlık sistemine geçilmeyeceğine vurgu yapması. Bu konuda HDP’nin adayı Demirtaş da aslında aynı çağrıyı yapıyor. Bu iki adaydan birinin seçilmesi halinde herkes biliyor ki, “tek adamcılık” gibi bu toprakların başına tarih boyunca bela olmuş bir politik sisteme geçilmeyecek. Güç halka yani parlamentoya verilecek. Ne garip, tek adamı isteyenler yıllardır meydanlarda “halkçılık” oynuyorlardı.

demirtaş’ın farkı siyasi geçmişi
Demirtaş’ın verdiği mesajlara baktığınızda temelde İhsanoğlu’ndan çok farklı olmadığını göreceksiniz. Muhafazakar bir geçmişi yok ama Kürt seçmenin var ve Demirtaş’ın buna karşı bir çıkışı olmayacak. Cumhurbaşkanı’nın rolünün değişmemesi anlamında İhsanoğlu’ndan farklı bir politika izlemeyeceği ortada. Verdiği farklı mesaj, siyasi mücadelesinden geliyor. İnsan hakları savunucusu, azınlıkların yanında bir siyasetçi. Bu anlamda klasik, sözünü söylemeden önce beş kez düşünecek bir Cumhurbaşkanı olmayacak ancak Cumhurbaşkanı’nın rolü değişmediği sürece bu mesajların etkisi de sınırlı kalacak.

Kısaca özetlersek, son 12 yıldır tanıklık ettiğimiz kavga, ayrımcılık, çatışma ve rant üzerine kurulu statükonun daha da güçlenerek devam etmesini isteyenler Erdoğan’a, bir nefes almak isteyenler ise İhsanoğlu’na ya da Demirtaş’a oy verecek.

Beklemedeki cihazlar her yıl Kanada kadar elektrik tüketiyor

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Temmuz 2014

"Beklemede bırakma prizden çek"
Televizyonunuzu hiç kapatıyor musunuz? Uzaktan kumandadaki bir tuşa basarak kapatmaktan bahsetmiyorum, fişi prizden çekmekten bahsediyorum. Evinizdeki birçok elektrikli alet uzaktan kumandayla kapattığınızda, elektrik tüketmeye devam ediyor. Şarjda unuttuğunuz cep telefonları, açık bırakılan çay/kahve makinaları, DVD çalarlar, bilgisayarlar, yedek bellekler ve daha neler neler.

Bugün 7 milyar nüfuslu dünyada 14 milyar ağ bağlantılı elektrikli cihaz var. Herkese eşit dağıldığını, kişi başına iki cihaz düştüğünü sanmayın; bir azınlıktan bahsediyoruz. 2020’de bu sayının 50, 2030’da ise 100 milyara ulaşması bekleniyor. 2008’de bu cihazların tükettiği elektrik miktarı 420 milyar kilovatsaatti (kWs); Fransa’nın yıllık tüketimi kadar. 2013’te ise bu sayı 616 milyar kWs’e çıktı. Artık bir Kanada kadar elektrik tüketiyorlar. Böyle giderse 2025’te dünya elektrik tüketiminin yüzde 6’sı bu cihazlara gidecek, 1140 milyar kWs. Hatırlatalım, Türkiye’nin yıllık elektrik tüketimi 250 milyar civarında. 

Peki, sorun ne? Bu cihazlara, cep telefonlarına, bilgisayarlara, akıllı televizyonlara veda mı etmemiz gerekiyor. Fikrimi sorarsanız “veda etsek hiç fena olmaz” derim ama öncelikle bu cihazları nasıl kullandığımıza bakarak işe başlayabiliriz. Uluslararası Enerji Ajansı tarafından yapılan araştırma ve rapora göre ağ bağlantılı cihazların bağlantısını kullanmadığımız zamanlarda kapatmak (uykudayken interneti kapatmak, ağa bağlı bilgisayar, bellek gibi cihazları prizden çıkarmak gibi) ve kullanmadığınız cihazları bekleme (standby) konumunda bırakmak yerine kapatmak (televizyonu kapattığınızda prizden çıkartmak, çay makinasını devamlı açık bırakmamak gibi) bu aletlerin tükettiği elektriğin yüzde 60 azalmasını sağlıyor. Çok zor demeyin. Kullandığınız çoklu prizleri düğmeli/anahtarlı seçin yeter. Ben evde, gece yatmadan tek düğmeye basarak televizyon, DVD çalar ve modemi aynı anda kapatabiliyorum. Bu tedbirler uygulanılırsa dünyada o yıl için 600 milyar kWs elektrik tasarrufu yapılabilir. Bu da 200 orta büyüklükte kömür santralinin ya da kabataslak bir hesapla 100 nükleer reaktörün kapanması demek.

İşin ciddiyetini anlatmak için birkaç örnek vereyim. 2012’de, Birleşik Krallık ’ta evlerde tüketilen elektriğin yüzde 16’sı ‘bekleme’ özelliği ve ağ bağlantısı olan cihazlarca israf ediliyor. Amerika’da bu cihazların tükettiği elektrik 100 milyar kWs’i buluyor ve bunun tüketicilere maliyeti 3 milyar dolar. Bugün 2 milyar 730 milyon insan internete bağlanıyor. 2016’da 800 milyon evde kablosuz internet ağı olacağı düşünülüyor. Bu ağlara bağlanacak cihazları varın siz hesap edin. Beklemedeki enerji tüketimi (vampir enerjisi de deniyor) can yakıcı olabilir. Örneğin bir bulaşık makinası beklemede saatte 4,2 vat elektrik harcayabilir. Bu da yılda 35 kWs’e denk düşer. Beklemedeki bir yazıcı saatte 2,2, DVD oynatıcısı 3, LCD ekran 0,6 ve müzik seti 4,6 vat elektrik tüketebiliyor[1].  

Burada herkese iş düşüyor, cihaz üreticilerinden tüketicilere kadar. Yıllardır kumandalardan açma/kapama düğmesinin kaldırılmasını savunuyorum. Bence televizyonlar böyle üretilmeli. Odalarda merkezi düğmeler olabilir, ışığı kapatır gibi tüm odanın elektriği kesilebilir (bu fikrimi ilk kez burada açıklıyorum). Demek ki mimarlara da iş düşüyor. Tüketicilere de iş düşüyor. Çevreci ya da yeşil olmak zordur, sadece lafla, eylemle olmaz. Hayatınızı değiştirmek zorundasınız. Yani, poponuzu koltuklardan kaldırıp, televizyonu/bilgisayarı düğmesinden kapatmak veya çoklu prizlerdeki düğmelere uzanmak gerekiyor. Çay suyu kaynatmak için 2 dakika beklerseniz ölmezsiniz, merak etmeyin. Hem elektrik faturalarınız da azalacak. Eleştirdiğimiz şirketlere, ayakkabı kutularına daha az para gidecek.


[1] Tayvan Enerji Bakanlığı Ekonomik İlişkiler Bürosu

Afşin’de umut kül altında

Özgür Gürbüz-Al Jazeera Dergi / 2014* 

Burçin ve Emre Akbulut yedi ay önce evlenmiş. Maraş’ın Çoğulhan beldesinde yaşıyorlar. Komşuları Türkiye’nin en büyük iki termik santrali. Evleri santrallerin bacalarının altında. Başlarını kaldırdıklarında koca bir beton yığınıyla göz göze geliyorlar. Külü ve tozuyla iç içeler.

Burçin Çoğulhan’ı bırakıp, evlenmeden önce yaşadığı Ankara’ya dönmek istiyor. “Eşimi bırakmam ama burada da yaşanmaz” diyor. Emre eşinin kendisini terk etmesinden korkuyor, “800 lirayla nereye gideceğim ben?” diye soruyor. “Doğma büyüme buralıyım” diyen Emre Akbulut, işini sorduğumuzda “Taşeronda çalışıyorum, bu külde, yine pislikte” diye yanıtlıyor.

Kaldıkları ‘site’ 30 yıl önce faaliyete geçen Afşin Elbistan A santralinin çalışanları için yapılmış ama bugün birçoğu boş. Sıvaları dökülmüş binalar, adeta yıkılmayı bekliyor. İyi para kazananlar Çoğulhan’ı terk edip Elbistan veya Afşin’e taşınmış. Santralin hemen karşısında oturmak isteyen yok. Akbulut ailesinin tüm geliri Emre’nin aldığı asgari ücret, o yüzden de burada oturmaktan başka çareleri yok. Emre, santralin kapatılabileceğine inanmıyor, tek isteği “külün gelmediği bir yere” göçmek. Burçin bize balkonunu gösteriyor, her gün yıkıyorum ama simsiyah diyor. Bir de ‘gazdan’ şikayetçiler, “Silikon da çeksek yatak odasına kadar giriyor” diyor Burçin.

Santralden uzaklaştıkça gürültü ve arada bir yüreğimizi hoplatan uğultu duyulmuyor. Dertler ise mesafeye direniyor. Cafer Aydoğan, Berçenekli köyünde yaşıyor. “Dumanını biz yiyok, parasını el alıyor” diyor, köylerinden santralde çalışan sadece bir kişi olduğunu söylüyor.

Köyde kalanlar ya terk edilmişliği yaşıyor ya da, çoğunluğu, köyü terk edip gidiyor. Aydoğan, santralin tarıma etkisi oluyor dese de kendilerini kuvvetli esen poyrazdan dolayı şanslı kabul ediyor. “Üç çocuğum var İstanbul’da çalışıyor. İşe alsalar onları getiririm. Burada iki kişi birbirimizin gözüne bakıyoruz, burada 15 kişiydik” diyor. Aşık Mahzuni Şerif’in köyünde ona nazire yaparcasına, Karacaoğlan’ın dizeleriyle anlatıyor durumu, “Bir ayrılık bir ölüm” gibi diyor. Aydoğan’ın unuttuğu ‘yoksulluk’ ise zaten herkesin dilinde. Eşi Edibe Aydoğan’la kısa bir süre önce evlenmişler. Edibe Aydoğan Hataylı ve başka bir yerde yaşamak istiyor. “Sağlıkçı yok, bakkal yok, şehre servis yok. Bir iğneye Afşin’e, Elbistan’a gidiyorum. Bir şey kurutamıyorum hep bacanın külü” diyor. Santralin yakınında yaşayan herkes gibi onlar da unutulduklarını düşünüyor.

Unutulmuşluk sadece köylerde değil, santralin içinde de, tenha koridorlarda, eskimiş yapıda kendini hissettiriyor. Afşin Elbistan A termik Santrali İşletme Müdürü Faik Sağlam’ın odasına yaklaşınca sessizliği bir türkü bozuyor. Sağlam’ın üstü boş masasındaki dizüstünden geliyor müzik. Notalar, 1984’te faaliyete geçen santralden daha eski.

Afşin A da aynı B gibi kamuya ait. Santralleri Elektrik Üretim A.Ş. (EÜAŞ) işletiyor. EÜAŞ, bu yaz Afşin’deki iki santralin sekiz ünitesinden beşinin çalışmasını istiyor. Kuraklığın vurduğu barajların açığını kömür kapatacak. A santralini ziyaret ettiğimiz sırada dört üniteli santralin tek ünitesi devredeydi. Sağlam, bir ünitenin ertesi gün devreye gireceğini söylemişti, öyle de oldu. Hedef yaza kadar üçü A’dan ikisi B’den beş üniteyi devreye sokmak diyen Sağlam, “Özelleştirme ve diğer yatırımların bir miktar gecikmesi nedeniyle çevre konusunda biraz dezavantajlarımız var. Günübirlik olarak veya belirli programlarla bunları gideriyoruz. Şu anda çok da fazla, çevreyi olumsuz anlamda etkileyecek bir şeyimiz söz konusu değil” diyor. Aslında denklem basit. Ne kadar çok ünite devreye girerse çevre o kadar çok kirleniyor çünkü A santralinde desülfürizasyon ünitesi yok. Baca gazı arıtma tesisleri de denen bu filtreler kükürt ve azotoksitleri tutmaya yarıyor. Tutulmazsa “asit yağmurlarıyla” karşılaşmak olası. Bölgede kuruyan bağlar, verim kaybı için ödenen tazminatlar var.

“Tazminatların toplam tutarını hukukçular bilir” diyen Sağlam, son yıllarda santrallerin eskiden olduğu gibi çevreye anormal derecede zarar verdiğini söyleyemeyiz diyor. Santraldeki üniteler, sistem ve türbinlerin yaşlı olması nedeniyle 340 megavat (MW) değil 250 MW’lık bir yük seçimiyle çalıştırılıyor. Böylece sık sık arıza yapan santralin daha uzun süre çalışması sağlanıyor. 2009’da 4. ünite, 2010’da ise 3. ünitede büyük arızalar çıkmıştı. İşletmeciler için santralin yaşı kadar kömürün düşük kalitede olması da dert. Tasarım yapılırken linyit kömürünün 950 ile1600 kalori değerinde olacağı hesaplanmış. Sağlam, “Biz en iyi şartlarda ortalama 1050 ile çalışıyoruz. Sahada 1600 kalori kömür yok” diyor.

Kömür kaliteli olsa da dert bitmiyor. Dört ünite çalışırsa santral günde 60 bin ton kömür yakıyor.

Bunun yüzde 20-30’u küle dönüşüyor. Elektromanyetik filtreler de külü tutuyor. Tutulan kül ise kömür çıkarılan sahalara boşaltılıyor. Uçmasın diye üstü toprakla örtülüyor bazen de saha ağaçlandırılıyor. Faik Sağlam’a göre A santralinin çevreye bıraktığı kül parçacık oranı 3 ila 400 miligram arasında. Yönetmeliklerdeki sınır değer 100mg. 30 yıllık bir santral için bu değerlerin iyi olduğunu söyleyen Sağlam, kamunun artık bu tip bir santrale müsaade etmediğini,  özelleştirme kapsamındaki santralin yeni sahiplerinin gerekli tesisleri yapmak zorunda kalacağına dikkat çekiyor. 

İçerden gördüğümüz ve bilgi aldığımız santrali bir de yukarıdan görmek için 110 metre yukarı çıkıyoru
z. Asansörler ve merdivenler haliyle tuz ve kum dolu, santral eski. Bir saati bulan gezi sırasında vardiyalı çalışan 1000 işçiden belki sadece 10’uyla karşılaşıyoruz. Bu rakamın 400 kadarı taşeron. Santralin çatısından kömür sahalarını ve 2011’de meydana gelen göçüğün olduğu Çöllolar Havzası’nı görebiliyoruz. Kazada 11 kişi ölmüş, dokuz işçinin cesetlerine ise aradan geçen üç yıla rağmen ulaşılamamıştı. Hukuki süreç sürdüğü için havzada kömür üretimi de durdu. İki santral de artık Kışlaköy kömür sahasından gelen kömürle çalışıyor.

Santrali dolaşırken bize eşlik eden Müdür Yardımcısı Muhammet Olgun, kükürt oranının düşüklüğü nedeniyle desülfürizasyon ünitesinin gerekli olmadığını ancak elektromanyetik filtrelerin rehabilite edilmesi gerektiğini söylüyor. Soğutma suyu nedeniyle çiftçilerin kuyu sularında azalma olduğu iddialarını ise gerçekçi bulmuyor. Olgun, “Deşarj ettiğimiz noktada biraz sıkıntı olabilir. Ankara genel müdürlük arıtma için bir çalışma yapıyor” diyor.  

Su meselesi külden daha tartışmalı bir konu. TÜBİTAK MAM Çevre Enstitüsü tarafından hazırlanan Ceyhan Havzası ile ilgili raporda termik santral soğutma suyu için nehirden su çekilmesi bölgedeki olumsuz faaliyetler arasında sıralanmış. Raporun 195. sayfasında da, “Elbistan Termik Santrali Kahramanmaraş bölgesinde ciddi bir kirletici kaynaktır. Santralin çevresindeki tarım arazilerinde yoğun şekilde şeker pancarı yetiştiriciliği yapılmakta, tesisten çıkan atık sular uygun şekilde arıtılmadan tarım arazilerinin sulanması amacıyla kullanılmaktadır. Santralden kaynaklanan emisyonlar sebebiyle bölgede hava kirliliğinin de var olduğu gözlenmiştir” açıklamasıyla santrallerin etkileri detaylandırılmış. Çomludüz Köyü eski muhtarı İsmail Kurt raporu görmemiş olabilir ama aynı fikirde: “Yeraltı sularını da çektiler. 8-10 metrede kuyulardan içme suyu alıyorduk şimdi 50-60 metreden su çıkıyor”.

İsmail Kurt’u Çomludüz’deki köy odasında bulduk. Görmüş geçirmiş derler ya, öyle biri. 10 çocuk ve 65 yıl var hayatında.

Kurt, bahçedeki masada, sonradan kalabalık bir grubun dahil olduğu sohbetimizde kelimeleri seçerek kullanıyor. Ona göre bölgedeki her 10 kişiden dokuzu hasta, Çoğulhan’da ise onu. Kendisi de kalp ve damar hastası, “Kirlilik geldiği zaman nefes alamıyorum” diye söze başlıyor. Kurt’un şikayetleri ortak ama termik santralle mücadelesi hayli eskilere uzanıyor. 1970’lerin ortalarında santral için arazileri istimlak ediliyor. 20 dönüm tarlası 700 TL karşılığında istimlak ediliyor. “O zaman ben muhtardım, 20 dönüm tarlamız vardı, bir inek parası alamadım” diyor.

Üzüm bağlarının hepsi kurumuş, artık arpa, buğday, mercimek ve nohut ekiyorlar. Kalan araziler verimsiz hale geldi, zarar gördü diye yakınan Kurt, “Bundan 2-3 sene önce biz bunları mahkemeye verdik. Analiz yaptılar bazı arazilerde yüzde 50-60 verim kaybı çıktı. Devlet kabul etmedi. Daha sonra bir analiz daha yaptılar verim kaybını yüzde 5-10’a düşürdüler. Bize az para ödemek için. Üç yıl önce bazılarını ödediler bazılarını ödemediler. Ben 200 dönüme, 30-40 bin lira civarı bir para aldım. 200 bine 10 bin alan da oldu, 7 bin alan da. Benimki yüksek gibiydi. Avukatlar artık devlet verim kaybını ödemiyor diyor” ve durumdan şikayet ediyor.

Elbistan’da termik santral şikayetleri üç gruba ayrılıyor. Termik santrallerin kapatılmasını isteyenler, kapatmazlarsa bize iş veya tazminat versin diyenler ve yeni santraller yapılacaksa göç etmek isteyenler. Tekin Temiz Kaşanlı’da market sahibi. “Biz bunu kaldırmaktan yanayız, hiç olmasın” diyerek safını belli ediyor. 400 haneli köyde 400 kişi yaşıyor. Herkes göç etmiş. “En büyük şikayetimiz hava kirliliği. Bu köyün geçimi yüzde 80 bağcılık üzerineydi, hepsi kurudu. Tepki göstersem bile tekim, genelde birlik yok. Bize bir getirisi yok, elektriğinden faydalanıyoruz ama burada çalışan yok. Doğa desen yok, hava desen yok; su desen yok!” Temiz’in termik santral özeti böyle. O sırada markete giren Ali Tabak, Temiz’in bıraktığı yerden devam ediyor: “Sadece tozundan faydalanıyoruz. İş verseler çalışırım. Şikayetimiz şudur, eğer santral kuruluyorsa başta buranın adamı alınmalıdır. Kirliliğine karşıyız ama yapılıyor. Sözümüz para etmiyor, ne kadar söylesek boş”.

Çaresizlik ön plana çıksa da köylülerin sözlerinin karşı tarafa ulaştığı ortada. Afşin Elbistan B santrali İşletme Müdürü Mustafa Has şikayetlerden haberdar. Santral A’ya göre çok yeni, 8 yıllık bir santral. Buna rağmen arızalar onun da belini bükmüş. Şubat 2013’te çıkan yangın ve jeneratör problemleri nedeniyle iki ünite çalışmıyor. Mayıs ortasından itibaren kalan iki ünitenin birlike üretim yapması planlanıyor. Mustafa Has, Çöllolar sahasından kömür gelmediği için üretimin daha çok çıkarılacak kömür miktarına bağlı olduğunu söylüyor. 2013 yılında aynı A santrali gibi 2 milyar kilovatsaatin üzerinde elektrik üretimi yapılmış. İki santralin üretimi neredeyse ülke üretiminin yüzde 2’sine denk düşüyor. 

Çevreyle ilgili sorularımızı sorduğumuzda Has duraksamadan yanıt veriyor. “Bizde desülfürizasyon ünitesi var. Çalışmasında herhangi bir problem yok” diye söze başlıyor ama B santrali de problemsiz değil; kül burada da sorun. Has problemi şöyle açıklıyor: “Baca gazı arıtma tesisi 1. ünitede hemen hemen her zaman devrede ama 4. ünitede zaman zaman devrede olmuyor. Toz oranının (kül) yüksek oluşu. Aynı kömür ama 1. ünite ile 4. ünitenin kül silosu dediğimiz, küllerini attığı ortak bir depo var. Buraya 4. ünitenin uzaklığı 471 metre, 1. ünitenin uzaklığı 150 metre. 1. ünite de hiçbir problem yok, yakın mesafede olduğu için. Diğer ünitede külün içerisinde kum olduğu için bunu uzaklaştırmada zorlanıyoruz. Bu nedenle 4. ünitede baca gazı arıtma tesisini devreye almadığımız durumlar oluyor”

Mustafa Has, kül sorununun Çöllolar’dan gelecek kaliteli kömürle aşılacağına inanıyor. Aşılacak ama olayın bir de kömür boyutu var. Afşin Elbistan Linyitleri’nin (AEL) yıllık üretim projeksiyonu 10 milyon ton. Dört ünite çalışsa 18,5 milyon ton kömür gerekiyor. İki santralde hâlihazırda sekiz ünite var. Has, “AEL bazen taban kömürü dediğimiz silisyumu (kumu) fazla olan kömüre girebiliyor. Normalde bunların madencilikte ayıklanması gerekir. Miktar anlamında çok düşük üreten AEL o lükse sahip değil, her şeyi kazıp gönderiyorlar. Kum, kömürün içerisinde fazlaca bulunduğu zaman kül olarak atamıyoruz. Her şey kalori değil. Kaloriye bakıyorsunuz 1100-1150, ama külünü atamıyorsunuz. Düşük kapasitelerimizin nedenlerinden biri de bu” açıklamasıyla kömür sorunun bir başka boyutunu dile getiriyor.

Mustafa Has’a göre baca gazı arıtma sorunu çözüldüğünde B santralinin sorunları da bitecek. “Bizim santralimiz 7-8 yıllık yeni bir santral. Elektromanyetik filtrelerde bir sıkıntı yok. Katı partikül anlamında doğaya emisyon atmıyoruz. Çevre İl Müdürlüğü’nden haberli habersiz denetimlere uğruyoruz” diyen Has, santralin çevreye etkileri olsa da abartıldığı kadar olduğunu düşünmüyor.

Has hava kirliliğinin asıl kaynağının santraller değil ısınma amaçlı yakılan kömürler olduğunu öne sürüyor. Bölgenin dağlarla çevrili olması da sorunu körüklüyor, çözümün ısınmada doğalgaza geçmek olduğunu söyleyen Has, “Yaptığımız işin çok masum olduğu iddiasında da bulunmuyoruz, mutlaka doğanın dengesini değiştiriyoruz. Atmosfer ısınıyor ama Türkiye’nin büyüme hızı, enerji ihtiyacı ve dışa bağımlılığı da ortada. Düşünün, elektriği yüzde 50 oranında doğalgazdan temin ediyorsunuz ve bu kaynak sizde mevcut değil. Rusya ve İran’dan alıyorsunuz bu komşularla ilişkilerimiz ortada. Yerli kaynaklara yönelmeli, bunu yaparken çevre hassasiyetine uyulması gerekiyor. Her şey enerji her şey para değil, sağlık da önemli. İnşallah optimum çözümler üretilir. Bizim işimiz elektrik üretmek, çevre bizi ilgilendirmez de demiyoruz” diyor.

Afşin Elbistan Türkiye’nin en büyük linyit yatağına sahip. Birleşik Arap Emirlikleri ile yapılan anlaşma iptal olsa da hükümetin buraya 8 bin megavat gücünde yeni santraller kurma isteği sürüyor. Mevcut santrallerin de özelleştirme süreci sürüyor. Köylerde , “yeni santraller yapılacaksa bize yer göstersinler gidelim” diyen çok insanla karşılaştık. Kiminin umudu iş, kiminin ki sağlık. Umutlar tükenmemiş ama üzerlerinde koca bir kül tabakası var.

Görüşler:

Emre Akbulut / Çoğulhan

Burada yaşıyoruz ama buranın ekmeğini yabancılar yiyor, özellikle doğudan, Siirt’ten gelenler. En azından kamuda çalışmayı istiyoruz. Dört yıllık üniversite mezunuyum, taşeronda çalışıyorum 800 TL’ye. Tıbbi cihaz okudum. Hastanede çalıştım ama özeldeydim. Orada da geçinemedim, buraya geldim. Kül almayan yerlere, Elbistan tarafına göçmeyi istiyoruz. Buraları kaldırsınlar bize bir yer göstersinler. Maaşımız yüksek olsa biz başka yere de gideriz. Çiftçilik de öldü, kül yağa yağa ürün de alınamıyor. Taşeronda çalışabilmek için de tazminatını vermek zorundasın. 10 milyar senede imza atıyorsun. Senet onlarda, işte böyle yaşıyoruz. Mecbur. Yetkililer bir yer göstersin. Yeter artık!

Edibe Aydoğan / Berçenek

Rüzgâr bu tarafa vurduğunda külleri sana göstereyim de gör. Gömlekleri siyah siyah topluyorum, bir daha makinaya atıyorum. Bir şey kurutamıyorum hep bacanın külü. İnsanın sağlığı olmazsa yaşayabilir mi? Balkonları iki gün yıkamazsak simsiyah su akıyor. Erkekler sabah gidiyor akşam geliyor.

Nercüvan Yıldız / Berçenek

Külden şikayetçiyiz. Okul yok, servis yok. Bakmıyorlar bizim köyümüze. Akciğerde enfeksiyonluyum. Daha bir teşhis koyamadılar, boğazımdan rahatsızız. Dört çocuğum var, burada kimse yok, bir Allah bir de ben. Kim geliyor ki, kime şikayet edek. İlk siz geldiniz.

İsmail Kurt / Çomludüz Köyü eski muhtarı

Bağ ve bahçeleri kuruttu. Üzüm bağları kurudu, cevizler kurudu. Burada meyve sebze yetişmesi mümkün değil. Domatesi yetiştiriyorsun, poyraz gelmediği zaman üstü kömür tozu. Kışın belli olur, kar yağsın üstü senin pantolon gibi (siyah) olur. Santrallerin açılmasını istemiyoruz hiç istemiyoruz. Bizim isteğimizi kabul edeceklerse var olanları da kapatsınlar. Bunların hiç kimseye faydası yok, devlete de yok, bakma… Bunun sıkıntısını en çok çekenler ev hanımları. Çamaşırları dışarı seremiyorlar, sererlerse eskisinden daha kirleniyor.

Zeynep Sali / Tatlar

Köyün çıkışında bir bağım vardı şimdi bir şey kaldıramıyorum. Keşfe geldiler. Senin bağın termiğe geliyor, ötekiler gelmiyor dediler. Onlar kendileri geldi bağ kurudu diye. Fotoğrafını çektiler, benim de fotoğrafımı aldılar. İsmimi sormadılar. Çocuklar İstanbul’da. Bağın tazminatını versinler, bana bir yardımda bulunsunlar. Hepsi 4 dönüm 400 metre. Güzde geldiler. Kocam öldü. Sekiz çocuğum var, dördünü ben evlendirdim, dördünü babası. Hiç birinin bir zanaatı yok. 

*** 

Türkiye’nin seragazı emisyonları (CO2 eşdeğeri) hızla artıyor

Bağımsız iklim ve enerji danışmanı Önder Algedik, Türkiye’nin seragazı emisyonlarındaki artışı, ekonomide fosil yakıt merkezli bir modelin temel alınmasına bağlıyor. Türkiye’nin bugün yapacağı her yeni termik santral önümüzdeki 40 yıllık iklim politikalarını ve emisyon miktarlarını belirliyor. Böyle gitmesi durumunda, Türkiye’de kişi başına düşen emisyon miktarı AB ortalamasını 2020’den önce yakalayacak. Şu anda Türkiye’de kişi başına düşen emisyon miktarı yılda 5,9 ton. Avrupa’da ise bu rakam 10 ton civarında ve 2020 hedefleriyle daha da düşecek. 

* Bu yazı Al Jazeera dergisinde, internette editoryal değişikliklerden geçtikten sonra yayımlandı. Buradaki metin ilk kaleme aldığım halidir. Yayımlanmış olandan biraz daha farklıdır.

Batı Karadeniz Kömür Bölgesi

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Haziran 2014 

Yenikapı’da denizin neden doldurulduğu anlaşıldı. ‘Miting alanı’ diye gösterilen Kazlıçeşme’deki araziye otel ve alışveriş merkezi yapılacakmış. Kazlıçeşme’deki arazi ‘miting alanı’ olamayacak kadar değerliydi. Yenikapı yeni ‘miting alanı’ olunca Kazlıçeşme boşa çıktı. Yakında hükümete yakın bir şirket Yenikapı’ya da otel dikmek isterse, istikamet Adalar; haberiniz olsun. Bu arada, ‘miting alanı’ diye bir yer olmaz. Sirk mi bu? Protesto nerede uygun görülüyorsa orada yapılır.

Eşine başka bir yerde rastlanmayan o güzelim deniz, eşine bin yerde rastlanacak otel ve alışveriş merkezinin kurbanı oldu. Herkesin ortak mülkü, müştereğimiz Marmara Denizi, ‘alicengiz’ oyunu ile şirketlere peşkeş çekildi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, daha doğmamış, kendilerine oy bile vermemiş insanların geleceğine ipotek koydu, telafisi olmayan bir ekolojik yıkıma imza attı. “Otobüs durağının yerini değiştirsek soracağız” diyenler, Yenikapı ve Maltepe’de denizi doldururken göstermelik bir anket bile yapmadı.

Bu anlayış, İstanbul’u yer darlığından parsel parsel, Anadolu’yu ise bölge bölge yok ediyor. Batı Karadeniz Bölgesi de son örnek. Bölge enerji şirketlerine tahsis edildi, özellikle de kıyı şeridi. Eren ve Hattat Holding başta, enerji şirketleri boş buldukları her alana termik santral kurmak istiyor. Projeleri anlatmaya Zonguldak’la başlayalım. Rakamların büyüklüğünü anlayabilmeniz için bir de ipucu vereyim. Türkiye’nin elektrik üreten tüm santrallerinin bugünkü kurulu gücü 66 bin megavat (MW). Bartın ve Zonguldak’taki projeler hayata geçirilirse iki ildeki kömür santrallerin kurulu gücü 7120 MW’ı bulacak. Buna Sinop’ta yapılmak istenen 4600 MW’lık nükleer santrali de ekleyince bölgeyi uykusundan edecek 12 bin MW’lık bir karabasandan bahsediyoruz. Tarımı, sağlığı, denizi, iklimi bitirecek bir karabasan.

ZONGULDAK
Eren Enerji Çatalağzı’nda 1320 MW’lık bir kömür santrali kurmak istiyor. Şirketin aynı bölgede hâlihazırda iki termik santrali daha var ve güçleri toplam 1390 MW. Çatalağzı’nda bir de kısa bir süre önce özelleştirilen Demir Holding’in 300 MW’lık kömür santrali var. Bitmedi. Hema Holding (Hattat Holding), Karadeniz Ereğli ilçesine bağlı Bayat Köyü Kireçlik mevkiine 1320 MW gücünde kömür santrali kurmak için lisans başvurusu yaptı. Aynı şirket, yine Ereğli’de, Kandilli bölgesinde 150 MW’lık bir başka kömür santralinin peşinde.

BARTIN
Hema Holding hızını alamamış olacak ki, Zonguldak’ta başlayan kömür tutkusunu Bartın’a da taşıdı. Taşıdı ama buradaki termik santral projeleri başta Amasra olmak üzere tüm ili ayağa kaldırdı. Nasıl kaldırmasın, Amasra Karadeniz’in ayakta kalan birkaç turizm alanından biri ve şirketin iki termik santral projesi var. Her biri 1320 MW gücünde. Amasra, Çapak Koyu mevkiindeki santral için hazırlanan ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporu kabul edilince Bartınlılar 42 bin itiraz dilekçesiyle tepkisini gösterdi. Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce projeye sahip çıktı. Batı Karadeniz’i Türkiye’nin en büyük enerji üslerinden biri yapmak isteyen Hattat Holding’in sahibi Mehmet Hattat da aynı fikirdeyse durum şu anda 2’ye karşı 42 bin. Demokrasilerde bakanların veya zenginlerin fazla oy hakkı olmaz. Herhelde Güllüce ve Hattat bunu biliyordur.

Bu arada Hattat Bey’e kötü haberi verelim. Enerji üssü fikri yeni değil. Türkiye’nin İç Anadolu (kömür santralleri), Güneydoğu (kömür, hidroelektrik, petrol), Karadeniz (hidroelektrik), Marmara(Şeyl gazı, maden) ve Akdeniz(nükleer) bölgeleri de enerji üssü olmaya çalışıyor. Kalan yerler de madenler, endüstri tesisleri ve TOKİ binalarıyla boğuşuyor. Türkiye’nin gıda üssü neresi olacak, o belli değil. Turizmi, doğayı nereye sıkıştıracağız o da belli değil. Bu gidişle millete kömür yedirip, petrol içirecekler.

20. Ütopyalar Toplantısı
Ütopyalar Toplantısı denince akla ilk gelen isim Savaş Emek olur. Savaş Ağabey’i 20 Ocak’ta kaybettik. Bu yıl 2-6 Temmuz arasında Karaburun’da yapılacak 20. Ütopyalar Toplantısı onun anısına yapılıyor. Biz dostları, yol arkadaşları orada olacağız. Savaş Emek olmadan ütopyaları konuşmak zor ama ütopyalarımız olmadan da dünyayı değiştirmek mümkün değil. Ergin Pansiyon’daki belki de son ütopyalar toplantısına, Savaş Emek anmasına bekleriz. Ayrıntılı bilgi Bilim ve Gelecek dergisinde.

İstanbul Kent Savunması kuruldu

Kuzey Ormanları Savunması, kent hareketleri, park  forumları ile çok sayıda mahalle derneği, çevre örgütü bir araya gelerek İstanbul Kent Savunması'nı kurdu. İstanbul şehrini yağmaya karşı savunan direniş odakları arasındaki iletişimi, güç birliğini ve dayanışmayı güçlendirecek bir koordinasyon yaratmayı amaçlayan girişim 27 Haziran 2014 tarihinde kuruluşunu bir basın toplantısıyla ilan etti. İstanbul Kent Savunması'nın yeni bir platform değil Gezi sonrası ortak bir koordinasyonu ve direniş zemini olması isteniyor. 

Basın açıklamasında İstanbul Tabip Odası adına konuşan Ümit Şen;  suyuna, toprağına, geçmişine ve geleceğine sahip çıkarak kentin sonuna kadar savunulması gerektiğini vurgularken, Kadıköy Kent Dayanışması’ndan Eymen Demircan ise otobüs duraklarının yerlerinin bile halka sorulacağı zamana dek mücadele edeceklerini söyledi.

İstanbul Kent Savunması’nın  vereceği hukuki  mücadele hakkında, Kent ve Hukuk Komisyonu’ndan Avukat  Zülfiye Yılmaz söz aldı. Yılmaz, belediyelerin 5 yıllık staratejik  planlamalarını ilk 6 ay içinde takip etmenin ve bu sürece dahil olmanın önemini vurguladı ve şu anda sürecin bitmesine 3 ay kaldığının altını çizdi. Basın toplantısında okunan bildirgeden bazı başlıklar şunlar:

-Sermayenin tarım alanlarımızı ve su havzalarımızı mahveden, suyumuzu kirleten talanına karşı savunmaya çağırıyoruz.

-Karadeniz’den Küçükçekmece’ye İstanbul’un tüm ormanlarını yok edecek, su kaynaklarını kurutacak 3.Köprü, 3.Havalimanı, Yeni İstanbul gibi mega-yağma projelerine karşı savunmaya çağırıyoruz.

-Riskli alan, riskli bina,2-B kararlarıyla kurulu düzenleri yerle bir edilen,sürgün edilen, borçlandırılan, evini, mahallesini, kaybetme kabusu yaşayan tüm mahallelileri sağlıklı, güvenli, güvenceli, doğayla ve insanla barışık bir konutta ve kentte yaşama hakkımızı almak için savunmaya çağırıyoruz.

-Haydarpaşa, Haliç gibi üretimden ve hizmetten uzaklaştırılan alanlarımızı, Emek Sineması ve AKM gibi kentsel belleğimizi oluşturan kültürel yapıları, meydanları ve yaşam alanlarımızı yağmalayan; okullarımızı, hastanelerimizi kent dışına süren; ulaşım, eğitim, sağlık, kültür, sanat haklarımızı gasp eden, özelleştiren kentsel politikalara itiraz eden tüm İstanbulluları, ortak toplumsal çıkarlarımızı temel alan yeni bir kent mücadelesi için ortak-kamusal haklarımızı savunmaya çağırıyoruz.

-Birimize yapılmış bir saldırıyı her birimize yapılmış sayıyoruz. Her birimizi ve hepimizi her gün, her an, her sokakta, her meydanda, her parkta örgütlenip, her birimizi ve hepimizi güçlendiren bir mücadeleyi büyütmek için  İstanbul’u Savunmaya Çağırıyoruz!

İstanbul Kent Savunması'nı facebook'tan takip etmek isteyenler için adresi:

Almanya kömüre dönmüyor

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Haziran 2014

Soma’daki iş cinayetinin üzerinden bir ay geçti. Dört gün önce Şırnak’ta, yine bir kömür madeninde göçük meydana geldi ve üç işçi daha hayatını kaybetti. Görülüyor ki Soma’dan sonra maden ocaklarındaki denetim arttırılmamış. Enerji ve Çalışma bakanlarının ise hâlâ görevde olduğunu hatırlatmaya bile gerek yok. Halbuki mevcut durumu kontrol etmek için bir süreliğine de olsa tüm ocaklarda üretimin durdurulması ve gerekli kontrollerin yapılması gerekirdi. Fukuşima’daki nükleer kazadan sonra Japonya ülkedeki tüm nükleer santralleri kapattı. Neredeyse üç yıldır ülkede bir tek santral çalışmıyor çünkü denetim, yeni yasal düzenlemeler sürüyor. İşte bizim hükümetin ‘adaleti’ ve ‘kalkınma’ anlayışı bu kadar. Adaleti madende ölen işçiyi değil maden sahibini düşünüyor. Kalkınmak için de işçilerin ölmesi gerekiyor. Bir başka yazımda, AKP’nin ‘büyüme’ adında yeni bir tanrı yarattığını ve bu tanrıyı mutlu etmek için her gün dereleri, ağaçları, ovaları ve insanları ona kurban ettiğini yazmıştım. Soma bunun en büyük örneği oldu. Merak ediyorum, bunun putperestlikten ne farkı var?

Enerjide taşlar yerinden oynuyor. Özellikle elektrik üretiminde bu değişim çok hızlı gerçekleşiyor. Kömür dünyanın elektrik üretiminde en çok kullandığı kaynak ancak vazgeçilmez değil. Tüm mesele, kömürü yakarak ürettiğiniz elektriği, başka kaynaktan yakın fiyata ve çevreye daha az zarar vererek üretebilmek. Almanya bu konuda herkesin merakla izlediği bir ülke çünkü 2050’ye kadar elektrik üretiminin yüzde 80’inin yenilenebilir enerji dediğimiz, rüzgar, güneş ve biyokütle gibi kaynaklardan yapmayı hedefliyor. Fukuşima sonrası aynı anda 8 nükleer reaktörü kapattılar. Kalan dokuz reaktör de 2022 sonuna kadar kapanacak. Yıllardır temiz enerji bir ülkenin ana elektrik üretim kaynağı olamaz diyenler yanılıyor ve panik içinde masallar uyduruyorlar. Nükleerden vazgeçen Almanya’nın kömüre döndüğünü iddia ediyorlar. Heinrich Böll Vakfı’nın hazırladığı son rapor (The German Coal Conundrum) ise durumun öyle olmadığını gösteriyor.

ELEKTRİĞİN YÜZDE 24’Ü TEMİZ ENERJİDEN
Almanya’nın elektrik üretimi 625 milyar kilovatsaati (kWs) geçiyor, Türkiye’nin 2,5 katı. 2003 yılında taşkömüründen 147, linyitten 158 milyar kilovatsaat elektrik üreten Almanya, 2013 yılında aynı kaynaklardan sırasıyla 124 ve 162 milyar kWs elektrik üretti. Linyit aynı kalırken taşkömürü kaynaklı elektrik üretimi azaldı. Aynı dönemde doğalgazın payı değişmedi. Nükleer enerji üretimi ise 165 milyar kWs’ten 97 milyar kWs’e geriledi. Bu açığı da 10 yılda üretimi üçe katlanan yenilenebilir enerji kaynakları kapattı. 2003’te 46 milyar kWs olan üretim, 2013 sonunda 152 milyar kWs’e çıktı ve linyit yakan termik santralleri yakaladı. Almanya, üstüne üstlük elektrik ihracatını da ikiye katladı (33 milyar kWs). Resim ortada. 2013 sonunda yenilenebilir enerji kaynakları Almanya gibi bir sanayi devinin elektrik ihtiyacının yüzde 24’ünü karşıladı. Hedef 2025’te yüzde 40-45’i, 2035’de ise yüzde 55-60’ı tutturmak.

Enerji konusunda plan yaparken, bir başka ülkeyi birebir kopyalamak mümkün değil. Her ülkenin kendi kaynaklarına, tüketim modeline göre bir yol çizmesi gerekir. Bir kaynaktan vazgeçip diğerine geçmek zor ama Almanya örneği gösteriyor ki, kısa zamanda ciddi değişimler mümkün. Bizim gibi enerji üretim kapasitesini yeni kuran ülkelerde ise bu iş daha kolay. Eskiyi söküp yerine yenisini yapmayacağız. Yeni yapılanı doğru yapmak yetecek. Enerji yoğun işletmeleri, ağır sanayisi ve bizden 2,5 kat daha fazla elektrik tüketimine rağmen Almanya bu değişimi yapabiliyorsa Türkiye’de yapabilir. Bizim sorunumuz, değişim yerine statükonun ülke yönetimine hakim olması. Ne bir değişim hedefi, ne de sorunları doğru tanımlayan bir politika mevcut. Göçük altında kalan madenciler de, sele kapılan kentliler de işte bu statükoyu savunan enerji politikalarının bir sonucu.