Güneş enerjisi bir çobanın hayatını değiştirdi

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Nisan 2014

Kenan Sarıyer ve NKP Antalya sözcüsü Hediye Gündüz
Yaklaşık altı aydır Yön Radyo’da bu köşeyle aynı adı taşıyan bir radyo programı yapıyoruz. Çimlere Basmayın her hafta cuma günü saat 13.00 ile 14.00 arasında canlı yayınlanıyor. Amacımız dünya ve Türkiye’nin ekoloji/çevre gündemini dinleyicilere aktarmak, çevre mücadelelerine bir ses olabilmek. Son programımızda, Finike’nin Arif köyünde yaşayan ve çobanlık yapan Kenan Sarıyer’e canlı yayında bağlandık. Çoban Kenan Sarıyer’den Antalya Nükleer Karşıtı Platform’un sözcüsü Hediye Gündüz sayesinde haberdar oldum. Dört yıl önce aldığı güneş paneliyle dağdaki çadırının ışığını yakıyor, televizyonunu çalıştırıyor, cep telefonunun bataryasını dolduruyor. Daha da önemlisi, “biz çobanların en büyük ihtiyacı” dediği el fenerlerini şarj ediyor. Teknolojiye meraklı, bilgisayarı var ve onu da yine 120’ye 100 cm boyutundaki güneş panelinden elde ettiği elektrikle çalıştırıyor. Bir tek çayını elektrikli ocakta pişirmiyor. Anlaşılan çaya düşkün, içmeye davet ettiği çayını közde demliyor.

Kenan Sarıyer, güneş enerjisine geçerek hem kâr etmiş hem de kendisini büyük bir külfetten kurtarmış ama çevreye katkı yaptığının da farkında. Güneş enerjisinden elektrik üreten fotovoltaik paneli için, “Çevreye hiç zararı yok” diyor. Dört yıl önce 2 bin 700 liraya aldığı panel çoktan kendisini amorti etmiş. Güneşten önce gazla çalışan lambaları varmış. Diğer alternatif ise tüp kullanmak. Sarıyer, güneş enerjisini tercih etmesinin nedenini şu sözlerle açıklıyor: “Jeneratör alsaydım o zaman 500 liraydı. Şu zamana kadar benzin parası 3 bin lirayı geçerdi. Çilesi de cabası. Komşular benzin için yayladan 25 km araçla yol gidip, alıp geliyorlar. Bir bidon benzin için toplam 50 km yol kat ediyorlar. Biz aynı yerde üç çobanız. Artık onlar da güneş paneli takmak istiyor. Maddi durumları biraz zayıf olduğu için taktıramadılar. Parayı buldukları zaman gidip benzin alıyorlar, olmadığı zaman da gaz lambasıyla idare ediyorlar”. Sarıyer’in iki aküsü var. İki saatte aküler doluyor ve 4-5 günlük ihtiyacı karşılıyor. 200 civarı keçisi var. Yılın büyük bir bölümünde köyden uzakta. Üç ay yaylada, kalan zamanda Çataltaş mevkiinde yaşıyor. Nereye giderse panelini de beraberinde götürüyor.

Güneş gibi yenilenebilir enerjilerin maliyeti düşerken, kömürün, petrolün ve nükleerin artıyor. Halk, termik, nükleer ve hidroelektrik santrallere tepkiyle yaklaşırken, güneşe ve rüzgara daha sıcak bakıyor. İtirazlar da yok değil. Rüzgar meselesini Karaburun’da yaşayanlar bambaşka anlatırlar. Güneş enerjisine karşı olanlar da var. Tarlaların güneş panelleriyle kaplanmasına karşıyız diyorlar. Türkiye’de güneş enerjisinin önü zaten mevzuatlarla tıkanmış durumda. Kaldı ki güneş santralleri verimli arazilere kurulacak diye bir kural yok. Çatılar, bina yüzeyleri, sokak lambaları, boş araziler gibi onlarca farklı alanda güneş paneli kullanmak mümkün. Buna rağmen “güneş de zararlı” argümanı kabul görmüş bir doğruymuş gibi yazılıp çiziliyor.

Yenilenebilir enerjilerin ne her örneği melek ne de her uygulama şeytan. Enerji ihtiyacının sınırlarını çizip, kuralları, kırmızı çizgileri iyi belirleyip, halkın onayını aldıktan sonra bu projeler hayata geçirilebilir. Enerji kooperatifleri kurularak enerji kaynakları büyük şirketlerin tekeli olmaktan çıkarılabilir. Sen, ben, biz kendi enerjimizi üretebiliriz. Kenan Sarıyer dağda çobanlık yapıyor, tükettiği elektrik hepimizden az ama o da elektriğe ihtiyaç duyuyor, bilgisayar kullanmak istiyor. Bizden farkı şu, o hem daha az elektrik tüketiyor hem de tükettiğini üretiyor. Her şeye elde sağlam veriler olmadan karşı çıkmak umut ettiğimiz ekolojik dönüşümü gerçekleştirmemize değil, mücadelelerin kaybedilmesine yol açabilir.

Enerji sektöründe muhafazakarlık

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/8 Nisan 2014 

Türkiye’nin muhafazakar yapısı enerji sektörünü de etkiliyor. Yeniliklere pek açık olduğumuz söylenemez. Enerji konusu diplomalar üzerinden tartışıldığından olsa gerek, önerilen çözümler de çoğu zaman o diplomaların alınış tarihi kadar eski olabiliyor. Rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları ortaya çıktığında, “onlar bir şey üretemez, çalışmaz” denmesi de kanımıza işlemiş muhafazakarlığın bir eseriydi. İklim değişikliğini öğrenmek yerine inkâr etmek, sosyal maliyetleri hesaplamak yerine yok saymak da yine aynı zihniyetin meyveleri… “Bildik olan doğru, bilinmeyen ise yanlıştır” adeta bizim şiarımız olmuş. Ne yazık ki...

Yenilenebilir enerjinin rüştünü ispat edip birçok ülkede şebekeye ciddi katkılarda bulunduğu ilk yıllarda rüzgarı, güneşi yok sayanlar şimdi de yenilenebilir enerjinin sınırlarını tartışmaya başladı. Bir parça yenilenebilir olsun ama bizim bildiğimiz enerji kaynaklarının da yerini almasın dendi. Zaten yüzde 100 yenilenebilir enerji onlar için teknik açıdan hiç mümkün olmadı. Rüzgar enerjisindeki lisans sürecini hatırlayın. Yapılan açıklamalara bakarak, bırakın yüzde 100’ü, yüzde 5-10 seviyelerinin bile sorunlu olduğunu düşünürdünüz. Danimarka’nın yüzde 100, Almanya’nın yüzde 80 yenilenebilir enerji hedeflerini bu nedenle şimdilik bir kenara bırakalım. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (UEA) birkaç hafta önce açıkladığı, yenilenebilir enerji kaynaklarının şebekeye eklenmesinin maliyeti ve teknik yönlerinin incelendiği raporunun* sonuçlarına bir bakalım.

UEA, rüzgar, güneş gibi değişken ve sürekli üretim yapmayan kaynakların, o ülkenin yıllık üretimin yarıya yakınını karşılamasının mümkün olduğunu söylüyor. Hatta bu oranların üzerine de çıkabileceğini söylüyor ama bazı fosil ve nükleer sever dostlarımızın kalp sağlığı için biz şimdilik yüzde 45’lik örnek üzerinden gidelim. UEA’na göre yenilenebilirin toplam elektrik üretimindeki payının yüzde 45’leri bulması, uzun dönemde değişken üretim kaynakları olmayan bir sistemle kıyasla, az bir ek maliyet getiriyor. Teknik açıdan da sorun yok. Şebekenin iyi yönetildiği, esnek, değişken üretim yapan santrallerin, bildiğimiz baz yüklerin yerini aldığı bir ortamda söz konusu ek maliyet megavatsaat başına sadece 11 dolar. Değişken yenilenebilir enerji kaynaklarını yüzde 30’da tutarsanız, ek maliyet de megavatsaat başına 6 dolara kadar geriliyor. Uzun dönemli projeksiyonlarda bu maliyetleri bile konuşmuyoruz çünkü karbondioksit ve alternatif yakıtların (fosil, nükleer vs) maliyeti artıyor.

Raporun dikkat çektiği bir başka konu ise bizim için çok daha önemli. Elektrik talebi hızla artan Çin, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerde, yenilenebilir enerjinin payının yüksek olduğu sistemler çok daha düşük mali yüklerle gerçekleştirilebiliyor. Batı Avrupa gibi talebin daha yavaş arttığı, üretim santrallerinin halihazırda kurulmuş olduğu ülkelerde ise maliyet haliyle artıyor. Çünkü yapılan iş, bir anlamda eskisini söküp yenisini kurmaya benziyor. Tükiye’de kurulu güce her yıl eklenen rakamlara baktığınızda, bizim Brezilya ve Çin gibi avantajlı kategoride olduğumuz ortada.

UEA, yenilenebilirin payının yüksek oranlarda olduğu bir sistem kurulması için endüstri ile politikacıların birlikte hareket etmesi gerektiğini söylüyor. Adeta tam 12’den vurmuşlar. Dönüp memlekete bakıyorum. Un (yenilenebilir) var, şeker (yatırımcı) var ama ortada helva yok. Ah, o muhafazakar aşçı yok mu o aşçı!

 *The Power of Transformatio, IEA

Rapor lobisi

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Nisan 2014

BirGün’e aboneyim, gazete hafta içi her sabah kapımıza bırakılıyor. Dün birileri, gazetenin arasına bir rapor, bir de makale bırakmış. Hemen aklıma lobiler geldi, paralel kuryeden de şüphelenmedim değil ama soğukkanlılığımı korudum. Hele bir bakayım, içinde ne varmış dedim. Sosyal Gelişme Dizini adlı ilk rapor dış kaynaklıydı, bu da şüphelerimi arttırdı. Rapor, The Social Progress Imperative adlı düşünce kuruluşu tarafından hazırlanmış.

Sosyal Gelişme Dizini, ülkelerin sadece ne kadar zengin olduklarına bakarak bir sıralama yapmıyor. İnsan yaşamı için gerekli temel ihtiyaçlara sahip olmanın yanı sıra, çevrenin korunmasını, bilgi ve bilişim teknolojilerine erişimi ve bireysel özgürlükler gibi onlarca etkeni değerlendirmeye katıyor. Bu nedenle listenin başında dünyanın en zengin ülkesi veya en büyük ekonomisi yok. Yeni Zelanda ilk sırada onu İsviçre ve İzlanda izliyor. ABD, İrlanda’nın hemen ardında 16. sırada. Türkiye 132 ülke arasında 64. olabilmiş. Arnavutluk, Makedonya ve Bosna Hersek’in gerisinde, Suudi Arabistan’ın hemen önünde yer alıyoruz. Halbuki biz Türkiye’yi dünyanın en büyük 16. ekonomisi biliyorduk. En büyük ekonomi sıralamasının en çok tüketen sıralaması olduğunu, onun da nüfusla yakından ilgili olduğunu bu raporla daha iyi anlıyoruz. Osmanlı şahlanıyor falan diye ecnebilere hava atıyorduk, şahlana şahlana ancak 64. olmuşuz. Bu son cümleyle politik mesajımızı da ilgililere ulaştırdık, şimdi neden sosyal gelişme konusunda orta sıralara demir atmışız ona bakalım.

Rapordaki sıralama, üç ana kategori altında 50’den fazla göstergenin değerlendirilmesiyle oluşturuluyor. Türkiye bu üç ana kategori içerisinde en iyi notu ‘Temel İnsan İhtiyaçları’ alanında almış ve bu konuda 132 ülke arasında 43. olmuş. En kötü not ise ‘Temel Refah’ kategorisinden (132 ülke arasında 82’inci) geliyor. Türkiye’nin 77. olarak ortanın altına düştüğü bir diğer kategori ise ‘Olanaklar’ kategorisi. Bu alandaki düşük notun sebebi hoşgörü ve farklılıkları içine alma konusunda başarısız olmamız. Detaylarda, kadınların kötü muamele görmesi, eğitim aldıkları sürenin azlığı, azınlıkları dışlama, azınlıklara şiddet uygulama ve dini hoşgörüdeki zayıflık gibi alt başlıklar var. İklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarının artması, su kaynaklarının tüketilmesi ve biyoçeşitlilik kaybı da çevre notumuzu düşürmüş.

Gazetenin arasına sıkıştırılan diğer belge ise bir makale. TMMOB’a bağlı Orman Mühendisliği Dergisi’nde yayımlanmış ve Prof. Dr. Erdoğan Atmış ile Yrd. Doç. Dr. Batuhan Güneş’in imzasını taşıyor. Makale, AKP döneminde ormancılık alanında yapılanları değerlendiriyor. Resmi verilere göre AKP döneminde ağaçlandırma alanı miktarında yüzde 19,2 oranında bir artış sağlanmış. Ancak bu artış, partinin 2011 seçim beyannamelerinde abartıldığı gibi 7 kat falan değil, ağaçlandırmada dünya üçüncüsü olduğumuz da hikaye. Belki hatırlarsınız, hükümet 2008-2012 yılları arasında ağaçlandırma seferberliği başlatmış, 23 milyon dönüm arazide ağaçlandırma çalışması yapılacağını söylemişti. Makalede, söz konusu alanın yüzde 73’ünün aslında mevcut ormanların rehabilitasyonu olduğuna dikkat çekiliyor.

AKP döneminde orman yangınları yüzde 32,5 oranında azalmış. İstatistiklerle ilgili kuşkular olsa da Atmış ve Güneş, bu konunun başarı hanesine yazılabileceğini söylüyor. AKP döneminde ormanların, madencilik gibi ormancılık dışı kullanıma açılması da hızlanmış. Önceki döneme göre maden tahsisi sayısında yüzde 120,2 oranında bir artış var.

Gezi’den bu yana hükümet milyonlarca fidan diktik diye ortalarda dolaşıyor ama rakamlar hükümeti doğrulamıyor. Şimdi hükümetten bunları rapor-makale lobisi diye adlandırmasını, üstüne de biraz makara yapıp geçiştirmesini bekliyoruz.