Küresel ısınmanın tapesi yok mu

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Şubat 2014

Şubat ayı başında Slovenya’yı buz fırtınası vurdu. Ülkenin 1 milyon 180 bin hektarlık orman alanının yarıya yakını zarar gördü. Ağaçlar buz tuttu, elektrik hatları, demiryolları, karayolları ve otomobiller hasar gördü. Fotoğraflarda buz tabakasıyla kaplanmış evler ve ağaçlar var. Geçen hafta ormanlarda meydana gelen zararın 194 milyon; elektrik hatları ve altyapı hizmetleri hasarınınsa 120 milyon avro olduğu açıklandı.

Aynı tarihlerde İngiltere tarihinin en yağışlı kışını yaşadı. Sel baskınları neredeyse tüm ülkeyi etkiledi. Avustralya ise en sıcak yazını. 46 dereceyi bulan sıcaklıklar, kırsalda ardı ardına çıkan yangınlar başta tarımı ve hayvancılığı etkiliyor. 1951 ile 1960 arasında Avustralya’da yılda sıcak hava dalgası görülen gün sayısı ortalama 2,6 iken, 2001-2010 arasında bu rakam 5,8 güne çıktı; iki kattan fazla arttı.

ABD'nin Kaliforniya eyaleti de tarihinin en kurak kışını geçiriyor. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar zor durumda, eyalette acil durum ilan edildi ve herkesten su tasarrufu yapması istendi. Bir de kuraklık kaynaklı su kirliliği sorunu ortaya çıktı. Suların azalmasıyla, yer altı sularındaki kirletici maddelerin yoğunluğu artıyor ve kullananların sağlığını tehdit ediyor.

Japonya’yı kar fırtınası esir aldı. Ülkenin ortasındaki Yamanaşi eyaleti, bölgede son 100 yılın en yoğun kar yağışına şahit oldu. 23 kişi öldü. Bazıları mahsur kaldıkları arabalarında ısınmaya çalışırken karbonmonoksit gazıyla zehirlendi.

Kış Olimpiyatları’na katılmış 100’den fazla sporcu, hükümetleri kömür, petrol ve doğalgaz kullanımıyla ortaya çıkan seragazı emisyonlarını azaltmak için daha fazla gayret göstermeye çağırdı. Böyle giderse 2050 yılında, geçmişte Kış Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmış 19 kentten sadece 11’i benzeri bir organizasyona ev sahipliği yapabilecek kadar soğuk olacak. 2100’de ise sadece altısı.

Türkiye de kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya. Yağmur yok, kar yok. Barajlarda sular azaldı. Orman ve Su İşleri Bakanlığı bu tür yağışsız dönemin her 10-15 yılda bir yaşanan kurak periyodlardan biri olduğunu söylüyor. Hatırlıyorum, 2007 yılındaki susuz günlerde de aynı şeyler söylenmişti. Ne çabuk geçiyormuş şu 10-15 yıl? Sorun şu; yetkililer küresel iklim değişikliğinin adını ağızlarına almaktan bile korkuyor. Yokmuş gibi yapıyorlar çünkü onu durdurmak için hiçbir şey yapmıyorlar. Akademisyenlerin ve politikacıların bazıları, fosil yakıt lobilerinin hurafelerini derslerinde ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Buzul çağı, dinozorlar ve bakanlığın yaptığı gibi kuraklık periyodlarından bahsediyorlar. Kuraklık periyodlarına insanların katkısı olmuş mudur diye sormuyorlar. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin, “Bu işin sorumlusu en az yüzde 95 olasılıkla insan” dediğinden haberleri yok. Neden haberleri var ki?
  • Milyonlarca yılda meydana gelen iklim değişikliğiyle son 100 yıl içerisindeki değişikliği karşılaştırdıklarının,
  • Dünyanın en sıcak 10 yılının 2000-2009 yılları arasında yaşandığının,
  • Dünyanın en sıcak 14 yılının son 16 yılda gerçekleştiğinin,
  • 2100 yılına geldiğimizde okyanuslardaki asitlenmenin son 20 milyon yıldan daha fazla olabileceğinin farkında değiller.
Kimileri de ‘milli komplolarla’ sorunu saklama peşinde. “Çin küresel emisyonların yüzde 19’undan, ABD yüzde 18’inden, Türkiye ise yüzde 1’inden sorumlu. Çin ve ABD kirletiyor bize bir şey yapmak düşmez” diyorlar. İyi de, kimse sana Çin’in atmosfere bıraktığı emisyonları azalt demiyor. “Sen yüzde 1’lik payını azalt, kapının önünü süpür, onlar da süpürsün” diyor.

Tapeler, bideler, inşaat şirketi patronlarının havuz problemleri ve internet sansürü derken başımızı kaldırıp etrafımıza bakamaz olduk. Dünyada neler oluyor farkında değiliz, aslında bizim dünyalı olduğumuz bile şüpheli. Kendi halimizde takılıyoruz işte. Biz efsunluyuz, cümle alemin doğru dediğine eğri demesini biliriz. Komplo teorilerini bilimden çok severiz. Petrol, doğalgaz ve kömürü dışarıdan alıp cari açıktan şikayet etmeye bayılırız ama az kullan, dünyayı kurtar diyenlere kızarız. Küresel ısınmanın ses kaydı çıksa da inansak. Halimiz yaman.

Türkiye’nin çevre karnesi bisiklet aldırmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Şubat 2014
Twitter.com/ozzgurbuz

Yale Üniversitesi’nin hazırladığı 2014 Dünya Çevre Performansı Endeksi’nde (Dizin) Türkiye 178 ülke arasında 66. oldu. 2012 yılındaki dizinde Türkiye 132 ülke arasında 109. sırada yer almıştı. Rakamlara aldanıp Türkiye’nin çevre alanında iki yılda çağ atladığını düşünmeyin. Dizinin hazırlanışında ve puanlamada bazı değişiklikler yapılmış, yeni kıstaslar eklenmiş. Değerlendirilen ülke sayısı da artmış. Yale Üniversitesi de yaptığı açıklamada, dizinler arası karşılaştırma yapılmamasını salık veriyor. Öyle yapalım. Sadece 2014 notlarına bakıp nerede iyi, nerede kötü olduğumuzu anlayalım.

Dizin, tarımdan, iklime dokuz ana kıstasın değerlendirilmesiyle oluşturuluyor. Türkiye’nin ortalamada 100 üzerinden aldığı not 54,91. İsviçre’nin başını çektiği dünya sıralamasında Türkiye 66. sırada. Arnavutluk’un hemen önündeyiz ancak Mısır, Ürdün, Jamaika, Küba, Tunus, Ermenistan ve Belarus önümüzde. Avrupa Birliği’nde geride bıraktığımız tek ülke ise Romanya.

Hava kirliliği alarm veriyor
En iyi notumuzu hava kirliliğinden almış gözüksek de detaylara bakınca ‘iyi’ değil, ‘geçer’ not aldığımız ortaya çıkıyor. Birçok ülkede ısınma ve yemek için evlerde yakılan odun, tezek gibi yakıtlar ciddi sağlık sorunlarına yol açıyor. İyi not almamızı evlerdeki havanın temiz olmasına borçluyuz. Dışarıdaki havada zararlı parçacık oranını gösteren PM 2,5 verilerinde Türkiye 178 ülke arasında 133. sırada. Evin içinde duman yok ama sokakta hava kirli. Doğu Avrupa ve Orta Asya grubunda değerlendirmeye tabi tutulan Türkiye’nin bu gruplardaki ülkelere göre durumu kötü. Son 10 yılda sorunun arttığı görülüyor.

İkinci en iyi notumuzu da ‘Su ve Hıfzıssıhha’ başlığından almışız. Temiz suya erişimden 100 üzerinden 94 alan Türkiye bu sayede notunu yükseltmiş fakat iş Gayri Safi Hasıla ve bulunduğu bölgedeki diğer ülkeler üzerinden karşılaştırmaya gelince yine geride kalmış. Dizin tüm dünyaya baktığı için sizi yanıltmasın. ‘Az gelişmiş’ denen ülkelere göre çok ileride olduğumuz ortada ama Avrupa Birliği ve bölge ülkelerle karşılaştırıldığında durumumuz parlak değil.

Koruma notumuz zayıf
Kötü notları da konuşalım. En kötü iki not ‘Balıkçılık’ ile ‘Biyoçeşitlilik ve Habitat’ başlıklarından. Balıkçılık konusunda 100 üzerinden 21,9 alıp 70. olmuşuz. Bu kadar düşük nota rağmen son sıralarda olmadığımıza göre dünyada da durum pek parlak değil. Biyoçeşitliliği korumada ise 32 puanla 133. sıradayız. Başka bir deyişle, ‘koruma altındaki alanları koruma konusunda’ dibe yakınız. 178 ülke arasında 151. olmayı başarmışız. Tarımsal destekler konusunda da 144. ülkeyiz. Çevrecilerin neden sokağa döküldüğü ortada.

Kısaca özetlersek, arıtma sistemleri, suya ve elektriğe erişim gibi konularda karnede iyileşmeler görülüyor. Bunun başlıca nedeni insanların kırdan kente taşınması. Apartmanlara girdiğinizde suya erişiyor, ısıtma sistemlerinizi değiştiriyorsunuz. Arıtma sistemlerinin sayısı artıyor, hastanelere erişim kolaylaşıyor ama beraberinde hava kirliliği, çevre tahribatı artıyor. Türkiye’nin koruma altındaki alanları da tehlikede. Doğal ve kültürel sit alanları yapılaşmaya açılıyor. Antalya’nın Phaselis kenti, Urla’daki villalar, Polonezköy, Olimpos, Çıralı ve daha nice koruma alanı tehlikede. Performans dizinindeki not da kaygıları doğruluyor. Hükümetin doğal alanları koruma, hava kirliliği gibi konulardaki başarısızlığı da 10 yıllık eğilimlere bakınca görülüyor. Otoyol kenarına ağaç dikmekle bu iş olmuyor.

Yeşil BirGün
Çevre/ekoloji haberleri uzun zamandır BirGün’ün en çok önem verdiği konular arasında. Yeşil BirGün sayfasıyla bu haberleri takip etmek daha da kolaylaştı. İnternet sayfasına da Yeşil BirGün başlığı eklenirse tam olacak. Emeği geçenlere teşekkür etmeli.

Akdeniz elden gidiyor


Özgür Gürbüz-BirGün/9 Şubat 2014

Bu defa onların anladığı dilden yazacağım. Paradan bahsedeceğim. Manipüle etmeden, fıskiye kırmadan anlatacağım.

Türkiye’nin turizm gelirleri 2013 yılında 32 milyar doları geçti. Otomotiv sektörünün 2013’te yaptığı ihracat miktarı ise 21 milyar dolar. Turizmin istihdama katkısını kıyaslamıyorum bile.

Turistlerin çoğu Akdeniz’e geliyor. Ülkeye giren 39 milyon turistin yarısının bu bölgede tatil yaptığı tahmin ediliyor, 11 milyondan fazlası doğrudan Antalya’ya uçuyor. Yerli turist de cabası. Peki, siz ne yapıyorsunuz? Antalya’ya 300 km öteye bir nükleer santral kurmaya çalışıyorsunuz. İtirazlar ayyuka çıkana kadar, nükleer santralin kaçak inşa edilmesine bile ses çıkarmadınız. Yapılmak istenen tavuk kümesi değil, nükleer santral. Denetim yok, hukuk yok. Ayıptır söylemesi konuyu bilen de yok. Manisa’da uranyum çıkartılıp daha sonra kaderine terk edilen maden ocaklarında sınır değerlerin 140 katı radyasyon tespit ediliyor, hükümet oralı değil. Gaziemir’de tonlarca radyoaktif atık gömülü, halkı korumak için alınan tek önlem radyasyonlu alana tel örgü çekmek. Havadaki, topraktaki radyasyonu tel örgüyle hapseden ilk ülkeyiz. Dünya tarihine adını, çayından, hurdasından nükleer atık çıkan ülke diye yazdırmışsın. Akdeniz’e nükleer santral kurarsan bu turizmi etkilemez mi sanıyorsun?

Çok değil, bundan üç yıl önce Türkiye’ye nükleer santral satmak isteyen firmalar ve onların ‘gönüllü’ halkla ilişkiler ekibinin ellerinde bir fotoğraf vardı. Nükleer santralin yanında denize giren insanların fotoğrafı. O fotoğrafları gösterenlere bir teklifim var. Hadi, bu yaz Fukuşima’ya gidip santralin yanında denize girenleri gözlerimizle görelim. Balıkçıları, tıklım tıklım plajları seyredelim. Mayonuzu da yanınızda getirmeyi unutmayın, Fukuşima’nın bol trityumlu sularında serinlemeden olmaz. Akşama da sezyumu bol balıklardan yeriz.    

İş sadece nükleerle bitmiyor. Adana-Mersin arasını termik santrallere yem edecek planlar var. Halihazırda Yumurtalık bölgesi kömür ve petrole boğulmuş durumda. Yapılaşmadan nasibini almamış tarihi ören yerleriyle, kalan birkaç kumsal da talana hazırlanıyor. Phaselis (Faselis) antik kenti yakınına otel yapılmak isteniyor. Beş yıldızsız, otelsiz bir turizm modelinin en güzel örneği Olimpos’a geçen yıl yapılan taarruz geri püskürtüldü ama tehlike sürüyor. Antalya ve civarında betona tutsak olmamış yüzlerce dönüm arazi 2B adı altında satışa çıkarıldı. Çığlıkara’da taş ocağı, Ahmetler’de HES turistlerin görmek için geldiği doğal güzellikleri tehdit ediyor. Beydağları Sahil Milli Parkı Bakanlar Kurulu kararıyla milli park statüsünden çıkarıldı; kamptı, oteldi derken orası da talan edilecek.

Olsun, biz turistleri beş yıldızlı otellerle kandırırız sanmayın. Yakında ormansızlıktan hava, plansız yapılaşmadan denizler kirlenmeye başlayacak. Rehberler, turistleri eski çağlardan kalan harabelere değil, süpermarket depolarına, barajların su toplama havzalarına götürecek. “Burası İzmir Kemalpaşa” diyecekler. “Bu deterjan deposunun altında 1500 yıllık mozaikler yatıyor”. “Burası Hasankeyf” diyecekler. “10 bin yıllık tarihimize bir şey olmasın diye su altında bıraktık”. “Ve burası Allionai. İki bin yıllık bu sağlık merkezini sulama barajı yapmak için yerin altına gömdük” diye anlatacaklar. Beş yıldızlı betonlarınızı beş kuruşa pazarlayamayacaksınız. Türkiye’nin en büyük gelir kapısı kapanacak. Dağları, ovaları verdiğiniz, suları zehirlettiğiniz maden sektörünün ihracatı 5 milyar dolar. O ovalara, dağlara çadır kampı kursanız, ekolojik tarım yapsanız aynı parayı kazanırsınız. Dünya kirleniyor, temiz hava, toprak ve su dünyanın en pahalı ürünleri olacak. Çıkardığınız altınları üst üste yığsanız satın alamayacaksınız. Turistlerin bu ülkeye Başbakan’ın hologramını izlemeye geldiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz.      

Çimlere Basmayın (7 Şubat 2014)

7 Şubat 2014 Cuma günü 13.00-14.00 saatleri arasında yayınlanacak Çimlere Basmayın programından bazı başlıklar:

* 2013 dünyanın en sıcak 6. yılı oldu. İklim değişikliği tehlikesi sürüyor.

* Akkuyu'da inşaat durdu ama mücadele sürüyor.

* Atatürk Orman Çiftliği'nde bilirkişiyi dinleyen yok!

* Telli Turnalar, Ağaçbaşı Turbalıkları, Tepeli Pelikanlar ve Akkuyruklu Kartallar için bir umut.

* Satın aldığımız gıdalar ne kadar güvenli? Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.

* Ordu'nun HES'leri dava konusu oldu. Ordu'da sayıları 70'lere yaklaşan HES projelerine karşı halk tepkili. Ordu Doğa ve Yaşam Alanlarını Koruma Platformu'ndan Coşkun Özbucak canlı yayın konuğumuz.

* Yeşil ajanda: Sizlerden gelen çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" türkü ve şarkılar...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.

Siyasette eksen kayması

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Şubat 2014

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) siyasi yelpazede iyice sağa gittiği artık su götürmez bir gerçek. Yayın yasakları, siyasete yargı ve kolluk kuvvetleri yoluyla müdahale, tek adamcılık, demokratik protestolara karşı aşırı şiddet uygulama AKP’nin merkez sağdan sağa, hatta aşırı sağa geçtiğini gösteriyor. Kasım 2013’te merkez sağ partilerin üye olduğu Avrupa Halk Partisi’ndeki gözlemci üyeliğini bırakıp, Avrupalı Muhafazakârlar ve Reformcular İttifakı’na üye olmaları da bu kayışın bir başka göstergesiydi. Artık paranoyaya varan ‘darbe’ söylemleri, paralel, yatay ve yamuk devlet teorileri, herkesin kendisini yok etmek istediğini sanan bir dikta yönetiminin sayıklamalarını andırıyor. Tüm işaretler “aşırı sağı” gösteriyor…

Siyasi yelpazedeki bu değişiklik Cumhuriyet Halk Partisi’ni (CHP) de etkilemişe benziyor. Kılıçdaroğlu’nun gelişiyle “merkez sola mı gidiyor” denilen CHP, yerel seçimlerde gösterdiği bazı adaylarla aksi yönde seyrediyor, merkezi hedefliyor izlenimini uyandırıyor. “Önemli olan seçimi kazanıp, AKP’yi zayıflatmak ve düşüşü başlatmak” denebilir ancak söz konusu adayların galip gelmeleri halinde bildikleri sağ politikaları mı yoksa partinin istediği ‘sol’ politikaları mı uygulayacağı belirsiz. Söylemlerden yola çıkarak sonuca varmak zor. İşin içinde kentler olunca korumacı sol politikalarla, rantçı sağ politikalar arasında ciddi farklar olduğunu belirtmek lazım.

Yelpazenin sağ tarafı kalabalıklaştı. Boşalan sol tarafta ise Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Türkiye Komünist Partisi gibi az oy oranına sahip partilerle, birçok bileşenden oluşan Halkların Demokratik Partisi (HDP) kaldı. HDP bu boşluğu değerlendirip, CHP’nin sol seçmeninden oy almak istiyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Sırrı Süreyya Önder bunu açık açık söylüyor. Belki kendisi de farkında değil ama seçimi kazanmaktan çok CHP seçmeninin oylarını almaktan bahsediyor. Önder’e göre HDP İstanbul’da yüzde 20 oy alacak ve ertesi gün hepimiz ‘bambaşka bir ülkeye uyanacağız’. Hiç emin değilim. Önder CHP’den gelen oylarla yüzde 20’yi bulursa aksine aynı ülkede olacağız çünkü yüzde 20 Önder’e seçimi kazandırmayacak. İstanbul’u bu hale getiren Erdoğan-Topbaş yönetimi büyük bir olasılıkla bir beş yıl daha kenti yönetecek. Beş yıl sonra da İstanbul’dan geriye bir şey kalmayacak. Önder ‘herhalde’ bunun farkında değil. Tüm eleştirilerini CHP’ye yönelterek rakibinin Kadir Topbaş ya da AKP olmadığını belli ediyor.  

HDP daha önce CHP’nin yaptığı hatayı yapıyor. Solda tek biz varız diyerek sol seçmenin, ‘mecburen’ kendisine oy vereceğini düşünüyor. Şu ana kadar Önder’in İstanbul’un trafik sorununu nasıl çözeceğine, İstanbul’un kuzeyindeki yapılaşmaya nasıl dur diyeceğine, kenti nasıl küçülteceğine dair bir önerisini duymadım. Varsa yoksa Sarıgül. Baykal’ın Erdoğan ile yatıp kalktığı günleri hatırlatıyor.

HDP’nin kendisine CHP’yi hedef seçmesinin nedeni siyasi yelpazenin solundaki boşluk olabilir. Olabilir ancak HDP sol ya da sosyal demokrat oyları alabilmek için kendi içinde radikal değişiklikler yapmalı. Öncelikle Türkiye’yi bugünlere getiren ‘yetmez ama evetçi’ unsurları partiden atmalı. Referandumda çok tartmadan ‘evet’ oyu atmış, sonra pişman olmuşlardan bahsetmiyorum, bu işin bizzat kampanyasını yürüten 100-200 kişiden bahsediyorum. İkinci olmazsa olmaz da HDP’nin Kürt sorunu dışındaki sorunlarda da halkın yanında olacağını göstermesi. Solu temsil ettiğini söyleyen bir partinin sesi Gezi sürecinde, yolsuzluk meselesinde duyulmayacaksa ne zaman duyulacak? Ne zaman bu soruyu sorsak, “ama, çözüm süreci” deniyor. O zaman bu süreci şeffaflaştırın. Pazarlıkları biz de bilelim. AKP’ye referandumda evet diyerek güvenenlerin sonunu biliyoruz. Seçimden sonra iktidar istediğini alır, çözüm sürecini de rafa kaldırırsa şaşırmamalı.

Türkiye’deki seçim aritmetiği merkez sol ile solun birbiriyle beraber hareket etmesini gerektiriyor. Zor ama şart. Siyasette kayan eksen solda birliktelikle eski yerine oturtulabilir, dağılıp ayrışarak değil.

Savaş Emek

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ocak 2014
 
Savaş Emek (fotoğraf makinalı) Yatağan Termik Santrali önünde
Türkiye’de ekoloji hareketine ucundan kıyısından bulaşmış olanlar Savaş Emek’i tanır. Pazartesi günü Toprak Ana Savaş Ağabeyi bizden aldı. O artık çok sevdiği ormanların, yeşilliklerin içinde yatıyor. Karaburun’dan mavisine bayıldığı denize bakıyor.

Yeşil hareketin içinde olmamı borçlu olduğum birçok kişi var. İlk adımı ağabeyim Çağlar’ın sayesinde atmıştım. Peşine takılıp çevre gazetelerini dolaşmıştık. Gönüllü olacaktık, Yeşil Gazete’de (Şimdiki gazetenin isim babası ama başka benzerliği yok) karar kıldık. Gazetenin içeriği bir yana, beni etkileyen işin başındaki Halil Tarık Tokmak oldu. Arif Künar, Aynur Tuncer, Ayşe Tosuner, Bilge Contepe, Melda Keskin, Noyan Özkan, Oktay Demirkan, Saynur Gelendost, Savaş Emek, Tolga Yarman, Ünal Erdoğan ve daha niceleri. Demem odur ki, beni yeşil hareketin yeşilinden çok insanları etkiledi, peşinden sürükledi.

Savaş Ağabey’in aralarında olduğu İzmir grubunun yeri başkadır. Üniversite yılları, bir gün Konak Meydanı’nda Ayşe Tosuner’i gördüm. Hava ayaz, Ayşe Abla, o soğukta bir uyku tulumunu içinde Konak Meydanı’na alışveriş merkezi yapılmaması için imza topluyordu. Tanıştım, S.O.S. Akdeniz Derneği’nin yerini öğrendim. O dernek, Türkiye’nin ekoloji mücadelesinin en güzel günlerine tanıklık etmiş Ağaçkakan Dergisi’nin yuvasıydı. Savaş Emek dergiyi neredeyse tek başına çıkarırdı. Oraya ilk gidişimi, Emek’le ilk tanışmamızı hatırlıyorum. Akdeniz fokunu kurtarmak için basılan kartpostallardan almıştım. O büro sonraları nükleer santrallere karşı Alsancak’ta tek başıma imza topladığım günlerin sonunda imza föylerini, pankartları bıraktığım yer olmuştu. Savaş Ağabey’i daha iyi tanıdım, en çok da Akkuyu’da ön ayak olduğu nükleer karşıtı şenliklerde geçen günlerimizi özlüyorum.

Savaş Emek bir ekolojistti. Devletin çevrecileri resmi ideolojiye yaklaştırmak için kullandığı ‘çevreci’ dernek ve vakıflardan hiç haz almazdı. Türkiye’deki ilk Yeşiller Partisi’nde vardı ama Yeşiller liberallerle kucaklaştıkça o uzaklaştı. Anti-emperyalist sıkı bir Aydınlıkçıydı ama kendi görüşüne yakın olmayanları bile eylemlerde bir araya getirirdi. Duruşundan hiç taviz vermedi. Derdi sistemdi, Kuzey-Güney çelişkisiyle ilgili Ağaçkakan’a şöyle yazmıştı: “...bugün yaşadığımız ekolojik krizin kaynağında Kuzeyli ülkelerin tutumu yatıyor. İnsanlığın önüne tek model ve tek seçenek olarak ortaya konan, sanayi monokültürünün bütün dünyaya yayıldığında başımıza gelecekleri görmek için kahin olmaya gerek yok. …Ortalama bir ABD’li yurttaşın tükettiğini bütün dünyalıların tükettiğini varsaydığınızda, biyosferin yani dünyanın canlı ortamı barındıran bölümünün yok olacağını kolaylıkla görebilirsiniz.” (1993, Sayı:9/10)

Ağaçkakan’ın 29. sayısındaki “Başka Türlüsü Mümkün” adlı yazısında ise şöyle diyordu: “Alternatif enerji kaynaklarının tek başına savunulması sonuçta bu sistemin ayakta kalmasını sağlayacaktır. Oysa dünyayı yok eden sistemin kendisidir. Örneğin ekolojik çöküntü merkezleri olan kentler, rüzgar türbinleri, güneş kolektörleri ile aydınlatılsa ne fark eder. Otomobiller hangi enerjiyle çalışırlarsa çalışsın, sonuçta yaşamın canına okurlar, tıpkı atom bombaları gibi.” (1996, Sayı:29)

Ağaçkakan demek Savaş Emek demekti. Aliağa, Gökova, Akkuyu, Foça ve İzmir demek Savaş Emek demekti. Termik ve nükleer santrallere karşı yürütülen destansı mücadelelerde hep vardı. Akkuyu’da düzenlenen nükleer karşıtı şenlikler de o hep başı çekmişti. “Ne Akkuyu’da ne Morkuyu’da” diye söze başlıyor, Can Yücel’in, “Hormonlu domates gibi bebeler istemiyor bu millet” dizeleriyle bitiriyordu.

Ekoloji mücadelesi sürdükçe Savaş Ağabey bizimle olacak. Ağaçkakanlar elimde, tek tek okuyor, tekrar öğreniyorum. Yeşillikler içinde uyu.

Yoldan çıkanın dönecek köyü olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün
19 Ocak 2014

İstanbul’da yeşil alan bulmak alışveriş merkezi bulmaktan daha zor. Avrupa Yakası’nda ciddi bir ağaç birlikteliği görmek için kuzeye, Belgrad Ormanı’na ve ilerisine gitmelisiniz. İl sınırlarını zorlamak isterseniz o ayrı. ‘Muhafaza ormanı’ statüsü delinerek bazı alanları ‘tabiat parkı’ ilan edilen Belgrad Ormanı ve civarında yeşil rengin kaybolması da an meselesi. Üçüncü köprü ve geçen Cuma acele kamulaştırma kararı çıkarılan 3. Havalimanı, yan yollar falan derken kalan alanları da talan edecek. Hepsi için detaylı imha planları var. İrade sağlam, hukuk hayal, vicdan kayıp olunca sonuç bu.

Anadolu Yakası’nda ise yeşil görmek için Beykoz’dan Şile’ye uzanan bölgeye gitmelisiniz. İlk karşınıza çıkacak güzellik Beykoz sınırlarındaki Polonezköy olacak. İstanbul’un Anadolu Yakası’ndaki yeni talan harekatı işte tam buradan başlayacak. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın onayından geçen ‘Koruma Amaçlı İmar Planı’, yapılaşmaya yeşil ışık yakıyor. Karar 24 Ocak tarihine kadar askıda. İtiraz etmek için dört gününüz var. Neden mi itiraz etmelisiniz? Nedeni çok. 

İstanbul’un doğal bitki türlerinin tamamı Polonezköy’de bulunur da ondan. Çam, kestane, gürgen, meşe, kayın, defne, dağ muşmulası, ateş dikeni, geyik dikeni…

Belgesellerde görüp imrendiğiniz hayvanların canlısı Polonezköy’de yaşar da ondan. Geyik, karaca, tilki, domuz, sincap, gelincik, atmaca, baykuş ve daha onlarcasının evi orası. Bakanlığın bölgede geyik-karaca ve keklik-sülün üretme istasyonları var. Dahası var ama yazacak yer yok. İşin garibi tüm bu bilgiler İstanbul Valiliği’nin şehrin tanıtımı için hazırladığı internet sitesinde yazıyor.

Plana bencillikten bile itiraz edebilirsiniz çünkü oraya ihtiyacınız var. Kömür kokusundan yanan burunlarınızın çiçek kokuları alması için; isten, egzozdan yanan akciğerlerinizin temizlenmesi için Polonezköy’e muhtaçsınız. İtiraz etmezseniz Polonezköy’e villalar, yüzme havuzları, otoparklar yapılacak. İstanbul’a ait, herkesin faydalandığı ormanların içinde bir “özel” kent daha belirecek. Bugün nüfus 800 kişiyse inşatlardan sonra beşe, ona katlanacak. Yedi metre genişliğindeki yollar 14 metreye çıkarılacak. Otoparklar açılacak, ormana gidiyorum diye yola çıkıp kendinizi yine kentin içinde bulacaksınız. ÇEKÜL (Çevre ve Kültürel Değerleri Koruma Ve Tanıtma Vakfı) imar planına itiraz edilmesi için çağrıda bulundu. İstanbul’da oturanların 24 Ocak’a kadar bir dilekçeyle Beşiktaş’taki Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne başvurmaları lazım. Dilekçe örnekleri cekulvakfi.org.tr adresinde var. 

Kısa bir süre önce aramızdan ayrılan Mimarlar Odası eski Genel Başkanı ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oktay Ekinci, el yazısıyla yazdığı raporunda Polonezköy’ün bilinen ve eşi olmayan tarihsel serüveni, buna dayalı benzersiz kültür kimliği ve o kimlikle bütünleşmiş doğal dokusu nedeniyle bir evrensel değer, ortak miras olduğunu söylüyordu. Ekinci’nin vurguladığı kültürel kimlik eşi benzeri olmayan bir öykü. Polonyalı siyasi göçmenlerin Osmanlı’ya sığınıp, yerleştiği Polonezköy’de bugün bile Lehçe konuşanlara rastlamak mümkün. Mahallenin muhtarı Antoni Vilkoşevski. Polonezköy, sadece doğal güzelliklere değil böylesine ilginç bir tarihe de ev sahipliği yapıyor.

Bugünlerde ortalıkta dolaşa yolsuzluk iddialarından biri de Beykoz’la ilgili. Başbakan Erdoğan’ın BİM İcra Kurulu Başkanı Latif Topbaş ile yaptığı görüşmenin ses kayıtları ortaya çıktı. Orada Beykoz’daki orman arazilerinde yapılaşma meselesi konuşuluyor. Açıkçası, bunları yazıp çizmekten hoşlanmıyorum. İddialar, emniyet ve yargıda yaşananlar mide bulandırıyor. Öte yandan, bu iddialar adil ve şeffafça araştırılmadıkça, üstü kapatılmaya çalışıldıkça gerçek olduğuna daha çok inanıyorum. Hükümet belli ki halktaki bu algının farkında değil. Ya da farkında ama başka çaresi yok. Bu da işin bir başka boyutu.

Bu ülkede yıllardır üreterek kazanmak yerine kısa yoldan zengin olmak övüldüğü, öğretildiği için bugün tarlalara arsa, mevkilere de hazine sandığı gözüyle bakıyoruz. Yoldan çıkanın pişman olduğunda dönecek köyü olmaz. Polonezköy’deki mesele de o hesap.

***
Örnek itiraz dilekçesi için lütfen buraya tıklayınız.
Oktay Ekinci'nin Polonezköy raporuna ulaşmak içinse lütfen buraya tıklayınız.

Çimlere Basmayın 13 (17 OCak 2014)

17 Ocak 2014 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:

* Ağaç kesimine engel olanlara 2 yıl hapis istediler.

* Alakır ve Kamilet vadileri HES kuşatması altında.

* Danimarka rüzgar enerjisinde rekor kırdı.

* Bisiklet severler İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin bu projesini çok sevecek. Bisiklet Kenti İzmir projesiyle 40 kilometrelik sahil şeridi boyunca 29 bisiklet kiralama istasyonu kurulacak. Detayları İZULAŞ Bisiklet İşletme Sorumlusu Erdem Önen ile canlı yayında konuşuyoruz.

* İstanbul'un yeşil alanlarından biri daha yapılaşma tehlikesiyle karşı karşıya. Polonezköy imara açılıyor. ÇEKÜL Vakfı’ndan Şirin Sıngın Yılmaz canlı yayında itirazlarını dile getiriyor.

* Yolsuzluk dosyaları Beykoz'a uzandı. Yolsuzluğu ve temiz siyaseti konuşuyoruz.

* Yeşil ajanda: Sizlerden gelen çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" türkü ve şarkılar...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.