Akdeniz elden gidiyor


Özgür Gürbüz-BirGün/9 Şubat 2014

Bu defa onların anladığı dilden yazacağım. Paradan bahsedeceğim. Manipüle etmeden, fıskiye kırmadan anlatacağım.

Türkiye’nin turizm gelirleri 2013 yılında 32 milyar doları geçti. Otomotiv sektörünün 2013’te yaptığı ihracat miktarı ise 21 milyar dolar. Turizmin istihdama katkısını kıyaslamıyorum bile.

Turistlerin çoğu Akdeniz’e geliyor. Ülkeye giren 39 milyon turistin yarısının bu bölgede tatil yaptığı tahmin ediliyor, 11 milyondan fazlası doğrudan Antalya’ya uçuyor. Yerli turist de cabası. Peki, siz ne yapıyorsunuz? Antalya’ya 300 km öteye bir nükleer santral kurmaya çalışıyorsunuz. İtirazlar ayyuka çıkana kadar, nükleer santralin kaçak inşa edilmesine bile ses çıkarmadınız. Yapılmak istenen tavuk kümesi değil, nükleer santral. Denetim yok, hukuk yok. Ayıptır söylemesi konuyu bilen de yok. Manisa’da uranyum çıkartılıp daha sonra kaderine terk edilen maden ocaklarında sınır değerlerin 140 katı radyasyon tespit ediliyor, hükümet oralı değil. Gaziemir’de tonlarca radyoaktif atık gömülü, halkı korumak için alınan tek önlem radyasyonlu alana tel örgü çekmek. Havadaki, topraktaki radyasyonu tel örgüyle hapseden ilk ülkeyiz. Dünya tarihine adını, çayından, hurdasından nükleer atık çıkan ülke diye yazdırmışsın. Akdeniz’e nükleer santral kurarsan bu turizmi etkilemez mi sanıyorsun?

Çok değil, bundan üç yıl önce Türkiye’ye nükleer santral satmak isteyen firmalar ve onların ‘gönüllü’ halkla ilişkiler ekibinin ellerinde bir fotoğraf vardı. Nükleer santralin yanında denize giren insanların fotoğrafı. O fotoğrafları gösterenlere bir teklifim var. Hadi, bu yaz Fukuşima’ya gidip santralin yanında denize girenleri gözlerimizle görelim. Balıkçıları, tıklım tıklım plajları seyredelim. Mayonuzu da yanınızda getirmeyi unutmayın, Fukuşima’nın bol trityumlu sularında serinlemeden olmaz. Akşama da sezyumu bol balıklardan yeriz.    

İş sadece nükleerle bitmiyor. Adana-Mersin arasını termik santrallere yem edecek planlar var. Halihazırda Yumurtalık bölgesi kömür ve petrole boğulmuş durumda. Yapılaşmadan nasibini almamış tarihi ören yerleriyle, kalan birkaç kumsal da talana hazırlanıyor. Phaselis (Faselis) antik kenti yakınına otel yapılmak isteniyor. Beş yıldızsız, otelsiz bir turizm modelinin en güzel örneği Olimpos’a geçen yıl yapılan taarruz geri püskürtüldü ama tehlike sürüyor. Antalya ve civarında betona tutsak olmamış yüzlerce dönüm arazi 2B adı altında satışa çıkarıldı. Çığlıkara’da taş ocağı, Ahmetler’de HES turistlerin görmek için geldiği doğal güzellikleri tehdit ediyor. Beydağları Sahil Milli Parkı Bakanlar Kurulu kararıyla milli park statüsünden çıkarıldı; kamptı, oteldi derken orası da talan edilecek.

Olsun, biz turistleri beş yıldızlı otellerle kandırırız sanmayın. Yakında ormansızlıktan hava, plansız yapılaşmadan denizler kirlenmeye başlayacak. Rehberler, turistleri eski çağlardan kalan harabelere değil, süpermarket depolarına, barajların su toplama havzalarına götürecek. “Burası İzmir Kemalpaşa” diyecekler. “Bu deterjan deposunun altında 1500 yıllık mozaikler yatıyor”. “Burası Hasankeyf” diyecekler. “10 bin yıllık tarihimize bir şey olmasın diye su altında bıraktık”. “Ve burası Allionai. İki bin yıllık bu sağlık merkezini sulama barajı yapmak için yerin altına gömdük” diye anlatacaklar. Beş yıldızlı betonlarınızı beş kuruşa pazarlayamayacaksınız. Türkiye’nin en büyük gelir kapısı kapanacak. Dağları, ovaları verdiğiniz, suları zehirlettiğiniz maden sektörünün ihracatı 5 milyar dolar. O ovalara, dağlara çadır kampı kursanız, ekolojik tarım yapsanız aynı parayı kazanırsınız. Dünya kirleniyor, temiz hava, toprak ve su dünyanın en pahalı ürünleri olacak. Çıkardığınız altınları üst üste yığsanız satın alamayacaksınız. Turistlerin bu ülkeye Başbakan’ın hologramını izlemeye geldiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz.      

Çimlere Basmayın (7 Şubat 2014)

7 Şubat 2014 Cuma günü 13.00-14.00 saatleri arasında yayınlanacak Çimlere Basmayın programından bazı başlıklar:

* 2013 dünyanın en sıcak 6. yılı oldu. İklim değişikliği tehlikesi sürüyor.

* Akkuyu'da inşaat durdu ama mücadele sürüyor.

* Atatürk Orman Çiftliği'nde bilirkişiyi dinleyen yok!

* Telli Turnalar, Ağaçbaşı Turbalıkları, Tepeli Pelikanlar ve Akkuyruklu Kartallar için bir umut.

* Satın aldığımız gıdalar ne kadar güvenli? Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya canlı yayında sorularımızı yanıtlıyor.

* Ordu'nun HES'leri dava konusu oldu. Ordu'da sayıları 70'lere yaklaşan HES projelerine karşı halk tepkili. Ordu Doğa ve Yaşam Alanlarını Koruma Platformu'ndan Coşkun Özbucak canlı yayın konuğumuz.

* Yeşil ajanda: Sizlerden gelen çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" türkü ve şarkılar...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.

Siyasette eksen kayması

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Şubat 2014

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) siyasi yelpazede iyice sağa gittiği artık su götürmez bir gerçek. Yayın yasakları, siyasete yargı ve kolluk kuvvetleri yoluyla müdahale, tek adamcılık, demokratik protestolara karşı aşırı şiddet uygulama AKP’nin merkez sağdan sağa, hatta aşırı sağa geçtiğini gösteriyor. Kasım 2013’te merkez sağ partilerin üye olduğu Avrupa Halk Partisi’ndeki gözlemci üyeliğini bırakıp, Avrupalı Muhafazakârlar ve Reformcular İttifakı’na üye olmaları da bu kayışın bir başka göstergesiydi. Artık paranoyaya varan ‘darbe’ söylemleri, paralel, yatay ve yamuk devlet teorileri, herkesin kendisini yok etmek istediğini sanan bir dikta yönetiminin sayıklamalarını andırıyor. Tüm işaretler “aşırı sağı” gösteriyor…

Siyasi yelpazedeki bu değişiklik Cumhuriyet Halk Partisi’ni (CHP) de etkilemişe benziyor. Kılıçdaroğlu’nun gelişiyle “merkez sola mı gidiyor” denilen CHP, yerel seçimlerde gösterdiği bazı adaylarla aksi yönde seyrediyor, merkezi hedefliyor izlenimini uyandırıyor. “Önemli olan seçimi kazanıp, AKP’yi zayıflatmak ve düşüşü başlatmak” denebilir ancak söz konusu adayların galip gelmeleri halinde bildikleri sağ politikaları mı yoksa partinin istediği ‘sol’ politikaları mı uygulayacağı belirsiz. Söylemlerden yola çıkarak sonuca varmak zor. İşin içinde kentler olunca korumacı sol politikalarla, rantçı sağ politikalar arasında ciddi farklar olduğunu belirtmek lazım.

Yelpazenin sağ tarafı kalabalıklaştı. Boşalan sol tarafta ise Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Türkiye Komünist Partisi gibi az oy oranına sahip partilerle, birçok bileşenden oluşan Halkların Demokratik Partisi (HDP) kaldı. HDP bu boşluğu değerlendirip, CHP’nin sol seçmeninden oy almak istiyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Sırrı Süreyya Önder bunu açık açık söylüyor. Belki kendisi de farkında değil ama seçimi kazanmaktan çok CHP seçmeninin oylarını almaktan bahsediyor. Önder’e göre HDP İstanbul’da yüzde 20 oy alacak ve ertesi gün hepimiz ‘bambaşka bir ülkeye uyanacağız’. Hiç emin değilim. Önder CHP’den gelen oylarla yüzde 20’yi bulursa aksine aynı ülkede olacağız çünkü yüzde 20 Önder’e seçimi kazandırmayacak. İstanbul’u bu hale getiren Erdoğan-Topbaş yönetimi büyük bir olasılıkla bir beş yıl daha kenti yönetecek. Beş yıl sonra da İstanbul’dan geriye bir şey kalmayacak. Önder ‘herhalde’ bunun farkında değil. Tüm eleştirilerini CHP’ye yönelterek rakibinin Kadir Topbaş ya da AKP olmadığını belli ediyor.  

HDP daha önce CHP’nin yaptığı hatayı yapıyor. Solda tek biz varız diyerek sol seçmenin, ‘mecburen’ kendisine oy vereceğini düşünüyor. Şu ana kadar Önder’in İstanbul’un trafik sorununu nasıl çözeceğine, İstanbul’un kuzeyindeki yapılaşmaya nasıl dur diyeceğine, kenti nasıl küçülteceğine dair bir önerisini duymadım. Varsa yoksa Sarıgül. Baykal’ın Erdoğan ile yatıp kalktığı günleri hatırlatıyor.

HDP’nin kendisine CHP’yi hedef seçmesinin nedeni siyasi yelpazenin solundaki boşluk olabilir. Olabilir ancak HDP sol ya da sosyal demokrat oyları alabilmek için kendi içinde radikal değişiklikler yapmalı. Öncelikle Türkiye’yi bugünlere getiren ‘yetmez ama evetçi’ unsurları partiden atmalı. Referandumda çok tartmadan ‘evet’ oyu atmış, sonra pişman olmuşlardan bahsetmiyorum, bu işin bizzat kampanyasını yürüten 100-200 kişiden bahsediyorum. İkinci olmazsa olmaz da HDP’nin Kürt sorunu dışındaki sorunlarda da halkın yanında olacağını göstermesi. Solu temsil ettiğini söyleyen bir partinin sesi Gezi sürecinde, yolsuzluk meselesinde duyulmayacaksa ne zaman duyulacak? Ne zaman bu soruyu sorsak, “ama, çözüm süreci” deniyor. O zaman bu süreci şeffaflaştırın. Pazarlıkları biz de bilelim. AKP’ye referandumda evet diyerek güvenenlerin sonunu biliyoruz. Seçimden sonra iktidar istediğini alır, çözüm sürecini de rafa kaldırırsa şaşırmamalı.

Türkiye’deki seçim aritmetiği merkez sol ile solun birbiriyle beraber hareket etmesini gerektiriyor. Zor ama şart. Siyasette kayan eksen solda birliktelikle eski yerine oturtulabilir, dağılıp ayrışarak değil.

Savaş Emek

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ocak 2014
 
Savaş Emek (fotoğraf makinalı) Yatağan Termik Santrali önünde
Türkiye’de ekoloji hareketine ucundan kıyısından bulaşmış olanlar Savaş Emek’i tanır. Pazartesi günü Toprak Ana Savaş Ağabeyi bizden aldı. O artık çok sevdiği ormanların, yeşilliklerin içinde yatıyor. Karaburun’dan mavisine bayıldığı denize bakıyor.

Yeşil hareketin içinde olmamı borçlu olduğum birçok kişi var. İlk adımı ağabeyim Çağlar’ın sayesinde atmıştım. Peşine takılıp çevre gazetelerini dolaşmıştık. Gönüllü olacaktık, Yeşil Gazete’de (Şimdiki gazetenin isim babası ama başka benzerliği yok) karar kıldık. Gazetenin içeriği bir yana, beni etkileyen işin başındaki Halil Tarık Tokmak oldu. Arif Künar, Aynur Tuncer, Ayşe Tosuner, Bilge Contepe, Melda Keskin, Noyan Özkan, Oktay Demirkan, Saynur Gelendost, Savaş Emek, Tolga Yarman, Ünal Erdoğan ve daha niceleri. Demem odur ki, beni yeşil hareketin yeşilinden çok insanları etkiledi, peşinden sürükledi.

Savaş Ağabey’in aralarında olduğu İzmir grubunun yeri başkadır. Üniversite yılları, bir gün Konak Meydanı’nda Ayşe Tosuner’i gördüm. Hava ayaz, Ayşe Abla, o soğukta bir uyku tulumunu içinde Konak Meydanı’na alışveriş merkezi yapılmaması için imza topluyordu. Tanıştım, S.O.S. Akdeniz Derneği’nin yerini öğrendim. O dernek, Türkiye’nin ekoloji mücadelesinin en güzel günlerine tanıklık etmiş Ağaçkakan Dergisi’nin yuvasıydı. Savaş Emek dergiyi neredeyse tek başına çıkarırdı. Oraya ilk gidişimi, Emek’le ilk tanışmamızı hatırlıyorum. Akdeniz fokunu kurtarmak için basılan kartpostallardan almıştım. O büro sonraları nükleer santrallere karşı Alsancak’ta tek başıma imza topladığım günlerin sonunda imza föylerini, pankartları bıraktığım yer olmuştu. Savaş Ağabey’i daha iyi tanıdım, en çok da Akkuyu’da ön ayak olduğu nükleer karşıtı şenliklerde geçen günlerimizi özlüyorum.

Savaş Emek bir ekolojistti. Devletin çevrecileri resmi ideolojiye yaklaştırmak için kullandığı ‘çevreci’ dernek ve vakıflardan hiç haz almazdı. Türkiye’deki ilk Yeşiller Partisi’nde vardı ama Yeşiller liberallerle kucaklaştıkça o uzaklaştı. Anti-emperyalist sıkı bir Aydınlıkçıydı ama kendi görüşüne yakın olmayanları bile eylemlerde bir araya getirirdi. Duruşundan hiç taviz vermedi. Derdi sistemdi, Kuzey-Güney çelişkisiyle ilgili Ağaçkakan’a şöyle yazmıştı: “...bugün yaşadığımız ekolojik krizin kaynağında Kuzeyli ülkelerin tutumu yatıyor. İnsanlığın önüne tek model ve tek seçenek olarak ortaya konan, sanayi monokültürünün bütün dünyaya yayıldığında başımıza gelecekleri görmek için kahin olmaya gerek yok. …Ortalama bir ABD’li yurttaşın tükettiğini bütün dünyalıların tükettiğini varsaydığınızda, biyosferin yani dünyanın canlı ortamı barındıran bölümünün yok olacağını kolaylıkla görebilirsiniz.” (1993, Sayı:9/10)

Ağaçkakan’ın 29. sayısındaki “Başka Türlüsü Mümkün” adlı yazısında ise şöyle diyordu: “Alternatif enerji kaynaklarının tek başına savunulması sonuçta bu sistemin ayakta kalmasını sağlayacaktır. Oysa dünyayı yok eden sistemin kendisidir. Örneğin ekolojik çöküntü merkezleri olan kentler, rüzgar türbinleri, güneş kolektörleri ile aydınlatılsa ne fark eder. Otomobiller hangi enerjiyle çalışırlarsa çalışsın, sonuçta yaşamın canına okurlar, tıpkı atom bombaları gibi.” (1996, Sayı:29)

Ağaçkakan demek Savaş Emek demekti. Aliağa, Gökova, Akkuyu, Foça ve İzmir demek Savaş Emek demekti. Termik ve nükleer santrallere karşı yürütülen destansı mücadelelerde hep vardı. Akkuyu’da düzenlenen nükleer karşıtı şenlikler de o hep başı çekmişti. “Ne Akkuyu’da ne Morkuyu’da” diye söze başlıyor, Can Yücel’in, “Hormonlu domates gibi bebeler istemiyor bu millet” dizeleriyle bitiriyordu.

Ekoloji mücadelesi sürdükçe Savaş Ağabey bizimle olacak. Ağaçkakanlar elimde, tek tek okuyor, tekrar öğreniyorum. Yeşillikler içinde uyu.

Yoldan çıkanın dönecek köyü olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün
19 Ocak 2014

İstanbul’da yeşil alan bulmak alışveriş merkezi bulmaktan daha zor. Avrupa Yakası’nda ciddi bir ağaç birlikteliği görmek için kuzeye, Belgrad Ormanı’na ve ilerisine gitmelisiniz. İl sınırlarını zorlamak isterseniz o ayrı. ‘Muhafaza ormanı’ statüsü delinerek bazı alanları ‘tabiat parkı’ ilan edilen Belgrad Ormanı ve civarında yeşil rengin kaybolması da an meselesi. Üçüncü köprü ve geçen Cuma acele kamulaştırma kararı çıkarılan 3. Havalimanı, yan yollar falan derken kalan alanları da talan edecek. Hepsi için detaylı imha planları var. İrade sağlam, hukuk hayal, vicdan kayıp olunca sonuç bu.

Anadolu Yakası’nda ise yeşil görmek için Beykoz’dan Şile’ye uzanan bölgeye gitmelisiniz. İlk karşınıza çıkacak güzellik Beykoz sınırlarındaki Polonezköy olacak. İstanbul’un Anadolu Yakası’ndaki yeni talan harekatı işte tam buradan başlayacak. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın onayından geçen ‘Koruma Amaçlı İmar Planı’, yapılaşmaya yeşil ışık yakıyor. Karar 24 Ocak tarihine kadar askıda. İtiraz etmek için dört gününüz var. Neden mi itiraz etmelisiniz? Nedeni çok. 

İstanbul’un doğal bitki türlerinin tamamı Polonezköy’de bulunur da ondan. Çam, kestane, gürgen, meşe, kayın, defne, dağ muşmulası, ateş dikeni, geyik dikeni…

Belgesellerde görüp imrendiğiniz hayvanların canlısı Polonezköy’de yaşar da ondan. Geyik, karaca, tilki, domuz, sincap, gelincik, atmaca, baykuş ve daha onlarcasının evi orası. Bakanlığın bölgede geyik-karaca ve keklik-sülün üretme istasyonları var. Dahası var ama yazacak yer yok. İşin garibi tüm bu bilgiler İstanbul Valiliği’nin şehrin tanıtımı için hazırladığı internet sitesinde yazıyor.

Plana bencillikten bile itiraz edebilirsiniz çünkü oraya ihtiyacınız var. Kömür kokusundan yanan burunlarınızın çiçek kokuları alması için; isten, egzozdan yanan akciğerlerinizin temizlenmesi için Polonezköy’e muhtaçsınız. İtiraz etmezseniz Polonezköy’e villalar, yüzme havuzları, otoparklar yapılacak. İstanbul’a ait, herkesin faydalandığı ormanların içinde bir “özel” kent daha belirecek. Bugün nüfus 800 kişiyse inşatlardan sonra beşe, ona katlanacak. Yedi metre genişliğindeki yollar 14 metreye çıkarılacak. Otoparklar açılacak, ormana gidiyorum diye yola çıkıp kendinizi yine kentin içinde bulacaksınız. ÇEKÜL (Çevre ve Kültürel Değerleri Koruma Ve Tanıtma Vakfı) imar planına itiraz edilmesi için çağrıda bulundu. İstanbul’da oturanların 24 Ocak’a kadar bir dilekçeyle Beşiktaş’taki Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne başvurmaları lazım. Dilekçe örnekleri cekulvakfi.org.tr adresinde var. 

Kısa bir süre önce aramızdan ayrılan Mimarlar Odası eski Genel Başkanı ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oktay Ekinci, el yazısıyla yazdığı raporunda Polonezköy’ün bilinen ve eşi olmayan tarihsel serüveni, buna dayalı benzersiz kültür kimliği ve o kimlikle bütünleşmiş doğal dokusu nedeniyle bir evrensel değer, ortak miras olduğunu söylüyordu. Ekinci’nin vurguladığı kültürel kimlik eşi benzeri olmayan bir öykü. Polonyalı siyasi göçmenlerin Osmanlı’ya sığınıp, yerleştiği Polonezköy’de bugün bile Lehçe konuşanlara rastlamak mümkün. Mahallenin muhtarı Antoni Vilkoşevski. Polonezköy, sadece doğal güzelliklere değil böylesine ilginç bir tarihe de ev sahipliği yapıyor.

Bugünlerde ortalıkta dolaşa yolsuzluk iddialarından biri de Beykoz’la ilgili. Başbakan Erdoğan’ın BİM İcra Kurulu Başkanı Latif Topbaş ile yaptığı görüşmenin ses kayıtları ortaya çıktı. Orada Beykoz’daki orman arazilerinde yapılaşma meselesi konuşuluyor. Açıkçası, bunları yazıp çizmekten hoşlanmıyorum. İddialar, emniyet ve yargıda yaşananlar mide bulandırıyor. Öte yandan, bu iddialar adil ve şeffafça araştırılmadıkça, üstü kapatılmaya çalışıldıkça gerçek olduğuna daha çok inanıyorum. Hükümet belli ki halktaki bu algının farkında değil. Ya da farkında ama başka çaresi yok. Bu da işin bir başka boyutu.

Bu ülkede yıllardır üreterek kazanmak yerine kısa yoldan zengin olmak övüldüğü, öğretildiği için bugün tarlalara arsa, mevkilere de hazine sandığı gözüyle bakıyoruz. Yoldan çıkanın pişman olduğunda dönecek köyü olmaz. Polonezköy’deki mesele de o hesap.

***
Örnek itiraz dilekçesi için lütfen buraya tıklayınız.
Oktay Ekinci'nin Polonezköy raporuna ulaşmak içinse lütfen buraya tıklayınız.

Çimlere Basmayın 13 (17 OCak 2014)

17 Ocak 2014 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:

* Ağaç kesimine engel olanlara 2 yıl hapis istediler.

* Alakır ve Kamilet vadileri HES kuşatması altında.

* Danimarka rüzgar enerjisinde rekor kırdı.

* Bisiklet severler İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin bu projesini çok sevecek. Bisiklet Kenti İzmir projesiyle 40 kilometrelik sahil şeridi boyunca 29 bisiklet kiralama istasyonu kurulacak. Detayları İZULAŞ Bisiklet İşletme Sorumlusu Erdem Önen ile canlı yayında konuşuyoruz.

* İstanbul'un yeşil alanlarından biri daha yapılaşma tehlikesiyle karşı karşıya. Polonezköy imara açılıyor. ÇEKÜL Vakfı’ndan Şirin Sıngın Yılmaz canlı yayında itirazlarını dile getiriyor.

* Yolsuzluk dosyaları Beykoz'a uzandı. Yolsuzluğu ve temiz siyaseti konuşuyoruz.

* Yeşil ajanda: Sizlerden gelen çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" türkü ve şarkılar...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.

Japonya’nın korkusu Erdoğan

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ocak 2014 

Türkiye ile Japonya arasında nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımına dair işbirliği anlaşması Cuma günü Meclis’te kabul edildi. Şimdi gözler 24 Ocak’ta tatilden dönecek Japonya meclisinde. Japonya’da medyaya yansıyan haberler halkın kafasının hayli karışık olduğunu gösteriyor.

Japonların kafasını karıştıran 2. maddenin 3. paragrafı. Genel Kurul’da son anda bir değişiklik yapılmadıysa bu paragraf uranyum zenginleştirmeye, kullanılmış nükleer yakıtın yeniden işlenmesine, plütonyum dönüştürmeye ve bu maddelerin üretimine yarayacak teknoloji ile maddelerin transferine ‘yeşil ışık’ yakıyor. Türkiye anlaşmaya bu maddeyi koyarak ithal nükleer macerasını yerlileştirmeye çalışıyor. İyi ama nedir Türkiye’nin istediği bu teknolojiler?

Bugün dünyadaki yeni nükleer reaktörlerin hepsi zenginleştirilmiş uranyumla çalışıyor. Doğadaki uranyumun içinde Uranyum 235 izotopu yüzde 0,7 oranında bulunur. Nükleer reaktörlerde uranyumun nükleer yakıt olabilmesi için U-235 izotopunun konsantrasyonu yüzde 5’lere çıkarılır, buna da ‘zenginleştirme’ denir. Amacınız nükleer silah yapmaksa zenginleştirme işlemini sürdürür, bu oranı yüzde 80-90’lara çıkarırsanız.

Türkiye’nin nükleer santrale ihtiyacı olmadığı gerçeğini bir kenara bırakırsanız, ilk bakışta Türkiye’nin uranyum çıkarıp, kendi yakıtını üretmesi mantıklı görünüyor. Ama aynı nükleer macera gibi ‘yerli yakıt’ da halkı kandırmaktan öte bir amaç taşımıyor. Türkiye’de 9 bin ton civarı uranyum var. Uranyumu yer altından çıkarmak binlerce ton radyoaktif kayayı yerinden etmekle mümkün. Dünyanın en pis ve tehlikeli madencilik faaliyetlerinden biri. Uyuyan radyasyonu uyandırıyorsunuz. Hadi madeni açtınız, gazlaştırma, zenginleştirme tesisleri kurdunuz. Türkiye’de yeterli uranyum yok. Bu rezerv, Türkiye’de kurulmak istenen 8 reaktörün birine bile yetmiyor. Nükleer santral kurarsanız sadece teknoloji değil yakıt açısından da dışa bağımlılık garanti. Her nükleer reaktör tipinin ayrı yakıt kullandığını unutmamak lazım. Rusya’nın geliştirdiği reaktör için tasarlanan yakıtı alıp Japon-Fransız reaktörüne koyamazsınız. Kömür değil ki bu!

Şimdi Japonlar haklı olarak, “Türkiye’nin elinde yeterli uranyum yok. Bu uranyumu zenginleştirecek tesisler pahalı, geliştirdikleri bir reaktör yok. Montajcı olup, yakıt üretseler o yakıtı kime satacakları belli değil. Santrali Türkiye’ye satınca biz zaten yakıtı da vereceğiz. Nedir bu işin aslı, yoksa…” diye soruyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise makul bir açıklama yapamıyor. “Nükleer yakıt elde etmekle ilgili endişemiz yok” diyor ama cümleler şöyle: “Bakın zenginleştirme ayrı bir şey. O yakıtı zenginleştirmiş 5 artı 1 ülkeler var. Amerika, Kanada, Rusya gibi ülkeler. O ülkelerin zenginleştirdiği yakıtın, yakıt fabrikaların kullanılması ve onların elde edilmesiyle alakalı kurvize toz bir şey. Biz onları kurmak istiyoruz. Bir de bu yakıtların elde edilmesiyle alakalı Türkiye'den uranyum çıkması halinde bunlarla alakalı bir şeye girmek istiyoruz, bir işlem olsun istiyoruz”. Bitmedi, bir gazeteci, “Biz yakıt mı üretmiş olacağız” diye soruyor, Bakan’ın yanıtı ise şöyle: “Bu önemli bir şey. Orada kesinlikle yokuz…” Japonlar bu açıklamanın yapıldığı günü Ulusal Panik Günü ilan etseler yeridir. Türkiye bir ‘şey’ yapmak istiyor ama ne ‘şey’ edeceğini bilmiyor. Sakın yapmak istedikleri o ‘şey’ olmasın diye konuştuklarına eminim.

Aslında Türkiye nükleer silah üretmemekle ilgili güvenceleri dünyaya çoktan vermiş bir ülke. 28 Kasım 1979’da onayladığımız Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) en önemli belge. Japonya ile yapılan anlaşmanın 3. maddesi de işbirliğinin sadece barışçıl, patlayıcı nitelikte olmayan amaçlar için yürütüleceğini söylüyor. Peki, Japonya Türkiye’ye neden güvenmiyor. İran’la aynı duruma mı düştük? İran da NPT’ye taraf olmasına rağmen uranyum zenginleştirmeye başlaması problem olmuştu, neredeyse bir savaşın eşiğine gelinmişti.

Görünen o ki, NATO, Dünya Ticaret Örgütü, OECD ve daha onlarca uluslararası kuruluşa üye Türkiye’nin sözlerine dünya güvenmiyor. Bunun nedeni üzerinde düşünmekte fayda var. Enerji Bakanı’nın “kem-küm” eden açıklamaları mı, Türkiye’nin ihtiyacı yokken saçma sapan nükleer maceralara atılma isteği mi yoksa yerli politikacıların yıllardır nükleer silah masallarıyla santral pazarlama çabaları mı bizi bu günlere getirdi? Belki de neden Başbakan Erdoğan’dır. Tüm dünyanın kendisine komplo kurduğunu söyleyen, komşularıyla “sıfır sorun” politikasından “sıfır elçi” politikasına geçerek gerilimler yaşayan, onları tehdit eden, TIR ve otobüslerle iç işlerine karışan bir başbakanımız var. Dünyanın güvenini kaybetmemizde “sağlam irade”nin payı olmasın sakın?

Cüceler devlere karşı

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Aralık 2014 

İrlandalı yazar Jonathan Swift’in masal kahramanı Gulliver gizemli yolculuklar yapar, gemi kazaları onu önce cücelerin sonra da devlerin ülkesine gönderir. İlk öyküde cücelerin Gulliver’i sımsıkı bağlayıp esir ettikleri yerin hep bir ada olduğunu sanırdım. Meğer orası İspanya’nın Valensiya kentinde bir çocuk parkıymış. Dev adamın üzerinde cücelerin tepindiğini gözlerimle görmesem inanmazdım.

Parktaki, her bir tarafı kaydıraklarla dolu dev Gulliver maketi, çocukları mutlu etmek için birebir. Başına, karnına tırmanıp, her yere akıllıca yerleştirilmiş kaydıraklardan kendilerini aşağıya bırakan çocuklar çok mutlu. Gulliver’in karnından hatta ayakkabısının içinden bile kaymak mümkün. Çocuklar ya da Gulliver’e göre cüceler, devi alt edişlerini doyasıya kutluyorlar o parkta.

İspanya’da cücelerin devlere karşı kazandığı tek zafer bu değil. Yeşil Ekonomi sitesinin haberine göre 2013 yılında ülkedeki elektriğin yüzde 21,1’ini rüzgar santralleri sağlamış. Ülkedeki sekiz nükleer reaktör ise elektriğin yüzde 20’sini üretmiş. Tek tek bakıldığında dev kömür santrallerinin ve nükleer reaktörlerinin yanında cüce gibi kalan pervaneler İspanya’da elektrik üretiminde bir numaralı kaynak oldu. Devlerin küçümsediği güneş enerjisi de elektrik talebinin yüzde 5’ini karşıladı. İspanya Avrupa’daki ikinci büyük rüzgar kurulu gücüne sahip. En güney ucu rüzgar tarlalarıyla kaplı. Cadiz-Tarifa arasında en eski model türbinleri görmeniz mümkün. Bugün hepsi ülkenin doğalgaz, kömür ve nükleere bağımlılığını azaltıyor. Elektrik sektöründeki karbondiksit emisyonları da bir yılda yüzde 23 azaldı. 

İspanya teknolojiye erken yatırım yaptığı için kendi türbinlerini de üretebiliyor. Dünyanın en büyük 10 türbin üreticisinden biri Gamesa. 1994 yılında rüzgar enerjisine girme kararı alan firma şimdi teknoloji ihraç ediyor. 1994’te “nükleer değil rüzgar” dediğimizde bize “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” diye gülen ‘devler’, Türkiye’nin yoluna koca bir taş koydular. O devler hâlâ masa başında aynı oyunu oynuyor ama bu defa durum farklı. Küçük fırıldaklar ve güneş ekip elektrik biçen tepsi büyüklüğünde paneller, bir araya geldiklerinde devleri alt edebiliyor. İspanya, Almanya, Danimarka, İtalya, Portekiz… Devamı da geliyor.

Don Kişot’un memleketinde 23 bin megavatlık bir rüzgar kurulu gücü var. Türkiye İspanya’dan daha yüksek bir potansiyele sahip ancak kurulu güç 3 bin megavatın altında. Buna rağmen elektrik üretiminde rüzgarın payı yüzde 2,5’ları buldu. Pervaneler anlayana göz kırpıyor adeta. Türkiye’de kurulmak istenen sekiz nükleer reaktörün üreteceği elektriğin çok daha fazlasını biz üretebiliriz diyor. 

Henüz yerli türbin üreticimiz yok çünkü İspanya’nın yaptığı gibi sektöre net hedeflerle girmedik. İç pazarımızı yaratmakta geciktik. Ucuz denilen nükleere rüzgardan daha fazla alım garantisi ödemeyi taahhüt ederek, yerli türbin üreticilerini değil Rusya ve Japonya’nın nükleer firmalarını desteklemeyi tercih ettik. Tübitak’ın yerli türbin projesi bir sektör efsanesi oldu. Aynı hataları şimdi güneş enerjisi için yapıyoruz. Yarın dalga enerjisinde geride kalacağız, öbür gün hidrojende. Cücelerin kolektif aklı devlerin iktidarını alaşağı etmedikçe bu hikaye böyle gidecek.

Cücelerin bir araya geldiğinde devleri nasıl çaresiz bıraktığını Gezi Parkı direnişinde görmedik mi? Devler güçlü, heybetli ama kötü niyetli olduklarında kaybetmeye mahkumlar. En güzel masallar en umutsuz anlarda yazılır. Bizimkisi de o hesap. Cüceler tarih yazmak için 2014’ü seçmişler, ayak seslerini hepimiz duyuyoruz.