Savaş Emek

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ocak 2014
 
Savaş Emek (fotoğraf makinalı) Yatağan Termik Santrali önünde
Türkiye’de ekoloji hareketine ucundan kıyısından bulaşmış olanlar Savaş Emek’i tanır. Pazartesi günü Toprak Ana Savaş Ağabeyi bizden aldı. O artık çok sevdiği ormanların, yeşilliklerin içinde yatıyor. Karaburun’dan mavisine bayıldığı denize bakıyor.

Yeşil hareketin içinde olmamı borçlu olduğum birçok kişi var. İlk adımı ağabeyim Çağlar’ın sayesinde atmıştım. Peşine takılıp çevre gazetelerini dolaşmıştık. Gönüllü olacaktık, Yeşil Gazete’de (Şimdiki gazetenin isim babası ama başka benzerliği yok) karar kıldık. Gazetenin içeriği bir yana, beni etkileyen işin başındaki Halil Tarık Tokmak oldu. Arif Künar, Aynur Tuncer, Ayşe Tosuner, Bilge Contepe, Melda Keskin, Noyan Özkan, Oktay Demirkan, Saynur Gelendost, Savaş Emek, Tolga Yarman, Ünal Erdoğan ve daha niceleri. Demem odur ki, beni yeşil hareketin yeşilinden çok insanları etkiledi, peşinden sürükledi.

Savaş Ağabey’in aralarında olduğu İzmir grubunun yeri başkadır. Üniversite yılları, bir gün Konak Meydanı’nda Ayşe Tosuner’i gördüm. Hava ayaz, Ayşe Abla, o soğukta bir uyku tulumunu içinde Konak Meydanı’na alışveriş merkezi yapılmaması için imza topluyordu. Tanıştım, S.O.S. Akdeniz Derneği’nin yerini öğrendim. O dernek, Türkiye’nin ekoloji mücadelesinin en güzel günlerine tanıklık etmiş Ağaçkakan Dergisi’nin yuvasıydı. Savaş Emek dergiyi neredeyse tek başına çıkarırdı. Oraya ilk gidişimi, Emek’le ilk tanışmamızı hatırlıyorum. Akdeniz fokunu kurtarmak için basılan kartpostallardan almıştım. O büro sonraları nükleer santrallere karşı Alsancak’ta tek başıma imza topladığım günlerin sonunda imza föylerini, pankartları bıraktığım yer olmuştu. Savaş Ağabey’i daha iyi tanıdım, en çok da Akkuyu’da ön ayak olduğu nükleer karşıtı şenliklerde geçen günlerimizi özlüyorum.

Savaş Emek bir ekolojistti. Devletin çevrecileri resmi ideolojiye yaklaştırmak için kullandığı ‘çevreci’ dernek ve vakıflardan hiç haz almazdı. Türkiye’deki ilk Yeşiller Partisi’nde vardı ama Yeşiller liberallerle kucaklaştıkça o uzaklaştı. Anti-emperyalist sıkı bir Aydınlıkçıydı ama kendi görüşüne yakın olmayanları bile eylemlerde bir araya getirirdi. Duruşundan hiç taviz vermedi. Derdi sistemdi, Kuzey-Güney çelişkisiyle ilgili Ağaçkakan’a şöyle yazmıştı: “...bugün yaşadığımız ekolojik krizin kaynağında Kuzeyli ülkelerin tutumu yatıyor. İnsanlığın önüne tek model ve tek seçenek olarak ortaya konan, sanayi monokültürünün bütün dünyaya yayıldığında başımıza gelecekleri görmek için kahin olmaya gerek yok. …Ortalama bir ABD’li yurttaşın tükettiğini bütün dünyalıların tükettiğini varsaydığınızda, biyosferin yani dünyanın canlı ortamı barındıran bölümünün yok olacağını kolaylıkla görebilirsiniz.” (1993, Sayı:9/10)

Ağaçkakan’ın 29. sayısındaki “Başka Türlüsü Mümkün” adlı yazısında ise şöyle diyordu: “Alternatif enerji kaynaklarının tek başına savunulması sonuçta bu sistemin ayakta kalmasını sağlayacaktır. Oysa dünyayı yok eden sistemin kendisidir. Örneğin ekolojik çöküntü merkezleri olan kentler, rüzgar türbinleri, güneş kolektörleri ile aydınlatılsa ne fark eder. Otomobiller hangi enerjiyle çalışırlarsa çalışsın, sonuçta yaşamın canına okurlar, tıpkı atom bombaları gibi.” (1996, Sayı:29)

Ağaçkakan demek Savaş Emek demekti. Aliağa, Gökova, Akkuyu, Foça ve İzmir demek Savaş Emek demekti. Termik ve nükleer santrallere karşı yürütülen destansı mücadelelerde hep vardı. Akkuyu’da düzenlenen nükleer karşıtı şenlikler de o hep başı çekmişti. “Ne Akkuyu’da ne Morkuyu’da” diye söze başlıyor, Can Yücel’in, “Hormonlu domates gibi bebeler istemiyor bu millet” dizeleriyle bitiriyordu.

Ekoloji mücadelesi sürdükçe Savaş Ağabey bizimle olacak. Ağaçkakanlar elimde, tek tek okuyor, tekrar öğreniyorum. Yeşillikler içinde uyu.

Yoldan çıkanın dönecek köyü olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün
19 Ocak 2014

İstanbul’da yeşil alan bulmak alışveriş merkezi bulmaktan daha zor. Avrupa Yakası’nda ciddi bir ağaç birlikteliği görmek için kuzeye, Belgrad Ormanı’na ve ilerisine gitmelisiniz. İl sınırlarını zorlamak isterseniz o ayrı. ‘Muhafaza ormanı’ statüsü delinerek bazı alanları ‘tabiat parkı’ ilan edilen Belgrad Ormanı ve civarında yeşil rengin kaybolması da an meselesi. Üçüncü köprü ve geçen Cuma acele kamulaştırma kararı çıkarılan 3. Havalimanı, yan yollar falan derken kalan alanları da talan edecek. Hepsi için detaylı imha planları var. İrade sağlam, hukuk hayal, vicdan kayıp olunca sonuç bu.

Anadolu Yakası’nda ise yeşil görmek için Beykoz’dan Şile’ye uzanan bölgeye gitmelisiniz. İlk karşınıza çıkacak güzellik Beykoz sınırlarındaki Polonezköy olacak. İstanbul’un Anadolu Yakası’ndaki yeni talan harekatı işte tam buradan başlayacak. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın onayından geçen ‘Koruma Amaçlı İmar Planı’, yapılaşmaya yeşil ışık yakıyor. Karar 24 Ocak tarihine kadar askıda. İtiraz etmek için dört gününüz var. Neden mi itiraz etmelisiniz? Nedeni çok. 

İstanbul’un doğal bitki türlerinin tamamı Polonezköy’de bulunur da ondan. Çam, kestane, gürgen, meşe, kayın, defne, dağ muşmulası, ateş dikeni, geyik dikeni…

Belgesellerde görüp imrendiğiniz hayvanların canlısı Polonezköy’de yaşar da ondan. Geyik, karaca, tilki, domuz, sincap, gelincik, atmaca, baykuş ve daha onlarcasının evi orası. Bakanlığın bölgede geyik-karaca ve keklik-sülün üretme istasyonları var. Dahası var ama yazacak yer yok. İşin garibi tüm bu bilgiler İstanbul Valiliği’nin şehrin tanıtımı için hazırladığı internet sitesinde yazıyor.

Plana bencillikten bile itiraz edebilirsiniz çünkü oraya ihtiyacınız var. Kömür kokusundan yanan burunlarınızın çiçek kokuları alması için; isten, egzozdan yanan akciğerlerinizin temizlenmesi için Polonezköy’e muhtaçsınız. İtiraz etmezseniz Polonezköy’e villalar, yüzme havuzları, otoparklar yapılacak. İstanbul’a ait, herkesin faydalandığı ormanların içinde bir “özel” kent daha belirecek. Bugün nüfus 800 kişiyse inşatlardan sonra beşe, ona katlanacak. Yedi metre genişliğindeki yollar 14 metreye çıkarılacak. Otoparklar açılacak, ormana gidiyorum diye yola çıkıp kendinizi yine kentin içinde bulacaksınız. ÇEKÜL (Çevre ve Kültürel Değerleri Koruma Ve Tanıtma Vakfı) imar planına itiraz edilmesi için çağrıda bulundu. İstanbul’da oturanların 24 Ocak’a kadar bir dilekçeyle Beşiktaş’taki Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne başvurmaları lazım. Dilekçe örnekleri cekulvakfi.org.tr adresinde var. 

Kısa bir süre önce aramızdan ayrılan Mimarlar Odası eski Genel Başkanı ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oktay Ekinci, el yazısıyla yazdığı raporunda Polonezköy’ün bilinen ve eşi olmayan tarihsel serüveni, buna dayalı benzersiz kültür kimliği ve o kimlikle bütünleşmiş doğal dokusu nedeniyle bir evrensel değer, ortak miras olduğunu söylüyordu. Ekinci’nin vurguladığı kültürel kimlik eşi benzeri olmayan bir öykü. Polonyalı siyasi göçmenlerin Osmanlı’ya sığınıp, yerleştiği Polonezköy’de bugün bile Lehçe konuşanlara rastlamak mümkün. Mahallenin muhtarı Antoni Vilkoşevski. Polonezköy, sadece doğal güzelliklere değil böylesine ilginç bir tarihe de ev sahipliği yapıyor.

Bugünlerde ortalıkta dolaşa yolsuzluk iddialarından biri de Beykoz’la ilgili. Başbakan Erdoğan’ın BİM İcra Kurulu Başkanı Latif Topbaş ile yaptığı görüşmenin ses kayıtları ortaya çıktı. Orada Beykoz’daki orman arazilerinde yapılaşma meselesi konuşuluyor. Açıkçası, bunları yazıp çizmekten hoşlanmıyorum. İddialar, emniyet ve yargıda yaşananlar mide bulandırıyor. Öte yandan, bu iddialar adil ve şeffafça araştırılmadıkça, üstü kapatılmaya çalışıldıkça gerçek olduğuna daha çok inanıyorum. Hükümet belli ki halktaki bu algının farkında değil. Ya da farkında ama başka çaresi yok. Bu da işin bir başka boyutu.

Bu ülkede yıllardır üreterek kazanmak yerine kısa yoldan zengin olmak övüldüğü, öğretildiği için bugün tarlalara arsa, mevkilere de hazine sandığı gözüyle bakıyoruz. Yoldan çıkanın pişman olduğunda dönecek köyü olmaz. Polonezköy’deki mesele de o hesap.

***
Örnek itiraz dilekçesi için lütfen buraya tıklayınız.
Oktay Ekinci'nin Polonezköy raporuna ulaşmak içinse lütfen buraya tıklayınız.

Çimlere Basmayın 13 (17 OCak 2014)

17 Ocak 2014 Cuma günü yayınlanacak Çimlere Basmayın programında neler var? Merak edenler için kısa bir bilgi notu hazırladık. İşte programımızdan bazı başlıklar:

* Ağaç kesimine engel olanlara 2 yıl hapis istediler.

* Alakır ve Kamilet vadileri HES kuşatması altında.

* Danimarka rüzgar enerjisinde rekor kırdı.

* Bisiklet severler İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin bu projesini çok sevecek. Bisiklet Kenti İzmir projesiyle 40 kilometrelik sahil şeridi boyunca 29 bisiklet kiralama istasyonu kurulacak. Detayları İZULAŞ Bisiklet İşletme Sorumlusu Erdem Önen ile canlı yayında konuşuyoruz.

* İstanbul'un yeşil alanlarından biri daha yapılaşma tehlikesiyle karşı karşıya. Polonezköy imara açılıyor. ÇEKÜL Vakfı’ndan Şirin Sıngın Yılmaz canlı yayında itirazlarını dile getiriyor.

* Yolsuzluk dosyaları Beykoz'a uzandı. Yolsuzluğu ve temiz siyaseti konuşuyoruz.

* Yeşil ajanda: Sizlerden gelen çevre ve ekoloji etkinlikleri, duyurular.

* Ve "yeşil" türkü ve şarkılar...

Çimlere Basmayın programını her cuma 13:00-14:00 saatleri arasında www.yonradyo.com.tr adresinden ya da İstanbul ve çevre illerde 96,6 FM bandından radyolarınız aracılığıyla dinleyebilirsiniz.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.

Japonya’nın korkusu Erdoğan

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ocak 2014 

Türkiye ile Japonya arasında nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımına dair işbirliği anlaşması Cuma günü Meclis’te kabul edildi. Şimdi gözler 24 Ocak’ta tatilden dönecek Japonya meclisinde. Japonya’da medyaya yansıyan haberler halkın kafasının hayli karışık olduğunu gösteriyor.

Japonların kafasını karıştıran 2. maddenin 3. paragrafı. Genel Kurul’da son anda bir değişiklik yapılmadıysa bu paragraf uranyum zenginleştirmeye, kullanılmış nükleer yakıtın yeniden işlenmesine, plütonyum dönüştürmeye ve bu maddelerin üretimine yarayacak teknoloji ile maddelerin transferine ‘yeşil ışık’ yakıyor. Türkiye anlaşmaya bu maddeyi koyarak ithal nükleer macerasını yerlileştirmeye çalışıyor. İyi ama nedir Türkiye’nin istediği bu teknolojiler?

Bugün dünyadaki yeni nükleer reaktörlerin hepsi zenginleştirilmiş uranyumla çalışıyor. Doğadaki uranyumun içinde Uranyum 235 izotopu yüzde 0,7 oranında bulunur. Nükleer reaktörlerde uranyumun nükleer yakıt olabilmesi için U-235 izotopunun konsantrasyonu yüzde 5’lere çıkarılır, buna da ‘zenginleştirme’ denir. Amacınız nükleer silah yapmaksa zenginleştirme işlemini sürdürür, bu oranı yüzde 80-90’lara çıkarırsanız.

Türkiye’nin nükleer santrale ihtiyacı olmadığı gerçeğini bir kenara bırakırsanız, ilk bakışta Türkiye’nin uranyum çıkarıp, kendi yakıtını üretmesi mantıklı görünüyor. Ama aynı nükleer macera gibi ‘yerli yakıt’ da halkı kandırmaktan öte bir amaç taşımıyor. Türkiye’de 9 bin ton civarı uranyum var. Uranyumu yer altından çıkarmak binlerce ton radyoaktif kayayı yerinden etmekle mümkün. Dünyanın en pis ve tehlikeli madencilik faaliyetlerinden biri. Uyuyan radyasyonu uyandırıyorsunuz. Hadi madeni açtınız, gazlaştırma, zenginleştirme tesisleri kurdunuz. Türkiye’de yeterli uranyum yok. Bu rezerv, Türkiye’de kurulmak istenen 8 reaktörün birine bile yetmiyor. Nükleer santral kurarsanız sadece teknoloji değil yakıt açısından da dışa bağımlılık garanti. Her nükleer reaktör tipinin ayrı yakıt kullandığını unutmamak lazım. Rusya’nın geliştirdiği reaktör için tasarlanan yakıtı alıp Japon-Fransız reaktörüne koyamazsınız. Kömür değil ki bu!

Şimdi Japonlar haklı olarak, “Türkiye’nin elinde yeterli uranyum yok. Bu uranyumu zenginleştirecek tesisler pahalı, geliştirdikleri bir reaktör yok. Montajcı olup, yakıt üretseler o yakıtı kime satacakları belli değil. Santrali Türkiye’ye satınca biz zaten yakıtı da vereceğiz. Nedir bu işin aslı, yoksa…” diye soruyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise makul bir açıklama yapamıyor. “Nükleer yakıt elde etmekle ilgili endişemiz yok” diyor ama cümleler şöyle: “Bakın zenginleştirme ayrı bir şey. O yakıtı zenginleştirmiş 5 artı 1 ülkeler var. Amerika, Kanada, Rusya gibi ülkeler. O ülkelerin zenginleştirdiği yakıtın, yakıt fabrikaların kullanılması ve onların elde edilmesiyle alakalı kurvize toz bir şey. Biz onları kurmak istiyoruz. Bir de bu yakıtların elde edilmesiyle alakalı Türkiye'den uranyum çıkması halinde bunlarla alakalı bir şeye girmek istiyoruz, bir işlem olsun istiyoruz”. Bitmedi, bir gazeteci, “Biz yakıt mı üretmiş olacağız” diye soruyor, Bakan’ın yanıtı ise şöyle: “Bu önemli bir şey. Orada kesinlikle yokuz…” Japonlar bu açıklamanın yapıldığı günü Ulusal Panik Günü ilan etseler yeridir. Türkiye bir ‘şey’ yapmak istiyor ama ne ‘şey’ edeceğini bilmiyor. Sakın yapmak istedikleri o ‘şey’ olmasın diye konuştuklarına eminim.

Aslında Türkiye nükleer silah üretmemekle ilgili güvenceleri dünyaya çoktan vermiş bir ülke. 28 Kasım 1979’da onayladığımız Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) en önemli belge. Japonya ile yapılan anlaşmanın 3. maddesi de işbirliğinin sadece barışçıl, patlayıcı nitelikte olmayan amaçlar için yürütüleceğini söylüyor. Peki, Japonya Türkiye’ye neden güvenmiyor. İran’la aynı duruma mı düştük? İran da NPT’ye taraf olmasına rağmen uranyum zenginleştirmeye başlaması problem olmuştu, neredeyse bir savaşın eşiğine gelinmişti.

Görünen o ki, NATO, Dünya Ticaret Örgütü, OECD ve daha onlarca uluslararası kuruluşa üye Türkiye’nin sözlerine dünya güvenmiyor. Bunun nedeni üzerinde düşünmekte fayda var. Enerji Bakanı’nın “kem-küm” eden açıklamaları mı, Türkiye’nin ihtiyacı yokken saçma sapan nükleer maceralara atılma isteği mi yoksa yerli politikacıların yıllardır nükleer silah masallarıyla santral pazarlama çabaları mı bizi bu günlere getirdi? Belki de neden Başbakan Erdoğan’dır. Tüm dünyanın kendisine komplo kurduğunu söyleyen, komşularıyla “sıfır sorun” politikasından “sıfır elçi” politikasına geçerek gerilimler yaşayan, onları tehdit eden, TIR ve otobüslerle iç işlerine karışan bir başbakanımız var. Dünyanın güvenini kaybetmemizde “sağlam irade”nin payı olmasın sakın?

Cüceler devlere karşı

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Aralık 2014 

İrlandalı yazar Jonathan Swift’in masal kahramanı Gulliver gizemli yolculuklar yapar, gemi kazaları onu önce cücelerin sonra da devlerin ülkesine gönderir. İlk öyküde cücelerin Gulliver’i sımsıkı bağlayıp esir ettikleri yerin hep bir ada olduğunu sanırdım. Meğer orası İspanya’nın Valensiya kentinde bir çocuk parkıymış. Dev adamın üzerinde cücelerin tepindiğini gözlerimle görmesem inanmazdım.

Parktaki, her bir tarafı kaydıraklarla dolu dev Gulliver maketi, çocukları mutlu etmek için birebir. Başına, karnına tırmanıp, her yere akıllıca yerleştirilmiş kaydıraklardan kendilerini aşağıya bırakan çocuklar çok mutlu. Gulliver’in karnından hatta ayakkabısının içinden bile kaymak mümkün. Çocuklar ya da Gulliver’e göre cüceler, devi alt edişlerini doyasıya kutluyorlar o parkta.

İspanya’da cücelerin devlere karşı kazandığı tek zafer bu değil. Yeşil Ekonomi sitesinin haberine göre 2013 yılında ülkedeki elektriğin yüzde 21,1’ini rüzgar santralleri sağlamış. Ülkedeki sekiz nükleer reaktör ise elektriğin yüzde 20’sini üretmiş. Tek tek bakıldığında dev kömür santrallerinin ve nükleer reaktörlerinin yanında cüce gibi kalan pervaneler İspanya’da elektrik üretiminde bir numaralı kaynak oldu. Devlerin küçümsediği güneş enerjisi de elektrik talebinin yüzde 5’ini karşıladı. İspanya Avrupa’daki ikinci büyük rüzgar kurulu gücüne sahip. En güney ucu rüzgar tarlalarıyla kaplı. Cadiz-Tarifa arasında en eski model türbinleri görmeniz mümkün. Bugün hepsi ülkenin doğalgaz, kömür ve nükleere bağımlılığını azaltıyor. Elektrik sektöründeki karbondiksit emisyonları da bir yılda yüzde 23 azaldı. 

İspanya teknolojiye erken yatırım yaptığı için kendi türbinlerini de üretebiliyor. Dünyanın en büyük 10 türbin üreticisinden biri Gamesa. 1994 yılında rüzgar enerjisine girme kararı alan firma şimdi teknoloji ihraç ediyor. 1994’te “nükleer değil rüzgar” dediğimizde bize “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” diye gülen ‘devler’, Türkiye’nin yoluna koca bir taş koydular. O devler hâlâ masa başında aynı oyunu oynuyor ama bu defa durum farklı. Küçük fırıldaklar ve güneş ekip elektrik biçen tepsi büyüklüğünde paneller, bir araya geldiklerinde devleri alt edebiliyor. İspanya, Almanya, Danimarka, İtalya, Portekiz… Devamı da geliyor.

Don Kişot’un memleketinde 23 bin megavatlık bir rüzgar kurulu gücü var. Türkiye İspanya’dan daha yüksek bir potansiyele sahip ancak kurulu güç 3 bin megavatın altında. Buna rağmen elektrik üretiminde rüzgarın payı yüzde 2,5’ları buldu. Pervaneler anlayana göz kırpıyor adeta. Türkiye’de kurulmak istenen sekiz nükleer reaktörün üreteceği elektriğin çok daha fazlasını biz üretebiliriz diyor. 

Henüz yerli türbin üreticimiz yok çünkü İspanya’nın yaptığı gibi sektöre net hedeflerle girmedik. İç pazarımızı yaratmakta geciktik. Ucuz denilen nükleere rüzgardan daha fazla alım garantisi ödemeyi taahhüt ederek, yerli türbin üreticilerini değil Rusya ve Japonya’nın nükleer firmalarını desteklemeyi tercih ettik. Tübitak’ın yerli türbin projesi bir sektör efsanesi oldu. Aynı hataları şimdi güneş enerjisi için yapıyoruz. Yarın dalga enerjisinde geride kalacağız, öbür gün hidrojende. Cücelerin kolektif aklı devlerin iktidarını alaşağı etmedikçe bu hikaye böyle gidecek.

Cücelerin bir araya geldiğinde devleri nasıl çaresiz bıraktığını Gezi Parkı direnişinde görmedik mi? Devler güçlü, heybetli ama kötü niyetli olduklarında kaybetmeye mahkumlar. En güzel masallar en umutsuz anlarda yazılır. Bizimkisi de o hesap. Cüceler tarih yazmak için 2014’ü seçmişler, ayak seslerini hepimiz duyuyoruz.

Yolsuzluk ve yoksulluk

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Aralık 2013

İstanbul’da Göztepe’yi bilen pazar köprüsünü de bilir. Köprü, Göztepe’yi ikiye bölen demiryolunun üstünden geçer, kestirme bir yol gibidir. Küçük ama onlarca merdiveni olan bir köprüdür. Çocukluğumda köprünün bir ucuna pazar kurulurdu. Annem pazara gider, alışverişi bitmeye yakın ben de köprünün altında onu beklerdim. Ağzına kadar dolu pazar çantasını köprüden geçirip eve kadar götürmek benim işimdi.

Yine bir pazar günüydü. Annem pazarın sonuna yetişmişti. Onu beklemeye gittiğimde pazar toplanmış, belediye temizliğe başlamıştı. Tam karşımda, yolun öte tarafında 10-12 yaşlarında bir kız çocuğu belirdi. Annesi pazar tezgahlarının arkasına saklanmış gibiydi. Eliyle kızına bir yeri işaret ettiğini gördüm. Pardösüsü eskimiş, kollarının uçlarında yırtıklar vardı. Yırtıkları takip ederek parmaklarına, daha sonra da parmaklarının gösterdiği yere baktım. Kızı da aynı yere bakıyordu. Boşalmış tezgahların altında duran ezilmiş meyveleri gösteriyordu. Herhalde elmaydılar. Annesi durmadan bir şeyler söylüyordu ama ben çok azını duyuyordum. “Al” dedi, “alsana” dedi. Kız önce elmalara sonra bana baktı. Göz göze geldik. Hemen bakışlarımı bir başka yere çevirdim. İlgilenmiyormuş gibi yaptım. Tezgahları kendisine siper almış annesinin söylediklerini seçemesem de sesini hala duyuyordum. Donup kaldım. Kızı da benim gibi donup kalmıştı. Bir anda çöpçüler belirdi. Sanki saatlerdir oradaydık. Çöpçüler pazardan arta kalan, tezgahtan düşen, yere atılan ne varsa metal kovalarına doldurdular.

Annesi söyleniyordu, kız ise başını önüne eğdi. Giderken arkalarından baktım. Çok canım yandı, yüreğim sızlıyordu.

Utancın ne demek olduğunu o gün orada, o eski pazar köprüsünün ayağının altında anladım. Annesi yoksulluğundan, kız benden, bense varlığımdan utandım. Pazarda kalanları toplamalarının sorumlusu ben miydim? Hiç sanmıyorum. Paramızın olduğu kadar olmadığı günleri de hatırlarım. Başka birileriydi o tablonun sorumlusu, dünyada herkese yetecek elma vardı ama birileri başkasının payını alıyordu.

O ana ve kızın çalışacak işleri, aç kaldıklarında devletin onlara verecek iki kuruş parası yoksa, bilin ki yokluktan değil, haksız kazançtan, yolsuzluktandır. Birileri devletin arsasını ucuza kapatıp, aslında halkın olanı cebine attıkları içindir. Herkese beşe sattıklarını devlete 10’a vermeleri yüzündendir. O ana ile kızı yerdeki elmaya muhtaç bırakan torpille işe girenler, zengine gelince var, yoksula gelince yok diyenlerdir.

Ve sizler; yolsuzlukları soruşturmak yerine kefen giyip adalete meydan okuyanlar. Mahkemelerin önünü açacağına elini kolunu bağlayanlar. Saadet zincirine bir yerinden dahil olup sesini çıkarmayanlar. Korktukları, koltukları için yazamayanlar. Duayla, dinle, vaazla harama övgü düzenler. Bedduayla işin içinden çıkmaya çalışanlar. Gözlerini kör, kulaklarını sağır edenler, bilin ki bugün bu ülkede aç yatanların hesabı sizden sorulur. Bayramlarda zekat vermekle, kurban kesip bağış yapmakla bu günah affolunmaz çünkü sistem değişmezse açlık kalıcıdır. Bir günlük karın doyurmayla bir yıl tok gezilmez.

Sözüm kefen meraklılarına, havalimanı şakşakçılarına. Hak etmediğiniz her kuruş, pazardaki ana-kızın boğazına gitmesi gereken lokmadır. Bu bir iktidar mücadelesi değil, adalet ve vicdan muhasebesidir. Bu ülkenin kimseyi pazardaki artıklara muhtaç etmeyecek kadar zengin olduğunu bilin. Bırakın yolsuzlukların üstüne gidilsin. Bırakın bu ülkede analar, babalar ve çocuklar açlık utancını yaşamasın, aç bırakanlar utansın. 

Çılgın projeler dondurulsun

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Aralık 2013

Özelleştirmelerden önce TEAŞ (Türkiye Elektrik Üretim İletim A. Ş.) vardı. Elektrik üretimi ve iletiminden sorumluydu. 2000 yılında Başbakan Bülent Ecevit’in iptal ettiği nükleer ihaleye TEAŞ’ın altındaki Nükleer Santraller Dairesi bakıyordu. Her ne kadar Ecevit, nükleer ihaleyi bütçeye yük getirecek diyerek iptal etmiş olsa da, pis kokular her yeri sarmıştı. Enerji sektörünün yargıya taşınmış en önemli yolsuzluk dosyalarından biri Beyaz Enerji operasyonuyla ortaya çıkmıştı. İşin içinde nükleer enerji de vardı. Nasıl olmasın ki, milyarlarca dolarlık bir ihaleden bahsediyorduk.

TEAŞ’ın Genel Müdürü Muzaffer Selvi, Ankara DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) Savcılığı’na 13 Ocak’ta verdiği ifadesinde, “Nükleer enerji santral ihalesi yapımı gündeme geldiğinde Kanada firmasının 50 milyon dolar rüşvet dağıttığı ortada söylendi… Enerji Bakanı Ersümer’in nükleer santralin yapım işinin Kanada konsorsiyumuna verilmesi yönünde bir baskısı oldu ama bu baskıyı niçin uyguladı bilmiyorum” demişti. TEAŞ Genel Müdür Yardımcısı Ünal Peker ise ifadesinde, “Bu ihale aşamasında tahminimce 6 ay veya 1 yıl kadar önce ihaleye katılan Kanada firması tarafından bakanlık seviyesinde birilerine 50 milyon dolar para verildiğini duydum. Bu paranın Anavatan Partisi adına alındığını duymuştum. …Enerji Bakanlığı’nda yukarıda anlattığım konu herkes tarafından bilinmektedir” sözlerine yer vermişti.  (Rüşvetin Deşifresi, Aykut Küçükkaya, sayfa 106, 111)

Selvi ve yardımcısı Peker, Beyaz Enerji Davası’ndan 11 yıl ceza aldı. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz adını rüşvet meselesine karıştırdıkları için daha sonra birçok kişiye tazminat davası açmıştı. 2012’de dava zaman aşımıyla düştü. İhalelere fesat karıştırma iddiasıyla açılan davada sadece nükleer enerji yoktu. Birçok büyük şirketin adı bu davaya karıştı. Dönemin Enerji Bakanı Cumhur Ersümer Yüce Divanlık oldu. Daha da ilginci, Mesut Yılmaz’ın itirazına rağmen koalisyon ortağı MHP lideri Bahçeli’nin ısrarı ve muhalefetin baskısı nedeniyle Ersümer görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Bu ülke yolsuzluk nedeniyle bir bakanın istifa ettiğini gördü. Hem de ‘vesayet, mesayet’ denilen o yıllarda.

Bütün bunları hatırlatmamın elbette bir nedeni var. Bugün Türkiye’nin her yanından çılgın projeler fışkırıyor. Her biri milyarlarca liralık projeler. Akkuyu Nükleer Santrali 20-22 milyar dolar. Rus şirket sermaye maliyetinin yüzde 43’ünün inşaat maliyeti olduğunu açıkladı. Nereden baksanız 10 milyar dolarlık ihaleden bahsediliyor, bunun yüzde 90’ı açık ihale olacakmış. Sinop Nükleer Santrali için biçilen miktar da 22 milyar dolar. İki nükleer proje 50 milyar dolar.

Rakamlar havada uçuşuyor  ve değişiyor ama fikir vermesi için yazıyorum. Marmaray yeni bitti, ederi 5,5 milyar TL. İstanbul’daki 3. Köprü 4,5 milyar TL. 3. Havalimanı’nın yapımı 28, 25 yıllık işletmesi için ödenecek ücret 72 milyar TL. Hepsi 110 milyar TL.

Rakamlar yüksek. Bu projelerin ilgili olduğu bakanlıklar arasında Çevre ve Şehircilik ile Ekonomi Bakanlığı da var. Yolsuzluk soruşturması sonuçlanmadı ama kabul etmeliyiz ki, iki bakan ve bakanlık zan altında. Yargı süreci titizlikle ve şeffaf bir biçimde yürütülmeli. Bunlar olurken de, zaten varlık nedenleri şaibeli bu projeler dondurulmalı. Denetim organları bu ihaleleri gözden geçirmeli, sürece sivil toplum örgütleri de dahil olmalı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı TMMOB’u değil, TMMOB Bakanlık’ı denetlemeli. Kızmanın, suçu İsrail’e Marslılara atmanın anlamı yok. Adalet ve Kalkınma Partisi ‘AK’lanmak istiyorsa ancak böylesi kapsamlı ve şeffaf bir denetim sürecinden geçerek aklanabilir. Şu ana kadar, Emniyet’te yaptıkları operasyonlarla, başta İçişleri olmak üzere ilgili bakanları görevde tutmakla yapılması gerekenin tam tersini yaptılar.

Nükleer enerjiye muhtaç olmadığımızı bilen herkes, Türkiye’nin bu maceraya neden girdiğini açıklamakta zorlanıyor. Elektrik üretmek için daha ucuz ve temiz kaynaklar mevcut. Enerji tasarrufu potansiyeli ortada. Rüşvet meselesi nükleerde hep söylenirdi şimdi daha fazla gündeme gelecek. O yüzden hükümet, bu projelerde daha ileri gitmeden ‘AK’lanma işini ciddiye alsa iyi olur.

Keçilerin çiftleşmesi iklimi değiştiriyor

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Aralık 2013

Belki hatırlarsınız, bir ara küresel iklim değişikliğine metan gazı nedeniyle ineklerin neden olduğu söylenmiş, koca koca fabrikaları bırakıp dört ayaklı dostların peşine düşmüştük.  Merak etmeyin, ineklerden sonra sıra keçilere gelmedi. Küresel iklim değişikliğinin sorumlusu ne inekler ne de keçiler; asıl sorumlu insan. Bunu da, sanayi devriminden günümüze kadar kullandığımız kömür, petrol ve doğalgazla yaptık.

Peki, ya keçiler diyorsunuz, nereden çıktı bu keçiler? Açıkçası sözlükten çıktı. Türkiye’de iklim değişikliği konusunu ciddiye alan kişi sayısının azlığından olsa gerek, yazarken, konuşurken terminolojiye de dikkat etmiyoruz. Falanca santralin yol açtığı seragazı salımı diyoruz ama bir gün merak edip salım kelimesinin anlamına bakmıyoruz. Türk Dil Kurumu’nun (TDK) sözlüğünde böyle bir kelime yok. Dil Derneği sözlüğünde ise salım kelimesinin iki anlamı var. İlk anlamı ‘nezle’. İkinci anlamı da ‘tekelerin dişi keçilerle çiftleşme zamanı’. Bu durumda seragazı salımı dendiğinde iki ihtimal karşımıza çıkıyor. Seragazlarının fena halde üşütüp nezle olmasından veya bu gazların tekelerle keçilerin arasına girdiği garip bir ilişkiden bahsediyoruz. Salım kelimesi bize o kadar yabancı ki, kullanırken de hata yapıyoruz. Koca koca gazeteler, televizyonlar salım yerine çoğu zaman salınım kelimesini kullanıyor. Salınım, salınmak eylemini, bir çeşit devinimi anlatıyor. Yakında salık, salışık, salma gibi yeni kelimeleri de duyarız.  

İtiraf etmeliyim ki ilk başlarda ben de Fransızca kökenli emisyon yerine salım demeyi tercih ediyordum. Biraz da Türkçe’ye yerleşir düşüncesiyle. ‘Salım’ın ‘salınım’a dönüştüğünü duyduğumda vazgeçtim. Anlatması zor bir olayı daha da karmaşık hale getirmek doğru değil. Emisyon kelimesi egzoz emisyonu gibi birçok yerde karşımıza çıktığı için en azından bir fikir veriyor.  Bu yüzden uzunca bir süredir seragazı emisyonu diyor ve yazıyorum. Meslektaşlarıma, iklim değişikliği çalışan akademisyen ve eylemcilere duyurulur. Keşke sesimizi dil bilimciler de duysa da bu soruna yerli bir çözüm üretsek.

Medyanın, sivil toplumun Türkçe’ye ilgisizliği bu konuyla sınırlı değil. Farkındalık, sivil toplum kuruluşlarında çalışan arkadaşların bayıldığı bir kelime. Yakın zamana kadar o da sözlüklerde yoktu, TDK, “farkında olma durumu” diyerek sözlüğe eklemiş. Dil Derneği sözlüğünde ise hâlâ karşılığı yok. İte kaka sözlüğe giren bu kelime bence yerine oturmadı. Genelde ‘farkındalık yaratma’ şeklinde kullanılıyor. Böyle olunca da ‘farkında olma durumu yaratma’ gibi bir ucube ortaya çıkıyor. Bilinçlendirme, bilgilendirme ve duruma göre kullanılabilecek onlarca kelime varken farkındalıkta ısrar etmeyi anlamsız buluyorum. İngilizce’de her gördüğünüz kelimeye Türkçe karşılık aramaktan vazgeçin artık. Bir ucube kelimeyle konuyu anlatmaktansa iki bildik kelimeyle anlatmak sizi daha anlaşılır kılar. 

Dil, toplumu değiştirmek, dönüştürmek isteyenlerin en önemli aracı. Özellikle siyasetçilerin, kampanyacıların yalın, herkesin konuştuğu dile hakim olmaları bu yüzden çok önemli. İletişim çoğu zaman, özellikle de bizim toplumumuzda sözle başlar, yazıyla devam eder. Aksi takdirde, başta yeni kavramlar olmak üzere, derdinizi anlatmakta zorlanırsınız. Bir başka örnekle açıklayayım. Toplumsal cinsiyet sivil toplumun alıştığı bir kavram olsa da, çoğumuza yabancı. Bunu, bir de ‘gender’ (cendır okunur) diyerek daha da yabancılaştırmayın. Derdiniz karşınızdakine ulaşmaksa, anlaşılır olmak elzemdir.  

Düzgün bir dil kullanılmasında başta medyaya çok iş düşüyor ama medya organlarının adlarının bile yabancı kelimelerden seçildiği bir ülkede yaşıyoruz. ‘CNBC-e’ gibi ilk dört harfi İngilizce okunup, en son harfe gelince Türkçe’nin akla geldiği bir kanalımız bile var. (SiEnBiSi-e, İngilizce’de “e” harfi “i” okunur ). Can Yücel olsaydı her halde şöyle derdi: “Türkçe’yi  kıçına gelince mi hatırladınız?”