Radyoaktif demokrasi

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Ekim 2013

Japonya Başbakanı Şinzo Abe, Marmaray’ın tüp geçidini açmak için önümüzdeki hafta Türkiye’ye gelecek. Abe’nin, ziyareti sırasında Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralle ilgili anlaşmanın da imzalanacağı söyleniyor. Mersin’den sonra Sinop’a da nükleer santral kurmak isteyen “demokratik hükümetimiz” radyasyon tehlikesini ülkenin her yanına eşit dağıtmak istiyor olabilir. Mersin ve Adana’dakiler kanserden ölürken, kuzeydekilerin bakması olmaz. Bu hata Çernobil’de istemimiz dışında gerçekleşmişti. Radyasyon bulutlarını ülkenin her yönüne üfleyememiştik. Şimdi dağıtım merkezleri kurarak sorunu hallediyoruz. Her yerde nükleer, herkese radyasyon! 

Konda’nın Nisan ayında yaptığı araştırmada Türkiye’de nükleere hayır diyenlerin oranı yüzde 63,4’tü. Fukuşima sonrası bu oran yüzde 80’lerdeydi. Ana akım medyanın yanlı tutumu, konunun kamuoyunda hiç tartışılmaması nükleer meselesine ilgiyi azaltsa da Türkiye’de AKP’ye oy veren insanlardan daha fazlasının nükleer istemediği ortada. Peki, şimdi ne olacak? Halkın fikri hiçe sayılıp, nükleere evet mi denecek?  

Başbakan Erdoğan her fırsatta diktatör olmadığını söylüyor. Sandıktan, seçimden bahsediyor ama iş çevre meselelerine gelince ortada demokrasinin “d”sini gören yok. Başbakan’ın her konu için seçimleri adres göstermesi de komik bir hâl almaya başladı. İki gün önce, “Diktatörsem beni sandıkta indirsinler” diye gösterdiği adres 30 Mart’taki yerel seçimdi. Yerel seçimde Erdoğan’ın diktatör olup olmadığını mı oylayacağız yoksa belediye başkanlarını mı seçeceğiz? Belli ki Erdoğan, yerel seçimlerde belediye başkanlarının icraatlarını konuşmak istemiyor. Nükleer enerji meselesini kamuoyunda tartışmak istemediği gibi. Enerji Bakanı’nın televizyonda nükleer karşıtlarının karşısına çıkıp sorularını cevapladığını hiç gördünüz mü? Mersinliye, Sinopluya fikrini soran oldu mu? Krallar ve diktatörler gibi sadece kendileri konuşsun istiyorlar. 

Türkiye’de sandıklar yerelin sorunlarına yanıt vermiyor. Erdoğan’ın demeci itiraf niteliğinde. Seçimler hükümetin güven oylamasına dönüştürülerek basitleştirilmek isteniyor. Sandığa gidenlerin aklına deresindeki HES, ilindeki nükleer santral ve kentindeki trafik sorunu gelmesin istiyorlar. İçkiydi, dindi derken bir beş yılı daha çalacaklar. Halbuki, Gezi’den sonra gündem değişti. ODTÜ Ormanı ve ulaşım sorunları gibi yerelin gündemi artık her gün karşımıza çıkıyor. Yaşam hakkımızı konuşuyoruz. Ne olursa olsun, çözüm sandık diyenlere de 2009 yerel seçimlerini hatırlatalım. Nükleer projeleri açıkladıktan sonra AKP Sinop ve Mersin’de seçimleri kaybetmişti. Halk nükleer müjdeden çok memnun olsa hükümete sandık sandık oy atardı. Sandıktan AKP’ye hayır çıktı ama nükleer projeler iptal edilmedi. Demek ki sandık da sadece işine gelince... 

Hükümetin tüm sorunları genel seçimde çözme fikri ne kadar eskiyse, nükleer enerjinin elektrik ihtiyacını karşılama konusunda tek çare olduğu fikri de o kadar eski. 1993’te dünyadaki elektrik üretiminin yüzde 17’si nükleer santrallerden sağlanıyordu. Bu oran yüzde 13’ün altına düştü. 1993’te rüzgar, güneş ve jeotermal gibi kaynakların küresel elektrik üretimindeki payı sıfıra yakındı, bugün yüzde 4,5. Nükleerin payı düşerken, yenilenebilir enerjilerin artıyor. Türkiye’nin en büyük şansı da burada. Nükleer teknoloji ve yakıt konusunda tamamen dışa bağımlıyken yenilenebilir enerji konusunda çok ciddi bir potansiyele sahip. Nükleer konuşarak 40 yıldır ihmal ettiğimiz rüzgar ve jeotermal şu anda elektrik üretimimizin yüzde 4’e yakınını sağlıyor. Başka söze gerek var mı?

Balığın diğer yüzü

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ekim 2013

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen balık tüketimi 7,8 kilogram. Dünya ortalaması 17 kilogramın üstünde. Gelişmiş ülkelerde bu rakam 30 kiloya yaklaşıyor. Bu demek değil ki her ülke gelişmiş ülkeler kadar balık tüketmeli. İzlandalılar bizden daha fazla, yılda 91 kilo balık tüketiyor diye ortalığı birbirine katmanın âlemi yok. Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olduğu için tüketim miktarını arttırılabilir ama önemli olan ne kadardan çok nasıl tükettiğiniz. Dengeli beslenip beslenmediğiniz. Bir de işin çevre boyutu var. İzlandalılar kadar balık tüketeceğim diye denizde ne var ne yok talan etmenin de anlamı yok. Bugün balık var, yarın da olmalı.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Yavaş Balık (Slow Fish) konferansının bugün dördüncü ve son günü. Balıkçılar, akademisyenler, Lüfer Koruma Timi; konuyla ilgili herkes orada… Sorunun bir ayağı azalan balık stokları. Denizlerin kirlenmesi, iklim değişikliği, aşırı ve bilinçsiz avlanma yüzünden birçok tür tehlike altında. Prof. Ertuğ Düzgüneş, denizlerin dünyanın ortak malı olduğuna dikkat çekiyor ve sorunun çözümü için cesur kararlar alınmalı, “Bazı türler için bir yıl av yasağı yetmiyorsa beş yıl avlanma yasağı getirilebilir” diyor. Balıkçıların çoğunluğunun yasak fikrine sıcak bakmadığını bilmem söylemeye gerek var mı? Fakat durum ciddi. Kolyos, Torik, Orkinos, Kırlangıç, Mavruşgil, Kupez, Çaça ve Karadeniz Sahil Yolu inşaatı nedeniyle yaşam alanları yok edilen kaya balıkları artık denizden çıkmıyor. Düzgüneş, “Bu durum devam ederse, Kızılderili reisin dediği gibi son balığı avlayacağız ve paranın yenmeyeceğini anlayacağız” diyor.

Bir de balık sorununun öteki yüzüne bakmalı. Tarım Bakanlığı’nın da desteklediği bir araştırmada Prof. Hasan Güngör, Dr. Mustafa Zengin ve Yrd. Doç. Günay Güngör, Marmara’daki balıkçıların çalışma ve yaşam koşullarını incelemiş. Yedi ilde 258 balıkçı teknesinin personeli ve sahibiyle konuşmuşlar. Teknelerde çalışan tayfaların durumu içler acısı, gelirleri avlanan balık miktarına bağlı. Satışın yarısı yakıt ve paketleme gibi giderlere gidiyor, kalanı tayfa arasında yaptıkları işlere göre paylaşılıyor. Yapılan anket gösteriyor ki, tayfaların yüzde 46’sı yılda 3 ila 6 bin lira arasında bir para kazanıyor. Bu yüzden de av yasağının olduğu yılın yarısında ek iş yapanlar var. Tarlada çalışıyorlar, çatı tamir ediyorlar ama bunu yapabilenlerin oranı da yüzde 40’ı geçmiyor.

Balıkçıların yüzde 60’ının başka bir geliri yok. Yüzde 41’inin evinde bakmak zorunda olduğu dört kişi var. Yarısı ilkokul mezunu ve yüzde 68’i 40 yaşın altında. Yüzde 70’i başka bir iş bulamadığı ya da elinden başka bir iş gelmediği için balıkçılık yaptığını söylüyor. Kısaca, teknede çalışan balıkçılar av sezonunda ne kadar çok avlarlarsa o kadar çok para kazanıyor. Bu durum, kaçak ve aşırı avlanmayı teşvik ediyor olabilir ancak tek nedenin bu olduğunu sanmıyorum. Tekne sahiplerinin durumu tayfadan daha farklı. Eğer 26 metreden büyük bir tekneye sahipseniz aylık geliriniz, tüm masrafları düştükten sonra 49 ila 81 bin TL arasında değişiyor. Paylaşım konusunda güverteyle kaptan köşkü arasında bir balina kadar fark var.

Türkiye’de av yasağı ve balıkçılık yapan tekne sayısının azaltılması gündeme geldiğinde itirazlar yükseliyor. Çoğu karada, 2 milyon 500 bin kişi, geçimini bu sektörden karşılıyor. “Avlanamazsın” dediğin kişiye iş bulmalı, başka iş sahaları göstermeli. Evet, ama kime? Yılda 6 bin lira kazanan tayfaya mı yoksa sayıları yüzlerle ifade edilebilecek tekne sahiplerine mi? Balıkçılığın daha kontrollü yapılmasının önünde kim duruyor? Bu sorunun yanıtını bilirsek çözüme daha kolay ulaşırız.

***
Mimar ve gazeteci Oktay Ekinci’yi geçen hafta yitirdik. Daha iyi bir çevre, planlı ve yaşanabilir kentler için tüm hayatı boyunca uğraştı. Kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam edeceğim. Yazıları ve eserleri bizlere yol gösterecek.  

Derin Dekolte

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ekim 2013

İstanbul’un kuzeyindeki ormanların içinden geçen 3. Köprü’nün yolu aynı bir fermuara benziyor. Yol, toprağın üstünü örten yeşil eteği bir fermuar gibi ikiye ayırıyor. Fermuarın sürgüsünü, "Her şeyi çevreye odaklarsak, kalkınma başka bahara kalır. İstanbul'un en önemli sorunu çevre değil ulaşım" diyen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tutuyordu. Yıldırım sürgüyü çektikçe ağaçlar bir bir yere yıkıldı. Üç, beş değil. Yüz binlerce ağaç. Sonuna, yani boğaza kadar açılan fermuardan dolayı her şey artık gözler önünde. Etek düştü düşecek.

TMMOB Şehir Plancıları Odası, 2010 Eylül ayında yayımladıkları raporda hükümeti bu günaha karşı uyarmıştı 3. Köprü ve bağlantı yollarının her iki yöndeki 5 kilometrelik etki kuşağında İstanbul’daki özel orman alanlarının yüzde 34’ü, orman alanlarının yüzde 46’sı ve tarım alanlarının yüzde 43’ü yer alıyor. Şehir Plancıları, köprüyle birlikte bu alanların yapılaşma baskısına maruz kalacağını ve kent nüfusunun 7,5 milyon daha artacağını söylemişlerdi. Üç değil 30 köprü yapsanız yetmez. Demek ki neymiş, her şey ulaşım değilmiş. İstanbul’un en önemli sorunu ulaşım değil, planlamaymış. Ülke sanayisini, nüfusunu, ticaret ve turizmini bir kentin üzerine yıkmamakmış.

Türkiye’nin üç yanındaki denizlere vuran dalgaların köpükleri, mavi bir eteğin ucundaki fırfırlara benziyor. Mavi eteğin boyu durmadan kısalıyor, beyaz fırfırlar artık griye çalıyor. Kıyılarımız termik santraller, kanalizasyon ve organize sanayi bölgelerinden gelen atık sularla kirleniyor, rengi değişiyor. Mavi etek geri çekildikçe çekiliyor. 2010 yılında Türkiye nüfusunun sadece yüzde 52’sinin atıksuları arıtılmış. Belediyelerin yüzde 12’sinde kanalizasyon yok. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu üç gün önce Birecik’te “Büyük hedefi olmayan milletler tarih sayfasından silinir” dedi. Kanalizasyon büyük hedeften sayılır mı acaba? Bizim oralarda, kanalizasyon küçük büyük ayrımı yapmaz derler ama yine de ben bilmem bakanım bilir. Kimseye karıştığımız yok zaten. Mavi denizlerin etek boyu kısalıyor, yüzümüz kızarıyor diye yazıyorum. Bizden de geçtim, turistler görür elâleme rezil oluruz.

Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu birkaç gün önce Mersin’deydi. Planlanan barajlar yüzünden tehlike altındaki Göksu Deltası’nda incelemelerde bulundular. Bir de kaçak inşaat tespit ettiler. İnşaat sahası çitlerle çevrilmiş, kapısında Rusya ve Türkiye bayrakları asılı. Sahiplerinin belli ki işledikleri suçtan haberi var, çalışan kamyonların plakaları yok. Yapılan bir baraka, bir apartman değil. Fabrika, top sahası, tavuk kümesi de değil…

Kaçak inşaat Akkuyu’daki nükleer santrale ait. Nükleerci şirket ÇED raporunu yeni değerlendirmeye sunmuş, sonucu beklemeden kamyonları çalıştırmaya başlamış. Nükleer dediniz mi korkacaksınız. Fukuşima’nın üzerinden 2,5 yıl geçti, Japonlar hâlâ sızıntıyı kontrol altına alamadılar. 8 Ekim’de radyoaktif suyu arıtan sistemdeki bir boruyu yanlışlıkla söken altı işçi radyasyona maruz kaldı. Yedi ton radyoaktif su sızdı. Bakan Yıldırım’ı dinleyip çevreye, insana odaklanmasak bile olmuyor. Ekonomi de “nükleere hayır” diyor. Kazanın toplam maliyetinin 250 ila 500 milyar dolar arasında olacağı söyleniyor. Türkiye’nin 2011 yılı Gayri Safi Yurt İçi Hasılası 772 milyar dolar. Kalkınmayı başka bir bahara bırakmak istemeyen hükümet, dünyanın en tehlikeli endüstriyel işletmesini kontrolsüz bırakarak bize kışı yaşatmaya hazırlanıyor.

Televizyonlarda dekolte aramakla zaman harcamayın. Mersin Akkuyu’da dört reaktörlü bir nükleer santral kurulması planlanıyor. Hem de kaçak! ÇED raporuna göre 220 bin ağaç kesilecek. Dımdızlak kalacak topraklara ikişer ikişer, kubbemsi reaktörler kondurulacak. Televizyondan nasıl görünür bilemem ama yukarıdan bakmak tehlikeli. Derin dekolte sınıfına girer. Dünyanın hiçbir yerinde böylesi görülmedi. Ayıptır. Hem de çok ayıp!

Türban sorununu AKP çözemez

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Ekim 2013
 
Etek boyu dizden yukarı olmayacak, yırtmaca izin yok. Kot ve benzeri pantolon yasak. Kolsuz ve çok açık yakalı gömlek, bluz veya elbise giyilmeyecek. Dar pantolonu sormaya bile gerek yok; o bizi tümden daraltır. Erkekler de rahat duracak. Saçlar kulağı kapatmayacak. Enseden uzatmak yasak, gömlek yakasını aşmayacak. Sandalet falan haşa! Sakal bırakılmaz, bıyık da üstten alınmaz, yanlar üst dudak hizasında olur, alt uçları dudak hizasından kesilir. Baş, kadınlardaki gibi daima açık bırakılır…
 
Halen yürürlükteki yönetmelik kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların böyle giyinmesini söylüyor. Bu ucube kuralların çoğunun artık uygulanmadığını biliyoruz. Hafta başında açıklanan paketten anladığımız kadarıyla yasal zemin de hazırlanacak ve 16 Temmuz 1982 tarihli genelge tarih olacak. Peki, bu türban ya da başörtüsü sorununu halledecek mi? Ne yazık ki hayır… 
 
Kıyafetin politikleşmesi aslında bu ülke için yeni bir şey değil. Özellikle 12 Eylül döneminde erkeklerin bıyığına bakıp siyasi görüşünü tahmin etmek zor değildi. Şimdi imgeler çeşitlendi. Uzun saç, küpe, dinlediğin müzik… Son dönemde bu kervana türban ve badem bıyık da eklendi. Sokaklar, semtler, kafeler ayrıldı. AKP iktidarında bu ayrımcılığın kadrolaşmaya yansıması da öncekilerden daha belirgin. Adalet, ekonomi, eğitim hep kendileri gibi olanların yönetimine verildi. Hükümetin icraatlarını protesto ederken polis tarafından vurulanlara artık rahmet bile dilenmiyor. Öteki kabul ettikleri yok sayılıyor. Giyimin, hayat tarzın iktidardakilerin hoşuna gitmiyorsa iş bulamıyorsun, dayak yiyorsun. İntihar eden hakim adayı Didem Yaylalı’yı hatırlayın. Muhafazakar olmadığı için hakim olmasına izin verilmeyen Didem’i. Ya da, akşam sekiz buçukta sokağa çıktığı için bir polis memuru tarafından tacize uğrayan ve tecavüzden kurtulan Pınar’ı... 
 
Kıyafetiyle, yaşam tarzıyla iktidarın dayattığı yaşam tarzından uzak insanların yerine koyun kendinizi. Türbanlı öğretmenin çocuğuna bilerek düşük not verdiğini, hakimin davacı olduğu kişinin türbanlı avukatı sayesinde aleyhte karar aldığını, devlet dairesindeki işi badem bıyıkları olmadığı için kaptırdığını düşünmeyecekler mi? Ne yazık ki düşünecekler. Aynı şekilde işini türban, davayı badem bıyığı nedeniyle kaybettiğini düşünenler de oldu ve olacak. Açık konuşmak gerekirse biz aslında hiçbir zaman toplum olmayı beceremedik. Hep ‘onlar ve biz’ olduk. Kürtler ve Türkler olduk. Aleviler ve Sünniler, dindarlar ve dinsizler. Kürtler, Türkler, Aleviler, Sünniler, dindarlar ve dinsizlerden oluşan bir toplum olamadık. Ya ayırdık yollarımızı ya da yok saydık bir tarafı. Bunu da iktidardaki partilere borçluyuz, özellikle de AKP’ye. Erdoğan’ın çok emeği var bu bölünmede. Bu bölünmeler bize asıl sorunları ve mücadeleyi unutturuyor. Neden bu kadar çok çalışıp hâlâ aza şükrettiğimizi, neden komşumuzdan daha zengin olmaya çalıştığımızı ve onlarca benzer sorunun yanıtını düşünmüyoruz. Ayrı düştük ve birbirimize güvenmiyoruz.
 
Bu güven sorununu aşılmadan türban ve benzeri sorunlar çözülemez. Bunun için de devlet, başta eğitim ve dinden ideolojik desteğini çekmeli. İmam hatipler özel okul olmalı, diyanet, zorunlu din dersleri kaldırılmalı. Temel eğitim ideoloji ve dinlerden uzak olmalı. Erdoğan gibi özgürlükleri sadece türbanla veya kendine yakın olanların istekleriyle sınırlarsanız sorun büyür. Derslere türbanla girmek isteyen öğretmene izin verirken, mini etekle, askılı elbiseyle girmek isteyene hayır diyemezsiniz. Kumaş pantolon ve badem bıyık serbestse, uzun saç ve şort da serbest olmalı. Özgürlük bütündür. Sokakta, kamuda her yerdedir. Görünen o ki AKP’nin görüşü ve kapasitesi buna yetmiyor. Sorunu gerçekten çözmek için bireylerin birbirine güven duyduğu bir topluma ve onu şekillendirecek başka bir siyasi harekete ihtiyaç var. Özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyaset Türkiye’nin özlemidir. İnsan sevdiğine öyle bir bakar ki sadece gözlerini görür. Birbirimizi sevmeye ihtiyacımız var. Başa, eteğe, saça değil gözlerimizin içine bakmaya ihtiyacımız var. 

Çimlere basmayın










Her şey 3-5 ağaç için başladı, şimdi ormanlar, göller, hayvanlar ve yaşam hakkı için devam ediyor.  Türkiye’nin en önemli çevre sorunlarını  masaya yatırıyor, çözüm yollarını tartışıyoruz. Çimlere Basmayın her cuma saat 13:00’te Yön Radyo’da…

Programı internet üzerinden dinlemek için lütfen Yön Radyo'nun internet sitesini ziyaret edin.

Basın bültenleri, sorularınız ve önerileriniz için ozgurgurbuz@yonradyo.com adresini kullanabilirsiniz. 

İlk program 4 Ekim 2013 Cuma günü. Saat 13:05'te yayındayız.

Bizi Facebook'tan takip etmek isterseniz, adresimiz:
https://www.facebook.com/cimlerebasmayin

Çimlere Basmayın programını Yaşar Kanbur ile birlikte hazırlıyoruz ama programın içeriğini sizlerle birlikte belirlemek istiyoruz. Çevre, ekoloji mücadelesi veren herekese mikrofonlarımızı uzatmaya hazırız. Bize ulaşın, sesinizi herkes duysun.

Çimlere basmayın, bu programı da kaçırmayın.  

İklim raporu ve Türkçe meali

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Eylül 2013

Kaynak: Grida
Sıcak hava dalgalarının sayısı ve şiddeti artacak. Okyanuslar asitlenecek. Buzullar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek. Bunların sonucunda binlerce canlı hayatını kaybedecek; belki sen, belki ben. Sokakta yemek verdiğimiz kedi, denizdeki balık, dağdaki ayı. Huzurevindeki akraban, her sabah selamlaştığın yaşlılar ve yoksullar önce vedalaşacak. Nasıl mı biliyorum? Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporunu yazan, gözden geçiren 259 bilim insanı/uzman ve fikirlerine danışılan bir 600 kadarı daha öyle diyor. IPCC’nin yayınladığı son rapor açıkça ortaya koyuyor, insan etkisiyle şahlanan küresel iklim değişikliği (Rapor, yüzde 95-100 olasılıkla iklim değişikliğinin nedeni insanlar diyor) çok ciddi bir tehdit olarak önümüzde duruyor.

Bu uzmanlar, küresel iklim değişikliği konusunda yayımlanan 9 bin 200 raporu inceliyor. 39 ülke, bilim insanlarıyla sürece katılıyor. Kendilerine gönderilen 54 bin 667 yorum değerlendirmeye alınıyor. Bu iş, petrol, kömür lobilerinin desteklediği birkaç bilim insanının iddialarından ya da bilimsellikten uzak e-postalardan ibaret değil. Bu yüzden, IPCC’nin 5. Değerlendirme raporu, ‘küresel iklim değişikliği insan kaynaklı değil, bu bir doğal döngü’ masallarıyla kıyaslanamaz. İşte tehlike işaretleri ve Türkçe meali:

·         1983-2012 arasındaki 30 yıl, son 1400 yılın en sıcak 30 yılıydı. Dünyanın ortalama sıcaklığı 1901-2012 döneminde 0,9 derece arttı. Böyle giderse artış 21. yüzyılın sonuna kadar 1,5 hatta 2 dereceyi bulacak.
Anlamı: 1,5-2 derecelik sıcaklık artışı dünyadaki bitki ve canlı türlerinin yüzde 20 ila 30’unun soyunun yok olması. Tropikal ve subtropikal bölgeler başta olmak üzere tarımda üretim kaybı.  
·         Son 20 yılda Grönland ve Antartika buzulları büyük kütle kaybetti, tüm dünyadaki buzullar da küçülmeye devam ediyor. Kuzey Kutbu deniz buzulu ve Kuzey Yarımküre’deki kar tabakası ciddi oranda azalmaya devam ediyor. Deniz seviyesindeki yükselme 19. yüzyılın ortalarından bu yana önceki iki yüzyıldaki ortalamanın üzerine çıktı. 1901-2010 arasında deniz seviyesi 19 cm yükseldi.
Anlamı: Dağlardaki buzulların ve kar tabakalarının küçülmesi onların beslediği nehirlerin kurumasına ve susuzluğa yol açacak. Kutuplardaki buzulların erimesi ise deniz seviyesindeki yükselişi hızlandıracak. Ada devletleri sular altında kalacak, Bangladeş gibi birçok ülkede tarım arazilerini su basacak.
·         Karbondioksit, metan ve azot oksitlerin atmosferdeki yoğunluğu 800 bin yıldır görülmemiş bir düzeye geldi. En önemli seragazı karbondioksitin yoğunluğu endüstri devrimi öncesine göre yüzde 40 arttı. Nedeni fosil yakıt (petrol, kömür ve doğalgaz) kullanımı ve arazi kullanımının değişmesi.
Anlamı: Karbondiksit başta olmak üzere seragazlarının atmosferdeki birikiminin önüne geçilemezse küresel iklim değişikliğinin de önüne geçilemeyecek. Sellerin sayısı ve şiddeti artacak. Kasırga ve hortumlar, beklenmedik fırtınalar hayatı yaşanmaz hale getirecek. İkitelli’de, Samsun’da şahit olduğumuz sel felaketlerinin sayısı artacak.

Raporda anlatılanların rakamlarla süslenmiş tahminler olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bahsedilen aslında yaşadığınız hayatınız, geleceğiniz. Tek bir farkla, kaderinizi değiştirme şansınız hâlâ sizin elinizde. Kömür değil rüzgar, petrol değil güneş diyerek; sorgusuzca tüketmek yerine verimli üretip az tüketerek; daha çok para için değil, daha çok boş zaman için çalışarak bu makus kaderimizi değiştirebiliriz. İlk adım inanmak.

Baltalar elimizde

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Eylül 2013

Baltalar elimizde / Uzun ip belimizde
Biz gideriz ormana hey ormana…

Bu şarkıyı okul yıllarında öğrenmiştim. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da biliyordur. Hâlâ bu şarkının etkisinden kurtulamadığını düşünüyorum. Halbuki biz, sonra bir başka şarkı daha öğrendik.

Kestane, gürgen, palamut / Altı yaprak, üstü bulut
Gel sen burada derdi unut / Orman ne güzel, ne güzel.

Okullarda çocukların kafasını karıştırdığımız ortada ama bir ülkenin başbakanının doğrular konusunda kafası karışmışsa ve o kendisini her kentin belediye başkanı zannediyorsa vay halimize. Erdoğan’ın ODTÜ’den yol geçmesine karşı çıkanlara, ağaçların kesilmesini istemeyenlere yaptığı çıkışı hatırlayın: “Gidin ormanda yaşayın”.

Başbakan “ormanda yaşayın” derken kentlerin ağaçsız, gri, AVM ve viyadüklerden oluşan beton yığınları olması gerektiğini düşünüyor olmalı. Yanılıyor. Sık sık ziyarete gittiği, dünyanın en büyük ekonomisi Amerika’da bile bu böyle değil. ABD’nin en eski doğa koruma örgütü ‘American Forests’, 5 Şubat’ta ülkenin en iyi kent ormanlarına sahip 10 şehrini açıkladı. Bu kentler arasında gökdelenleriyle ünlü New York, Denver ve Seattle gibi kentler de var. Kent ormanlarının insanlara sosyal, çevresel ve ekonomik yararlar sağladığını söyleyen örgüt, bu alanların vahşi hayat için de önemli olduğuna dikkat çekiyor. Stressiz, sağlıklı insanların yaşadığı kentler göze hoş geldiği kadar ekonomiye de katkı sağlıyor. Üstelik bu kentlerdeki yeşil alanların yaratılmasında aynı bizdeki gibi sivil toplum rol oynamış.

New York’ta sekiz milyondan fazla insan yaşıyor. Ağaç sayısı 5 milyon 200 bin. Ağaçların hava kirliliğini önleme, seragazı emisyonlarını yutma ve enerji giderlerini azaltmaları sayesinde New York her yıl 47 milyon dolar kâr ediyor. Sağlık harcamalarındaki azalma bu hesaba dahil değil.

Denver kenti yeşil alanları sayesinde turizm kaynaklı 18 milyon dolar gelir elde ettiğini, daha sağlıklı bir ortamda yaşayan vatandaşları sayesinde de sağlık harcamalarının 65 milyon dolar azaldığını belirtiyor. Kentin yüzde 20’si ağaç gölgesinde kalıyor. Ağaçlar sayesinde her yıl soğutma harcamalarında 56 bin megavatsaate varan enerji tasarrufu yapılıyor. Böylece 6,7 milyon dolar Denver halkının cebinde kalıyor. Denver’da evlerin değeri de parklar sayesinde toplamda 30 milyon dolar artmış.

Charlotte kenti de ağaçları sayesinde enerji tasarrufu yapıyor ve 900 milyon doları kumbaraya atıyor. Doğru ağacı doğru yere dikmek, gölge yaratmaktan rüzgarı kesmeye kadar çeşitli etkilerle daha az enerji harcamanıza fırsat sağlıyor.

Milwaukee 3,5 milyon ağacıyla her yıl havasını 496 ton kirleticiden temizliyor. Bu işlemin ekonomik değeri 2,6 milyon dolar. Ağaçlar aynı zamanda 434 bin ton karbon yutuyor, bunun ekonomik değeri de 9 milyon dolar.

Bilimsel çalışmalar ve ekonomik veriler kentlerdeki yeşil alanların önemini ortaya koyuyor. Ormana herkes gider ama orman gibi kentlerde herkes yaşayamaz. Türkiye’de bırakın ormanda yaşamayı, gecelemek bile zor. Orman alanlarında konaklayabildiğiniz A sınıfı mesire yerlerin sayısında da son yıllarda ciddi bir düşüş var. Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2007’de 108 adet A tipi mesire yeri vardı, 2011’de bu sayı 46’ya düştü. Nereden tutsak elimizde kalıyor şu ormana gitme meselesi…

“Ormanda yaşayın” göndermesi insanların ‘yeşil kent’ talebinin yanıtı değil. ODTÜ sorununun mimarı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in ise bir yanıtı bile yok. Sadece ona buna iftira atıyor. Şimdi de ‘profesyonel eylemci’ diye bir şey uydurdu. Aynı isimlerin çevreyi korumak için oradan oraya koşturduğu doğrudur ama bunun tek sorumlusu siz ‘profesyonel yok ediciler’. Üstelik, siz bu yıkım işleri için tonla maaş alıyor, rant yaratıyorsunuz. Eylemcilerin ise hiçbir maddi çıkarı yok. Kim profesyonel, kim amatör acaba?

Kıbrıs'ta ekoloji forumu başlıyor

Yeni Kıbrıs Partisi’nin (YKP) katkılarıyla düzenlenen II. Ekoloji Forumu 20-22 Eylül tarihleri arasında Limnidi’de Vouni King Otel’de düzenlenecek. Kapitalizmin yarattığı doğa katliamlarının ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi için mücadeleyi güçlendirmeyi amaçlayan forum aynı zamanda yeni kampanya önerilerini de gündemine alacak.

PROGRAM
20 Eylül, Cuma
19:00 - Tanışma toplantısı
20:00 - Akşam yemeği
21:00 - Müzik dinletisi
 
21 Eylül, Cumartesi
ATÖLYE ÇALIŞMALARI
10:00 – 13.00 - Atölye çalışmaları
I. Tarımda alternatif üretim metodları
Moderatör: Yena Hacışevki ve Nükhet Irkad
II. Alternatif üretimde arıcılığın önemi
Moderatör: Hasan Çağda
II. Eko-feminizm çalıştayı
Moderatör: YKPfem aktivistleri
13:00 - Öğle yemeği
 
EKOLOJİK YIKIMA KARŞI TEORİK VE PRATİK MÜCADELE
15:00-18:00 – teorik ve pratik ekoloji mücadelelerin sunumları
15:00 - Ekososyalizm - Tasos Hovardas
Moderatör: Tegiye Birey
16:00 - Kent Hareketleri ve Ekoloji - Özlem Yeniay
Moderatör: Mehveş Beyidoğlu Önen

Ara (30 dakika)
17:30 – GDO’ların gıda, tarım ve ekoloji üzerindeki riskleri ve tehlikeleri - Arca Atay
Moderatör: Murat Kanatlı
18:30 - Katkı-soru-cevap
20:00 - Akşam yemeği
21:30 - Film gösterimi
 
22 Eylül, Pazar
9:30 – Doğa yürüyüşü
11:00 - Sivil toplum örgütü ve bağımsız aktivistlerin katılımına da açık olarak Kıbrıs’ta çevresinde ekoloji sorunları ve çözümleri için pratik mücadele şekilleri üzerine forum
13:00 - Öğle yemeği
 
II. Ekoloji Forumu'yla ilgili daha fazla bilgi almak ve kayıt olmak için ykp@ykp.org.cy adresine bir e-posta atabilirsiniz.