Yüzünü Mısır’a çevir

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Ağustos 2013

Bugünlerde sağa bakma, sola bakma. Uzaklara bak, uzaklara bakmakta fayda var. Yüzünü bu ülkeden öte yana çevir. Mısır’a, Suriye’ye veya Lübnan’a bak. Aman ha, gözlerin Eskişehir’i, Hatay’ı görmesin. Bakışlarını Roboski’den kaçır, Lice’ye hiç uğramasın. Okmeydanı’nda hastane koridorlarında neler oluyor diye meraklanma. Berkin’in annesi Gülsüm Elvan 72 gündür hastane koridorlarında yavrusunun komadan çıkmasını bekliyor; onunla göz göze gelebilirsin. Bakma bu tarafa, bakma! 14 yaşındaki Berkin’in arkadaşları da mahallede beklemede. Oyun oynayacaklar ama Berkin eksik. Yok say o mahalleyi sen. Diğer yüzde 50 belle.

Eskişehir’de Ali İsmail Korkmaz’ın dövülerek öldürüldüğü o sokağa bakayım hiç deme. Kanlı elleriyle ekmek satan fırıncıyı görme. Sen iyisi mi Mısır’a bak. Yoksa kazara bir vali görürsün. “Ali’yi kendi arkadaşları dövüp suçu polise atmışlardır” diyen bir vali çıkar karşına. Miden burkulur, kusmak istersin. Sen en iyisi Eskişehir’e bakma. Elleri sopalı, gözleri kanlı erkekleri görme. Sokağa davet ettiğin ‘delikanlıların’ vahşetine tanıklık etme. İnsanlıktan çıkışlarını görmezden gel. Erkekliklerini 19 yaşındaki savunmasız bir çocuğu döverek, öldürerek  ispat etmeye çalışanları yok say. Kan soluyanları duyma. O sokak artık bir cinayetin sokağı; orayı bilme ve görme...

Sen en iyisi Mısır’a bak. Oradaki acılar uzakta. Ağlarsın ama geçer, üzülürsün ama unutursun. Buralar ise senin memleketin. Acıların kaynağı sensin. Bir bakarsın Eskişehir’de o sokaktan geçersin. Bir gün o polise denk düşersin. Sana ekmek verirler, nimettir der yersin ama bilmezsin ki o fırıncı yapmıştır. Ankara’da Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yerdesindir ama haberin yoktur. Arkadaşın komik bir şeyler söyler gülersin. Sonra unutamazsın o acıyı, ağlamakla geçiştiremezsin.

Sen en iyisi Mısır’a bak ama yukarıdan bak. Gözlerin Hatay’a takılmasın. 85 gündür Abdullah Cömert’in katillerinin adalet karşısına çıkarılmasını bekleyen ailesiyle karşılaşma. Bu ülke tarifsiz acılarla dolu. Gözlerini o acılardan sakın. Medeni Yıldırım’ın, Mehmet Ayvalıtaş’ın dostlarının bakışlarından kaç. Olur ya, kazara görürsen ülkende olan biteni, sil o kayıtları. Mobese kameralarının kayıtlarını siler gibi. Ama bil ki, o kameralar bile senden daha iyi görüyor memleketinde olan biteni. Bildiğin metal parçaları, senin kanlı canlı gözlerinden daha vicdanlı bakıyor bu topraklara.

Esirgediysen bir baş sağlığını bu gençlerden, sen en iyisi Mısır’a bak. Katilleri koruduysan eğer daha öteye. Sahip çıkıyorsan o canilere kutuplara kadar yolun var. Mısır’a bakarken ağla istersen. Vicdansızlaşan yüreğini uzak acılarla teselli et. Sorumluluklarından kaç, muhasebeyi öteki dünyaya bırak. Sal gözyaşlarını, gören üzülüyor sansın. 

Rusya’da panik havası

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ağustos 2013

13 Ağustos’ta Rusya’nın Sesi’nde yayımlanan ilginç bir haberde, Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralle ilgili çekinceler dile getirildi ve Türkiye’ye bir anlamda gözdağı verildi. Haberde görüşlerine başvurulan Stanislav Tarasov adlı dış politika uzmanı, Akkuyu’da nükleer karşıtlarının düzenlediği protestoların, Batı basınında santralin Türkiye için tehlike arz ettiği yönündeki haberlerden esinlendiğini iddia etti. Böylece, Başbakanın diline doladığı şu ‘dış mihrak’ hikayesi de eğlenceli bir hâl aldı. Bir ‘dış mihrak’ bir başka ‘dış mihrak’tan şikayetçi oldu; bunu da gördük. İşin garibi, nükleer karşıtları da bu ‘dış mihrakların’ hepsine karşı mücadele ediyor. Mersin’de nükleer santral kurmak isteyen Ruslar, Sinop’ta ise Japonlar ile Fransızlar.

Tarasov’un tezi özetle şu: Türkiye’de bazı çevreler Rusya’yı, Akkuyu’da nükleer santral kurmaktan vazgeçirmek istiyor. Bir devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki kolu Akuyu NGS’nin Mersin’deki santral için verdiği ÇED raporunun Çevre Bakanlığı’nca reddedilmesini bir işaret olarak görüyor. ÇED raporunun Temmuz sonunda şirkete geri iade edilmesi santralin yapımını geciktirecek diyen Tasarov, “…Türkiye hükümeti Akkuyu projesi ile ilgili imzalanan anlaşmanın şartlarını, yeniden gözden geçirme niyetinde olduğunu açıkça ifade etmeli. Rusya ise ortaya çıkacak yeni koşullarda Türkiye ile nükleer enerji alanında işbirliği yapmanın karlı olup olmadığı konusunu yeniden düşünmeli” diyerek uyarıyor. Tasarov’un işaret ettiği nokta, Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan anlaşmanın tazminata kadar uzanacak maddeleri. Anlaşmazlık durumunda Madde 17 devreye girebilir ve tahkim yolu açılabilir. Madde 18 ise daha yumuşak. Taraflar, bir yıl önceden haber vermek kaydıyla anlaşmayı fesh edebilir ama iki tarafın da rızası olmalı. 2012’de Belene Nükleer Santrali’nin yapımından vazgeçen Bulgaristan Rosatom’la anlaşmayı iptal etmiş, Rusya’da karşılığında 1 milyar 300 milyon dolar tazminat istemişti. Kısaca, ya aba altından sopa gösteriliyor ya da “vazgeçtiyseniz uğraştırmayın bizi” deniyor.

NÜKLEER DÜNYADA GÖZDEN DÜŞTÜ
Türkiye’ye nükleer santral satma konusunda çok kararlı görünen Rusya ve yapma konusunda ısrarlı Türkiye nasıl oldu da bu duruma geldi, asıl bunu anlamak lazım. İki ülkenin Suriye ve genelde Orta Doğu’nun geleceği konusunda anlaşamadıkları ortada. Bu, işin siyasi boyutu. İşin enerji boyutunda ise bizim yıllardır söylediğimiz gerçekler var. Nükleer enerji pahalı, riskli ve kirli. Son aylardaki gelişmeler de haklı olduğumuzu gösteriyor.

·         Fukuşima’da 2,5 yıl önce kaza yapan santralden 400 ton civarında radyoaktif su her gün okyanusa karışıyor. Dünyanın en ileri teknolojilerine ve maddi olanaklarına sahip Japonya bile bir nükleer kazanın sonuçlarıyla baş edemiyor. 
·         Hisselerinin büyük çoğunluğuna Fransız devletinin sahip olduğu nükleer enerji devi EDF, Amerika’daki nükleer enerji pazarından çıkacağını açıkladı. Hükümetin Sinop’a nükleer santral kurması için anlaştığı şirket, Amerika’da kaya gazı nedeniyle ucuzlayan doğalgazla rekabet edemiyor; ilk neden bu. Fransızları ABD’den gönderen ikinci neden ise daha ilginç. ABD, Calvert Cliffs Nükleer Santrali’ne yapılacak üçüncü reaktör için EDF’nin başvurusunu reddetti. Nedeni de şöyle açıklandı: Amerika topraklarında yabancı bir şirketin kontrolünde nükleer santral kurulamaz! Bizde ise durum tam tersi, yabancı şirketlerce kurulmak istenen iki santral var.
·         Elektrik ihtiyacının yüzde 75’ini nükleerden üreten ve bize örnek gösterilen Fransa’dan gelen haberler de nükleer enerji taraftarlarını üzüyor. Fransa’da elektrik fiyatlarına Ağustos itibariyle yüzde 5 zam geldi. Bir yıl sonra bir o kadar daha zam gelecek. Çünkü Fukuşima sonrası nükleer santrallerin güvenlik önlemleri ve işletme maliyetleri arttı. Devlet destekli nükleer enerji Fransa’da bile diğer kaynaklarla fiyat rekabetinde zorlanıyor. 
·         Yenilenebilir enerji kaynakları hızla gelişiyor. 2012’de dünyada yenilenebilir enerjiye 268 milyar dolar yatırılırken nükleere ayrılan pay 25 milyar dolar civarındaydı. Yenilenebilir enerjiye yatırım yapan ülkelerin başında Çin geliyor, onu ABD, Almanya, AB ülkeleri ve Japonya izliyor. Yani gelişmiş ülkeler ucuz ve güvenli denen nükleere değil yenilenebilir enerjiye yatırım yapıyor.
·         Türkiye’de nükleer enerjiyi halk desteklemiyor. Mayıs 2013’te yapılan Konda araştırması nükleere hayır diyenlerin oranı yüzde 63,4 diyor. Greenpeace’in Nisan 2011’de A&G şirketine yaptırdığı araştırma da yüzde 64’ün karşı olduğunu söylüyordu. Bunca propagandaya rağmen halk ikna olmadı.

JÖLE YAKITLI NÜKLEER GELİYOR
Mersin’deki nükleer projenin üzerinde kara bulutlar dolaşmasının nedenleri özetle bunlar. Benzer nedenlerden dolayı, bu projenin Türkiye için stratejik ve ekonomik bir gerekçesi kalmadı. Geriye bir tek ‘nükleer yapma inadı’ ve o inadın ateşli sahiplerinden nükleer sever Başbakan Başdanışmanı Yiğit Bulut kaldı. İddialara göre sahildeki çarpık yapılaşmayı denetleme konusunda kurulacak komisyonda yer alacak Yiğit Bulut’un bu konulara girmesi an meselesi. Bulut’un sahilleri dolaşmaktan vakti olur mu bilmem ama jöle yakıtlı ilk yerli nükleer santralin halka rağmen devreye girmesi kimseyi şaşırtmasın. Görünen o ki çevre konularında da bol dış mihraklı, komplo teorili günler bizi bekliyor. Zaten sahildeki otellere ruhsatları da telekinezi ustası Marslılar vermedi mi? Biz sadece ara elemanız, hiçbir günahımız yok.

Gezi'den sonra enerji yatırımları

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/20 Ağustos 2013

Gezi Parkı Türkiye’de demokrasi ve çevre konusunda bir milat kabul edilebilir. Artık her şeyi ‘Gezi’den önce’ ve ‘Gezi’den sonra’ diye anlatacağız. Bu değişim süreci enerji sektörünü de çok yakından ilgilendiriyor. Özellikle de enerji yatırımlarının çevre ayağını.

Gezi’den sonra enerji alanında yatırım yapacakların daha dikkatli davranması şart. Bu uyarı sadece termik, hidroelektrik  ve nükleer santral kurmak isteyenleri ilgilendirmiyor. Rüzgar veya güneş santrali kuracaklar da kurallara harfi harfine uymak zorunda. Gezi’den önce ‘formalite icabı’ bir çevre etki değerlendirme raporu alarak gerekli belgeleri tamamladığını düşünen yatırımcıyı kötü günler bekliyor. Gezi Parkı’yla sokağa dökülenlerin dünyadan haberi var. Yurt dışında bir santral yapılmadan önce halka sorulduğunu, karar süreçlerine halkın katılımın nasıl sağlandığını, evrensel çevre sorunlarının ve standartlarının neler olduğunu biliyorlar. Bundan böyle yöre halkına birkaç kuruş veririz, iş vaadiyle kandırırız, muhtarı satın alırız gibi babadan kalma taktikleri unutun. Hükümetteki tanıdıklara güvenmeyin. Projelerinizi en yüksek çevre standartlarında hazırlayın. Yöre halkına danışın, gerekirse onların istekleri doğrultusunda projenizi revize edin. Belki projeden vazgeçmek zorunda bile kalabilirsiniz ama bilin ki bu halka karşı bir şeyler yapmaktan daha kârlı bir iş olabilir. Sinop, Gerze’de yaşananları düşünün. Gezi ruhu aslında orada kendisini göstermişti. Anadolu Grubu bilinen her yolu denedi ama nafile. Halk geçit vermedi. Bunca hazırlık, yatırım boşa gitti. Aynı hataya, hele de millet ‘3-5 ağaç’ için ayaklanmayı alışkanlık haline getirdikten sonra düşmeyin. Bırakın bu iyi alışkanlık sizi de olumlu etkilesin. Daha saygın, kabul görür işlere imza atın.

“Peki, nasıl yol alacağız” diye soruyor olmalısınız. Bildiğim bir örneği anlatayım. Zorlu Enerji’nin İkizdere HES Rehabilitasyonu Projesi için yaptığı çalışmayı okumanızı öneririm. Paydaş Katılımı Stratejisi ve Uygulama Planı başlıklı bu rapor, halkın proje hakkında ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyor. Çevre bilimciler, antropolog ve sosyologlar dört ay boyunca çalışıyor. Daha da ilginci, firma bu sürecin sağlıklı ilerlemesi için ÇED sürecini Ağustos 2011’de dondurma kararı alıyor. Raporun yayımlandığı tarih Mart 2012. Zorlu şu taahhüdü de veriyor: “Zorlu, topluma ve doğaya rağmen tek taraflı kararlar almayacağını bu çalışma ile başlatarak kamuoyuna beyan etmiştir. Yatırımının (çevresel ve sosyal) etki alanını sadece teknik bir mühendislik projesinin etkileri olarak değil, ulusal politikalardan başlayarak yerelde yaşayan insanın kaygılarına kadar geniş bir perspektifte belirleme isteğini bu çalışma ile başlatarak göstermiştir”. Rapor, insan merkezli bakış açısının egemen olduğu bir sektörden duymaya alışık olmadığımız bir şekilde, doğa merkezli bakış açısına da göz kırpıyor. Ekosistemlerin, doğal yaşamı olduğu kadar, toplumun yaşam alışkanlıklarını da şekillendirdiğine vurgu yapılıyor.

Zorlu Doğal Elektrik Üretimi A.Ş. İkizdere HES için 78 MW’lık (megavat) bir lisansa sahip. İşletmedeki kapasite ise 18,6 MW. Hukuki açıdan kapasite arttırımı için önlerinde bir engel yok ama yapılan değerlendirmeler ‘yeşil ışık’ yakmamış olacak ki bekliyorlar.  Sonrasını veya şirketin diğer yatırımlarını ayrıntılarıyla bilemem ama bu örneğe bakarak Türkiye’de olmayan, yapılmayan bir işin yapıldığını söyleyebilirim. Gezi’den sonra bu ve benzeri çalışmalara daha çok ihtiyaç duyulacağı ortada. Türkiye ve dünya değişiyor, ezberleri bozmanın vaktidir.

Kelebek etkisi

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Temmuz 2013

Foto: E. A. Gürbüz
Avrupa’nın 19 ülkesinde 17 farklı kelebek türü uzun yıllardır takip ediliyor. Sayıları not alınıyor. Son araştırmalar gözlem altındaki kelebeklerin sayısının geçen 21 yılda yüzde 50 oranında azaldığını tespit etti. Avrupa Çevre Ajansı’nın yayımladığı araştırma çayır ve meralarda görülen kelebeklere odaklanmış. 17 farklı kelebek türünün sekizinin sayısı azalmış. İki türün nüfusu aynı kalmış, sadece bir türde artış tespit edilmiş. Kalan altı türün durumu belirsiz. Kelebek yemediğimize (henüz) göre sorun yok diye düşünebilirsiniz ama bu bir hata olur. Tehlike çanları çalıyor.

Rapora göre kelebeklerin yok olmasının en büyük nedeni değişen tarım toplumu. Kelebekler geleneksel tarımın yapıldığı yerleri seviyor. Buralarda biyoçeşitlilik zengin, tek bir tür yerine onlarcası var. Çiftçiler ise tercihlerini endüstriyel tarımdan yana yapıyor. Geleneksel tarım yapanlara sistem fazla şans tanımıyor. Avrupa’da çayır ve mera kelebeklerinin sevdiği arazilerde yoğun tarım uygulamalarının artması, tek tip ürünlerin yetiştirilmesi biyoçeşitliliği azaltıyor, kelebek nüfusunu da. Bir başka neden de insanların sulak alanları ve dağları terk etmeleri. İnsanların terk ettiği bu alanlarda otların boyu yükseliyor, bakımsız bahçeler çoğalıyor ve küçük çalılarla doluyor. Kısacası, köylülerin kentlere göç etmesi kelebekleri de etkiliyor.
 
KELEBEKLER NE İŞE YARAR?
Gözümüze hoş geldiği için biz öyle düşünebiliriz ama kelebeklerin doğada var olma nedeni dekoratif amaçlı değil. Onların da ekolojik dengenin korunması için üstlendiği görevler var. Polenleri yaymak, yaprak bitlerini ve çürümüş meyveleri yemek gibi. Çürümüş meyvelerden koparılan parçalar onların doğada daha kolay çözülmelerini sağlıyor. Kertenkeleden kuşlara, yarasalardan yılanlara kadar birçok hayvanın kelebeklerle beslendiğini de unutmamak lazım. Bir de kelebek etkisi dediğimiz bir şey var…
 
Kelebek etkisi daha çok ‘kaos teorisi’yle ilgili ama ekolojide de sıkça kullanılır. Yaşam döngüsünün bir bütün olduğunu, halkanın en ufak parçasının zarar görmesinin sistemin bütününü etkileyeceğine işaret eder. Ormanlar olmazsa kuşlar, balık olmazsa yunus, yunus olmazsa deniz olmaz. Kelebekler doğanın en hassas türlerinden biridir. Kelebekler yok oluyorsa doğa bilimciler bunu tehlikeli bir işaret olarak algılar çünkü bu, başka türlerin de tehdit altında olduğunun işaretidir. İnsan nüfusunun yarısının 21 yılda yok olduğunu bir düşünün. Şimdi soralım, tehlikenin farkında mıyız?

MİLLİ PARKA HES OLUR MU?
Aklı başında insanlar tarafından yönetilen ülkelerde milli parklara ağaç, çiçek, kuş ve benzeri börtü böcek görmeye gidilir. Biz ise milli parka maden, baraj, inşaat görmeye gidiyoruz. Çok fena kalkınan bir ülkenin çocuklarıyız ne de olsa. Milli değerlerimiz çimento, kürek ve dozer oldu. Bir de ayran var. Çimento sevmeyeni öldürür, kürekten kaçanı döver, dozerin önüne yatanı da ezer geçeriz. Bu kapsamda yürütülen, “milli parkların millileştirilmesi” projesi sürüyor. Sıra geldi Türkiye’nin kelebeklerine.

Son durak Antalya’nın Kemer İlçesi’ndeki Beydağları Sahil Milli Parkı. Milli Park’taki Kesme Boğazı’nda HES yapımı gündemde. Burası Kemer Orkidesi ve Safranı gibi nadir bulunan 32'si endemik, 111 bitki türüne ev sahipliği yapan bir bölge. Ege Yenilenebilir Enerji A.Ş. adlı şirket burada 2 MW gücünde bir hidroelektrik santrali kurmak istiyor. Küçük bir santral için yıllardır korunan milli park feda edilecek. Kimse burada üretilecek elektriğe ihtiyacımız var mı diye sormuyor. Hükümet durmadan artan elektrik talebinden bahsediyor ama yaptıkları talep tahminleri durmadan yanılıyor. Türkiye’de enerjide plansızlık ve kontrolsüzlüğün bedelini doğa ve bizler ödüyoruz.

ÇÖZÜM ÇOK
İkinci olasılığı da düşünelim. Diyelim ki bu baraja ihtiyacımız var. Bu santralin üreteceği elektrik bir tek rüzgar türbiniyle üretilebilir. Küçük barajlardan elektrik üretmenin maliyeti 2-16, rüzgardan üretmenin maliyeti 5-16 dolar sent arasında. Bir üçüncü yol daha var ki benim en sevdiğim; enerjiyi akıllı kullanmak, tasarruf yapmak. Bu baraj yılda 5 milyon kilovatsaat civarında elektrik üretecek. Tükettiğimiz elektriğin 52 binde biri kadar. Geceleri boşa yanan neon ışıklarının veya bina aydınlatmalarının bazılarını kapatsanız yeter. İşte bu yüzden Türkiye’de enerji politikalarının yetersiz olduğunu, iyi yönetilmediğini durmadan söylüyoruz. İyi bir şeyler yapılsa onları da yazacağız.

Belirtmekte fayda var, milli parklara yenilenebilir enerji santrallerinin kurulmasının önünü Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti açtı. 2010 yılında 5346 numaralı kanuna koydukları bir ek fıkrayla (Ek fıkra: 29/12/2010-6094/5 md.) milli parklara bakanlık onayıyla yenilenebilir enerji santrali yapılmasının önü açıldı. Çevrecinin daniskası başbakanımızın başında olduğu hükümetten bahsediyorum. Hani, her yere fidan dikenlerden. Anladınız siz onu.

Parfümler için hayvanları öldürmeyin

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Temmuz 2013

Avrupa’da kozmetik ürünlerin hayvanlar üzerinde denenmesi yasak Türkiye’de değil ama işin vicdan tarafına bakarsanız Türkiye önde. Türkiye’de deneme işi bizzat bu kozmetik ürünlerini kullanan hayvan türü, insanlar üzerinde de yapılıyormuş. Kısaca bizde ayrım yok, herkes kobay. Bu durumda etik açıdan Avrupa’nın önünde olduğumuzu söyleyebiliriz.

Türkiye’nin bu başarısından kazara, Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun 325 kozmetik ürününü denetlemesi sonucunda haber aldık. İnsanların da denekler arasında olduğunu böylece öğrendik. Denetlenen 325 ürünün 20 tanesinde küf ve maya sayısı ile mikrop miktarı kabul edilebilir değerlerin üzerinde çıktı. Bebek şampuanından sabuna, gül suyundan salyangoz kremine kadar birçok kozmetik ürünü sağlığa zararlı. İçlerinden bir tanesinin adı bitkisel, doğal mangolu şampuan; orjinali haliyle İngilizce. Bizim memlekette doğal olana natural demek makbul. Görüldüğü gibi bazı havalı kelimeleri İngilizce yan yana sıralamak o ürünü yeşil ürün yapmaya yetmiyor.  

TÜRKİYE DE YASAKLAMALI
Piyasada satılan kozmetik ürünlerinin sağlığa zararlı olması üzücü ve ürkütücü ama insanlar için bir anlamda uyarı niteliğinde. Bu haber, hayvanların çektiklerini anlamak için bir duygusal bağ kurmanıza yarayabilir. İnsanların kullandığı kozmetik ürünler birçok ülkede hayvanlar üzerinde deneniyor; ilaçlar da öyle. Avrupa Birliği(AB) bir adım attı. Bitmiş kozmetik ürünlerin hayvanlar üzerinde denenmesini 11 Eylül 2004’te yasakladı. Bu ürünlerin içeriğinin hayvanlar üzerinde denemesine 11 Mart 2009’da, hayvanlar üzerinde denenmiş her türlü kozmetik ürünün satışına da 11 Temmuz 2013’te son verdi. Artık Avrupa’da, hazırlanışı sırasında veya sonrasında hayvan canı almış bir kozmetik ürünü satın alma şansınız yok. Avrupa bundan sonra çözümü laboratuvar deneylerinde arayacak. Hayvansız deney yöntemlerinin geliştirilmesi için de 2007- 2011 arasında 238 milyon avroluk bir fon kullandırıldı. Türkiye’de de benzer bir yasak hemen devreye girmeli yoksa bu firmaların deney hayvanlarıyla ülkemizi üs edinmeleri söz konusu olabilir. Bir anlamda, eski teknoloji transferine maruz kalabiliriz.

Avrupa kozmetikte deney yasağıyla ABD, Çin gibi milyonlarca tüketiciye sahip diğer ülkelerin yapamadığını başarmış oldu. Yine de tablo iç açıcı değil. Avrupa Birliği’ndeki yasak bazı istisnai durumlar dışında kozmetik ürünlerinin hayvanlar üzerinde denetlenmesini yasaklıyor ancak deterjan gibi birçok kimyasal ürün için benzer bir yasak yok. Avrupa’da her yıl 12 milyon hayvan deneylerde kullanılıyor. Kozmetikte deney yasağı 12 milyon hayvandan sadece 2 bininin hayatını kurtaracak. Hayvan hakları savunucuları bu durumdan memnun değil ancak kozmetikteki yasağın yeni deney yöntemlerinin bulunmasına yarayacağını düşünüyor.  Tıbbi ilaçlar konusunda hayvan deneylerinden başka yöntemlere geçmek o kadar kolay olmayacak. İlaç sektöründeki dev şirketleri ikna etmek kolay değil ama “bu daha başlangıç” diyelim.

KONTROL DEVLETTE
Türkiye’de hayvanlar üzerinde deney meselesi, Hayvan Deneyleri Merkezi Etik Kurulu’nun (HADMEK) sorumluluğunda. Kurul’un 18 üyesi var, 10’u bakanlıklardan geliyor. Bir de yerel kurullar (HADYEK) var. Genelde üniversitelerin bünyesinde kuruluyor. Yerelde HADYEK yoksa orada hayvan deneyi yapmak mümkün değil. Hayvanlar üzerinde deney yapacaklar HADYEK’ten izin almak zorunda. Bu kurullarda da sivil toplumun temsili merkezdeki denetim birimi gibi azınlıkta. Amaç, hayvanlar üzerinde yapılacak tüm işlemlerin etik yönden kabul edilebilir sınırlarını belirlemek. Bu hayvanların ölmemesi anlamına gelmiyor tabi. Türkiye’de fare, sıçan, tavşan, kobay, dağ sıçanı (golden hamster), köpek, kedi, bıldırcın ve insan türü dışındaki primatlar deney hayvanı olabiliyor. Sokak hayvanlarının deney hayvanı olması yasak ama denetlemeler ne kadar iyi orası şüpheli. Hayvanların başına gelenleri daha iyi anlamak için yerel etik kurulların çalışma ilkelerinden birkaç maddeyi yazmakta fayda var.

Madde 14- C: Ağır acı, stres ya da buna denk eziyet veren deneylerde bir hayvanın bir defadan fazla kullanılmamasını sağlamak.

Madde 14-İ: Deney hayvanlarına gereksiz acı ve ağrı verecek deneylerin uygun bir anestezi yöntemi uygulanmasını ve araştırmalarda uygun ağrı kesici ve anestezi kullanılmasını sağlamak.

Kozmetik ürünler alırken hayvanlar üzerinde denenmemiş olanlarını seçmek sizin elinizde. İlaç firmalarını yöntem değiştirmeye zorlamak da. Bundan sonrası sizin vicdanınıza kalmış. Devrim sadece sokakta değil zihinde, evde, mahallede kısaca her yerde gerçekleşecek. HES’leri görüp ahlayıp vahlayanların elektrik tüketimini azaltma konusunda hiç çaba göstermemesi, hayvanları sevdiğini söyleyenlerin parfümlerine veda edememesi, falanca yemek için kilometrelerce yol yapılması hep içimizdeki bu yaman çelişkiyi gösteriyor. Çelişkiler azaldıkça başka bir dünya özlemi de azalacak.

TRT payı yenilenebilir enerjiye ayrılsın

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Temmuz 2013

Türkiye’de toplanan vergilerin yüzde 70’e yakını dolaylı vergi. Kazanandan vergi toplayamayan hükümet faturayı halka çıkarıyor. Petrolden, cep telefonundan, köprü ve otoyollardan topladığı dolaylı vergilerle bütçeyi denkleştirmeye çalışıyor. Bakan Mehmet Şimşek’in itirafıyla, deprem vergisi diye alınan paralarla “duble yol” yapıldığı ortaya çıkınca işin aslı daha iyi anlaşılmıştı. 2012’de petrolden elde edilen dolaylı vergiler 50 milyar TL’den fazla. Bu paralar kim bilir nerelerde harcanıyor? Doğru dürüst vergi toplanmadığı için herkesin mecburen tükettiği ve kayıt altına alınabilen harcamalardan alınan vergiler yüksek tutuluyor. Akaryakıt, cep telefonu, doğalgaz, zorunlu sigortalar, ÖTV, otoyol ve köprü ücretleri ve harçlar devletin ayıbını örtmek için kullandığı araçlar. Halbuki vergiyi kazanandan alsalar, akaryakıttan alınan vergiler azalacak, dolayısıyla otobüs biletinin ücreti düşecek. Cep telefonuyla konuşmak bu kadar pahalı olmayacak. Bu birinci sorunumuz. Kazananın ödemediği vergi başkalarından tahsil ediliyor. Vergi adaleti yerlerde sürünüyor.

İkinci sorunumuz ise toplanan vergilerin harcanmasıyla ilgili. Vergilerinizin nerede harcanacağına dair tek söz söyleyemiyorsunuz. Toplanan vergiler herkese hizmet veren kamusal yatırımlara gitse sorun yok ama öyle örnekler var ki insanı çıldırtacak cinsten. Sünni Müslüman olmayanların vergisinin diyanet bütçesine aktarılması, camilere ücretsiz elektrik verilmesi, ödediğiniz elektrik faturalarından TRT’nin masraflarının karşılanması gibi. Evet, dağıtım şirketleri elektrik enerjisi satış bedelinin yüzde ikisini faturalara yansıtıp, topladıkları parayı TRT’ye aktarıyor. Az buz değil, 2012 yılında elektrik faturalarından alınan TRT payı 660 milyon TL’den fazla. Hükümetin resmi propaganda aracı gibi çalışan bir kanala ben neden vergilerimle destek oluyorum? TRT’yle elektrik tüketiminin ne ilgisi var?

Enerji Bakanı Taner Yıldız geçenlerde TRT payının kaldırılma ihtimalinden bahsetti ama bu mesele artık yılan hikayesine döndü. Çoğumuz elektrik faturamıza üstünkörü bakıyoruz, belki de o nedenle ses çıkaran çok az. Önerim bu payın kaldırılması yerine yenilenebilir enerji yatırımlarına veya enerji verimliliğine aktarılması. Almanya’da benzer bir uygulama var. Tüketilen her kilovatsaat elektrik başına 5,27 avro sent (13 kuruş) alınıyor ve bu para rüzgar, güneş, jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına aktarılıyor. Bizde de TRT payı, aynı şekilde kullanılabilir. Bugün 100 liralık elektrik faturası ödeyen herkesten yaklaşık 12-13 kuruş TRT için kesiliyor. Miktar Almanya’yla kıyaslanamayacak kadar az ama ödediğimiz verginin doğru yere gitmesi anlamında örnek olabilir. Binasına yalıtım yapmak isteyenlere verilecek düşük faizli kredilere kaynak olabilir, güneş veya rüzgar enerjisine verilen alım garantisine eklenebilir. Böyle yapılırsa en azında elektrik için verilen para elektriğe gider. Bugünkü sistemde kömür ve nükleer gibi kirli kaynakların önünde hiçbir caydırıcı yaptırım olmadığı için yenilenebilir enerji kaynakları haksız rekabetle karşı karşıya kalıyor. Çevreyi kirletmemeye çalıştıkları için adeta cezalandırılıyorlar. Dillerden düşürülmeyen serbest piyasa bile enerji piyasası söz konusu olunca bir ucube aslında.

TURİSTİK MADEN
Elektrik faturalarından TRT’nin çıkması bu ülkenin tek garipliği değil. Orman ve Su İşleri Bakanlığı Çanakkale’de doğa turizmi potansiyelini ortaya koymak için bir “master” plan hazırladı. Bu plana Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği itiraz etti. Doğa turizmini öne çıkarması beklenen master planda ne ararsanız var. Çanakkale’nin termik santral potansiyeli, altın ve gümüş madenleri iyi bir şeymiş, sanki turizmle ilgiliymiş gibi raporda yer almış. Sadece durum değerlendirmesi yapsa iyi ancak raporda, “maden potansiyelinin geliştirilmesi, yeni yatakların ortaya çıkarılabilmesi” gibi turizmi baltalayacak cümleler de var. Kaz Dağları’nın talan edilmesine seyirci kalan Orman Bakanlığı’na bağlı, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü Çanakkale Şubesi, madenlerin doğa turizmini etkileme olasılığından bahsetmemiş. Turizm görmeyeli çok değişti herhalde. Turistler deniz yerine kömür madenine girip, altın madenlerinin siyanürlü havuzlarında yüzüyorsa iş başka. Termik santrallerin kül dağlarından hediyelik eşya yapmayı da öğrendik mi köşeyi döndük!

NÜKLEER SANTRAL TURİST KAÇIRIR
Raporun kaynak analizi bölümünde enerji santrallerinin ısınma ve yemek pişirme için önemine de değinilmiş ve aynen şu cümleye yer verilmiş: “Her ne kadar resmi standartlara göre planlansa ve tehlike içermese de turistler nükleer santrallerin yakınında konaklamamaktadır”. Bunu Akdeniz’e ve Karadeniz’in en bakir kıyılarından Sinop’a nükleer santral kurmak isteyen hükümete bağlı bir bakanlık söylüyor. Yıllardır bu konuda uyarı yapanları yalanlayan hükümet şimdi ne yapacak? Sizi penguen belgeseli de kurtaramaz artık. Gel de gülme acınacak halimize.

Kiraz bulamıyorsanız kömür yiyin

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Temmuz 2013

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bundan iki yıl önce Türkiye’nin İklim Değişikliği Eylem Planı’nı (İDEP) açıkladı. O gün bugündür “iklim değişikliğini durdurmak için ne yapıyorsunuz” diye sorduğumuzda hükümet bize bu belgeyi gösteriyor, ne yaptığımız ve yapacağımız orada yazıyor diyor. İklim konusunda Türkiye’nin ne yapacağını gösteren tek resmi belgede, her sektör için çeşitli eylemler belirlenmiş. Enerji’de şunu, ulaşımda bunu yapacağız deniyor. İşin garibi, yazılı onlarca eylemden bir tanesi bile küresel ısınmaya yol açan seragazı emisyonlarını şu kadar indireceğiz demiyor! Planın seragazı azaltım hedefinin olmaması, dostlar alışverişte görsün mantığıyla hazırlandığını zaten gösteriyordu. Geçtiğimiz hafta, Tüketiciyi ve İklimi Koruma Derneği’nin (Tüvik-Der), eylem planının ilk iki yılını değerlendiren yeni raporuyla bu defa detaylarıyla kral çıplak dendi.

Tüvik-Der’in işaret ettiği, plandaki “garip” eylemlerden bir tanesi şöyle diyor: “Kapalı sistem sulama yatırımlarının, gerekli ve uygun yerlerde ulusal ve uluslararası kaynaklarla planlanmasına devam edilmesi”. Süregelen bir işe devam edilmesi nasıl oluyor da yeni bir eylem kabul ediliyor, pek anlaşılır değil. Bir başka örnek. Eylem Planı kamu binalarında enerji verimliliğini arttırmak için enerji yöneticisi atanmasını öneriyor. İyi de, bu “eylem” 2008 yılında yayımlanan bir yönetmelikte zaten belirtilmişti. 2011’de İklim Eylem Planı’na da eklenerek adeta sayfa doldurulmuş.

Daha bitmedi. Enerji sektörü iklim değişikliğini körükleyen bir numaralı sektör. Kömür de bir numaralı düşman. Bakın bizim eylem planında bu büyük tehlikeye karşı nasıl önlem alınmış. Enerji bölümünün 3.1. maddesinde, “Yeni kurulacak santrallerde yerli linyitleri kullanacak temiz kömür teknolojileri kriterlerinin belirlenmesi ve uygulamayı özendirici tedbirlerin alınması” öngörülüyor. Çivi çiviyi söker derler, kömür kömürü de söker mi acaba? İklim değişikliğinin bir numaralı nedeni kömürü daha çok kullanarak iklim değişikliğinin nasıl durduracağız? Türkiye’nin iklim mücadelesi böyle tarihi hamlelerle dolu. Türkiye, Çerçeve Anlaşması’na imza attığında da, seragazı emisyonlarını ABD’den ve birçok Avrupa ülkesinden daha fazla arttırdığı için övünen bir basın açıklaması yayımlamıştı. Daha fazla seragazı çıkarmayı bir başarı sanmışlardı.

EYLEM PLANI YALAN OLDU
İşin daha da kötüsü, hükümet bile kendi icraatı olan eylem planını ciddiye almıyor. İDEP’te yer alan bir başka eylem maddesinde, 2014 yılına kadar mevcut kömür santrallerinde temiz teknoloji kullanımından bahsediliyor. Oysa yakın zaman önce değiştirilen Elektrik Piyasası Kanunu’ndaki geçici 8. madde, bu santrallere çevre yükümlülüklerinden muafiyet getirmişti. Kanun, özelleştirilmesi planlanan EÜAŞ’ın elindeki santrallerin çevre mevzuatına uyumuna yönelik yatırımların gerçekleştirilmesi ve çevre mevzuatı açısından gerekli izinlerin tamamlanması amacıyla 31 Aralık 2018’e süre tanımıştı. Böylece en basit filtreleri bile 20 yıldır takmayan bu santrallere ceza bile kesilemez hâle gelindi. Bu sürenin üç yıl kadar uzatılması da Bakanlar Kurulu’nun iki dudağı arasında. Böylece hükümet, kendi hazırladığı İklim Eylem Planı’nı da delmiş oldu. Temiz teknoloji kullanımı planda var ama hiçbir zorunluluk yok. Her şey şirketlerin keyfine bırakıldı.

***
KÖMÜR DEĞİL KİRAZ
Tutarsızlık iklim konusuyla sınırlı değil. Bursa’nın Keles ilçesine yapılmak istenen termik santral de bu zihniyetin son marifeti. İlçede geçim tarım ve hayvancılıkla sağlanıyor, çilek ve özellikle de kiraz üretimi yöre halkı için çok önemli. Köylüler hallerinden şikayetçi değil ama “devlet baba” Keles’teki kömür yataklarının kirazdan, çilekten, etten ve sütten daha önemli olduğuna karar verip oraya termik santral yapılması için ihaleye çıktı. Rödevans ihalesini Çelikler Madencilik şirketi kazandı. Santral 13 bin hektarlık bir alan kaplayacak ve Harmanalanı ile Kozaağaç vadilerine yapılacak. Kurulu gücü de 270 MW olacak. Köylü isyanda. 4 Temmuz’daki halkı bilgilendirme toplantısı protestolar nedeniyle yapılamadı. Köylü, Çevre Etki Değerlendirme raporuna imza atan heyete kiraz fırlattı. “Kömür değil kiraz” dedi. Bu ülkeyi yönetenlerin halkın taleplerine verdikleri yanıtlar efsane olacak nitelikte. Park isteyene AVM, kiraz isteyene kömür öneriyorlar. Tarım arazilerini santrallere, toplu konutlara, otoyollara feda ediyorlar. Bir gün bize, “kiraz bulamıyorsanız kömür yiyin” derlerse kimse şaşırmasın.

Bu santralin üreteceği elektrik miktarını güneşle, rüzgarla ya da enerji tasarrufuyla karşılayabiliriz. Güneş enerjisiyle bir kıyaslama yapalım. Keles’e yapılmak istenen santralden üretilecek elektrik miktarı yaklaşık 1 milyar kilovatsaat olacak. Enerji Bakanlığı’nın kabul ettiği güneş enerjisi potansiyeli bunun 380 katı. Tarlaları ziyan etmeye de gerek yok. Otoparkların, çatıların üstüne paneller konulabilir. Hükümet adım atmazsa bir sonraki toplantıda yetkililere kiraz yerine güneş paneli atılabilir, haberiniz olsun. Güneş paneli kirazdan ağırdır.       

Energy or Turkey: Which one will be consumed first?

Özgür Gürbüz-Perspectives/July 2013 

For an ecologist, Turkey’s growth strategy shows some very alarming numbers. Producers looking for markets will be pleased with an economic mobility fed by consumption and Turkey’s domestic demand, but those who see the growth in Turkey in a positive light are ignoring the fact that in Turkey, audits and legal processes go unmanaged, sustainable development is given lip service but never acted upon, individuals’ ideas and suggestions fall on deaf ears, and social costs go unheeded. There are fresh offerings to the god of growth every day: rivers, forests, clean air, and human beings. Workers are killed at construction sites, rivers are blocked by dams, shorelines and forests are distorted by construction. Ecologists and supporters of market-focus growth might not be of the same mind most of the time, but both groups converge on one crucial point: Are there enough sources of energy to support Turkey’s economic growth?  Or, as posed by an environmentalist: Will the effects of this growth impact natural assets at an acceptable level or not?  In order to answer this question, it is important first to look at Turkey’s current energy situation, and then to look at the estimated demands in growth and energy

Dependence on external energy sources
Turkey imports over 70% of its energy.*1 One of the economic targets of the Justice and Development Party (Adalet ve Kalkınma Partisi, or AKP) when they came into power was a major increase in growth. But the AKP also wants to lessen Turkey’s dependency on external sources for its domestic energy needs. The AKP’s desired increase in economic growth has only been partially successful. In 2002 when they came to power, Turkey depended on foreign sources for 69% of domestic energy needs; by 2010, this rate had increased to 73%. Turkey is dependent on foreign sources for 98% of its natural gas and 92% of its petrol. New domestic explorations are underway to make Turkey less dependent on foreign petrol sources, but there hasn’t been any noteworthy activity to manage domestic demand. On the contrary, policies supporting the construction of new highways, bridges, and private vehicle ownership only promote petrol consumption. Turkey is decreasing its use of natural gas in generating power and promoting the use of imported coal and nuclear energy over imported natural gas. But the use of natural gas in private households is widespread, and inadequate insulation in newly constructed housing only serves to fuel the demand. In 2012, Turkey imported a record high of 43 billion m³ of natural gas, up from 17 billion m³ in 2002. Even Deloitte’s modest estimate indicated that by 2017 Turkey will import 50 to 60 billion m³ of natural gas per year.*2
Reducing dependence on imported resources besides natural gas is essential, especially reducing the state’s reliance on imported coal. In Turkey, 44% of domestic lignite pits are already being used to generate power.*3 The Ministry is planning to harness the entire potential of domestic coal to power the economy by 2023.*4 The ironic fact of the matter, however, is that according to the Electricity Energy Market and Supply Security Strategy Paper published in 2009, many natural resources –not just coal– will be entirely consumed by the year 2023. Nevertheless, the Paper outlines the following targets: 

• Full use of hydroelectric potential, technically and economically, for generating electricity by 2023.
• Increase of wind power installed capacity to 20,000 megawatts by 2023.
• Maximized use of Turkey’s 600-megawatt geothermal electricity generation potential.
• All of which will result in the reduction of the ratio of natural gas used in the total generation of power to 30%. (As of April 2012, natural gas comprised 47.1% of total power generation.*5)

This strategic paper does not mention any specific targets for solar energy or energy efficiency - both of which would have been important in decreasing dependence on imported energy- and coal, another imported resource, is given the green light. The same government that plans to counteract its dependency on imported energy by constructing a hydroelectric plant on every river in the country also approves of imported coal; this ‘‘strategic’’ paper might not be so strategic after all. The paper is also unable to answer the pressing question of how Turkey will be able to shift to fully imported energy after the year 2023 when all of its domestic resources have been consumed. If over the next decade the increasing demand for energy does not slow, and if Turkey has indeed consumed all its domestic resources by utilizing the full potential of its domestic coal and hydroelectric energy sources by 2023 as planned, then it seems likely that Turkey is headed for an energy gap. As it is, the government is adamant that the demand for energy and growth will not slow.

The Target: To consume all domestic resources in the next ten years
Turkey’s primary energy demand is predicted to increase by 90% and reach 218 billion TOE (tons of oil equivalent) by 2023, up from around 115 million TOE in 2011. In 2011, plans had the share of natural gas in primary energy being reduced from 32% to 23%; coal, at a 31% share of primary energy, is set to increase to 37%. According to the Ministry, in 2023 the percentage of nuclear energy will rise to a 4% share of primary energy, up from zero. Interestingly, hydroelectric (currently 4%) and other renewable energy resources (currently 6%) are not set to change at all, as is the case with petrol (2011: 27%; 2023, projected: 26%.)  Even if this paper’s targets are met and all the hydroelectric potential is tapped, it will not effect a proportional change because overall demand will have doubled. Obviously, the ‘‘strategic plan’’ is not interested in any radical moves towards sustainability in Turkey. By 2023, a full 90% of Turkey’s primary energy demands will be generated by non-renewable resources: coal, oil, and nuclear. This figure includes the Ministry of Energy’s planned use of half of the nation’s wind energy potential (48,000 megawatts*6) and the energy generated by the hydroelectric plants constructed on almost every river in Turkey. The government’s own data suggests that Turkey’s economic growth cannot be sustained by domestic resources alone; almost all the ‘‘domestic resources approved by the government’’ will be consumed within ten years.

Leaving aside environmental problems that will be caused by the combustion of coal, oil, and nuclear energy for the moment, the strategic plan doesn’t even provide any notable progress in making Turkey less dependent on foreign energy sources. Almost all of the nuclear energy, oil, and natural gas that will form 53% of 2023’s primary energy generation will have to be imported. It is also important to note that the nuclear fuel providers and operators of the planned nuclear plants will be foreign companies. In addition, not all of the coal used in coal’s 37% share of total generation will be domestic. In 2011, 10% of electric energy generated by coal-burning power plants was generated with imported coal. New, planned coal-burning power plants will add to the power generated by existing power plants to generate even more electricity from coal in 2023. Today, power plants running on imported coal with a total capacity of 6,000 megawatts are in the process of review and evaluation from the Energy Market Regulatory Board in anticipation of receiving their licenses. Taking into account the imported coal and natural gas power plants that have applied for licensing, we can calculate that Turkey’s foreign energy dependency is currently around 70% and that it will not change much by 2023, despite the fact that the entire potential of domestic coal and hydroelectrics will be generating energy. 

The constantly increasing energy demand
We have briefly summarized the energy aspect of the government’s strategic targets and have discovered that the results of such a strategy would not create a solid energy future for Turkey. There is a close relationship between energy and growth. In an economy, the measure of growth is defined as the increase in the production of goods and services. The production of more goods and the providing of more services go hand in hand with increased energy consumption. It is important to remember that the consumption of energy itself supports growth. But, at the same time, there are consequences and damage caused by the energy that is considered the fuel for growth. Mines and energy power plants cause irreversible damage to the environment and increase Turkey’s contribution to global climate change. Since 1990, greenhouse gases emitted by Turkey have increased 124%; Turkey’s emissions rate of 5.7 tons per capita is above global average.*7 Even ignoring environmental issues, we are still faced with questions: Can Turkey’s energy resources support Turkey’s anticipated growth? How much, and in what ways does Turkey want to grow?  The answer to this question is also the answer to the first; how much Turkey wants to grow determines if Turkey’s energy resources will be sufficient or not.

Turkey’s 8.8% economic growth in 2011 is used as an example to other nations struggling with economic crises, but it is still a country where the quality and sustainability of growth is in dispute. Here the word sustainability has two meanings. The first includes an evaluation on an environmental basis, which is often neglected in Turkey. The second describes the consciousness of growth. Let’s look at the second definition of sustainability first. Turkey has been growing for 13 successive quarters.*8 Growth rates year-to-year have varied, but overall there is definite growth. The global economic crisis did not cause a serious financial bottleneck in the economy of Turkey, but it has caused zigzags on growth charts. After the economic crisis of 2001, the economy of Turkey slowed to a growth rate of 5.7%, and only crawled up to 6.2% in 2002. Record growth over this 12-year period was in 2004 with 9.4% growth. In 2008, after a dip, there was hardly any progress with a recorded 0.06% growth, followed by recession at -4.8% in 2009. After that year’s recession there were two years of booming growth, which again slowed in 2012 to 2.2% growth. Every 7 or 8 years, the economy of Turkey seems to suffer a financial bottleneck due to internal and external factors. Although its growth is often compared to China’s, growth in Turkey is not growing exponentially like it is in China. Turkey’s growth is marked by fits and starts, but shows an overall increasing trend. 

At first glance, it seems that demand for energy grows in parallel with an increase in growth. In 2000-2011, economic growth increased 4.36% overall, and the demand for electrical power increased 5.6%. In 2004, 2005, and 2010, we saw the opposite trend: As growth registered, respectively, 9.3%, 8.4%, and 9.2%, the rise in the consumption of electricity remained 6.2%, 7.1%, and 7.8%, respectively. In 2007, when growth was 4.7%, demand for electric power increased by 8.8%. The following year, Turkey’s economic growth was not substantial (0.7%) but the demand for electricity rose by 4.2%. Instead of insisting on a correlation, it seems wiser to talk about a “lack of control.”  Not only does this observation reject the idea that there is a general increase in the demand for electricity, but it also highlights the fact that it is difficult to use and illusionary to expect domestic growth rates to estimate energy or electricity demand. An examination of electrical power demand shows us how these estimates are misleading.

In 2005, the Turkish Electricity Transmission Company (Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi, abbreviated as TEİAŞ) estimated that energy demand in 2001 would be 262 billion kilowatts per hour. However, in 2011, Turkey’s electrical demand remained steady at 230 billion kilowatts per hour. TEİAŞ’s 2005 estimate was off the mark by 12%. Some might say that with such a vibrant electric market, it is difficult to predict even six years into the future, and that 12% is an acceptable rate of error. But there is another example: According to its high-demand scenario, TEİAŞ’s October 2010 capacity report estimated that that year’s electrical demands would stay just below 220 billion kilowatts per hour, a forecasted annual increase of 5%. However, the actual annual increase was 9%. Obviously, the issue is not only the accurate estimate of electrical demand for the future, but for the present. If demand is not managed in Turkey, then we will be forced to continue attempting to solve the energy problem based on policies of supply. Without access to unlimited energy resources, this will inevitably cause difficulties in the financial and political arenas.

The Ministry of Energy and Natural Resources’ estimates point to a continuous increase in already high rates of energy demands. Both TEİAŞ scenarios insist on continuing with the same operational scheme despite the miscalculations from the previous years. In the scenario where the demand for electricity is low, the annual average increase is expected to be 6.5%; in the high-demand scenario, the average expected increase rises to 7.5%. This means that in 2020, the gross demand will be between 400 and 433 billion kilowatts per hour. Considering that consumption in 2012 was around 240 kilowatts per hour, those figures would indicate a significant increase in demand over the next eight years. The Ministry may not give such things as solar energy or energy performance much consideration, but not everyone is of the same mind. Necdet Pamir, Chairman of the Energy Commission of the opposition Republican People’s Party (Cumhuriyet Halk Partisi, or CHP) believes that Turkey has the potential to generate enough power even for the high-demand scenario: "Last year Turkey consumed 241 billion kilowatts per hour of electricity. The fact is, our resources are at a level capable of meeting an average of 7% growth. We have a potential 100 billion kilowatts per hour from hydroelectric power plants, 12 billion kilowatts per hour from wind energy, 16 billion kilowatts per hour from geothermal energy and 380 billion kilowatts per hour from solar power. There are also 116 billion kilowatts per hour from lignite and 35 billion m³ from biogas. So in total there are resources adding up to over 700 billion kilowatts per hour. This is surely far over our consumption of 241 billion kilowatts per hour".*9

But the picture Pamir paints doesn’t make environmentalists happy, either. For many environmentalists in Turkey, the use of coal and hydroelectric power plants crosses a red line. The important issue is how to solve the energy problem without depleting all potential energy sources. This can only be achieved through questioning energy performance and demand. The so-called necessity for growth that pushes Turkey to consume more energy itself needs to be discussed. There should be specifications for which energy-intensive industries should be active and which should not be allowed to operate or be capped.       
              
The Ministry of Energy and Natural Resources estimates point to an ever-increasing high demand for energy. This is not a position that is particular to the government; often, it misguides those –like investors– who don’t know Turkey in great detail. These estimates are the expression of a desire; they do not actually reflect the indication that energy demand will increase. Supporters of classical financial theories for Turkey’s sustained growth are dreaming of great increases in the per capita GDP. Executives in the energy sector who believe in the probability of increased demand have prepared their own scenarios based on continuous demand. Perhaps both sides have the wrong idea; neither has considered using energy more efficiently and more sustainably through a low-rate increase or even decreasing energy demand. Neither has considered an economy composed of using less energy to attain the same per capita GDP goals instead of relying solely on the idea of an economy composed of energy-intense sectors manufacturing products with higher added value. Turkey’s demand estimates have not –at least no yet– reflected this idea. Germany, for example, produced 100 units of per capita GDP by consuming 100 units of energy in 1990; in 2010, it produced 131 units of per capita GDP by consuming 94 units of energy. The efficient use of energy has a great role in this achievement.*10

Turkey has a lot of work to do in energy efficiency. In order to achieve an increase of €1000 per capita GDP, Turkey must consume an equivalent of 233 kilograms of petrol. The same economic growth is achieved with the equivalent of 147 kilograms in Greece, 80 in Switzerland, 141 in Germany, 123 in Italy, and 92 in Ireland.*11 Put in different terms, Turkey consumes 2 to 3 times more energy than many countries in Europe to produce the same product or to provide the same service. Even more disheartening, while the rest of the world is trying to find new ways to use energy more efficiently, Turkey has shown no development in this regard since 1990. In that year, Turkey consumed 242 kilograms of petrol to add €1000 to the per capita GDP. In European countries whose economies are similar to Turkey’s, there has been a marked change towards using energy in a more intelligent manner; Turkey has not followed suit. 

The secret to producing more with less energy lies in the choices made in transportation, production, housing, and industry. When more efficient machinery is used, when buildings are insulated and public transportation is developed, the demand for energy decreases, thus allowing for demand management. If we can manage the demand and use of energy in an efficient way, there may be no need to construct the many power plants that are currently underway, and economic growth could be realized while consuming less energy. 

Consumption as the source of growth in Turkey
We know that domestic demand contributes greatly to growth in Turkey, so it is not surprising that the present government would be encouraging a population boom.*12 If individual consumption decreases, growth comes to a halt. An increase in population contributes to growth through the corresponding increase in demand for consumer goods and services. Despite its current population of 75 million, the government of the Republic of Turkey is preparing a stimulus package for families with multiple children. There is more reason for the government to act now because of the anticipated decrease in population after 2050. 

According to 2013 statistics, the average number of children per woman in Turkey is two. If the downward trend continues, Turkey’s population is expected to reach 84.24 million in 2023. The population will peak at 93 million in 2050 before it begins to dip. In 2023, the elderly (65 years and older) population is expected to reach 8.3 million, or 10% of the total population. In 2075, the elderly population will constitute an estimated 27% of the total.*13 Perhaps Prime Minister Erdoğan’s assertion that families should have at least three children has as its foundation in the fact that the elderly population will not be able to sustain domestic demand. Erdoğan should not be concerned about the 2075 proportion of the elderly to the total population, whose percentages are comparable to current rates in Europe. On the contrary, he should be worried that the Turkish economy - without any structural change - will be dependent on domestic demand for growth even 60 years from today. In many European countries - Sweden, Portugal, the United Kingdom, Austria, and Finland, for example - the elderly already constitutes 27% of the total population.*14 Turkey’s booming construction industry, and its activated commerce and transport sectors might well be the reasons behind the government’s support of families with many children, but ecologically it is not sustainable as a comparison between Turkey’s biological capacity and its ecological footprint will tell us. In Turkey, the ecological footprint of per person consumption is 2.7 global hectares; that is over 50% of the global biological capacity. In other words, if everyone in the world consumed as much as a citizen of Turkey, we would need 1.5 planets. The most striking data from “Turkey’s Ecological Footprint,” a report compiled by the WWF and the Global Footprint Network, is as follows: Despite the stability of the Ecological Footprint per capita in Turkey, the footprint of consumption has increased 150% in total. The main reason for this increase is the great population increase that occurred from 1961 to 2007.*15
 
Considering that the individual consumption rate hasn’t changed over the long term and that consumption increased with the population increase (although those born in the 2000s tend to consume more than those born in the 1960s) it is understandable why families in Turkey –a country where consumption means growth– need to have more children to sustain it. But understanding alone will surely not help Turkey reduce ecological damage.

Other data presented in the report is even more important. In the 1990s, Turkey was able to keep its ecological footprint and its biological capacity in line, but since 2002 its ecological footprint has been growing rapidly and since 2006 its biological capacity has been decreasing.*16 We must evaluate the realization of the AKP’s growth policies since their rise to power in 2002 with the subsequent increase in Turkey’s ecological footprint as well as the decrease in its biological capacity; Turkey’s growth policies aren’t only increasing energy consumption; they are laying the foundations for ecological problems.

The very idea that this growth policy and the excessive energy consumption that goes with it can be supported by domestic resources alone must be called into question. Although it is possible to have a balanced economy with only imported energy, like South Korea, it wouldn’t be possible without exporting a large quantity of higher added value products. There is another way for Turkey and for other countries. Rather than trying to meet limitless consumption with limited resources, Turkey could limit its consumption and allow the manufacture of primary products or put caps on the arms industry.

One might find this too radical as a suggestion. However, global temperatures could go up 1.5-2.5 degrees Celsius, causing the extinction of various species of plants and animals. Now let’s ask ourselves again: Is it really radical to suggest that we control the use of resources expended on the production of luxury automobiles and combat aircrafts?

Footnotes
*1.         In the 2010-2014 Strategic Plan of the Ministry of Energy and Natural Resources of the Republic of Turkey this rate is announced as 73%, p: 22.
*2.         Turkey’s Natural Gas Market: Expectations and Developments 2012, Deloitte, p: 18.
*3.         Strategic Plan of the Ministry of Energy and Natural Resources of the Republic of Turkey, 2010-2014: p: 24.
*4.         Ministry of Energy and Natural Resources of the Republic of Turkey Annual Budget Presentation for 2013, p: 70.
*5.         Ministry of Energy and Natural Resources of the Republic of Turkey, An Outlook on Energy in Turkey and in the World Presentation, transparency 19.
*6.         This data was last viewed on May 12, 2013 at http://www.enerji.gov.tr/index.php?dil=tr&sf=webpages&b=ruzgar&bn=231&hn=&nm=384 &id=40696. 48,000 mw indicates the installed capacity of units constructed in regions with winds of over 7 m/s.
*7.         TÜİK, Inventory of the Emission of Greenhouse Gases, 1990-2011.
*8.         This data was last viewed on May 12, 2013 at http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1329715-turkiye-2012de--2-2-buyudu.
*9.         “We have the energy potential to meet seven per cent growth,” Dünya Newspaper. This data was last viewed on May 12, 2013 at http://www.dunya.com/yuzde-7-buyumeyi-karsilayacak-enerji-potansiyeline-sahibiz-187752h-p2.htm .
*10.      Climate Protection and Growth, Federal Ministry for the Environment, Nature Conservation and Nuclear Safety, p: 13.
*11.      Eurostat data for 2010, May 21, 2013.
*12.      Growth and Structural Problems in the Economy of Turkey, BETAM Research Notes, edited by Prof. Dr. Seyfettin Gürsel.
*13.      TÜİK, Population Projections 2013-2075, February 14, 2013.
*14.      Eurostat, Projected Old-Age Dependency Ratio.
*15.      Turkey’s Ecological Footprint, WWF Turkey and the Global Footprint Network, p: 7.
*16.  Turkey’s Ecological Footprint, WWF Turkey and the Global Footprint Network, diagram 9.