Nükleer enerjiye neden hayır?

Fukuşima kazasından önce de nükleer enerjinin tehlikeli olduğunu söylüyorduk. Çernobil benzeri bir kazanın her an başka bir ülkede gerçekleşebileceğini anlatmaya çalışıyorduk. Sanıyorum 2005 yılıydı, Referans gazetesinde çalışıyordum ve bir arkadaşımla nükleer enerji üzerine konuşuyorduk. Bana büyük bir nükleer kaza olma olasılığı en yüksek ülkenin hangisi olduğunu sorduğunda ona hiç tereddütsüz, Japonya yanıtını vermiştim. Çünkü Japonya'dan çok sık kaza haberleri geliyordu. Medya genelde bu küçük kaza ve sızıntı haberlerini önemsemez, insan ölmedikçe haber yapmaz. Halbuki bunlar izlenmesi gereken işaretlerdir, güvenlik önlemlerinin zaaflarını gösterir.

O günlerde kaza tehlikesini abarttığımızı söyleyenler, nükleer enerjinin pahalı olduğunu da inkar ediyordu. Şimdi her şey ortada. Nükleer enerjinin pahalı, çevreye zararlı ve tehlikeli bir seçenek olduğunu verilerle, güncel örneklerle anlatmaya devam ediyoruz. Sunumum, nükleer enerjinin dünyadaki son durumu, nükleer enerjinin ekonomisi, nükleersiz bir Türkiye'nin seçenekleri ve tabi sizin sorularınızdan oluşan soru-cevap bölümünden oluşacak.

Merak edenler için bu seferki adres Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi. 22 Eylül 2012, saat 14:00. Katılım ücretsiz ve herkese açık.

Sensin alternatif!

2011 sonunda Almanya’da güneşten üretilen elektriğin miktarı 18,5 milyar kilovatsaate ulaştı. Kabaca söylersek Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 8'ine bedel bir üretimi evlerin çatılarına konan panellerle güneş enerjisi santrallerinden yaptılar.

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Eylül 2012 

Almanya’da güneş enerjisini elektriğe çeviren fotovoltaik panellerin kurulu gücü 30 bin megavatı geçti. Bu cümlenin Türkçe mealini de yazalım. Türkiye’deki tüm elektrik üreten enerji santrallerinin toplam kurulu gücü 55 bin megavat civarında. Bunun sadece “6” megavatı fotovoltaik. Almanya’da ise sadece fotovoltaik dediğimiz güneşten gelen ışınları elektrik enerjisine çeviren santrallerin kurulu gücü 30 bin. Almanya'da, Türkiye'deki tüm barajların, termik santrallerin yarısı kadar güneş enerjisi var. Aynı kurulu güce sahip farkı tipteki santraller aynı miktarda elektrik üretmez ama bu 30 binlik kapasite gerçekten de çok ciddi bir rakam.

İspanya'da bir güneş santrali. Foto: O. Gurbuz
Almanya’da güneş var mı? Alanya’daki Almanya kökenli turistlere sorarsanız yok. En azından bizdeki kadar uzun süreli ve kuvvetli değil, o yüzden tatile buraya geliyorlar. İş güneş enerjisinden elektrik üretmeyi görmeye gelince ise sizin Almanya’ya gitmeniz gerekiyor. Halbuki tam tersi olmalı. Türkiye’nin en az güneş alan bölgesi Karadeniz’de güneşlenme süresi yılda 1971 saat. Almanya’nın en iyi güneşlenme sürelerine sahip bölgelerinde bu rakam aşağı yukarı Karadeniz'le aynı, 1900 saat civarında. Türkiye‘nin en güneşli bölgeleri Güneydoğu Anadolu ile Akdeniz. Buralarda 2 bin 900 saatlere varan güneşlenme süreleri var. Nem oranından, panellerin konumuna kadar birçok etken elektrik üretimini etkilese de, kaba bir hesapla söylersek, Almanya’da koyduğunuz güneş panelinin aynısını Antalya‘ya koysanız 1,5 kat fazla elektrik üretmeniz mümkün. Özetlersek, petrol ve doğalgaz fakiri Türkiye, iş güneş enerjisine gelince çok şanslı. Bu potansiyeli ciddiye aldığımız ise söylenemez. Gazetelerde “kıytırık” bir petrol rezervi bulunduğunda “köşeyi döndük” cinsinden haberler yapılıyor ama çok ciddi güneş enerjisi potansiyeline sahip Türkiye'de birçok kişi güneşin kıymetinin farkında bile değil.

Peki, bu güneş potansiyelini kullanıyor muyuz? Tabi ki hayır. Hükümet, adını da koyalım, Adalet ve Kalkınma Partisi, güneş enerjisinin önünü açacak düzenlemeleri yapmakta işi ağırdan alıyor. Nükleere, kömüre gelince iki günde yasa çıkaranlar, güneş enerjisi söz konusu olunca nasıl işi kolaylaştırırız diye değil, nasıl şu güneşin yolunu tıkarız diye kafa yoruyor. Art niyet aramıyorum; hâşâ! Memlekette güneş bol, başımıza güneş geçti kanaatindeyim.

ELEKTRİĞİN YÜZDE 4'Ü GÜNEŞTEN
2011 itibariyle Almanya’da 24 bin 800 megavatlık (MWp) güneş paneli kuruluydu. 2012 bitmeden bu rakama 6 bin megavat daha eklediler. Bu ilk değil. 2011’de 7 bin 500, 2010’da ise 7 bin 400 megavat gücünde güneş panelini elektrik üretim kapasitelerine eklemişlerdi. 2011 sonunda Almanya’da güneşten üretilen elektriğin miktarı 18,5 milyar kilovatsaate ulaştı. Yine kabaca söylersek Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 8’ine bedel bir üretimi evlerin çatılarına konan panellerle güneş enerjisi santrallerinden yaptılar. Geride ne nükleer atık, ne de kesilmiş bir ağaç bıraktılar. Bu yıl sonunda Almanya’nın elektrik üretimin tahminen yüzde 4’ü güneşten sağlanacak. 2020 tahmini ise yüzde 10. Sadece Almanya değil, İtalya'da elektriğin yüzde 4'ü, tüm Avrupa'da ise yüzde 2'si güneşten üretiliyor.

TEMİZ ENERJİ 381 BİN KİŞİYE İŞ SAĞLADI
2011 sonunda ülkede üretilen elektrik miktarının yüzde 20’si yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlandı. Rüzgar enerjisi yüzde 8 ile başı çekiyor. Onu yüzde 6 ile biyokütle ve yüzde 3’lük paylarla hidroelektrik ve güneş izliyor. 2011’de tam 381 bin 600 kişi yenilenebilir enerji sektöründe iş sahibiydi. Bundan 11 yıl önce 100 bin kişiden bahsediyorduk.

Güneşe hasret Almanya’da bunların olması, güneş ülkesi Türkiye’de ise güneş enerjisinden üretilen elektrik miktarının istatistiklere bile girmemesi bir rastlantı değil. Almanya’da halk bastırdı, kömüre ve nükleere hayır dedi. Fukuşima tuz biber oldu. Merkel hükümeti kaza sonrası ülkedeki tüm santrallerin kapatılması kararını almak zorunda kaldı. Ülkedeki sekiz reaktör hemen kapatıldı, kalan dokuz reaktör de 2022’ye kadar kapatılacak. Uzun yıllar önce verilen teknoloji destekleri, güneşten üretilen elektriğe verilen alım garantileri bugünleri hazırladı. Türkiye’de ise 2005 yılında çıkarılan kanunda verilen alım garantisi güneş enerjisinin maliyetlerini karşılamaktan uzaktı. Daha sonra revize edilen ve şu anda yürürlükte olan kanunda bu rakam kilovatsaat başına 13,3 dolar sente çıkarıldı. Alım garantisinin süresi ise 10 yıl. Radyoaktif  atıklardan felaket boyutundaki kazalara kadar onlarca tehlikesi bulunan ve dışa bağımlı bir kaynak olan nükleere verilen alım garantisi ise 12,35 dolar sent. Süre de 15 yıl. Nükleerde inşaata bugün başlansa ilk reaktör 2020’de devreye girecek. Ortalık bugünkü fiyatlarla 8 yıl sonra devreye girecek nükleerin fiyatlarını kıyaslayan milletvekilleri, bürokratlar veya akademisyenlerle dolu. O tarihe kadar güneş enerjisinin maliyeti daha da düşecek, nükleerinki ise son yıllardaki eğilim devam ederse daha da artacak. Almanya’da evinizin çatısına güneş paneli monte etmenin bedeli Almanya’da son üç yılda yarı yarıya düştü. Bu gidişle her geçen gün güneşten daha ucuza elektrik üretmek mümkün olacak.

Bugün güneşe pahalı diyenler (kaldıysa) bu basit hesabı bile yapmıyor. Sosyal maliyetleri hesaba katmadan, dünyadaki gelişmeleri takip etmeden “güneş pahalı” deyip geçiştiriyorlar. Hep söylüyorum, şu insanoğlu bir garip. Güneşe “alternatif enerji” adını takmış. Bazı çevreci arkadaşlar bile bu terminolojiyi kullanıyor. Bugün hayatta olmalarını sağlayan, kemiklerinin gelişiminden yedikleri tüm besinlere kadar her şeyin, yaşamın kaynağı güneşe alternatif, nükleere veya kömüre asıl enerji kaynağı diyenlere yukarıda özetlediğim veriler ışığında bir çift sözüm var: Sensin alternatif! 

***
22 Eylül 14:30'da İstanbul Makina Mühendisleri Odası'nda “Nükleere Neden Hayır” başlıklı bir sunum yapacağım, tüm BirGün okurları davetlidir.

Büyükşehir neden pet şişede su satıyor?

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Eylül 2012

İnsanlar, kendi sonunu getireceğini bilmesine rağmen dünyadaki diğer canlı türlerini ve doğal kaynakları sınır tanımadan yok eden tek canlı olmalı. Belki de Matrix filmindeki Ajan Smith'in insan ırkı için söyledikleri doğruydu. Smith, insanları sınıflandırmaya çalışırken bizim aslında memeli olmadığımızı fark ettiğini söylemişti. Memelilerin çevreleriyle uyum içinde yaşadığını ama insanların çevresindekileri yok ettiğini, bu yüzden de insanların memeli değil virüs olarak sınıflandırılması gerektiğini öne sürmüştü. Bunu, insanoğlunun diğer canlılara oranla daha zeki olduğuna bağlamaya çalışanlar olabilir. Onlarla tartışmaya hiç niyetim yok. Hayal dünyasının kapıları herkese açık. Ne yazık ki dünyanın durumu insanların “zeki” olduğu savını çürütecek örneklerle dolu. Rakamlar, insanların bu “üstün” zekaları sayesinde dünyayı nasıl yok ettiklerini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Doğanın Korunması İçin Uluslararası Birlik (IUCN) tarafından açıklanan rakamlara göre değerlendirilmiş 52 bin 490 memeli türünün bin 142 tanesinin soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya, yani yüzde 21’i. Balıklarda bu oran yüzde 32, bilinen 4 bin 443 balık türünün bin 414’ü yok olma tehlikesi altında. Çiçek veren bitkilerde ise soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olanların oranı yüzde 73’ü buluyor. İnsanların fosil yakıt tüketimi (petrol, gaz, kömür) nedeniyle meydana gelen küresel iklim değişikliği, aşırı tüketim ve daha birçok nedenden ötürü binlerce bitki ve hayvan türü yok oluyor. “Zeki” olduğu öne sürülen insanlar ise arıların yok olması halinde yiyecek bulmakta zorlanacaklarını, ağaçlar olmadığında temiz hava soluyamayacaklarını veya denizlerde balıklar kalmayınca aç kalabileceklerini düşünmek bile istemiyor. Dilediği kadar balık avlamak, canlıların yaşam alanlarına binalar dikmek, denizleri betonla doldurmak, çayırlardan otoyollar geçirmek, kısaca keyfini bozmadan yaşamak istiyor. Öte yandan doğanın bozulmamasını, denizlerin kirlenmemesini, balıkların bitmemesini, etlerini yediği hayvanların sağlıklı olmasını talep ediyor. Öyle bir zekâ var ki şu insanoğlunda, kirlenmemiş denizlerde yüzmek istiyor ama o denize çöplerini boşaltıp, sahilde pet şişelerini bırakmanın bu isteğiyle çeliştiğini fark etmiyor. Pet şişe demişken…

DEPOZİTO ŞART
Türkiye’de damacana suların ne kadar temiz olduğu tartışmaları medyada saman alevi gibi parladı ve söndü. Aslında damacanalarla ilgili sorulacak soru çok. Öncelikle bu kadar suyun nereden geldiğini merak etmeliyiz. Zeki bir insan bence böyle yapar. Suyun geldiği yerde ne kadar daha su olduğunu, kaynak suyu çıkarma izni verilen firmaların çıkardığı kaynak suyu miktarının verilen izinlerdeki rakamlarla örtüşüp örtüşmediğini de sormalıyız. Ve bu kaynak sularının ne kadar süre boyunca bize yeteceğini sorgulamalıyız. Öyle ya, 40 yıl sonra bu sular bitecekse şimdiden önlem almak zorundayız. Sorulacak soru çok ama bir de şu damacana su-pet şişe meselesine değinmek lazım. Worldwatch Enstitüsü’nün “Önemli İşaretler” (Vital Signs) adlı raporunda dünyada yaklaşık 200 milyar litre şişe suyu tüketildiği belirtiliyor. En çok şişelenmiş su tüketen ülkeler ABD, Meksika ve Çin. Dünyadaki şişelenmiş su tüketimin yüzde 30’una sahip Avrupa’da ise Almanya, İtalya, İspanya ve Fransa başı çekiyor. Şişelenmiş su kullanımı, insanın çevre bilincinin “zekadan” çok siyaset ve eğitimle farklılaştığını gösteren iyi bir örnek çünkü her ülkede farklılıklar gösteriyor. ABD’de tek kullanımlık pet şişeler toplam şişelenmiş su tüketiminin yüzde 60’ını oluştururken, Almanya’da neredeyse tüm şişelenmiş su geri dönüştürülebilir cam şişelerde satılıyor. Bunun tek nedeni Almanya’da teneke kutu ve geri dönüştürülemeyen şişelere konulan yüksek depozito oranları. Smith haklı olsa bile hâlâ umut var. İnsan memeliden çok bir virüse benziyor ama bu virüsün kontrol altında tutulabilme şansı var; belki de tek umudumuz bu.

Plastik meşrubat şişelerinin depozitolu olduğu günleri anımsıyorum. Kimse erinmiyor, o şişeleri bakkala geri götürüyordu. Depozito kalktı, çevre kaygısı yok denecek kadar azaldı ve şimdi her yerde pet şişeler var. Plajlar, ormanlar, sokaklar pet şişelerle doldu. İşte bu yüzden damacana tartışması gibi birçok tartışma Türkiye'de hep eksik kalıyor. Damacanaların ne kadar temiz olduğunu sorgulamak tabi ki kötü değil ama her gün sokağa atılan binlerce plastik şişeyi bir gün olsun gündeme getirmemek en basitinden kötü gazetecilik örneği. ABD'de 2008'de yapılan bir araştırmada benzer sonuçlar elde edilmiş, şişelenmiş sularda dezenfeksiyon sırasında çıkan yan ürünlere, ilaç ve gübre kalıntılarına rastlanmıştı.

BÜYÜKŞEHİR MUSLUK SUYU SATSIN
Aslında çözüm herkesin bildiği gibi musluk suyu kullanmakta. İngiltere’de, İsveç’te insanlar nasıl musluktan su içebiliyorsa biz de gönül rahatlığıyla içebilmeliyiz. Sadece sağlık yönünden değil enerji kullanımı açısından da musluk suyu kullanmak önemli. ABD’de musluk suyu yerine şişe suyu tercih etmek 2 bin kat daha fazla enerji tüketimine neden oluyor. Musluk suyunu filtrelemek de enerji tüketimi açısından daha çevreci. San Francisco ve New York'ta bazı lüks restaurantlar filtre kullanmaya başlamış, Seattle ve San Francisco belediyeleri ise kendi adlarına şişe suyu almayı bırakmışlar. Hedef bu olmalı. Ben İstanbul'da musluk sularının temiz olduğunu düşünenlerdenim. Yemek ve çay suyunu musluktan kullanıyorum. Büyükşehir Belediyesi de böyle düşünüyor, suyun apartmanlara ulaştığında kirlendiğini söylüyor. Öyleyse harekete geçmesi ve belediyeye ait tüm tesislerde şişe suyu satışını yasaklaması güzel bir girişim olmaz mı? Yoksa belediyenin halka açık tesislerine gelen su da mı kirli? Bakalım Büyükşehir musluk suyu kullanımında halka öncülük edecek mi yoksa sadece “suyumuz temiz” deyip duracak mı?

Genetiği değiştirilmiş medya ve yazarları

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Eylül 2012

Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) konusu gündemde ancak sorun yeni değil. GDO’ları savunan cephe yıllardır Türkiye pazarına girmek için uğraşıyor. GDO’lu hayvan yemi ithalatına izin verilmesiyle kapıyı araladılar. Gıda amaçlı GDO ürünlerinin ithalatı gerçekleşseydi, GDO’lu tohum ekimine giden yolda engel kalmayacaktı. Neyse ki, hem Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker hem de bazı üreticiler sağduyulu davrandı ve Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu 29 adet GDO’lu ürünün ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu’na yapığı başvuruyu geri çekti.

GDO karşıtları ve sofrasındaki yiyeceğin güvenli olup olmadığından emin olmak isteyen halk bir nefes aldı ama bu fırtınadan önceki sessizlik. Türkiye gıda pazarı çok uluslu şirketlerin kolay kolay vazgeçemeyeceği kadar büyük kârlar vaat ediyor. Tartışma sürecek ve her iki taraf da kamuoyu yaratmak amacıyla medyayı kullanmaya çalışacak, oyunun kuralı bu. Türkiye pazarının peşindeki şirketlerin sermayeyi ellerinde tutmaları ve reklam veren konumunda olmaları nedeniyle avantajlı oldukları söylenebilir. Etik değil ama alıştırıldığımız bir durum. Halkın bu koşullarda tek güvencesi “düzenleyici” rolü biçilen devlet ve onun akıl hocası olması gereken bilim. Bu iki odağın (devlet ve bilimin), sermayenin parasal ve dolayısıyla politik gücünden etkilenmemesi gerekiyor. Tam da bu noktada hem bilimin hem de medyanın kendilerini nasıl tarif ettikleri, üzerlerine düşen rolü ne kadar iyi kavradıkları bir başka sorun.

Hürriyet Gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın GDO’yu öven yazıları, işte yukarıda belirttiğim bu soruna işaret ediyor. Berkan, GDO’ların zararlı olduğu savının aynen cep telefonu veya evimizde kullandığımız kablosuz internet bağlantısının kansere yol açtığı inancı gibi henüz ispatlanmamış olduğunu söylüyor. Hem cep telefonlarının hem de GDO’ların insan sağlığına zarar verdiğini ispatlayan onlarca çalışma olduğunu belirteyim ama Berkan’ın asıl hatası bu değil. Berkan,“…bu telefonların hizmete girdiği son 20 yıl içinde beyin kanseri oranlarında anlamlı bir artış olmadığı da ortada. 20 yıl kısa bir süre değil ama bu dediğim bu kanıt hiçbir zaman bulunmayacak anlamına da gelmez; bakarsın bir gün elektro manyetik dalgaların bazı kanserlere yol açtığı gerçekten kanıtlanabilir” diyor. İşte asıl sorun bu yanlış düşünme tarzını doğruymuş gibi yazabilmekte.

Bu satırları, arada sırada da olsa bilimle ilgili yazılar yazan birinin yazması ise durumu daha da vahimleştiriyor. İhtiyatlılık ilkesini hiçe sayan bu duruş, tam da şirketlerin hayalini kurduğu bir gazeteci duruşu olmalı. Bu ülkede, gazetecilerin “haktan ve halktan yana olma tavrı” elbirliğiyle “tu kaka” ilan edileli çok oluyor. Şimdi aynı senaryo bilim insanları için devrede. Bu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla 25 Eylül 2011 tarihinde BirGün’deki bu köşede bakın neler yazmıştık:

Bilimin en önemli ilkelerinden biri, “ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak isteniyor. İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir kararı yoksa bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.

İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”.

Böylesine uzun bir hatırlatma için özür dilerim ama İsmet Berkan’ın bilerek ya da bilmeyerek düştüğü tuzak bu. 20 yıl sonra falanca şirketin, “ürettiğimiz cep telefonları kanser yapıyormuş, özür dileriz” demenin kaç hayata mal olacağını iyi düşünmek lazım. İnsan veya diğer canlıların hayatı, üzerine bahis koyup kumar oynayacağınız bir şey değil. Çok merak ediyorum, bu görüşü savunanlar insanların şirketler için kobay olarak kullanıldıklarının farkında mı? Açık ve net olan şu: GDO’ya karşı çıkanların, genetiği değiştirilmiş ürünlerin zararlı olduğunu kanıtlama yükümlülüğü yok tam tersine GDO’yu savunanların GDO’ların asırlar boyunca canlılar için bir tehlike içermediğini bilimsel olarak ispatlama zorunluluğu var. Doğada var olmayanı doğaya monte etmeye çalışan onlar. Bence, doktorlar için “Hipokrat yemini” neyse bilim insanları için “ihtiyatlılık ilkesi” de odur. Sadece ben böyle düşünmüyorum tabi. Avrupa Birliği 2000 yılında ihtiyatlılık ilkesini benimsemiş ve çevre korumasında izlenmesi gereken bir yol olarak kabul etmiştir. İlgilenenler Lizbon Antlaşması’nın 191. maddesine bakabilir.

Bilimin tersyüz edilmesi çabaları nedeniyle sorulması gereken asıl soru da gözden kaçıyor. GDO’lar olmazsa aç mı kalacağız? Tabi ki hayır. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek var. Bunu, kimi zaman GDO lehine açıklamalar yapan FAO ( Dünya Gıda Örgütü) bile söylüyor . Dünyada herkese yetecek gıda var ama herkesin o gıdaları alacak parası yok. Sorun burada. Şirketlerin derdi ise başka. Genetiğini değiştirdikleri her tohumu, fabrikadan çıkarılmış bir ürün gibi patentini alarak tüm haklarına sahip olmaya çalışıyorlar. Asıl mesele bu çünkü gıda tüketicilerin muhtaç olduğu bir ürün ve her gelir grubunun zorunlu tüketim ürünleri asında yer alıyor.

Ne gariptir ki, bugün doğal olanı savunanlar neden doğalı savunduklarını açıklamakla suçlanılıyor. Medya da bu garipliğe işaret edeceğine, kâr peşinde koşan şirketlerin yoluna ışık tutuyor. Genetiği değiştirilmiş organizmaların bir yan etkisi de genetiği değiştirilmiş gazeteciler yaratması olabilir mi acaba?

Kara Ağaç ile Uzun Ağaç'ın hikayesi

Kara ağaçlar güneşi görmedikleri için, uzun ağaçlar da susuz kaldıklarından kuruyup gittiler. Geriye bu iki ağaç kaldı. Köylüler der ki, bu iki ağaç konuşmuş; birbirleriyle anlaşmış. Suyu da güneşi de paylaşmışlar.

 Özgür Gürbüz-BirGün/26 Ağustos 2012

Güneşin terlettiği, yol boyunca uzanan evlerin seyrekleştiği bir yerdeydik. Yol kenarlarında artık pek sık görülmeyen çeşmelerden birinin başında durduk. Çeşmenin hemen ardında koca bir kayalık, çeşme ile kayalığın arasında ise çeşmeye bitişik birbirine hiç benzemeyen iki ağaç vardı. Biri kara ve kısa, kalın gövdeli; diğeri daha uzun, ince ve kavağa benzer bir şeydi. Uzun olanın gövdesi beyaza çalıyordu; yapraklarını göğe doğru uzatmıştı. Arkadaki kayalık, çeşmeye düşen güneşi tutuyordu. Su bu yüzden soğuktu. Kayalığın sol yanından sızan güneş, uzun ağacın gövdesine vuruyor ama kısa ve kara olanın üzerine düşmüyordu. Kara ağaç biraz yana yatmasa güneş yapraklarına bile değmeden geçip gidecekti. Güneş ışınlarına yaklaşan dalları zevkten yemyeşildi. Yanındaki ağacın tersine yapraklarını etrafına doğru açmış, adeta sabah erkenden kalkıp yatağında gerinen bir insanın ellerini açması gibi uzatabildiği kadar uzatmıştı. Kara ağacın gövdesinde, güneş görmeyen yerlerde pek yaprak yoktu. Uzun Ağaç yapraklarını yukarı kaldırmasa belki de Kara Ağaç  güneşi hiç göremeyecek, kuruyup gidecekti.

Kara Ağaç güneşi görmekte zorlanıyordu ama su sıkıntısı çekmiyordu. Çeşmenin musluğu tam kapanmıyordu. Taşan su bayır aşağı akıyor, sağındaki kara ağacın köklerinin üzerinden geçip yolun kenarından süzülerek yine daha dik bir yokuşun akışına kendini bırakıveriyordu. Uzun Ağaç'ın gövdesi belki de susuzluktan olsa gerek incecikti. Kuvvetli bir rüzgar çıksa, “çıt” diye kırılacak bir dal gibiydi. Kökleri ise tam tersi. Zayıf bir insanın ellerindeki damarlar gibi belirgindi. Toprağın üzerine çıkmış bir tanesi, o dar çeşmenin ardından dolanıp Kara Ağaç'ın köklerinin hemen altından yeniden toprağa giriyordu. Belli ki suya koşuyordu.

Kara Ağaç'ın dalları Uzun Ağaç'ı sarmalamıştı. Uzun Ağaç dallarını yukarıya değil de yana uzatsa, Kara Ağaç'a güneşe uzanacak yer kalmayacaktı. Kara Ağaç da kuvvetliydi, dipten giden köklerini şöyle biraz yukarı kaldırsa Uzun Ağaç'ın suya erişen kökünü toprağın dışına itmesi hiç zor olmazdı. Tüm su Kara Ağaç'ın olurdu.

Ağaçlara uzun uzadıya baktığımı gören otobüsteki yaşlı bir yolcu, “Eskiden bu çeşmenin ardı ağaçlarla doluydu, küçük bir orman gibiydi burası, bir uzunu bir kısası yan yanaydı” dedi. Sesin geldiği yere döndüm. Belli ki oralıydı, kılığı kıyafeti öyle diyordu. “Ne oldu onlara, insanlar mı kesti” diye sordum. “Yok, ağaçlar birbirleriyle savaştı, birbirlerini yok ettiler” diye yanıtladı. Şöyle bir baktım, “inanmıyorsun” değil mi diye sordu. “Ağaç ağacı yok eder mi amca” dedim ardından da kibarca güldüm; o da güldü. “Bizden öğrendiler” dedi ve devam etti:

“Öldürmek bir hastalık, insandan insana bulaşır. Virüsün  adı kin ve nefrettir. Her ölümden sonra onlarca virüs yayılır ortalığa. Aşılanmamışsan, ruhunu temizlememişsen sana da geçer. Öldürdüğünün aslında kendin olduğunu,içindeki insanlık olduğunu bir süre sonra fark etmezsin bile. Panzehiri sevmektir, affetmektir. Bu ağaçlar bu bölgede öyle zulümler, öyle nefretler gördüler ki bizlere benzediler. Bir gün kara olanları toplandı ve aralarında anlaştılar. Kökümüz derindedir, köklerimizle uzun ağaçlara yol vermezsek derindeki bütün su bizim olur, uzunların boyları kısalır, bize benzerler diye düşündüler. Orman fısıldar, fısıldaşır. Uzun ağaçlar da fısıltıları duyunca bir araya geldiler. Yukarı kaldırdığımız dalları aşağı indirip güneşin önüne perde koysak bu tembel kara ağaçlar güneşe ulaşmak için bizim gibi esner, gerinir, uzar; bizim dilimizden konuşur ve bize benzerler. Suyun önünde de engel kalmaz diye heveslendiler”.

“Sonra ne oldu” diye sordum. “Ne mi oldu” diye hafifçe gülümsedi. “Oğul” dedi elimi omzuma koydu ve devam etti: “Kara ağaçlar güneşi görmedikleri için, uzun ağaçlar da susuz kaldıklarından kuruyup gittiler. Geriye bu iki ağaç kaldı. Köylüler der ki, bu iki ağaç konuşmuş; birbirleriyle anlaşmış. Suyu da güneşi de paylaşmışlar. Biliyorum, bana ağaçlar konuşur mu diye soracaksın. Koca ormandan kala kala iki tane kalmışsan, işte o zaman konuşursun. Yalnız kalınca ağaç da olsan konuşursun, ot da olsan konuşursun ve anlaşırsın. Mesele kurumadan, yalnız kalmadan önce konuşmakta. Ardında nefret, ölüm kin dağları biriktirmeden yüz yüze gelmekte. Çeşmenin gerisine bir bak, o koca ormanın olduğu yer şimdi çorak bir toprak”.

Uzun Ağaç'la Kara Ağaç'ın aynı aileden olmadıkları aşikardı. Yapraklarının desenleri, gövdelerinin rengi ve hatta konuştukları dil bile farklıydı. Aynı rüzgar esiyordu ama yaprakları farklı farklı sallanıyordu. Biri güneşin diğeri suyun dilinden konuşuyordu. Buna rağmen birbirlerini anlıyor, aynı toprak üzerinde yaşamayı başarıyorlardı. Toplasan dört metrekare etmeyecek bir toprak üzerindeydiler, ikisine de yetiyordu. Farklıydılar ama özde aynıydılar. Elde avuçta ne varsa paylaştılar. Biri diğerine sen güneşsiz yap, diğeri ötekine susuz yaşa demedi. Biri diğerine dallarında yaprak bitireceksen aynı benimkilerden bitir diye emretmedi. Diğeri de ona benim dilimden konuş, benim dinimden dua et demedi. İkisi de o çeşme başında yaşamayı seçmemişlerdi; kim bilir hangi rüzgar atmıştı tohumlarını oraya. İkisi de çeşmenin sahibi olmaya çalışmadı, paylaşmayı denedi. Hiçbiri hak ettiğinden fazlasına göz koymadı, güneşe dalıyla, suya köküyle uzandı. Olmadığı yerde hak aramadı, hakkım var demedi, fazlasını istemedi ve diğerini aza mahkum etmedi. Kara Ağaç bir gün bile şu Uzun Ağaç ne garip şeydir demedi. Uzun Ağaç da Kara Ağaç için hiçbir gün aklından bir kötülük geçirmedi.

Yaşlı adam omzumu hafifçe sarstı, dalmıştım. “Birinin adı Mehmet, diğerinin ki Ciwan’dır” dedi”.

Beşiktaş'ın eksiği ne?

Özgür Gürbüz-BFSŞ/26 Ağustos 2012

Finansal sorunlar nedeniyle basketbol ve hentboldaki sportif başarıların konuşulmadığı bir yılı arkada bırakan Beşiktaş, futbolla birlikte hareketlenmeye başlayan yeni spor sezonuna adeta tüm branşlarda çoktan havlu atmış gibi başladı. Bu havanın yaratılmasında en büyük pay kuşkusuz kulübü çok zor bir duruma düşüren Yıldırım Demirören ve dönemin yöneticilerinin. Demirören sonrası sürecin de iyi yönetilmediği ortada. Bir analize ihtiyaç var ama bu yazı onu yapmayacak. Bu yazı sadece dün akşam oynanan Beşiktaş Galatasaray maçına ve Beşiktaş’ın eksikliklerine odaklanacak.
 
Ligde iki maçı geride bırakan futbol takımının hangi mevkilerde oyuncuya ihtiyaç olduğu dünkü maçtan sonra daha iyi görülmeye başladı. Beşiktaş’ın artık kangrenleşen kaleci sorununa bir çözüm şart. Allan McGregor bu açığı kapatır diye her Beşiktaşlı gibi ben de umuyorum ama bu durumda bile bir yedek kaleciye ihtiyaç var. Rüştü’yü çok arıyoruz ve bu yönetim de çok arayacak. Keşke Fikret Orman daha fazla gecikmeden Rüştü’den özür dilese ve kendisini oyuncu-kaleci antrenör olarak Beşiktaş’a geri çağırsa. Çok geç olmadan.
 
Defans hattında sorun yok
Beşiktaş’ın yıllardır sağ beki yok. Hilbert gerçekten iyi bir iş çıkarıyor ama onun asıl yeri orta saha, hatta sağ açık. Stuttgart’ın Bundesliga’yı şampiyon bitirdiği 2007 yılında Hilbert’in atılan 61 golün 7’sine imza attığını unutmamak lazım. Hilbert’i orta sahaya çıkaracak bir sağ bek önemli bir katkı olur ama kasada para yoksa bu transfer bekleyebilir ne de olsa önde Holosko var. Royston Drenthe haberi doğruysa ve bu oyuncu beklenen performansı ortaya koyabilirse Beşiktaş’ın sol kanadı için iyi şeyler söyleyebiliriz. İsmail savunma özelliklerini geliştirmek zorunda ama Uğur Boral ve Drenthe ile bu kanat için idare edecek bir formülün bulunacağını düşünüyorum. Orta sahanın solunda oynayabilecek Olcay ve Veli’yi de unutmamak lazım. Defansın ortası içinse bir şey yazmıyorum. Toraman, Escude, Sivok ve Adem Gülüm’den iyi bir ikili çıkacağını düşünüyorum.
 
Orta sahada geçtiğimiz yıldan kalan sorun devam ediyor. Bir de buna Ernst’in yokluğunda top kapıp o topları olumlu kullanacak oyuncu eksiği eklendi. Fernandes baskı altındayken oyun kuracak bir başka orta saha oyuncusuna ihtiyaç var. İbrahim Toraman’ı orta sahada kesici göreviyle oynatmak bence doğru değil. Onun yeri defansın ortası, tabi şu sinirli hareketlerine, hakeme bağırıp çağırmalara bir son verirse. Veli ve Necip’in de kazandıkları topları çok iyi kullanamadıkları ortada. İş Fernandes’in üzerine kalırsa Beşiktaş zorlanır, Fernandes de isyan eder. Muhammed Demirci ve Oğuzhan hakkında bir şey söylemek için çok erken. Ya onlar bu rolü üstlenecek ya da Beşiktaş Fernandes ayarında olmasa da ayağında top tutabilen bir oyuncuyu transfer edecek. Galatasaray maçında Beşiktaş’ın topa sahip olma istatistiği yüzde 42’ydi.
 
Batuhan çözüm olabilir mi?
Mustafa Pektemek’in sakatlığı hem herkesi üzdü hem de hücum hattına bir transferi gündeme getirdi. Almeida iyi bir hücum oyuncusu ama onun da sık sık sakatlandığı unutulmamalı. Hem hava toplarında hem son vuruşlarda iyi bir ikinci adam gerekiyor. Bobo gibi biri yani. İlk 11’de olmasa bile kulübede böyle birine ihtiyaç var.
 
Beşiktaş’ın bu yıl başarılı olması için takım içinde düzen kurması, herkesin üzerine düşeni yapması gerekiyor. Yukarıda yazdığımız transferler yapılırsa Beşiktaş “kesin şampiyon olur” diyemeyiz ancak takım oyunu oynamak için gereken, “her mevkinin o mevkinin oyuncusuyla doldurulması” şartı en azından yerine getirilmiş olur. Gordon Milne’in başarısının ardında da bu vardı. Yaratıcı oyuncu azdı ama oynadığı yerin sahibi oyuncu vardı.

Ayancık'ın aile albümü görücüye çıkıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Ağustos 2012

Eski günleri anlatmak için hatıraları ipe dizseler herhalde geçmişi yine en iyi fotoğraflar anlatır. Fotoğraf sadece size o anı göstermez, fotoğraftaki çiçeğe bakarsınız kokusu burnunuza gelir. Kulakları kasketinden dışarıya fırlamış adama bakarsınız, gözünden içeri girdiniz mi aklı sizinkini karıştırır. Biraz sabırlı olacaksınız, biraz da bakmasını bilecekseniz.

Tarabalar adlı fotoğraf sergisinden

Dijital çağda fotoğraf dediğimiz “çat kapı” gelen yakın arkadaş gibi bir şey. Bu fotoğrafı değersiz yapmıyor haliyle ama o şaraba benzeyen özelliğini de aratıyor. Sabah çekip, öğlen bilgisayarınızdan gönderdiğiniz fotoğraf hızla istediğiniz yere ulaşıyor ama biraz yeni havası var. Fotoğraf aynı aşk gibi, beklemedikçe, içinize çekmek, görmek için hasret çekmeyince duygudan da biraz yoksun oluyor. Kısacası, fotoğrafın beklemişi, başka zamandan gelip çıkmışı benim için daha makbul. Şimdi sizi haber edeceğim fotoğraf sergisi de bir başka zamanın, hatta söylemeye dilim varmıyor ama galiba “bir başka dünyanın insanlarının” fotoğraflarından oluşuyor. Serginin adı “Tarabalar”. Taraba tahtadan yapılmış çit demekmiş, Anadolu’da “daraba” diyen sanırım daha çok. Bu bir Ayancık sergisi; Sinop-Ayancık. Ayancık’ın doğal güzelliğini, denizini bilirdim ama bu kadar ilginç bir tarihi olduğunu 27 Ağustos’ta Ayancık’ta açılacak bu sergi sayesinde öğrendim.

Tarabalar adlı fotoğraf sergisinden
Sergide 1000’e yakın fotoblok olacak. Sergi Ayancıklıların fotoğraflarından oluşuyor. Yıllar önce piknikte dostlarla çekilmiş bir fotoğraf, delikanlıların fotoğraf stüdyosundaki pozları, Lokomotif üstünde bir adam, plajda hayatın keyfini çıkaran bir başkası veya Zingal Orman İşletmeleri’nde çalışan işçilerin bir görüntüsü. Fotoğrafların hepsi Ayancıklı ailelerin kendi arşivlerinden derlenmiş. Kiminin amcası orada kiminin sevdalısı. Fikir, fotoğraf sanatçısı Volkan Atılgan’ın. Ayancık’ta ailelerin ellerindeki eski fotoğrafları sosyal medyada sergileyeyim diye yola koyulmuş ama ilgiden ve fotoğrafların zenginliğinden daha sonra ortaya kocaman bir sergi çıkmış. 40’a yakın aileden 7 bin 500 fotoğraf toplamış Volkan Atılgan. Kendisi sergiyi sosyal-ekonomik ve politik bir dönüşüm belgeseli şeklinde tanımlıyor. “Salt fotoğraf sergisi demek bu yapıyı küçümsemek olur” diyor. Haksız da değil. Gördüğüm bir fotoğrafta pikniğe giden fötr şapkalı, iç yelekli ellerinde 2-3 farklı enstrüman tutan beyefendiler gördüm. Baktığım belki de bundan 60-70 yıl öncesinin fotoğrafı. İnsan şaşırıyor ve merak ediyor. Bu Ayancık nasıl bir yermiş?

Atılgan bu sorunun yanıtını şöyle veriyor: “Ayancık çok özel bir yerleşim birimi. İlk özel çok uluslu yatırımı alan bir kasaba. Orman hammaddesi üreten işleyen ve ihraç eden bir yer. Çok uluslu Zingal firması nedeniyle Belçikalıların, Rusların, İsviçrelilerin, Macarların ve Türklerin bir arada yaşadığı bir yer. Bu şirket sanat, tarih, kadın hakları, müzik, spor gibi birçok konuda Ayancıklıları çok etkilemiş. İlçedekiler Fransızca öğrenmeye gayret etmişler örneğin”. Atılgan sadece fotoğrafçılıkla da uğraşmıyor, Ayancık’ta bir musiki cemiyeti kurmuş, fotoğrafla ilgilenenler için de bir dernek. “Bir fotografta altı farklı enstürüman var, bırakın kırda toplanmayı, şarkı söylemeyi, o donanımda insan gücü şimdi yok” diyor. Neden serginin adı ‘tarabalar’ oldu diyorum ona da şu yanıtı veriyor: “Taraba, özel yaşamları birbirinden ayıran bir çit, birçok fotoğraf taraba önünde çekilmişti” diye yanıtlıyor.

Tarabalar adlı fotoğraf sergisinden
Zingal’ın bölgeye gelişi 2 Temmuz 1928. 1926-28 yılları arasında Türkiye Tekel Kibrit Fabrikaları tarafından işletilen bu orman işletmesi 1928’de 50 yıllığına Belçikalı Zingal şirketine verilmiş. Fotoğraflarda da görülen ve yük taşımakta kullanılan demiryollarının büyük bir kısmı o şirket tarafından kurulmuş. Buradan gelen orman ürünleri kurulduğu tarihte dünyanın ikinci, Türkiye’nin en büyük kereste fabrikasına, Ayancık Kereste Fabrikası’na gönderiliyormuş. Burası da Belçika-Alman-Rus-Polonya ve İsviçre ortaklığı. Bütün bunlar Ayancık’taki çok kültürlü fotoğrafların nereden geldiğine bir parça da olsa ışık tutuyor olmalı. Öte yandan bu fotoğraflar, Anadolu’nun renkliliğini nasıl kaybettiğini de gösteriyor. Şimdi bütün kasabalar kentler birbirine benzemiyor mu? Giydiklerimiz, konuştuklarımız aynı değil mi? Siz sıkılmadınız mı birbirinize benzemekten, kapalı kapılar ardında yalnız hayatlar yaşamaktan. Tarabaları aşma vakti geldi, fotoğraflara bakınca öyle hissediyor insan.

Zingal’i Volkan Bey’den duyup biraz araştırınca o dönem şirketin Yönetim Kurulu Üyesi olan Yunus Nadi’nin (Abalıoğlu) ismine de rastlıyorsunuz. Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi, hem Osmanlı İmparatorluğu hem cumhuriyet döneminde vekillik yapmıştı. 5 Temmuz 1931 tarihli Meclis kayıtlarında, Zingal ormanlarını kendi adına alıp işletmekle ilgili iddialara yanıt verdiğini de görüyorsunuz. Meclis’teki tartışmanın basın özgürlüğüyle ilgili olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Görüşme tutanaklarının başında, gerekçe kısmında aynen şöyle başlayan bir cümle var: “Bazı gazetelerimizin takip ettikleri muhataralı istikamet vatandaşların ve vatanın siyasî izan ve medenî vicdanı üzerinde sarih bir fikir şekaveti icra ederek masum ruhları tamamen zehirliyecek mahiyetler almağa başladı. Hale hiç bir faydası olmadığı gibi âtiye de bir çok vehamet ve zarar hazırlıyan bu felâketli cereyan karşısında Hükümet ne düşünüyor?”

Görünen o ki, o günden bugüne Sinop ve Ayancık çok değişmiş, kesilen saçların modeli, çalınan enstrümanlar, giyilen kıyafetler hepsi değişmiş. Değişmeyen tek şey ise basın özgürlüğü konusunda o bitmeyen kavga. 
Tarabalar adlı fotoğraf sergisinden
Benim fotoğraflardan anladığım şu: Ayancıklılar bizlere aile albümlerini açarak, “başka bir hayat mümkündü yine mümkün” diyorlar. Sinop’ta olanlar 27 Ağustos’taki sergiyi kaçırmasınlar, ardından da Ayşe Tütüncü ve Sıla Gerbaga dinletisi var. Başka hayatlar ve başka şarkılar görmek, duymak garanti; harekete geçip o evinizin önündeki tarabanın üzerinden atlamak ise size kalmış.

Beş halka yirmi beş

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ağustos 2012

İçkim, kumarım, sigaram, iddiam ya da lüks takıntım yok ama 'spor tutkum var. Güreşten basketbola her daldaki müsabakaları izlerim. “Ok buldu mu atılır, yerde raket görülse öpüp başa konulur” cinsinden. Beşiktaş'ın maçına gidilir, devre arasında politika, çevre meseleleri konuşulur. Öyle bir şey bizimkisi. Bu nedenle şartları zorladık, kendimizi Londra'ya attık. Bulduğumuz bir voleybol maçı biletine, maç sonrası adlarını herhalde hiç öğrenemeyeceğim tatlı bir İngiliz çiftin hediye ettiği bir başkasını da ekleyerek, topu filede görmeyi başardık. Elimizde barış bayrağı, sokak sokak dolandık.

Memlekete dönünce gördük ki Londra'da atletler madalya için ter dökerken bizimkiler 2020 olimpiyatlarını İstanbul alır mı almaz mı onun tartışmasını yapmaya başlamış. Bence alıp almamasını değil, altından kalkabilir miyiz onu tartışmalı. Parayı verirseniz her tesis yapılır ancak başarılı bir olimpiyat düzenlemek için üç şeye ihtiyaç var: İyi bir organizasyon, çok sayıda spor sever ve haliyle ev sahibi ülkenin sportif başarısı. Londra'da bunlar vardı. Kentin dört bir yanına dağılmış gönüllüler, Hyde Park gibi önemli yeşil alanlara kurulmuş dev ekranlar ve metro ağı boyunca müsabaka salonlarını gösteren işaretler sayesinde Londra'nın olimpiyatlar için kurulmuş bir şehir olduğunu bile düşünebilirdiniz. Kentin tüm turistik alanlarında olimpiyatların izleri görülüyordu. Her köşe başında karşınıza çıkan ve yaşları 20 ile 70 arasında değişen gönüllüler size yardımcı oluyordu. Binlerce kişi iki hafta boyunca ücret almadan çalıştı. İngiltere ekonomik krize rağmen olimpiyatları ülke gündeminin en üst sırasına taşımayı başardı. Futbolun beşiğinde en az gözüme çarpan olimpik sporlardan biri futbol oldu. Bizde ise medya olimpiyat süresince bile futbolla yatıp futbolla kalktı. Bir de, “nerede bu olimpiyat madalyaları” diye kızıyorlar.

BİZİM BİLETLER KİME GİTTİ?
Spora ilgi tamamdı. Bilet bulmadaki zorlukları ve sponsor firmalara verilen biletlerin kullanılmaması nedeniyle ilk günlerde görülen boş koltukları saymazsak İngiltere yukarıda belirttiğimiz üç konuda da sınıfı geçti. Halk tepki gösterince biletler geri çağrıldı ve satışa sunuldu. Bizde Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi'ne tahsis edilen biletlerin kimlere verildiğini bilen var mı? Neden böyle bir liste Komite'nin internet sayfasında yok? Türkiyeli seyircilere ait biletleri kimler aldı?

İngiltere, Çin ve ABD'nin ardından en çok altın madalya alan ülke oldu. Aynı 2008 Olimpiyatları'nı düzenleyen Çin'in yaptığı gibi, kendi evlerindeki oyunlara iyi hazırlandılar ve madalya sayısını bir önceki olimpiyatlara göre artırmayı başardılar. Resmi adıyla söylersek Büyük Britanya Krallığı ve Kuzey İrlanda, 2004 Atina Olimpiyat Oyunları'nda dokuzu altın toplamda 30 madalya almıştı. Bu tarihte 2012 olimpiyat oyunlarının Londra'da yapılacağı belli oldu ve hazırlıklar başladı. Londra'dan bir önceki yaz oyunları Pekin'deydi ve Birleşik Krallık'ın altın madalya sayısı orada 19'a çıktı. Ben bu yazıyı yazarken 25'i altın, 52 madalyayı ceplerine koymuşlardı. Olimpiyatlarda başarılı olmak için yıllar öncesinden sporcu yetiştirmeye başlamalısınız.

Ev sahibi ülkelerin madalya gelişimi
Çin Halk Cumhuriyeti
Sidney 2000
Atina 2004
Pekin 2008
28 A-16 G-14 B
32 A-17 G-14 B
51 A-21 G-28 B

Birleşik Krallık
Atina 2004
Pekin 2008
Londra 2012*
9 A-9 G-12 B
19 A-13 G-15 B
25 A-13 G-14 B

Avustralya
Barselona 1992
Atlanta 1996
Sidney 2000
7 A-9 G-11 B
9 A-9 G-23 B
16 A-25 G-17 B
*9 Ağustos 2012 itibariyle
A: Altın, G: Gümüş, B: Bronz

KADINLAR ÖN PLANDAYDI
Türkiye'nin bu yılki olimpiyatlara çok sayıda sporcuyla katılması iyiye işaret. Daha önce varlık gösteremediğimiz hatta yarışmadığımız birçok spor dalında yer aldık. Badminton'da Neslihan Yiğit bu dalda olimpiyatlara katılan ilk sporcumuz oldu. Yüksek atlamada Burcu Ayhan olimpiyatlarda finale kaldı. 100 metre engellide Nevin Yanıt olimpiyat beşincisi oldu. Artistik jimnastikte Göksu Uçtaş bu dalda yarışan ilk Türkiyeli sporcu oldu. Yol bisikletinde üç atlet vardı. Takım sporlarında kadın voleybol ve basketbol takımları ilk kez olimpiyatlara katılmayı başardı. Tüm bunlar Türkiye'de sporun geliştiğini gösteriyor ancak olimpiyatlara laf olsun diye ev sahipliği yapmak istemiyorsanız daha fazlası gerekir. Çoğunluğu Sünni Müslüman olan Türkiye'den bu kadar çok başarılı kadın sporcu çıkmasının nedeninin de tehdit altındaki laiklikte olduğu unutulmamalı. Anlayana sivrisinek saz misali, not düşelim.

512 TL OLİMPİYAT DESTEĞİ
Sporcu yetiştirmek ve ilgiyi artırmak için her şeyden önce spor medyasını baştan aşağı yenilemeli. “Minderde yere yapıştık”, “havuzda boğulduk” başlıklarını atmaktan çekinmeyen ve sporu futboldan ibaret sanan medyamızın Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası'nı ıskalayan futbolcular için hâlâ sayfalar ayırdığını hatırlayalım. Bu yıl Beşiktaş'a transfer olan 19 yaşındaki Oğuzhan Özyakup'un yıllık ücreti 400 bin avro. Çıktığı her maç başına da 7 bin 500 avro ek ücret alacak. Peki umut vaat eden atletlere ne veriyoruz? Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç'ın 2012 yılı bütçe konuşmasından aktarıyorum. 14 Nisan 2009 tarihinde çıkan “2012 Olimpiyat Oyunlarına Hazırlanmak Amacıyla Yetiştirilecek Sporcuların Tespiti, Harçlıklarının Belirlenmesi, İaşe, İbate ve Yol Giderlerinin Karşılanmasına Dair Yönetmelik”le, Olimpiyat oyunlarına hazırlamak amacıyla yetiştirilecek sporculara, 16 yaşını doldurmamış kişiler için tespit edilen asgari ücretin net karşılığı 512 TL tutarında olimpiyat harçlığı ödenmesi... 512 liraya bırakın her ay bir ayakkabı almayı, antrenmana gidecek yol parasını karşılayamazsınız. Atletin şansı yaver gitse ve kendisine düzenli maaş ödeyecek bir kulüp bulsa bile futbolcuların kazanacağı paraları alması mucizelere bağlı. Bütün bunlar ortadayken, atletleri başarısızlıkla suçlamak veya onlardan daha fazlasını beklemek ya nankörlükle ya da spordan anlamamakla açıklanabilir. 

Bilet bulamayanlar soluğu Hyde Park'taki dev ekranların karşısında aldı
Organizasyon yeteneğimiz de zayıf. Bu yıl İstanbul'da yapılan Dünya Atletizm Şampiyonası'nda yaşananları görmeliydiniz. Başbakan Tayyip Erdoğan açılışa geldi diye arama noktalarında izleyicilerin kalemleri bile toplatıldı. Atletizm kalem kağıtsız izlenir mi? Dereceleri not almak, yazmak gerekir. Daha sonra polisler başbakan yuhalanmasın veya saldırılmasın diye izleyicilerin önüne dizildi, ortalık gerildi. Herhalde başbakanı kimse alkışlamaz diye okullardan çocuklar getirildi. Erdoğan konuşmasını bitirince de salondaki öğrenciler geri götürüldü. Öğretmenlerine, “Buraya kadar gelmişler, bari atletizm izleseler” dedim ama emir böyle türünden, boynu bükük yanıtlar aldım. Böyle mi sporcu yetiştireceksiniz, seyirci atletizmi böyle mi öğrenecek? Bakırköy'deki kapalı salonun yollarını son anda bitirenler müteahhitlere iş sağlamak için olimpiyat rüyası kurmasınlar. Önce sporcu yetiştirmeli, sporun diğer dallarını sevmeli ve öğrenmeliyiz ki olimpiyatlara ev sahipliğini hak edelim. Yaz oyunları sporu geliştirmek için bir fırsat olsun. Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç'ın kendisi söylüyor, gelişmiş ülkelerde spor yapma oranı toplam nüfusun yarısına yakınken bizde sadece yüzde iki. Olimpiyat halkası ile eski lunaparklarda sigara paketine atılan halkaları birbirine karıştırmayalım.