Bana hastalığını söyle, sana ne kadar zengin olduğunu söyleyeyim

Özgür Gürbüz - BirGün / 10 Temmuz 2011

Yüksek kolestrol, yüksek kan şekeri, şişmanlık, obezite, yüksek tansiyon ve nöropsikiyatrik bozukluklarla boğuşuyorsanız, büyük bir olasılıkla “modern dünya”nın hastalıklarından birine yakalandınız. Tahminen gökdelenlerin sayısının her gün ikiye katlandığı bir kenttesiniz, kalp ve damar hastalıkları, kanser gibi bir sorunlarla karşı karşıyasanız. Muhtemelen, dünyanın zengin ülkelerinden birinde yaşıyorsunuz. Bitmedi, dahası var...

Yaşadığınız ülke zenginleştikçe daha fazla et ve abur cubur yiyeceksiniz. Meyve ve sebze tüketiminiz azalacak, bunun sonucunda da yukarıda bir kısmını sıraladığım hastalıklardan birine yakalanma olasılığınızı artacak. Peşin peşin yazıyorum, sonra demedi demeyin. Tabutunuz da Sahra'nın aşağısındaki Afrika ülkelerindeki tabutlardan büyük olacak, çünkü bu dengesiz beslenme sonucunda şişmanlayacak, belki de hayata obez biri olarak veda edeceksiniz. Pazar pazar bu felaket tellallığı da nereden çıktı demeyin. Ben “modern dünya”nın falcısıyım.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) rakamlarına göre, 2008 yılında zengin ülkelerde yaşayanların yüzde 6'sı nöropsikiyatrik bozukluklar nedeniyle hayatını kaybetmiş. Fakir ülkelerde ise ana ölüm kalemleri arasında ruhsal sorunların adı sanı geçmiyor. Bu ülkelerde ölümlerin dörtte biri parazit ve enfeksiyon kaynaklı. Zengin ülkelerde ise ölümlerin yüzde 64'üne kalp ve damar hastalıkları ile kanser neden oluyor. Zenginler, bulup da yemedikleri sağlıklı gıdalar yerine koydukları abur cuburlar yüzünden, fakirler ise zenginlerin ellerinin tersiyle ittikleri sebze ve meyveleri bulamadıkları için ölüyor.

Dünya nüfusunun yüzde 50'sinden fazlası artık kentlerde yaşıyor. 2050 yılında bu oran yüzde 70'e çıkacak. Anlayacağınız yanyana değil, üst üste oturacağız. Kırsaldan kente göç etmek hayat koşullarını değiştirecek; iyileştirecek mi orası belli değil. İstatistikler, yüksek ekonomik gelire sahip ülkelerde ortalama ömrün uzadığını gösterse de, zenginleşme sağlık sorunlarının bittiği anlamına gelmiyor. Bu defa sizi kirli sudan aldığınız bir parazit değil, obezite öldürebilecek, çocuk ölümleri değil şizofreni sorun olacak. Kanserin adını duymayanlar, türlerini ezbere bilir hale gelecek. Kısacası, cebe para girdikçe hayat tarzı değişiyor, hastalıklar farklılaşıyor. Örneğin, kentleşme arttıkça trafik gibi nedenlerle solunum yolu hastalıkları ortaya çıkıyor. Kısacası, fakir bir ülkede yaşıyorsanız hayatınızı ruh sağlığıyla veya kanserle ilgili bir hastalıktan çok, basit bir parazit ya da sakatlık tehdit ediyor.

Dünyada her ülke aynı modeli kopyaladığı için sonları da birbirine benziyor. Bugün fakir ülkeler grubunda yer alanlar 2030 yılına gelince zenginler gibi ölmeye başlıyorlar. Bu ülkelerde 2008'de kanser ölümleri ana ölüm nedenlerinden biri değilken, 2030'da ölümlerin yüzde 13'ünden kanser sorumlu hale gelecek. Bunlar, modern hayatın durmadan yüceltildiği şu dünyada aslında vaat edilenin bir cennet olmadığını anlamak açısından faydalı. Daha çok kazandığımız, daha uzun yaşadığımız ve dolayısıyla daha çok çalıştığımız doğru. DSÖ, kalkınma ve ekonomik büyümeyle orantılı bir şekilde artan hastalık risklerini kıyaslıyor ve şu sonuçları buluyor. Ekonomik büyüme ve kalkınmayla birlikte iş güvenliği yükseliyor, ağır iş yükü azalıyor ancak onların yerine aynı sağlıkta olduğu gibi başka dertler ortaya çıkıyor. Zenginleşen, kente yerleşen insan, çalışma hayatında daha fazla kimyasal ürüne, trafik kaynaklı kirliliğe ve strese maruz kalıyor. Sonucunda alkole, sigaraya, uyuşturucuya yöneliyor, ayrıca hareketsizleşiyor.

Bize sunulan modern hayat, birçok kişinin 40 yaşında bir parazitten ölmesine izin vermiyor belki ama 65'inde kanserin kucağına atıyor. Bunun yine de bir ilerleme olduğunu söyleyenler olabilir ve sanırım birçoğumuz da itiraz etmez. Ancak madalyonun diğer yüzüne de bakmak lazım. Bu duruma gelene kadar dünyanın birincil üretim potansiyelinin dörtte biri kullanıldı. Balık stoklarının yüzde 80'i bitti. 2050'de belki de hiç kalmayacak. Ormanların yıkımı son yıllarda yavaşladı ama yılda 50 bin kilometrekare gibi bir hızla ormansızlaşma devam ediyor. Modern hayatın herkesi kente davet ettiği dünyamızda, tahmin edilen yüzde 27'lik nüfus artışı ve yüzde 83'lik gelir artışının gerçekleşmesi halinde iki kat fazla tarımsal ürüne ihtiyaç duyulacak. Bu da tarım alanlarının yüzde 10 arttırılmasını gerektirecek. İnsanlar bu defa kırsala göçe zorlanırsa hiç şaşırmayın. Pinpon topu gibiyiz maşallah.

Son araştırmalar daha uzun yaşayacağımıza da işaret ediyor. Hayatını “uzun ömürü” araştırmaya adayan bilim adamı Aubrey de Grey, şu anda aramızda yaşayan bazı kişilerin 150 yaşı görebileceğini iddia ediyor. Şu andaki rekor, 122 yılla bir Japona ait. Bu kadar uzun yaşadığımızda hangi hastalıklarla karşılaşacağımız, yeni sorunlarımızın ne olacağı ise soru işareti.

Dünyanın sınırlı kaynaklarını yiyip bitirmemize rağmen bir arpa boyu yol gittik. Buna rağmen dünya nüfusunun yüzde 40'ının gideceği bir tuvaleti bile yok. Suçlu dünya değil tabi. Kaynakları kâr için, savaş için haracayan insan. İyi haber mi, kötü haber mi bilemedim ama söyleyivereyim. Bu kör talihi değiştirmek için umudumuz da yine insanda.

Çevre mühendislerine "neden açıklama yapıyorsun" davası

Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO), Kütahya’daki siyanür barajındaki setlerden birinin çökmesi üzerine konuyla ilgili birçok açıklama yapmış, siyanür sızıntısına ve bölgede yaşayanların sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çekmişti. ÇMO'nun yaptığı açıklamalar nedeniyle işletmeci firma Eti Gümüş AŞ ise çareyi ÇMO’ya dava açmakta buldu. Eti Gümüş, basın açıklamalarının dava sonuna kadar durdurulmasını ve 30 bin TL değerinde tazminat ödenmesini istiyor. Bunun üzerine TMMOB’ye bağlı 19 meslek odası, ÇMO'ya destek vermek amacıyla 8 Temmuz 2011 tarihinde ortak bir açıklama yaptı.

Bilindiği gibi, Eti Gümüş AŞ'ye ait Kütahya‘daki gümüş işleme tesisinin atık havuzunun setlerinden bir bölümü 7 Mayıs 2011 tarihinde yıkılmıştı. Ortak açıklamada, atık barajının çökmesi nedeniyle meydana gelen siyanür sızıntısı üzerine ÇMO'nun mesleki kamusal-toplumsal sorumlulukları gereği bilimsel-teknik çerçevede kamuoyunu bilgilendirme amaçlı açıklamalar yaptığına ve bu açıklamaları hazmedemeyen Yıldızlar Holding'e bağlı ETİ Gümüş AŞ'nin, ÇMO aleyhine dava açtığı belirtildi.
Basın açıklamasında şu cümlerere yer verildi:

Açılan dava daha fazla rant ve azami kâr güdüsüyle, başta Çevre Mühendisleri Odamız olmak üzere, kamu yararını ve halk sağlığını zedeleyen faaliyetler ile ilgili olarak meslek kuruluşları ve demokratik kitle örgütlerince yapılan basın açıklamalarını engellemeye yöneliktir. Bu dava, mesleki kamusal-toplumsal sorumluluklarını yerine getiren Çevre Mühendisleri Odamız ve diğer Odalarımıza ve de üst birliğimiz olan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği‘ne (TMMOB) açılan ne ilk davadır ne de sonuncusu olacaktır. Böyle onlarca, yüzlerce dava bulunmakta ancak bizlerin bilimsel mesleki gerçekler ışığında faaliyet yürüttüğümüz eylem ve etkinliklerimiz mahkeme kararlarıyla da teyit edilmektedir.

Bilinmelidir ki TMMOB ve bağlı Odaları için mesleki bilimsel doğrular ile kamu ve halk sağlığı esastır. Sanayi, çalışma yaşamı, işçi sağlığı ve iş güvenliği, yapı denetimi, imar, tarım, gıda, madencilik, orman, su kaynakları, enerji, çevre, kentleşme v.b. alanlar ile ilgili faaliyet ve açıklamalarımızdaki temel yaklaşım budur.

Yine bilinmelidir ki, Odalarımızın ve TMMOB‘nin ülke, kamu ve toplum zararına yol açan uygulamalara yönelik kamuoyunu bilgilendirme sorumlulukları engellenemeyecek, durdurulamayacaktır”.

Elektrik Mühendisleri Odası, Fizik Mühendisleri Odası, Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, İçmimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, Jeofizik Mühendisleri Odası, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası, Maden Mühendisleri Odası, Makina Mühendisleri Odası, Meteoroloji Mühendisleri Odası
Mimarlar Odası, Petrol Mühendisleri Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Şehir Plancıları Odası, Tekstil Mühendisleri Odası ve Ziraat Mühendisleri Odası bu açıklamanın altına imzalarını attılar.

Nükleer santrali denizanaları bastı!

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Temmuz 2011

İskoçya’da bulunan Torness nükleer santralindeki iki reaktör 29 Haziran günü kapatıldı. Nedeni ne teknik bir sorun, ne de işçilerin greviydi. İki reaktörün ihtiyacı olduğu soğutma suyunu çeken filtreler yüzlerce ‘denizanası’nın istilasına uğradı. Bilindiği gibi nükleer reaktörler, reaksiyonu kontrol altında tutmak için yakındaki bir su kaynağından ciddi miktarda soğutma suyu çekmek zorunda. Suyun alındığı kaynakta yaşayan canlıların boruları tıkamasını önlemek için de doğal olarak filtreler kullanılıyor. (Nükleer reaktörün kontrol odasından bir yunus çıkmasını kim ister?) Torness nükleer santralinin işte bu filtreleri denizanalarıyla dolduğu için santralın soğutulmasında problemler yaşanmış ve reaktörler tehlike büyümeden kapatılmış. Görevliler denizanalarını bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyor. Biliminsanları, iklim değişikliği ve balık stoklarındaki azalma nedeniyle artan denizanası nüfusuna dikkat çekiyor. İskoçya’daki istilanın da deniz seviyesindeki bir derecelik artıştan kaynaklandığı belirtiliyor.

Fransız EDF firmasına ait bu iki reaktörün 5 ve 6 Temmuz tarihlerinde yeniden çalıştırılması planlanıyor. Bir haftaya varan gecikmenin denizanaları yüzünden mi, yoksa santralin kapatılmasını fırsat bilerek yapılan bakım çalışmaları nedeniyle mi olduğu henüz açıklanmadı. Daha önce Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde benzer bir soruna yosunlar neden olmuştu. Santraller elektrik üretimine ara vermek zorunda kalmıştı.

Nükleer santraller son günlerde doğa olaylarına karşı bir sınav veriyor. ABD’deki Fort Calhoun ve Cooper nükleer santralleri Missouri nehrinin taşması nedeniyle günlerdir sel sularıyla boğuşuyor. Tamamen suyla çevrilen Fort Callhoun nükleer santralinde geçen Pazar günü sular bariyerleri aşmış, koruyucu yapıların ve elektrik trafolarının 60 cm su altında kalmasına neden olmuştu. Santralın yakıt yüklemesi nedeniyle nisan ayından bu yana devrede olmaması belki de bir başka faciayı önledi. Alınan önlemlere rağmen, suyun kurulan barajı aşıp içeri sızması ise nükleer santrallerde her şeyin hâlâ pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösteriyor. ABD’de nükleer araştırmaların yapıldığı en önemli merkezlerden Los Alamos Ulusal Laboratuvarı ise yangın tehlikesi altındaydı. Tonlarca plütonyuma ev sahipliği yapan bu dev tesis (36 kilometrekarelik bir alana kurulu), alevlerin kapıya dayanması nedeniyle geçici bir süre için kapatıldı. 

ABD’de ‘su bolluğundan’ çalışamayan nükleer reaktörler Fransa’da ise ‘su kıtlığından’ mustarip. 59 nükleer reaktöre sahip Fransa, elektriğinin yüzde 78’ini nükleerden sağlıyor ve Avrupa’daki birçok ülkeye elektrik satıyor. Son 35, hatta son 50 yılın en kötü kuraklığıyla karşı karşıya kalan Fransa’nın nükleer santrallerinin üretime devam edip etmeyeceği ise şüpheli. Çünkü bu 59 reaktörün 44’ü soğutma suyunu nehirlerden karşılıyor. Nehirlerin debisi düştükçe, üretim de düşüyor. Nükleer reaktörler, 2003 yılında binlerce insanın ölmesine neden olan sıcak dalgaları Fransa’yı vurduğunda da elektrik üretmekte zorlanmıştı. Yani, bu ilk kez olmuyor. Fransa hükümeti kuraklık koşulları ve elektrik üretimini kontrol etmek için bir komite kurdu. Komite yakında yağmur duasına çıkarsa şaşırmayın.

Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinde radyoaktif suyu boşaltma çabaları ise hâlâ sürüyor. Salı günü (28 Haziran) 15 ton radyoaktif suyun toprağa sızdığı ortaya çıktı. Bu sızıntının kaynağı bulundu ve durduruldu ama dahası var. Tüm sızıntıların önlenmesinin temmuz ortasını bulacağı belirtiliyor. Reaktörün kalbindeki uranyum yakıtının suyu ısıtamadığı, ‘soğuk kapalı’ denen aşamaya gelinmesi içinse belirlenen en yakın tarih ocak. Sinop’a nükleer santral kurmaya heveslenen Tokyo Elektrik Şirketi’nin (Tepco) bir başka derdi de, santralde temizlenmeyi ve oradan taşınmayı bekleyen radyoaktif suyu ne yapacakları. Hâlihazırda 110 bin ton radyoaktif su (40 olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar) santralin içerisinde temizlenmeyi bekliyor. Bu sudan radyoaktif maddelerin arıtılması ve arıtılmış suyun okyanusa bırakılması planlanıyor. Şirket, iş bitene kadar 235 bin ton suyun işlemden geçirileceğini hesaplıyor. Sadece bunun maliyeti 660 milyon doları bulacak. Nükleer için ‘sudan ucuz’ diye yazan meslektaşlarıma ithaf olunur.

Görüldüğü üzere, Fukuşima sonrası nükleer endüstrinin derdi bir değil. Çernobil kazası sonrası 25 yıl bekleyen, nükleerin artık güvenli ve ucuz olduğuna herkesi inandırmak için varını yoğunu ortaya koyan lobinin durumu feci. Ipsos adlı araştırma şirketinin 24 ülkede 18 bin 787 kişiyle yaptığı kamuoyu yoklaması, nükleer enerjiyi destekleyenlerin yüzde 38’e kadar gerilediğini gösteriyor. 16 puanlık bir düşüş söz konusu. Türkiye’de nükleere kesinlikle karşı çıkanların oranı yüzde 56, bir şekilde karşı olanların oranıysa yüzde 15. Toplayınca yüzde 71 yapıyor. Araştırmaya katılanların yüzde 95’i Fukuşima’daki kazadan sonra meydana gelen hasardan haberdar olduklarını söylüyor. Demek ki, bu 24 ülkede Fukuşima’nın sonuçlarını duymayan yüzde 5’lik bir kesim var. Büyük bir çoğunluğunun şu sıralar ‘Ankara’da olduğundan şüphe ediyorum. Bazıları hâlâ “tüpgaz” falan diyor…

Son söz: Deprem ve tsunami ile başlayan doğal felaketler nükleer santralleri hedef almaya devam ediyor. Çünkü doğa kendisine zarar vereni bilir.