Müdür Bey’in karbon ayak izi

Özgür Gürbüz-29 Haziran 2010

İstanbul’un Eyüp İlçesi Milli Eğitim Müdürlüğü’nü dört yıldır vekaleten yürüten ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın akrabasi olan Güsamettin Erdoğan’ın, son 4 yılda 160 ülkeyi dolaştığına ilişkin Haberturk gazetesinde Sultan Uçar imzasıyla çıkan haber düşündürücüdür. CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce tarafından Büyük Millet Meclisi’ne verilen soru önergesinde yer alan, bu gezilerin kimin parasıyla yapıldığı, nasıl zaman bulunduğu gibi yerinde sorulmuş sorulara ek olarak, birkaç soru da ben sormak istiyorum.

Acaba Sayın Erdoğan, kaplan kucaklayarak, devlete ait olmayan belli bir cemaate ait okulları gezerek sürdürdüğü Türkiye’nin örf ve adetlerini tanıtma kampanyası sırasında kendi başına bir çevre katliamı yaptığının farkında mıdır? Bir eğitmen olarak, Sayın Güsamettin Erdoğan acaba küresel ısınma hakkında en ufak bir bilgiye sahip midir? Dört yılda 160 ülke gezmek için oldukça sıkça uçağa bindiğini tahmin ettiğimiz Milli Eğitim görevlisinden bir ricamız var. Vakit bulup da bir gün matematik dersine girebilirse, kendi karbon ayak izini sınıftaki öğrencilere hesaplatmasını rica ediyorum. Daha sonra da yol açtığı çevre katliamının faturasını, Milli Eğitim Müdürlüğü’nün resmi sitesine yerleştirdiği gezi fotoğrafların yanına koymasını.

Eğitime ve barışa kendi çapında katkıda bulunmak için bu gezilere gittiğini söyleyen Erdoğan’ın bindiği uçaklarda harcanan petrol için çıkan savaşlardan da bir haber olduğunu eklemeden edemeyeceğim.

Erdoğan şu anda tatilde olduğu için, derslerde çocuklara öğretilmesi gerektiğini düşündüğüm karbon ayak izi hesaplamasını anlatacak zaman bulamayacaktır. Tatilini yarım bırakmaması için hesaplamanın bir örneğini aşağıda iletiyorum.

Örnek problem:
X ülkesindeki Yemiş adlı müdürün en büyük zevki vakit buldukça farklı ülkelere gidip, fotoğraf çektirmektir. Müdür Yemiş'in son dört yıl içerisinde 160 ülkeyi gezdiği bilinmektedir. Her bir gezinin uçakla yapıldığı ve ortalama gidiş dönüş mesafesinin İstanbul-Londra seyahati kadar olduğu (5038 kilometre) varsayılırsa, Müdür Bey’in son dört yılda atmosfere saldığı karbondioksit miktarını hesaplayınız.

Çözüm:
Uçakla yapılan seyahatlerde her bir kilometre için yaklaşık 0,102 kg CO2* atmosfere salındığına göre, Londra’dan İstanbul’a ve İstanbul’dan Londra’ya yapılan uçuş sonrasında Müdür Yemiş atmosfere 520 kilogram CO2 emisyonu salmıştır. Müdür Yemiş'in 4 yılda buna benzer 160 seyehat yaptığı düşünülürse, sadece uçak seyehatleri sonucunda atmosfere;

160 x 520 = 83 bin 200 kg seragazı saldığı hesaplanabilir.
Bir yıl için bu rakam 20 bin 800 kg olur. Yani, 20,8 ton.

Türkiye’de kişi başına düşen yıllık karbondioksit emisyonunun 4 ton civarında olduğu anımsanırsa, Müdür Yemiş’in sıradan bir vatandaşın ısınmadan elektriğe, ulaşımdan gıda üretimine kadar bir yılda yol açtığı seragazı emisyonunun 5 katını her yıl sadece uçak seyahatleri sonucu atmosfere saldığı ortaya çıkmaktadır.

* Britanya Havayolları’nın hesaplaması esas alınmıştır.

Mersin'de nükleer karşıtı miting düzenlendi

Özgür Gürbüz / 27 Haziran 2010

Mersin sınırları içerisindeki Büyükeceli beldesinde yapılması planlanan nükleer santrale karşı çıkan sivil toplum örgütleri, parti temsilcileri 26 Haziran'da Mersin'de bir miting düzenledi. 120 farklı kuruluş tarafından desteklenen Nükleer Karşıtı Platform tarafından düzenlenen mitingde, AKP hükümetinin Akkuyu ve Sinop'ta kurmayı planladığı nükleer santral projelerine karşı çıkıldı.

Akkuyu Ruslara satıldı
Nükleer Karşıtı Platform (NKP) tarafından yapılan açıklamada, AKP hükümetinin kamu kaynakları üzerinden rant kazandırmak amacıyla Akkuyu'yu Ruslara sattığı öne sürüldü. Açıklamada, “AKP Hükümeti insanlık suçu işleyerek, Rusların tamamen denetiminde olacak, hammadesi, teknolojisi, çalışacak tüm personeli Rusyadan sağlanacak nükleer santralin kurulum sözleşmesini onaylayarak, nükleer soygun yapmak için Akkuyu'yu Ruslara satmıştır” dendi.

Rusya'yla imzalanan sözleşme karşılığında 15 yılda 71 milyar dolar ödeme yapılacağına dikkat çeken Nükleer Karşıtı Platform, yapılan anlaşmanın halkı daha da yoksullaştıracağına dikkat çekerken, anlaşmanın kapalı kapılar ardında gerçekleştirilmesi ve bölgede yaşayanların fikrinin alınmaması nedeniyle sürecin antidemkratikliğine de dikkat çekti.

Santral fay hattında
Akkuyu'da kurulması düşünülen santrale pahalı, tehlikeli ve atık sorununun çözülememeiş olması gibi nedenlerle karşı çıkan nükleer karşıtları, Mersin'deki aktif Ecemiş Fay Hattı'na da dikkat çekiyor. NKP, “Ülkemiz madenlerinde, tersanelerinde insanları ölüme gönderen, kadercilik zihniyetiyle, bilimsel olmayan tamamen siyasal tercihlerle, Ecemiş Fay Hattı üzerinde kurulacak bir nükleer santralin ülkemizde bir başka Çernobil faciası yaratacağını biliyoruz” açıklmasını yapıyor ve kurulacak santralle enerjide Ruslara yüzde 70'e varan oranlarda bağımlı kalınacağına dikkat çekiyor.

10 ayda devr-i Asya

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Haziran 2010

Fotoğraflar: Selcen Küçüküstel ve Maria Valencia

Çin’de karşınıza çıkan her şey sizi şaşırtabilir. Bazen hayalinizdeki Çin’le günümüzdeki Çin’in arasındaki farklar, bazen yolda gördüğünüz insanlar, belki de yiyecekler. Beni birkaç hafta önce burada en çok şaşırtan olay ise Selcen Küçüküstel adlı bir öğretmenin ziyareti oldu. Adeta, “Çin Çin, ben geldim” der gibi, Pekin’de beni ziyarete geldi. Haberim vardı ama yine de şaşırdım; gelişine değil ama buraya kadar nasıl geldiğine, yol boyunca hiç tanımadıkları insanların arasına nasıl karışıp, aileden biri olmalarına.

Selcen, 10 ay önce Türkiye’den yola çıkarak sırasıyla Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Hindistan, Nepal, Çin ve Moğalistan’ı gezmiş. 10 ayda 10 koca ülke dolaşmış. Beykent Üniversitesi’nde İngilizce dersleri veren 26 yaşındaki Selcen Küçüküstel, okulundan bir yıllık izin alınca kendini bir anlamda yollara atmış. Kaf Dağı’nın ardındaki Zümrüt-ü Anka Kuşu’nu aramaya çıkmış. Çin’de kapımıza kadar gelen genç gezgin dostumuza, “Nerden çıktı bu iş” diye sormadan edemedik. İşte yanıtlar:

Yola yaklaşık 4 yıl önce İran seyahatinde tanıştığım İspanyol bir arkadaşımla (Xavi) başladım. Daha sonra Maria Valencia ile devam ettim. Yolculuğa beraber karar vermedik aslında, tek başıma da olsa ben bu turu yapacaktım. Xavi ile Türkiye’den yola çıktık. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ı birlikte geçtik daha sonra Orta Asya’da Maria bize katıldı. Kazakistan’dan itibaren Maria ile beraber İran’da bir firmanın hediye ettiği ufak bir motosikletle tura devam ettik. Maria ile de bir başka gezide Mısır’da tanışmıştık. Ben karadan Mısır’a gitmiştim, Maria da İspanya üzerinden çıkıp Kuzey Afrika’yı takip ederek Mısır’a gelmişti. Orada karşılaştık. Maria daha sonra Türkiye’ye geldi, beş ay Türkiye’yi dolaştı. Daha sonra Türkiye’den ayrıldı ve yine yollara düştü.

-Bu ilk seyahatin değil o halde?
İlk seyahatim değil. Orta Asya’da, Güney Doğu Asya’da; Asya ağırlıklı birçok seyahatim oldu. Ama onlar genelde iki ya da üç ay sürüyordu. Bu gezme tutkusu, yolculuk bir hastalık olduğu için bu defa sadece yaz tatilleriyle sınırlı bir seyahat olsun istemedim. Uzun bir tur yapmak istedim.

-Maria ve Xavi çalışıyor mu?
Xavi bankacı, Maria ise doktor. Maria iki yıldır dolaşıyor, benim de aralıksız 10 ay oldu.

-Fikir nasıl ortaya çıktı, niye Asya?
Çok yakın bir arkadaşım vardı, yazar. Onunla oturup konuşurken çıktı bu fikir. Amaç sadece gezmek, yeni bir yer görmek değil, başka bir dert bu. Öyle olsa tura katılırsınız. Simurg masalında kuşlar hayatın anlamını öğrenmek için Kaf Dağı’nın ardına uçarlar. Bir sürü zorlukları aşarlar, kimi geri döner, kimi yolda ölür. En son 30 kuş Kaf Dağı’na varır. Simurg’u sorarlar ama bulamazlar. Ve anlarlar ki, asıl bilgi kendi içindeki bilgidir ve asıl yolculuk kendi içinizde yaptığınız yolculuktur. Bu masal projenin başlangıcı oldu. Olay, varılacak bir hedef değil, yolculuğun kendisidir. Yolda kendini bulmaktır. Projenin adını da o yüzden ‘Kaf Dağı’na yolculuk’ koyduk. Kaf Dağı var mı onu bilmiyoruz, ama bu bahaneyle çıktığımız yolda kendi hayalimizin peşinde koşarken gittiğimiz yerlerdeki insanların hayallerini öğrenmeye çalıştık. Kırgızistan’ın dağlarındaki göçebe ailesinde bir çocuğun hayali nedir? Özbekistan’daki kervansarayda yaşayan yaşlı adam ne istiyor? Projenin üç hattı var. Biz kendi hayallerimizi gerçekleştiriyoruz, oradaki insanların hayallerini öğrenmeye çalışıyoruz ve son olarak gittiğimiz her ülkeden mümkünse masal kahramanının da arayış içinde olduğu bir masal buluyoruz.

-Cebinize para koyup gezmek kolaydır, en iyi yerlerde kalıp. Siz öyle yapmıyorsunuz...
İnsanlar zaten soruyor, çok mu zenginsiniz diye. 10 aylık geziye, iki yıl öncesinden biriktirmeye başladığım toplam 5 bin dolar gibi bir parayla çıktım. Zaten bu para yeter mi diye hesaplayarak da yola çıkmadım.

-Yol boyunca evlerde ağırlanmışsınız, bunun çok da kolay olduğunu düşünmüyorum. Sanırım bu konuda bir yeteneğiniz var.
İnsanların genelde tehlikeli olduğunu değil tam tersine iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Sizin yaklaşımınız çok önemli. Yolculukta mafya babalarıyla tanıştığımız, evlerinde kaldığımız da oldu. Ama bu bile o insanların size bir kötülük yapacakları anlamına gelmiyor. Bir tek Kazakistan-Çin sınırında askerlerin yakınında kaldığımızda sıkıntılı anlar yaşadık. Sonuçta üzerimizde fotoğraf makinesi dışında soyulacak bir şey de yok. İki tişört, iki pantalon...

-Tanrı misafiri olma konusunda herkese garanti verebilir miyiz?
Özellikle Orta Asya’da çok da kolay değil aslında. Kazakistan’ı küçük bir motosikletle gezmek istememiz de biraz bu yüzdendi. Altlarında pahalı bir motosikletle dolaşan iki zengin batılı kadın gibi gezmek istemedik. İnsanlarla aynı seviyede olduğunuz zaman misafirlik başlıyor. Bizim de onlar gibi yardıma ihtiyaç duyduğumuzu gördüklerinde işler değişiyor. Otele gidin dediklerinde, paramızın olmadığını söylüyoruz, paramızın olmadığını anladıklarında işler değişiyor.

-En çok neresi etkiledi seni?
Gürcistan’ı çok sevdim. Doğası bizim Karadeniz gibi ve insanları inanılmaz misafirperver. Kazakistan’ın bâkirliği, ıssızlığı ve hiçbir turistin olmaması çok güzel. En çok Hindistan’da kaldık, üç ay kadar. Bu kadar farklı kültür ve coğrafyayı içeriyor olması şaşırtıcı. Çöl de var, dağ da var ancak karmaşası insanı yoruyor. Hindistan’ı hemen hemen hep bisiklet üstünde gezdik. Bisikletle hiçbir şeyi kaçırmıyorsun. Bundan sonra bir geziyi tamamen bisikletle yapmak istiyorum, görmediğiniz nokta kalmıyor. 10 ay içerisinde Kazakistan’dan Hindistan’a ve Nepal’den Çin’e olmak üzere iki kez uçağa bindim. Moğalistan’dan Türkiye’ye dönerken de bir kez daha uçağa bineceğim. Tibet’te mesleğimi özlediğimi fark ettim, orada öğretmenlik yapmak istedim. Gerçekten öğrenmeye aç birilerini görünce farklı duygulara kapılıyorsunuz.

-Türkiye’de seyahat denilince akla, pahalı turlara katılmak ve özellikle de Avrupa’ya gitmek geliyor...
Avrupa benim çok ilgimi çekmiyor. Para da bahane değil, istendiğinde çok ucuza gezmek de mümkün. Hindistan’da bisikletle gezmeye başladıktan sonra ayda 200 dolar gibi bir para harcayarak dolaşabildik. Çadırda kalmaktan gocunmam, yemeğimi kamp ocağında pişiririm, otostop yaparım, diyorsanız çok ucuza gezmek mümkün. Asya hem ucuz hem de çok daha ilginç. Gürcistan, İran ve Suriye gibi ülkelerden de başlanabilir, vize sorunu yok, yakın ve çok ilginç ülkeler.

-Sağlık sorunları yaşadın mı?
Birkaç kez ishal olmanın dışında hiçbir ciddi hastalık geçirmedik. Bu ülkelerin çoğunda o bildiğiniz uluslararası hijyen standartları yok, sokaktan yemek alıp yiyoruz. Hiçbir şey olmadı. Türkiye’de çoğu aile sadece bu nedenden dolayı herhalde karşı çıkardı böyle bir tura. Benim annem ve babam da gezmeyi çok seviyor. Babam birçok kez Afrika’ya gitti, annem Hindistan’a beni ziyarete geldi. Zengin bir aile de değiliz, ikisi de öğretmen. Annem geldiğinde biraz daha iyi yerlerde kaldık ama yine de çok lüks değildi.

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyorum ve ‘yolculuk hastalığının’ hiç bitmemesini diliyorum.
Ben de size teşekkür ederim...

Kendi okulunu kendin koru

Özgür Gürbüz-BirGün Gazetesi / 30 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.

Çin’de Mart ayıyla birlikte başlayan ve okulları hedef alan saldırılar, sorunun çözümü için yeni fikirleri de beraberinde getiriyor. Pekin Belediyesi Kamu Güvenliği Bürosu, çocukların can güvenliğini sağlamak için yeni bir kampanya başlattı. Okul ve ana okullarında 15 çocuğun ölümüyle sonuçlanan saldırıları önlemek için ülke çapında emniyet güçleri ciddi tedbirler aldı. Okul ve yuvaların kapılarında nöbet tutan polisleri görmek artık hiç şaşırtıcı değil. Önlemlerin artttırılmasıyla birlikte saldırılar da kesildi ancak bu defa da başka bir sorun ortaya çıktı. Her okul ve yuvanın kapısına bir polis koymaya kalktığınızda mevcut görevli sayısı talebi karşılamaya yetmiyor. Pekin’de bir mahale karakolundan sorumlu polis müdürü, “Her okula bir polis gönderirsek elimizde diğer sorunlarla ilgilenecek kimse kalmaz” diyerek durumu güzelce özetliyor. Polis müdürünün bulunduğu bölgede 24 memur görev yapıyor, 18 adetse okul var.

Veliler gönüllü fedailik yapacak
Pekin Belediyesi Kamu Güvenliği Bürosu’nun uygulamaya geçirilen yeni fikri, velilerin ellerini taşın altına koymasını amaçlıyor. Başlatılan kampanya her ne kadar ‘velilerin ortak okul koruma programı’ olarak tanıtılsa da, sloganın tutması açısından, “Kendi okulunu kendin koru” şeklinde tercüme edilmesinde fayda var diye düşünüyorum. Fikir oldukça basit, okulda çocukları okuyan veliler sırayla çocuklarının okulunda nöbet tutacak. Velilere öğretmenler de eşlik edecek, böylece her okulun birkaç tane gönüllü fedaisi olacak.
Bir okulda okuyan çocukların yüzler hatta binlerce velisi olduğu düşünülürse yılda birkaç gün gönüllü olarak bu işi yapmak yetecek, yani velilerin günler ve aylarca okullarda nöbet tutması gerekmeyecek. Polisler de okul civarlarında devriye gezmeye devam edecek. Veliler bıçaklı saldırganların karşısına öyle cıscıbıldak da çıkmayacak. Kollarında görevli olduğunu belirten kırmızı bir kol bandı ve ellerinde bir sopa olacak. Profesyonel koruma görevlileri ise cop ve biber gazı taşıyacak. Tırmıkla donatılanları da var. Veliler, isterlerse polisten eğitim de alabilecekler. Pilot proje Pekin’de Shunyi bölgesinde başlatıldı, gazete haberlerine göre velilerden 1.000’e yaklaşan sayıda gönüllü çıkmış. Önerilen model konusunda herkes olumlu görüşe sahip değil. Bazıları kısa vadede bunun bir çözüm olacağını düşünüyor, bazıları ise gönüllü olup, koluna pazu bandını taksa bile daha kalıcı bir çözümün bulunmasını istiyor.

6 Saldırıda 15 Çocuk öldürüldü
Çocuğu olsun ya da olmasın, okullara yönelik saldırılar ülkedeki herkesi tedirgin ediyor. Herşey, birbirinden bağımsız gibi görünen saldırganların, bıçakla arka arkaya okullardaki çocuklara saldırmasıyla başladı. Mart ile Haziran ayları arasında 6 saldırı gerçekleşti. 15 çocuk öldürüldü, 100’e yakını yaralandı. Meslekleri doktor, öğretmen, çiftçi ve işsiz olan saldırganların bazıları, çocukları yaralayıp öldürdükten sonra intihar etti. Okullarda güvenlik tedbirleri hemen arttırıldı ama ondan daha dikkat çekici olanı Başbakan Wen Jiabao’nun olayları basit, akli dengesi yerinde olmayan saldırılar diye niteleyerek geçiştirmek yerine, saldırıların ana nedenini bulma sözü vermesi oldu. Başbakan, sosyal problemleri çözmeleri gerektiğini, halk arasındaki sorunları çözüp uzlaşma çabalarını güçlendirmeye ihtiyaç duyduklarını söyledi. Ekonomisi hızla büyüyen Çin’de gelir dağılımı, sınıflar arasındaki uçurumun açılması önemli sorunlar. Çin bu sorunları çözebilirse, tüm dünyaya örnek bir ekonomik model yaratabilir. Çözemezse, birçok örneğini gördüğümüz sorunlarıyla beraber hatırladığımız ekonomik kalkınma hamlelerinden birine daha tanık olabiliriz.

Kayıp Çocuklar Günü
Konu çocuklardan açılmışken hem Çin’i hem de hepimizi ilgilendiren 25 Mayıs Dünya Kayıp Çocuklar Günü’nden bahsetmekte yarar var. Dünya Kayıp Çocuklar Günü, Türkiye’de de ilk kez bu yıl, TBMM’de düzenlenen etkinliklerle tanındı. Okula gönderdiği çocuğunun ölüm haberini almanın ne demek olduğunu, bakkala giden evladının bir daha geri dönmemesinin nasıl bir acı olduğunu ancak o acıyı çekenler bilir, bize fazla bir şey söylemek düşmez. Xi’an kentinden Cheng Zhu, 5 yıl önce kızının çocuk ticareti yapanlar tarafından kaçırıldığına inanan ve çocuğundan umut kesmeyen bir baba. Kızının kaybolmasından sonra kurduğu, ‘Kayıp Çocukların Aileleri’ adlı grup bugün 1.350 çocuğun izini sürmeye çalışıyor. Çin’de her yıl 60 bin çocuk kayıplara karışıyor. Cheng, Dünya Kayıp Çocuklar Günü’nü önemsediğini söylüyor. Kayıp çocuklar hakkında bilgileri kamuoyuna yaymanın, onları bulmanın en önemli yollarından biri olduğunu düşünüyor.
25 Mayıs’ta Çin’de ve dünyanın birçok yerinde gönüllüler, kayıp çocuklarla ilgili bilgileri dağıtıyor, aileler o gün çocuklarından kalan en son hatıra olan, çocuklarının o hiç yaşlanmayan fotoğraflarının bir kopyasını evlerin kapılarının altından atıveriyorlar. Sadece Çin’de her yıl, bir stadyum dolusu, 60 bin çocuk “ben kayboldum” ya da “kaçırıldım” diye bağırıyor. Yüzleri, fotoğrafları ve sesleri gazetelere belki sadece kayboldukları o gün haber oluyor ya da olmuyor. Halbuki her hafta, 60 bin kişi “en büyük Bizimspor” diye bağırıyor ve her hafta gazeteler, hem de tüm hafta boyunca ‘Bizimspor’a sayfalar ayırabiliyor. Acıları konuşmak hoş değil, insan acılarla yaşayamaz. Medyanın tek başına bu işi çözmesi de imkânsız ancak onları görmezden gelmek de başka bir sorun.

Akkuyu Ruslara satıldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.

Rusya ile Türkiye arasında imzalanan “Akkuyu Sahasında Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliği”anlaşmasıyla Mersin'in Gülnar'a bağlı Büyükeceli Beldesi'nde kurulması düşünülen atom santralinin sahibi de belirlenmiş oldu. Anlaşmanın adının tesisi ve işletimi olduğuna bakmayın, kapalı kapılar açıldıkça ortaya saçılan bilgiler, santralin yüzde 100 Ruslara ait olacağını söylüyor. Anlaşma zaten devletler arası bir anlaşma. Ruslar, Türkiye'nin bakir kalmış nadir koylarından birine nükleer santrali konduracak, işletecek ve ömrü dolunca da bavullarını toplayıp gidecek. Meseleyi hafife aldığımı düşünmeyin, bence bu meseleyi hafife alan AKP hükümetinin ta kendisi!

Önce, Rusya Devlet Başkanı Medvedev ile Başbakan Erdoğan'ı aynı masaya getiren süreci anımsayalım. AKP hükümeti 2004 yılında, 40 yıldır dillendirilen “elektriksiz kalacağız” bahanesine sarılarak, ortada fol yok yumurta yokken nükleer santral kurmaktan bahsetmeye başladı. Elektrik açığı ve bunun sadece nükleerle karşılanabileceği masalı pek tutmayınca halk bu defa da korkutma yöntemiyle nükleere alıştırılmaya çalışıldı. Aba altından “dışa bağımlılık” sopası çıktı, Ukrayna'yla Rusya arasında yaşanan doğalgaz krizi halkın gözüne sokularak, doğalgaz ve petrolde Ruslara bağımlıyız, tek çare nükleer sloganları atıldı. Halbuki, Rusya'dan alınan doğalgaz sadece elektrik üretiminde kullanılmıyor, ısıtmada da kullanılıyor. Isıtma amaçlı kulanılan doğalgazın yalnız ve yalnız elektrik üretebilen nükleer santralle ikamesi teknik bir fiyaskoydu. Kaldı ki, atom santrali devreye girdiğinde Rusya'dan alınacak gazın azalması için eldeki doğalgaz santrallerinin kapatılması gerekir. Hükümetin kapatılacak santraller listesi diye bir listesi olduğunu hiç sanmıyorum. Çoğu, “al ya da öde” anlaşmalarıyla geleceğini garanti almış santralleri kapatmadıkça, Rusya'dan gelen doğalgaza bağımlılık kaçınılmazdır. Kısaca AKP hükümeti bu noktada halkı kandırmaktadır. Zaten AKP, santral inşasını doğalgazda yüzde 65, petrolde yüzde 30'lara varan oranda bağımlı olduğumuz Rusya'ya vererek bu konunun hiç de umurlarında olmadığını açık seçik itiraf etmiştir. Başbakanımız da anlasın diye İngilizce yazıyorum, yalan number one!*

Nükleer santrali halka sevimli gösterme çalışmaları sırasında nükleer enerji taraftarları ve hükümet sıkça teknoloji transferinden bahsetti. Kurulacak santral sayesinde Türkiye işi öğrenecek, ileride kendi santrallerini bile geliştirebilecekti. Rusya'dan alınan anahtar teslim santral, Türkiye'ye öğretse öğretse nasıl harç karılır onu öğretir. Santral yapıldıktan sonra nükleer mühendisler santral gezisi yapıp, cep telefonlarıyla çaktırmadan fotoğraf da çekebilirler tabii. Teknoloji transferiyle ilgili ne var bu anlaşmada? Türkiye yıllardır yabancı firmalardan onlarca termik santral aldı. Nükleer enerjinin de bir çeşit termik santral olduğunu akılda tutarak, Sayın Enerji Bakanı Taner Yıldız'dan rica edelim, bize yerli yapım bir termik santral göstersin. Göstersin ki, anahtar teslim santral alarak nasıl teknoloji transferi yapıldığını öğrenelim. Kaldı ki, transferini yapacağınız nükleer enerji geleceğin değil geçmişin teknolojisi. İspanya 10 yılda rüzgar ve güneşe verdiği destekle, dünya çapında hatırı sayılır pazar payına sahip yerli firmalar yarattı. Türkiye 60 yıl geriden gelip, nükleerde hangi seviyeye gelecek ve batıda Fransa'nın, doğuda Rusya'nın sınırlı pazar payına ortak olacak? Çin'in çok ucuza reaktör üretmeye başladığını da anımsatalım. Bugünün dünyasında satamadığınız, hiçbir teknoloji transferi uzun süreli olmaz. Yaptığınız yatırımın geri dönüşü olmazsa, yaptığınız zaten yatırım sayılmaz. Bunu da yazın kenara, iki numaralı yalan.

Tarih 4 Mart 2010, yer TBMM. Bakan Yıldız, yenilenebilir enerjilere verilecek destek konusunda şu açıklamayı yapıyor: "Güneş 24-28 euro/sent yerine bu ülkede 12 dolar/sente kazandırılsa daha iyi olmaz mı? Teknolojisini, know how'ını dışarıdan alacağız. Bizim neyi finanse ettiğimizi çok iyi bilmemiz lazım değerli arkadaşlar: Teknoloji sahibini mi, buraya yatırım yapan yatırımcıyı mı, vatandaşın kendisini mi?"** 

Güler misin, ağlar mısın misali... Nükleerde, teknolojiyi de, teknik bilgiyi de ve hatta işletmecisini de dışarıdan almıyor musunuz Sayın Yıldız? Bize neyi kalıyor? Ruslardan santral alınca vatandaşı mı finanse etmiş olduk? Santralin ömrü dolduktan sonra ne yaplacağı belli olmayan posası, nükleer atık haline gelen kendisi. Tüm bu kandırmaca içerisinde gözden kaçan en önemli konu, santral çalışırken ortaya çıkacak ve binlerce yıl radyoaktif kalacak atıklarla, ömrünü tamamlayan santralin nükleer atk olan kendisinin ne olacağı. 5710 sayılı yasa, işletmeci firmaya üretilen kilovatsaat başı 0,15 cent katkı payı ödeme zorunluluğu getiriyor. İyi de, nükleer atık sorunu parayla çözülebilen bir sorun değil ki! Yüzlerce, binlerce yıl radyoaktif kalan bu atıklar nerede saklanacak? Büyükeceli köylülerine hatıra olarak mı dağıtılacak, hiçbir şey belli değil. AKP, önce atık sorunuyla ilgili planını açıklamalı, halkı ikna etmeli, sonra pazarlık masasına oturmalıydı. Nükleer atık sorunu halledildi savı palavradan ibaret; yalan üç!

Tam da Anayasa değişikliğiyle ilgili tartışmaların yapıldığı ve referandumdan bahsedildiği günlerde neden santral kondurulmak istenen Büyükeceli'de yapılan halk oylaması akla gelmiyor. Belli ki, ticaret ve halkın sağlığı söz konusu olunca sözde demokrat AKP, vatandaşın fikrini almaya yanaşmıyor. 1999'da Büyükeceli'de yapılan halk oylamasında nükleere yüzde 84'le hayır dendi. Sinop'a sandık koymaya cesaretiniz var mı? 12 Eylül'ün etkisinin yaşandığı dönemde bile nükleer enerji tartışmalarında atık sorunu, halkın ne düşündüğü gündeme gelirdi. Şimdi ise tepeden inme kararlarla, kendi düzenledikleri ihaleleri, yasaları da hiçe sayarak bir oldu bitti yapılmaya çalışılıyor. AKP'ye oy veren ve destek çıkan liberallere ayrıca selam olsun!


*Bir numaralı yalan.
**TBMM Genel Kurul Tutanağı, 23. Dönem, 4. Yasama Yılı, 69. Birleşim.

Zhao Zuohai ve Huang Guangyu'nun öyküleri

Özgür Gürbüz - BirGün Gazetesi / 23 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.

Çin'de attığınız her adımın, yediğiniz her meyvenin bir öyküsü var. Başlarından kar eksik olmayan yüce dağlardan çıkan ejderhaların, taştan aslana, aslandan güzel bir kadına dönüşen mistik canlıların diyarındayız. Bu nedenle bu haftaki yazımızı iki Çin öyküsüne ayırdık. Hanedanların zamanından değil ama günümüz Çin'inden iki öykü.

İlk öykümüzün kahramanı Zhao Zuohai, Çin'in turist geçmez köylerinden birinde aklı tarlasında, gözü sabanında olan bir çiftçi. Bir zamanlar evliydi, dört de çocuğu vardı. 1999'da cinayet suçundan hapse girdi, 11 yıl hapiste kaldı. Öldürdüğü söylenen kişi 30 Nisan'da canlı kanlı ortaya çıkınca suçsuz olduğu anlaşıldı ve serbest bırakıldı. 57 yaşındaki Zhao, Shangqiu kentindeki yerel mahkemenin kararıyla hapishaneden bol sıfırlı bir çekle ayrıldı. Zhao'yla ben işte o zaman tanıştım. Gazetelerde fotoğrafı vardı, ben fotoğrafa, o da fotoğraftan bana baktı; tanıştık. Devlet Tazminat Kanunu uyarınca toplam 650 bin yuan tazminata hak kazanan Zhao, gazetelere elinde tuttuğu çeki gösterirken alnından şakaklarına kadar uzanan kalın damarları adeta gerilmiş, kalınca bir sicim gibiydi. Alnındaki damarlar haksız yere 11 yıl boyunca parmaklıklar ardında tutulmanın verdiği kızgınlıkla daha bir irileşmişti.

Gülemeyen adamlar
"Gülemeyen adamları" bilir misiniz, Zhao işte onlardan biriydi. Fotoğrafa baktıkça bende, 18 yıl daha hapiste kalacağını sanan Zhao'nun gardiyanın durup dururken kendisine gelip, “serbestsin” demesine sevinemediği hissi uyandı. Herhalde geçen 11 yılı, gelecek 18 yıldan daha çok düşünüyor olmalıydı. Aklı tarlasında desem de, bir gün Zhao'nun da gözü dönmüş, şeytana uymuş. İddiaya göre aynı adı taşıyan Zhao Zhenshang komşusuyla para ve bir kadın yüzünden kavgaya tutuşmuş. Kavgada başına aldığı darbeyle Zhao yere yığılmış ancak komşusu onu öldü sanarak kayıplara karışınca işler değişmiş. Zhao’nun kendisini öldüreceğinden korkmuş. Yaklaşık iki yıl sonra köyde kafası kesik bir cesed bulununca Zhao’nun gerçekten de intikam aldığı sanılmış. 2002 yılında önce ölüm cezasına çarptırılmış, sonra ceza hafifletilip 29 yıl hapse çevrilmiş. Zhao, cezasının bitmesine 18 yıl kala, öldürdüğü sanılan komşusunun ortaya çıkmasıyla serbest bırakıldı ve yaklaşık 100 bin dolarlık bir tazminata hak kazandı. 11 yıl sonra köye dönen komşusu 56 yaşındaki Z. Zhenshan ise gazetecilere köyünü çok özlediğini, fazla para kazanamadığını, hiç evlenmediğini ve utancından köye geri gelemediğini anlattı.

Karısı başka biriyle, çocukları evlatlık
Aradan geçen 11 yıl çok şeyi değiştirmişti. Zhao hapisteyken kendisinden umudu kesen karısı yeniden evlenmiş. Dört çocuğundan ikisi evlatlık verilmiş, diğer ikisi ise göçmen işçi olarak köyden ayrılmış, Çin'in başka kesimlerinde çalışmaya başlamış. 11 yılı hapiste geçen bir adam ansızın gelen, “hata oldu” haberine sevinebilir mi, suçsuz olduğunu anlatmaya çalışarak geçirdiği 11 yıldan sonra, dudakları uçlarından yukarı doğru kıvrılabilir, gülümseyebilir mi; tahmin etmek çok güç.

Zhao'nun, Çin'in resmi haber ajansı Şinhua ve gazetecilere verdiği demeçler başka bir trajediye daha işaret ediyor. Zhao, yakalandıkta sonra karakolda suçunu itiraf etmesi için dövüldüğünü, 30 günden fazla bir süre uyutulmadığını söyledi. 11 yıllık hapsi, “Ölsem daha iyiydi” dediği karakol macerasıyla başladı. Şimdi tek isteği kendisine yeni bir ev inşa etmek ve çocuklarını geri almak. Yerel polis, sorgulamayla ilgili Zhao'nun iddialarını araştırmaya başladı ve kendisine suçluları bulma sözü verdi. İki polis şimdiden gözaltında. Shangqiu Polis Şefi gazetelere verdiği demeçte, “İşkenceyle itiraf ettirmek yanlış, polis memurları bu gibi olayları daha entelektüel ve bilimsel yöntemlerle çözmeyi öğrenmeliler” dedi. Çin'in nasıl değiştiğine iyi bir örnek belki de.

Altı milyar dolarlık mahpus
Gelelim ikinci öykümüzün kahramanına. Adı Huang Guangyu, bir zamanlar Çin'in en zengin adamıydı. Yasadışı ticari anlaşmalara imza atmak ve rüşvet gibi suçlardan dolayı 14 yıl hapse mahkum oldu. 600 milyon yuan (88 milyon dolar) tutarında para cezası ve 200 milyon yuan değerindeki mülküne el konulması da cabası. Guandong eyaletindeki fakir bir ailenin çocuğu olan Huang, 40 yaşlarında. 1987 yılında ağabeyiyle birlikte Pekin'de ev aletleriyle ilgili bir şirket kurarak işe başlamıştı. 2008'de mal varlığı 6 milyar doları geçti. 2008 Kasım'ında tutuklanan Huang'ın, kurduğu GOME adlı şirketin hala üçte birine sahip olduğu söyleniyor. Elindeki hisselerin mali değeri 2 milyar dolar civarında. Hapiste geçireceği 14 yıl boyunca milyar dolarları bulan bu serveti Huang'ı ne kadar mutlu edecek bilinmez. Bilinen şu ki, Huang davası Çin'de çok kısa sürede ve yasadışı yollardan zengin olan onlarca işadamı için bir uyarı niteliğinde.

Zhao Zuohai yanlışlıla hapise girdiği için zengin oldu, Huang ise yanlış yolları izleyerek zengin olduğu için hapse girdi. Huang, hapise girmeden önce milyarderdi şimdi ise tahminen diğer mahkumlar gibi rutubetli bir hücreye, demir parmaklıklara ve bir ranzaya sahip. Zhao, çiftçiyken göremeyeceği kadar çok paraya sahip oldu ama karısını ve çocuklarını kaybetti. Hayal ürünü ya da gerçek, öykülerden ders çıkarmak lazım. İnsanı neyin mutlu ettiğini, kısacık ömrümüzde neyin peşinde koşmamız gerektiğini içinde ejderha olsun ya da olmasın öyküler bize çok iyi anlatıyor. Çin'deki bu iki modern hayat öyküsünden, paranın mutluluk getirmediği sonucunu çıkarıp bir kenera not alsak, acaba yanlış mı yapmış oluruz?

Sigara yasağı Çin'e uzandı

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak ve BirGün'e erişmek için tıklayınız.

Bu yıl altı milyon türdeşimiz aramızdan ayrılacak. Yapılan tahminler böyle. Altı milyon insan, sigarayla bağlantılı hastalıklar yüzünden ölecek. Dünya Akciğer Vakfı ve Amerikan Kanser Cemiyeti'nin 2009 yılındaki tahmininin yılın yarısına geldiğimiz şu günlerde hangi oranda gerçekleştiğini söylemek zor; umarım yanılmışlardır. Ne yazık ki temenniler sigaranın zararlarını hafifletmiyor. Sigara kullanımı günümüzdeki eğilimini korursa, 2020'de sigara yüzünden ölecek insan sayısı 7'ye, 2030'da ise 8 milyona çıkacak.

Çin'de her 10 erkekten 6'sı sigara içiyor
Aynı araştırma dünyada 1 milyar erkeğin ve 250 milyon kadının sigara içtiğini söylüyor. Erkeklerin yüzde 50'si, kadınların ise yüzde 9'u gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Çin'in sağlık kuruluşlarında başlayan sigara yasağının 2011'den itibaren ülkedeki tüm kapalı alanları kapsayacak olması, belki de bu yüzden kritik bir öneme sahip. Sigara alışkanlığı Çin'de erkekler arasında çok yaygın. 311 milyon erkek düzenli olarak sigara kullanıyor. Erkek nüfusunun yüzde 60'a yakını. Kadınlarda ise bu oran yüzde 3,7'lerde kalıyor. Rakamla ifade edersek 13 milyon 500 bin kadından bahsediyoruz. Türkiye'de sigara içen kadın sayısı 4,5 milyonu geçiyor, yani her beş kadından biri sigara içiyor. Erkeklerde ise her iki erkekten biri. Ülkelerin nüfusları sizi aldatmasın, özellikle kadın tiryakilerin çokluğu ve sigarasever erkeklerin Çin'dekine yakın oranı, Türkiye'yi oldukça riskli bir ülke haline getiriyor. Sigara yasağının Çin gibi dev bir coğrafyada 2011 yılında hayata geçirileceği düşünülürse, bizdeki yasağın geç kaldığı bile söylenebilir. Çin'de yasağın ne kadar ve nasıl uygulanacağı konusunda bir şey söylemek için erken. Ancak, Türkiye'de yasağın ne kadar etkin bir biçimde uygulandığı tartışılır. Bunun temelinde iki ülke arasındaki yapısal farklar yatıyor. Gelin, devletin devleti yönetiği Çin ile, özel şirketlerin, esnafın, ticaret erbabının kral olduğu Türkiye'yi kıyaslayalım.

“Sana bir çakarım”
Çin'in sigarayla ilgili ilk yasağı sağlık kuruluşlarında başladı. Bu yılın sonunda, ülkedeki sağlık kuruluşlarının yarısının “dumansız hava sahası”na sahip olması bekleniyor. Gelecek yıldan itibaren, ofisler dahil olmak üzere, kamunun kullanımına açık kapalı alanların tümü, ulaşım araçları genişletilen yasaktan nasibini alacak. Yasağın hayata geçmesinin ardından sıkı kontrollerin yapılacağını tahmin etmek yanlış olmaz. Çin başbakanının sokak sokak dolaşıp, “Sana bir çakarım” diyerek espriler yapacağına ise pek ihtimal vermiyorum. Memlekete son gelişimde, İstanbul'un Beşiktaş semtinde gördüğüm manzara sigara içenlerden önce sigara yasağının kendisinin mefta olduğuydu. Gördüm ki, AKP esnafa söz geçiremiyor. Çünkü devlet, özelleştirile özelleştirile, “özel devlet” olmuş. Halkın sağlığına bile esnaf karar veriyor. Devlet ve “özel devlet” arasındaki farkı, Çin ve Türkiye üzerinden bir başka örnekle pekiştirelim.

40 milyar plastik torbadan tasarruf
Bir milyar 300 milyonluk nüfusun yarısının kentlerde yaşadığı, süpermarketlerin tıklım tıklım dolduğu bu devasa topraklarda insan ve çevre sağlığı için uygulanan ve bizde uygulanamayan(!) bir başka kural daha var. 1 Haziran 2008'den bu yana Çin'deki süpermarketlerde plastik torbalar para karşılığı satılıyor. Çin hükümeti, kalınlığı 0,025 mm'den ince plastik torbaların kullanımını ve süpermarketlerde ücretsiz plastik torba verilmesini yasakladı. Kuruş misali de olsa, torba istiyorsanız bedelini ödüyorsunuz. Birçok kişi bir kullanımlık torbalar yerine daha dayanıklı plastik veya bez torbalara döndü. Süpermarket dışında bazı dükkanlar da müşterilerine plastik torba vermekten kaçınıyor. Çince sözlüğüm boşuna iple bağlanıp paketlenmedi bana. Bu çok dar kapsamlı görünen yasak, bir yılda Çin'in 1 milyon 600 bin ton petrol tasarruf etmesine yol açtı. Çin, bir yıl içerisinde 40 milyar plastik torba az kullandı.

Sizce, 70 milyonluk Türkiye'de neden bu tip önlemler alınamaz? Çünkü, iktidar partisine özel sektörden gelen destek kesilir, plastik üreticileri ayağa kalkar, “batarız” derler. Doğrudur, batabilirler de. Çin'deki yasağın, ülkenin en büyük plastik torba üreticisi Suyping Huaçiang'ın kapanmasına neden olduğu gazetelerde yazıldı. Firma bir devlet şirketiydi. Kısacası, devlet 400 milyon TL civarında geliri olan firmayı, halk ve çevre sağlığı için gözden çıkardı. Çalışan işçileri başka alanlara kaydırdı. Belki, plastik torba üretimindeki birçok işçi şimdi bez torba üretiyor.

Tüm bunları yapabilmek için devletin “özelleştirilmemesi” gerek, sırtını özel sektöre dayayıp, halkın çıkarlarıyla ilgilenmeyen bir partinin kafasını, içine soktuğu plastik torbadan çıkarması zor. Bize, “halkın sağlığı şirketlere bırakılmayacak kadar önemlidir" diyecek birileri lazım.

Evim evim, pahalı evim

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak için lütfen tıklayınız.

Çin evleri denince aklınıza, güneşte kurutulmuş ıslak bir şapkanın, içe kıvrılmış uçları gibi köşeleri olan çatılar geliyor olabilir. Çin'deki eski evlerin, sarayların ve tapınakların mimarisini özetlemek için bu eğlenceli tanımı kullanabiliriz ancak Çin'de yeni inşa edilen evlerin kıvrık uçlu çatıları, sıralı kiremitleri ve avluları olduğunu söylemek zor.

Çin'in büyük metropollerinde inşa edilen yeni evler, bizim “modern” sitelerimize benziyor. Blok blok inşa edilen 20-25 katlı dev apartmanlardan bahsediyoruz. Göğe ulaşma çabaları ve estetik açısından bizim büyük kentlerin dışında kurduğumuz sitelere benzese de, belirgin bazı farkları var. Öncelikle çok pahalılar. Pekin ve Şanghay gibi büyük kentler başta olmak üzere ev fiyatları son yıllarda aldı başını gidiyor. Emlakçılarda ilanlar, metrekare fiyatlarıyla camlara asılıyor. Pekin'de ikinci el bir evin metrekaresi ortalama 15 bin yuandan alıcı buluyor. Kentin merkezindeki fiyatlar bunun birkaç katı; hiç bahsetmeyelim. 100 metrekarelik, ikinci el bir ev almaya kalksanız en iyi olasılıkla 1 milyon 500 bin yuan ödeyeceksiniz ki, bu da bizim paramızla yaklaşık 350 bin liraya denk geliyor. Çinli dostlar neden çok çalışıyor sorusunun günümüzde en kestirme yanıtı bu; ev almak için!

Çin'de ev fiyatlarının yüksekliğini sadece 1 milyar 300 milyonu geçen nüfusa bağlamak doğru değil. Son yıllarda yaşanan hızlı kentleşme, kırsaldan kente çalışmak için gelen ve işleri bitince köylerine dönen göçmen işçilerin artık bu yorucu yolculuğu yapmak yerine kentlere yerleşmeye çalışması ve bir rant aracı olarak evlere olan ilginin artması ilk nedenler arasında. Bugün, Çinlilerin ve dolayısıyla hükümetin üzerinde en çok konuştuğu konulardan biri ev fiyatları. Kentlerde yaşayanlar, başlarını sokacak bir evi nasıl alacaklarının hesabını yapmaya çalışıyor ama elinde ciddi bir nakit parası olmayanlar, işin içinden çıkamıyor. Yeni ev almış bir dostuma, “krediyi kaç yıllığına aldın diye soruyorum” bana 30 yıl yanıtını veriyor. Ana para konusunda da ailesi ciddi bir yardımda bulunmuş. Yaşının 30'larda olduğunu bildiğim için, “Demek ki diyorum, çocukların için alıyorsun bu evi”. Esprim fena değil ama gülümsememiz Çin'de ev sahibi olmanın zorluğunu hafifletmiyor.

Pekin'de ailelere ikinci ev alma izni yok
Soru büyük ancak yöneticiler meydanı “görünmez ele” bırakmış da değiller. Pekin'de yerel hükümet, birkaç gün önce bu işe dur demeye niyetli olduğunu gösteren türde bir adım attı. Bundan böyle kentte hiçbir aile, ikinci bir ev satın alamayacak. Ev fiyatlarının artmasının bir nedeni de birçok kişinin, iki hatta üçüncü bir ev satın alarak bu işi ticarete çevirmesiydi. Merkezi hükümet de, üç ve üçten sonraki evler için kredi (tutsat) verilmesini yasaklayan bir karar aldı. Çin hükümetin aldığı önlemler arasında, ikinci ve sonraki evler için kredi isteyenlerden daha yüksek bir ana para talep edilmesi de var. Birçok yetkili, spekülatif hareketler yüzünden fiyatların tavan yaptığını ve ev piyasasının patlamaya hazır bir balona dönüştüğü uyarısını yapıyor. Benzer uyarıyı, ev kredilerine yönelik olarak yapanlar da var. Çin Merkez Bankası, sadece bu yılın ilk çeyreğinde emlak sektörüne verilen kredi miktarının 124 milyar doları bulduğunu söylüyor. Çin, bir yandan ev kredisi alımını zorlaştırmaya, bir yandan emlak vergilerini arttırmaya çalışıyor. Diğer taraftan da ucuz konut inşasını hızlandırarak fiyatların düşmesine uğraşıyor.

3 milyon yeni ev yapılıyor
Hükümetin 2010 yılı planları arasında, dar gelirlilere yönelik 3 milyon yeni evin yapılması, kötü bölgelerde yaşayan 2 milyon 800 bin ailenin evlerinin iyileştirilmesi, 1 milyon 200 bin ailenin harap omuş evlerinin tamir edilmesi ve 60 bin göçmen aile için ev inşa edilmesi yer alıyor. Hükümetin ciddi ısrarı, diğer bölgelerde alınan Pekin'dekine benzer tedbirler satışların biraz da olsa düşmesine ve fiyatların soğumasına neden oldu. Yine de uzmanlar, fiyat artışının durup durmayacağı konusunda net bir tahminde bulunmaktan kaçınıyor.

Üst üste değil de iç içe yaşamak
Pekin'e gelen turistlerin görmeye gittiği, “Siheyuen” adı verilen avlulu evler, bu avlulu evler arasında bağlantıyı sağlayan “Hutong” adlı geçitler bu kentleşme sürecine direnmekte zorlanıyor. Uçları kıvrık çatılı evlerin, tam bir mahalle havasını yansıtan, herkesin üst üste veya alt alta değil de iç içe yaşadığı “hutong”ların korunma altına alınmayanları, emlak sektörünün dev şirketleri tarafından satın alınarak yerlerine bildiğimiz apartmanlar dikiliyor. Korkarak yazıyorum, TOKİ duyarda, adını “To-Ci” yapıp Çin pazarına girer diye. Pek hoşuma gitmeyen bu dev apartmanların yine de, geniş bahçeleri, birbirine yapışmayan yüzleri, güneş alan pencereleri, açıldıkları dev caddeleri ve otoparkları var. Bağlandıkları toplu taşıma ağları, uydukları bir şehir planı ve kurallar var. “To-Ci” gelirse değil o eski “Hutong”ları, bu blokları da mumla ararız diye korkuyor insan.