AB Kyoto’ya Odaklandı, Sıra Türkiye’de

Avrupa Birliği’nin küresel ısınmayı önlemek için Kyoto Protokolü kapsamında aldığı tedbirlerin sonuçları kendini göstermeye başladı. AB-15 ülkeleri, 1990 yılına göre küresel ısınmaya yol açan seragazlarını yüzde 2,7 oranında azalttı. Tahminler, Birlik ülkelerinin Kyoto hedeflerini yakalayacağı yönünde. Türkiye ise Meclis tatili nedeniyle ertelediği Kyoto’ya imzayı, önümüzdeki günlerde Meclis Genel Kurulu’nda alınacak “evet” kararıyla atmaya hazırlanıyor. Kyoto’ya imza 2009’dan önce

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 30 Ekim - 5 Kasım 2008

-Karbondioksit var mı?
-Var, ne kadar lazım?
-İki milyon ton kadar, ama temizinden olsun...

Böyle bir diyalogu absürd bulmuş olabilirsiniz ama bulmasanız iyi olur. Çünkü benzer bir diyalog geçen günlerde Belçika ve Macaristan Çevre Bakanları arasında gerçekleşti. Belçika, Macaristan’ın Kyoto Protokolü çerçevesinde atmosfere salmaya hak kazandığı 2 milyon ton seragazını, satın aldı. Alışverişin ederi açıklanmadı. Bugün, “karbon borsası” olarak da adlandırılan “emisyon ticareti” kapsamında, 1 ton karbondioksit eşdeğeri seragazının fiyatı 20 Euro civarında. Basit bir hesapla, yukarıda söz konusu ettiğimiz kirli hava alışverişinin, aşağı yukarı 40 milyon Euro’yu bulduğunu belirtmekte yarar var.

Bilindiği gibi Kyoto Protokolü’yle, iklim değişikliğine, ya da halk arasında bilinen adıyla, küresel ısınmaya yol açan seragazlarının atmosfere salımı azaltılmaya çalışılıyor. Protokole taraf olan ülkelere, başta karbondioksit olmak üzere belli başlı seragazlarını atmosfere salma konusunda sınırlama getiriliyor. Ülkeler de belirlenen bu hedeflerde kalmak için ülke içindeki işletmelerin atmosfere salabileceği seragazı miktarlarını belirliyor. Bundan sonrası firmalara kalıyor, ya teknolojilerini değiştirerek (örneğin kömür yerine rüzgârdan elektrik üreterek) ya da tasarrufa giderek belirlenen sınırlar içerisinde kalmaya çalışıyorlar. Verilen eşik değerin altında kalırlarsa ne âlâ! “Arttırdıkları” miktarı borsada beliren fiyat üzerinden, sınırların üzerinde kalan diğer firmalara satarak para kazanma şansları var. Böylece yaptıkları yatırımı da finanse etmiş oluyorlar. Verilen sınırların üstünde kalan işletmelerse, daha yüksek olan cezaları ödememek için borsada “temiz karbon hissesi” olarak tabir edebileceğimiz hisseleri satın almak zorunda kalıyor. Protokol, Belçika-Macaristan arasında olduğu gibi ülkeler arası ticarete de izin veriyor.

AB seragazlarını yüzde 3 azalttı
Karışık gibi görünen “karbon borsasının” karışık olmayan tek sonucu, AB ülkelerinin Kyoto hedeflerini yakalamaları için kritik öneme sahip olması. Kyoto Protokolü’ne topyekûn taraf olan ve seragazı salımlarını, 2012 yılına kadar 1990 değerlerinin yüzde 8 aşağısına çekme sözü veren Avrupa Birliği’ndeki gelişmiş 15 ülke, 2006 sonuna kadar ancak yüzde 2,7 oranında indirim sağlamış durumda. Ancak, Avrupa Çevre Ajansı tarafından yapılan bilimsel tahminler, yukarıda bahsettiğimiz Kyoto mekanizmalarının kullanılması ve planlanan ek tedbirlerin de alınmasıyla bu oranın 2010 yılında yüzde 11,3’ü bulabileceğini belirtiyor. Kısacası, AB’nin karbon ticareti gibi mekanizmalar olmadan hedefine ulaşması zor ama planlanan ek tedbirlerle birlikte bu mekanizmaların kullanılması hedefin ötesinde bir sonuca ulaşılmasını sağlıyor. Hem de sanılanın aksine ekonomilerini daraltmadan bunu yapabilmişler. Örneğin, 1990 yılına göre yüzde 12,5 indirim yükümlülüğü olan İngiltere, şimdiden yüzde 18 indirim sağlamış durumda. İngiltere’nin son 10 yıllık Gayri Safi Hasıla büyüme oranı ise salım miktarının aksine “artı” değere sahip ve ortalama yüzde 3 civarında.

İtalya ve İspanya’nın karnesi kötü
Tüm ülkeler İngiltere kadar iyi durumda değil tabii. İspanya, 1990 yılı miktarının yüzde 25 üzerine çıkma hakkı verilmesine rağmen yüzde 50 artış sağlamış durumda. İtalya’nın durumu da hiç farklı değil. 1990 yılına göre seragazı miktarını yüzde 6,5 azaltmak zorunda olan İtalya şu anda atmosfere saldığı miktarı yüzde 10 arttırmış durumda. Bu ülkelerin kötü performansını İngiltere ve Almanya gibi ülkeler karşılıyor ama 2020 için AB’nin aldığı yüzde 20’lik hedefe ulaşmak isteniyorsa, İtalya, İspanya, Danimarka ve Yunanistan gibi ülkelerin de performanslarını arttırmaları gerekiyor.

***
Kyoto'ya imza 2009'dan önce
Kyoto’ya dahil olma hazırlığında olan Türkiye’nin 2012’ye kadar yükümlülük almayacağı biliniyor. 2012 sonrası Türkiye’ye nasıl bir hedef konulacağı ise bu Aralık ayında Poznan’da ve gelecek yıl Danimarka’da yapılacak görüşmelerde şekillenecek. Türkiye, seragazı salım miktarlarındaki artışta dünya birinciliğini koruyor. 1990 yılına göre artış oranı yüzde 95’i geçmiş durumda. Avrupa Çevre Ajansı, Türkiye tarafından yapılan tahminlere göre bu hızın yavaşlayacağını ve 2010 yılında artış oranının yüzde 98’e ulaşacağını öngörüyor. Bu olmazsa, Türkiye’nin kendisine hedef belirlerken yapacağı pazarlıkta zorlanacağını tahmin etmek zor değil. TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Nazmi Haluk Özdalga, Türkiye’nin Protokol’e taraf olmasını sağlayacak yasanın Meclis gündeminin ilk sıralarında olduğunu ve önümüzdeki haftalarda görüşüleceğini belirtiyor. Özdalga, “İnşallah Meclis’te bulunan tüm partilerin desteğiyle onaylanmış olacak” diyerek bir başka beklentisini de dile getiriyor ve imzanın 2009’a kalmayacağını düşünüyor.

***
Ne hedeflediler, ne yaptılar? (yüzde olarak)



TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu İddiaları Yeni Aktüel'e Değerlendirdi: “DELİ SAÇMASI!”

Kulislerde TAEK Başkanı'nın istifasının Cumhurbaşkanı'na ulaştığı ve "Nükleer Yarışma"nın iptal edileceği konuşuluyor...

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu bugünlerde hareketli günler geçiriyor. Nükleer santral yapımına tek firmanın talip olması, kurum başkanı Okay Çakıroğlu’nun istifa ettiği söylentileri dikkatleri TAEK’e çekti. Ardından Enerji Bakanlığı müfettişleri Çakıroğlu hakkında, oldukça ilginç iddiaların yer aldığı bir soruşturma başlattı. Çakıroğlu, “saçma” olarak nitelediği iddiaların kendisini yıpratmak için ortaya atıldığını söylüyor ama emekliye ayrılma isteğini de gizlemiyor.

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 23-29 Ekim 2008

“Demir kafesle kapatılan katta kaç kişi çalışmaktadır ve bu bölümün adı nedir? Kurum teşkilat şemasında bu bölüm görülmemektedir. Bu bölüm nereye gitti?” Bu soru, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı hakkında, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından yürütülen soruşturmadaki 9 numaralı soru. 15 numaralı soru ise şöyle: “Nükleer santral ihalesi ile ilgili hangi Amerikan firması ile gizli görüşmeler yapılıyor?”. Bunlar gibi tam 19 soru var; bazıları ciddi yolsuzluk iddiaları, bazıları ise “ilginç” dedikoduları andırıyor. 19 sorunun ardında ise “bu hususlara ilaveten” diye başlayan bir başka cümlede, TAEK ile Montgomery Watson Harza Engineering and Consultancy Ltd. (MWH) veya Türkiye şubesi arasında herhangi bir iş ilişkisinin olup olmadığı soruluyor. MWH, Okay Çakıroğlu’nun bir zamanlar başkan yardımcılığını yaptığı dev bir danışmanlık-mühendislik firması. Tüm dünyada 7000’in üzerinde çalışanı ve 170’in üzerinde ofisi var...

İddialarla ilgili görüşünü aldığımız Çakıroğlu, “Bir şey yemediğim için karnım ağrımaz benim” diyor ve “deli saçması” olarak nitelediği iddiaların, göreve geldiği günden beri kendisini yıpratmak isteyenlerce sürekli ortaya atıldığını söylüyor. “Beş senedir pek çok soruşturma geçiriyorum. Yıllardır benim hakkımda iddialar oluyor, bu iddiaların soruşturulmasını ben istiyorum. Bunların da soruşturulması talebi benden gitti” diyen Çakıroğlu, MWH firmasının Türkiye ve Amerika’daki hisselerinin hepsini göreve başlamadan önce devrettiğinin ve ilişkisini kestiğinin altını çiziyor. Ticaret Sicili Gazetesi’nin 9 Mart 2004 tarihli sayısında, Çakıroğlu’nun, 8 milyar 400 milyon TL değerindeki hisselerini 25 Şubat’ta Harza International Development’a yani şirkete devretme kararı yayımlanmış. Çakıroğlu’nun TAEK’e başkan olduğu tarih ise dört ay sonra, Resmi Gazete’nin 1 Temmuz 2004 tarihli sayısında duyurulmuş. Çakıroğlu, MWH firmasının Türkiye’de nükleerle ilgili bir aktivitesi olmadığını, yurtdışında da nükleer dışı işlerle uğraşan bir çevre firması olduğunu belirtiyor. Firma, nükleer atıklarla ilgili de çalışmalar yapıyor ancak Çakıroğlu bu konunun çevre kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor.

18 Haziran 2007 yılında 105 sayılı inceleme emriyle sözlü olarak Çakıroğlu’na iletilen, 2 Haziran 2008 tarihinde de yazıya dökülen soruşturma aslında TAEK’teki son gelişme. Öncesinde, Mersin’de yapılması düşünülen nükleer santral için 24 Eylül’de gerçekleştirilen ihale var. Sadece Rus firmasının talip olması nedeniyle birçok kişi ihaleyi başarısız olarak niteledi. Yarışmadan birkaç hafta sonra fısıltı gazetelerinde TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu’nun istifa ettiği haberi dolaşmaya başladı. Haber, TRT’nin web sayfasına kadar ulaştı ama bakanlık tarafından doğrulanmadı. Daha sonra Çakıroğlu’nun emekliye ayrılmayı talep ettiği ama bunun, kendisini “çok yakın arkadaşı” olarak tanımlayan Enerji Bakanı Hilmi Gürel tarafından kabul edilmediği haberi geldi. Nükleer tepkimenin son halkası ise Çakıroğlu hakkında açılan soruşturma oldu. “Beni yıpratıp kaçırmak istiyorlar. Şimdi de bayram yapıyorlardır” diye konuşan Çakıroğlu, “Emeklilik iddialarını bunlarla bağdaştırıp hakkımda şaibeler yaratılıyor. Bir kurumu bırakıp gitmek, görevi aksatmak doğru olmaz. Sayın Bakanım böyle bir talebimin olduğunu biliyor, ilk fırsatta da (emekli) olacağım herhalde. Ben de yorulabiliyorum, gençlerin önünü açmak lazım” sözleriyle de emeklilik konusunda kararlı olduğunun altını çiziyor. Kulislerde bu talebin Cumhurbaşkanı’na ulaştığı konuşuluyor. Kulislerde konuşulan bir başka konu ise nükleer ihalenin, tek teklif veren Rus Atomstroyexport-Ciner konsorsiyumunun teknik olarak yeterli bulunmaması nedeniyle iptal edileceği. TAEK’in konsorsiyuma dahil olan firmalardan ek bilgi talep ettiği ve ay sonuna kadar görüşünü bildireceği ise yetkililerden alınan bilgi.

***
TAEK Başkanı Çakıroğlu’na yöneltilen iddialardan bazıları ve Çakıroğlu’nun yanıtları:

İddia: Nükleer santral ihalesi ile ilgili hangi Amerikan firması ile gizli görüşmeler yapılıyor?
O.Ç.: Gizli olur mu, hepsinin kaydı var, zaptı var. Sadece Amerikan değil, Ruslarla da, Japonlarla da görüştük. Benim bu konuda bir talimatım var. Firmalarla kimse teke tek görüşemez. Her toplantıda mutlaka iki yardımcım ve ilgili daire başkanım vardır. İlgili firmaları bilgilendirmek ödevlerimden biri. Tek teklifi veren Ruslarla da görüştüm, niye onu yazmıyorlar? Biz nükleer güvenlik açısından denetleyen kurumuz. Fiyatla ilgili değiliz. Gizli toplantı yapma şansımız olmaz. Biz firmalardan dört yıldır brifing alıyoruz.

İddia: Yakıt çevrimini tamamladık ne demektir? TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu bunu izah edebilecek mi?
O.Ç.: Bu kitaplarda bile var. Teftiş konusu olabilecek bir şey değil. Komik geliyor.

İddia: Demir kafesle kapatılan katta kaç kişi çalışmaktadır ve bu bölümün adı nedir? Kurum teşkilat şemasında bu bölüm görülmemektedir. Bu bölüm nereye gitti?
O.Ç.: Bazı güvenlik kuralları vardır. Giriş çıkışların kontrol edildiği yerler bunlar. Bazı haberleşme evraklarının bu tip koruma odaları olmazsa size verilmez. Benim icadım değil. Bazı insanlar bunu hayatlarında görmedikleri, sahici işler yapmadıkları için, bunu yadırgayabilirler. Bunu yaptığımız için kurumumuza bazı bilgiler ulaşabiliyor.

Tanka Karşı Taş, Kuşatmaya Karşı Uzun Metraj!

1987 Aralık ayında başlayan İlk İntifada, “Cenin Sineması”nın da bir anlamda sonu oldu. Filistin’in birçok kentinde olduğu gibi Cenin’deki sinema salonu da kapılarını büyülü dünyanın meraklılarına kapamak zorunda kaldı. Ta ki annesi Alman, babası Türk olan yönetmen Marcus Atilla Vetter, İsrail ve Filistinli dostlarıyla beraber bu eski sinemanın perdesine yeniden hayat vermek için kollarını sıvayana dek. Bu işte en büyük yardımcısıysa İsrailli askerlerin öldürdüğü oğlunun organlarını, altı İsrailli çocuğa bağışlayarak hayatlarını kurtaran Filistinli İsmail Hatib…

Özgür Gürbüz - Yeni Aktüel / 9-15 Ekim 2008
Fotoğraflar: Marcus Vetter


İsmail Hatib’in 11 yaşındaki oğlu Ahmed, 2005 yılında İsrail ordusu tarafından öldürüldü. Tesellisi mümkün olmayan acısına rağmen, birçoğumuzun gösteremeyeceği cesareti göstererek oğlunun organlarını İsrailli çocuklara bağışladı. Öldürülen oğluna karşılık tam altı İsrailli çocuğun hayatını kurtardı. Aradan bir yıl geçti ama geçen zaman elbette acısını hafifletmedi. 2006 yılında, Cenin Mülteci Kampı’ndaki çocuklar için bir kültür merkezi açmaya karar verdi. Belki de onlara, bir mülteci kampındaki hayattan başka, “diğer hayat” hatta hayatlar olduğunu anlatmaya, ispatlamaya çalışıyordu. İtalya’nın Cuneo kenti, İsmail Hatib’in sesini duydu. Gelen yardımlar sayesinde açılan Cuneo Kültür Merkezi’nde çocuk ve gençlere yönelik birçok kurs açıldı. İsmail Hatib’in sesini duyan bir başkası da, organ bağışıyla ilgili öyküsünü belgesel haline getirmek için oraya giden Alman yönetmen Marcus Atilla Vetter oldu. İsmail’in bu dramatik öyküsünü filmleştirdiği sırada Cuneo Merkezi’nde çocuklara yönelik bir de sinema kursu düzenledi. Çocukların ilgisi, katılımı müthişti ama çekilen filmleri gösterecek yer yoktu! Vetter Almanya’ya döndü ama bir süre sonra, “Cenin’in Kalbi” adlı belgeselin kabataslak hâlini İsmail ve dostlarına göstermek için yeniden Cenin’e gitti. İşte ilk kez o zaman, kasabanın merkezindeki dev binayı fark etti. Binanın 1987 yılında başlayan İlk İntifada’dan beri kapalı olan Cenin Sineması olduğunu öğrendiğinde Vetter’in ağzından “Neden orayı yeniden açmıyoruz” sözleri döküldü. Belgeseli çekilirken kendisini sinemanın büyüsüne kaptırmaya başlayan İsmail’in yanıtı kısa ve net oldu: “Hadi, orayı yeniden açalım!”

Batı Şeria’da 2,5 milyon insana bir sinema düşüyor
Bu çılgın fikir, İsmail, Marcus ve onların İsrailli, Filistinli dostlarınca da desteklenince, iş ciddi bir projeye dönüştü. 2008 ve 2009 yıllarında restorasyonu bitirip, 2009 yılında sinemanın açılışını yapmaya karar verdiler. 2010 yılında da sinemanın işletmesini Ceninlilere bırakacak bir plan yapıp işe koyuldular. İlk adım, gerekli finansal desteği sağlamak olarak belirlendi. Çünkü sinema, 1987’den beri sadece politik grupların toplantı yaptığı bir yer hâlinde. Duvarlarında film afişleri değil, politik toplantılardan geride kalan komünizme ait simgeler, Che Guevara resimleri var. Binanın asıl işlevini görmesini sağlayacak hemen hemen her şeyin yenilenmesi gerekiyor. 35 mm’lik projektörler çalışmıyor, perde yırtılmış ve koltukların birçoğu da kullanılamaz halde.

Alman hükümeti, şimdiden 100 bin Euroluk yardım sözü vermiş. İnternet üzerinden yapılan bireysel yardımlar da hızla çoğalıyor. Sinemanın sahiplerinin katkısıysa, beş yıl boyunca kira almamak olacak. Filistin’de elektrik kesintisi günlük yaşamın bir parçası olduğu için sinemanın elektriğini sağlamak üzere yine 100 bin Euroluk bir güneş enerjisi sistemini kurmayı da Alman M.A.N. firması üstlenmiş. Böylece filmler elektrik kesintisine kurban gitmeyecek. Goethe Enstitüsü, One World Cinema Foundation (Tek Dünya Sinema Vakfı) gibi kuruluşlar da yardım sözü vermiş. Türkiye’den de yardım istemişler ancak henüz olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmemiş. Konuyu sorduğumuz Kültür Bakanlığı’nın Ankara’daki yetkilileri kendilerine henüz böyle bir talep gelmediğini belirtiyor.

Projeye çok olumlu bakan Filistinli otoriteler aslında başka sinemalar da açmak istiyor. Şu anda Batı Şeria’da sadece bir sinema var ve o da Ramallah’ta; yani 100 km. ötede. Batı Şeria’da yaşayan 2,5 milyon kişiye bir sinema düşüyor. Oysa Filistin’de yaşayanların ne yol ücretini karşılayacak paraları ne de sinemadan eve kazasız belasız geri dönme garantisi var. Restorasyon tamamlanıp da film gösterimleri başladığında parasızlık yüzünden sinemaya gidilememesini engellemek için bilet fiyatlarının mümkün olduğunca düşük tutulması kararlaştırılmış durumda şimdiden; giriş ücreti sadece 1 Euro olacak. Sinemanın eski hâli 200’ü balkonda olmak üzere 400 koltuk kapasiteliyken şimdi amaç günde ortalama 300 sinemasevere hizmet vermek ve burayı ileride bir kültür merkezi, sanatçıların çalışmalarını sergileyebilecekleri bir mekân haline getirmek.

Her filme açık değil
Cenin sinemasını dünyadaki diğer sinemalardan farklı kılan sadece Filistin topraklarında olması değil. Altı tane olması düşünülen beyazperdelere her film yansıtılmayacak. Savaş temalı, vurdulu kırdılı filmlerin pek şansı yok. Bu tür sahneler içeren filmler bir tek koşulla gösterilecek; barışa hizmet etmek koşuluyla. Vetter’in düşüncesi, bu sinemada ağırlıklı olarak belgesellerin gösterime girmesi. “O kadar çok güzel belgesel var ki” diyor, “kimsenin haberi yok. Televizyon giderek daha da kötü oluyor ama belgeseller 10-20 yıl öncesine göre çok ama çok daha iyi. Arap ve Avrupa menşeli belgeseller ve tabii ki çocuk filmleri olacak.” Vetter, Cenin’de gösterilmeyi hak etmek için filmlerde aranacak kriteri şöyle özetliyor: “Tüm dünyadan filmler göstereceğiz ama bir tek şartla: Filmler harika olmak zorunda”. “Benim Babam Türk” adlı belgesel filminin Ekvator’da gösterilirken müthiş bir ilgi görmesinden çok etkilenen Vetter, “Dünyanın en iyi filmi değildi ama insanlar dünyanın bir başka köşesindeki insanların öykülerini merak ediyor” diyor ve ekliyor: “ Cenin’deki insanlar kendilerini o kadar yalnız hissediyor ki, dışarıdaki hayattan bir kesit bile onlara yalnız olmadıklarını anlatmak için çok önemli”.

“Hayalim sinemayı dolu görmek”
Marcus Atilla Vetter için “Cenin Sineması” projesi sadece Filistinlileri daha mutlu edecek bir girişim değil; Avrupalı ve İsraillilere de mesaj verecek bir proje. İsrail ve Avrupa’da birçok kişinin Cenin hakkında yanlış fikirlere sahip olduğunu söyleyen Vetter, “Cenin sineması barışa yardım edecek. Birçok İsrailli, sadece kendilerinin sanat ve sinemayla ilgilenebileceklerini düşünüyor. Filistin’deki insanlarla film yapmak, dünyaca ünlü sinemacıları oraya getirmek, onları tekrar düşündürecek. İsraillilere, Filistin’deki her çocuğun sandıkları gibi terörist olmadığını gösterecek” diye ifade ediyor düşüncelerini. En büyük rüyasının sinemayı dolu görmek olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Benim rüyam sinemayı dolu görmek. Dolu görmek ama popüler filmler, kötü Mısır filmleri gösterdiğimiz için değil; dünyanın her tarafından harika filmler gösterdiğimiz için, insanlar gerçekten sinemaya gelip mutlu oldukları için”. Konu hayallerden açılmışken Vetter’e, “İsrail ve Filistinlilerin bu sinemada beraber film izlediklerini, İsrail filmlerinin de gösterildiğini hiç hayal ettiniz mi?” diyoruz. Zamana ihtiyaç var elbette ama “Tabii ki mümkün” yanıtını veriyor. Neden olmasın?
***
Cenin Sineması Projesi Yöneticisi Marcus Atilla Vetter
“Burası bir terörist kasabası değil”

Marcus Vetter, 2007 yazında İsmail Hatib’in hikâyesini filmleştirmek için İsrail’e gittiğinde kendisiyle birlikte Cenin’e gidecek bir film ekibi ya da bir gazeteci bulamamış. “Birçok İsraillinin Cenin’e gitmekten çok korktuklarını o zaman anladım” diyen Vetter, daha sonra Filistinli politikacıları savunduğu için 1990 yılında Alternatif Nobel ödülü almış olan Avukat Felicia Langer’a ulaşmış. Langer, Vetter’i, Cenin’deki Özgürlük Tiyatrosu’nun (The Freedom Theater) yöneticisi Juliano Mer Hamis’le buluşturmuş. Hayatını Filistin’de alternatif bir eğitim sistemi oluşturmaya adamış bir İsrailli olan Hamis Vetter’e Cenin’de yol göstermiş. O tarihten sonra beş kez daha Cenin’e giden Vetter, “Her ziyaretimde buranın Batı’da sanıldığı gibi bir terörist kasabası olmadığına daha da emin oldum” diyor.

Babasını İlk Kez 38 yaşında gördü
“Ona motosiklet aldım çünkü kullanmayı öğretirken sarılabilecektim”

Her şey Marcus Vetter’in annesinin 1960’lı yıllarda Almanya’da aşçılık yapan Cahit Çubuk’a âşık olmasıyla başlar. Kadın Marcus’a hamile kaldığında, Çubuk’un Türkiye’de evli ve iki kızı olduğunu öğrenir. Cahit Çubuk, 7 yaşındaki kızı Nazmiye’nin kendisine devamlı mektuplar yazdığını ve Türkiye’ye çağırdığını söyler ve kısa bir ziyaret için Bolu’ya döner. Marcus’un annesi bunun kısa bir ziyaret olmadığını daha sonra anlar. Ailesi tarafından dışlanan kadın, hayatını kazanmak için zor koşullarda çalışır ve Marcus Atilla Vetter’i 1967 baharında dünyaya getirir. Hep bir erkek çocuk sahibi olmak isteyen Cahit Çubuk haberi alınca oğlunu görmek ister. Onları Türkiye’ye, nikâhlı olduğu eşi ve diğer çocuklarıyla birlikte yaşamaya çağırır. Marcus’un annesi bu teklifi reddeder. Beş parasız olmasına rağmen otostopla Almanya’ya gitmeyi başaran Cahit Çubuk, iltica talep eder. Talebi kabul edilmeyince oğlunu göremeden yeniden Çunuk köyüne dönmek zorunda kalır. İlerleyen yıllarda iki kız çocuğu daha olan Cahit Çubuk, oğlunu artık hiç göremeyeceğini düşünürken 2005 yılında Vetter’i köyünde, karşısında bulur. Oğlu tanınmış bir film yönetmenidir artık ve doğumundan 38 yıl sonra gerçekleşen bu ilk karşılaşmayı filme çeker. Belgeselinin adını “Benim Babam Türk” koyan Vetter, bir söyleşide 72 yaşındaki babasına neden motosiklet aldığı sorulunca şu yanıtı verir: “Ona motosiklet kullanmayı öğretirken sarılabilecektim çünkü”. Cenin Sineması projesinin yöneticisi Marcus Vetter babasıyla ve dört kız kardeşiyle hâlâ görüştüğünü ve yıllarca tek bir fotoğrafıyla idare ettiği babasını çoktan affettiğini söylüyor.