organik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
organik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Gezen tavuk doğal süt yalan dünya

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Mayıs 2018

Buğday Derneği bir imza kampanyası başlattı. “Doğal” sıfatının ürünleri pazarlarken kullanılmamasını istiyorlar. Buğday Derneği Genel Müdürü Batur Şehirlioğlu, “Doğal ürün, müdahale edilmemiş, sağlıklı algısı yaratıyor. Böcek ilacına maruz kalmış meyveye, hormonlu sebzeye, radyasyon görmüş baharata nasıl doğal denir” diye soruyor. Kafalar karışıyor haliyle.

Pazara gittiğinizde her ürün doğal her ürün organik. Kümesten kafasını çıkaramayan tavuğun yumurtasını da atalık tohumla üretilen salatalığı da doğal diye satabilen marketler, pazarcılar oldukça tüketicinin kafası karışmaya devam edecek. Olan cebine ya da sağlığına olacak.

Ortada bir sorun olduğu doğru. Varsayalım siz tanıdığınız bir çiftçiden günlük çiğ süt alıyorsunuz. İnekten evinize gelen bir sütten bahsediyoruz. Bu süte doğal denmesine herhalde kimsenin itirazı olmaz. Öte yanda marketten aldığınız pastörize veya ısıl işlem görmüş, karton-plastik karışımı kutularda satılan UHT sütleri de “doğal” etiketiyle satılabiliyor. İşlem görmüş folik asitten vitamine kadar çeşitli kayıplar yaşamış bu süte nasıl doğal denebilir?

Sorunun kaynağında “Türk Gıda Kodeksi Gıda Etiketleme ve Tüketicileri Bilgilendirme Yönetmeliği Hakkında Kılavuz” var desek yanlış olmaz. Kılavuz pastörize süt, UHT süt, siyah çay, bitki çayları, yumurta, bal, kahve ile taze, kurutulmuş ve dondurulmuş meyve-sebze, yoğurt gibi ürünlerde “doğal” ifadesinin kullanılmasına izin veriyor. Böyle olunca da doğal deyince el değmemiş bir ürün anlayan tüketici, daha parlak görünmesi için parafin kullanılan elmayı bile sağlıklı bir ürün yediğini düşünerek mideye indiriyor. GDO’lu yemle beslenen tavuğun yumurtası bile doğal sayılabiliyor.

Batur Şehirlioğlu, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın konuya el atmasını istiyor. Şimdiden 15 bine yakın imza toplanmış. Şehirlioğlu, doğal kelimesinin pazarlama malzemesi yapılmasına karşı. Kılavuz’da bir dizi değişiklik yapılmasının yanı sıra ürünlerin satışında “doğal” çağrışımı yapacak görsel malzemenin kullanılmamasını da istiyor. Mera yüzü görmemiş bir inekten elde edilen sütün ambalajında doğada otlayan inek fotoğrafı olması yanıltıcı diyor. Şehirlioğlu’na herkesin sorduğu soruyoruz. Tüketici doğal gıdaya nasıl ulaşacak? Bize iki adres gösteriyor. “Gıda toplulukları oluşturarak toplum destekli tarım ve organik ürünler. Ürünleri mümkün olduğu kadar bildiğin üreticiden almak önemli. Tüketicilerin üreticilerle anlaşıp istedikleri tohumla istedikleri ürünü ürettirmeleri bile mümkün. Toplum destekli tarımın dünyada örnekleri var” diyor.

Gıda ve Tarım Uzmanı Tarık Nejat Dinç ise çözüm için aynı noktayı gösterse de doğal kelimesinin yasaklanması konusunda farklı düşünüyor. Dinç, “Durmaksızın gıdamızı kirleten şirketlerin 'doğal' kavramını da kirletmeleri hem çok çirkin hem de bir yanıyla beklenir bir eylem. Ancak sorun tam da piyasanın yarattığı kirlenmeleri yine piyasa yöntemleriyle aşabileceğimize inanmak belki de. 'Doğal' kavramının gıda sistemimizden yerinde gerekçelerle dahi olsa çıkması belki de gıdamıza vuracağımız en son darbe. Bu yüzden çözüm 'doğal' kavramını gıda tahayyülümüzden çıkartmak değil, gıdamızı marketlerin, şirketlerin ve onların pazarlama çirkinliklerinin insafına terk etmemek. Bunun da yolu kuracağımız piyasa dışı mekanizmalar ve üretici tüketici ortaklıklarıyla gıda egemenliğini inşa etmekten geçer” diyor. 

Yöntemler farklı olsa da çözüm ortak. O zaman son sözü de yazar söylesin. Güvendiğiniz, bildiğiniz üreticiden gıdanızı temin edebiliyorsanız şanslısınız. Değilseniz bir şeyler yapmak lazım. Üreten insanı tüketen yapan, köyde yaşayanı kente taşıyan, doğal ürünü yapaylaştırıp doğal diye pazarlayan yalan bir dünya yarattık. Artık bu yalan dünyanın farkındayız ve kurtulmak istiyoruz. Yalan dünyadan çıkışın yolu, başka bir dünyaya gitmek değil elbette. Filmi biraz geriye sardık mı tamamdır. Dede ve ninelerinize, anne ve babalarınıza sorun onlar size anlatır nasıl yaşadıklarını.

Zizek ve hayal kırıklığı

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Ocak 2017

Geçtiğimiz haftanın çevre gündeminin sürprizi Slavoj Zizek oldu. Sendika.org’da yayınlanan ‘Geri dönüşüm, organik gıda, bisiklet… Dünya böyle kurtarılmaz’ başlıklı makalesi, başlıktan da anlaşılabileceği gibi dünyanın geri dönüşüm, organik gıda veya yenilenebilir enerji kaynaklarıyla kurtulmayacağını söylüyordu. Hayal kırıklığıyla okuduğum makale bir sistem eleştirisini amaçlasa da, solun çevre konusundaki eski ezberlerini hatırlattı. Yeni bir şey söylemedi. Çeviride hata yoksa ‘Zizeksever’leri bile üzmüş olabilir. Katılmadığım noktaları yazmanın 'nasıl bir dünya istiyoruz' tartışmalarına yardımcı olacağını da umarak, eleştirinin kısa bir eleştirisini bu köşeye taşımaya karar verdim.

Zizek’in çevre sorunlarının sistemden (günümüzde kapitalizmden) kaynaklandığı giriş bölümüyle fazla sorunum yok. Elbette çevre sorunlarının giderek büyümesi, içinde bulduğumuz tüketim toplumundan, bireysel yaşam tarzlarımızdan, sosyal devletten uzaklaşıp, kârlarını artırmaktan başka bir şey düşünmeyen şirketlerin eline bırakılan doğal varlıkların fütursuzca kullanılmasından kaynaklanıyor. Zizek de buzulların erimesini fırsat gibi gören zihniyete işaret ederken aslında özetle bu durumdan bahsediyor. Sorun burada değil, saptama doğru ancak iş çözüme gelince sadece çözüm önerilerini eleştirmekle yetiniyor. Ekoloji konusundaki inkarcılara, “Kaybımıza neden olacak sürece karşı yapacağımız fazla bir şey olmadığını biliyorum. Ama bu düşünceye katlanamıyorum ve hiçbir işe yaramazsa bile deneyeceğim” diyenleri de ekliyor ve bu düşüncenin organik gıda almak gibi vicdanımızı rahatlatan bir eylemden başka bir şeyle sonuçlanmayacağını öne sürüyor. Çözüm önerisi ise komünizme doğru giden uluslararası bir dayanışma. Üretim ve tüketim süreçlerine dair bir öngörü yok. Sadece dayanışma… İş sadece dayanışmayla çözülseydi son 15 yılda 10’dan fazla toplantı yapan Dünya Sosyal Forumu bile sorunun çözümüne çare olabilirdi.

Zizek’le anlaştığımız noktalarla devam edeyim. Sorunların çözümünü sadece bireylerin tercihlerine bırakırsak yetersiz kalırız; evet. Makalede değindiği ve çevre sorunlarının çözümü için sıkça önerilen beş maddenin yetersizliği konusunda da Zizek’le anlaşabiliriz. Konuyu yakından takip eden herkes biliyor ki teknoloji bu sorunları çözemez ya da işi oluruna bırakırsak doğa sorunların bir şekilde üstesinden gelemez. Kişisel tedbirler veya piyasa mekanizmaları da tek başlarına çözüm olmayacak. Doğaya dönmek ise sadece sorunun kaynağından kaçarak yüzleşmeyi geciktirmeye yarıyor. Kapitalizm tüketmeye devam etikçe, sizin kurduğunuz küçük ekolojik çiftlikler, eşitlikçi toplumlar bir gün hedef alanına giriyor. En iyi örnek, kentte kalarak sorunları çözemezsiniz diyerek 20 yıl önce Kaz Dağları’na kaçan birçok doğa dostu arkadaşımızın bugün orada madenlere, termik santrallere karşı, bizim 20 yıl önce kentte, siyaset içinde verdiğimiz mücadelenin benzerini örgütlemeye çalışması herhalde.  

Zizek’le nerede anlaşamıyoruz o halde? Elbette çözümde. Zizek’in bahsettiği komünist toplum enerjisini hangi kaynaklardan üretecek belli değil? Vicdanı aklamaya yaradığı iddia edilen yenilenebilir enerji kaynaklarından başka bir yol var mı elektrik üretimi için? Kullandığımız kağıtları geri dönüştürmenin bizi devrime götürmeyeceğini kabul edelim ama şu soruya da yanıt verelim: Geri dönüştürmemek mi devrimin kapısını aralayacak? Zizek’in hayalini kurduğu toplum daha çok tüketenleri mi tercih ediyor yoksa daha az tüketenleri mi? Sevgili Zizek, tüm bu bireysel tedbirleri alanların, ekolojik ya da sosyalist devrime giden yolun sadece bu eylemlerden geçtiğini düşündüğüne kendisini inandırmış ama gerçekte durum bu mu? Böyle bir genelleme, Zizek gibi bir sosyoloğa yakışmıyor. Benim gibi geri dönüşüme inanan, plastik torba kullanmamaya çalışan, hayatına otomobil sokmayı reddetmiş birçok insan bunu sadece doğru olduğu için ve daha az tüketmek adına yapıyor. Bu bizim ekolojik devrime giden yolda yapısal değişiklikleri hiçe saydığımız anlamına gelmiyor. Aksine biz hazırız. Devrimden sonra kurulacak dünya toplu taşımanın öne çıktığı, bireysel tüketimin azaldığı, kaynak kullanımında verimin ön plana çıktığı bir dünya olmayacak mı? O günü bir mahşer günü gibi bekleyenlere kıyasla bizim uyum sorunu yaşamayacağımız ortada. Politik süreçte insanları ikna etme konusunda da avantajlıyız. Sizce, evlerimizin çatılarına koyacağımız ve kendi elektriğimizi üreteceğimiz güneş panellerini anlatan 40 seminer düzenlemek mi daha inandırıcı, bir evde bu sistemin çalıştığını göstermek mi? Vaatlerimizin yanına hayata geçirdiğimiz örnekleri koyuyoruz. Konforumuzdan ödün vererek samimiyetimizi gösteriyoruz. Bir yandan da politikada değişim için uğraşmayı sürdürüyoruz. Yapmamak mı daha iyi?

Zizek’in tavsiyesi ekolojik devrime kadar bir kapitalist gibi yaşamaksa, ben ona da kocaman bir “hayır” diyorum.

Tarımda Küba modeli

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2016

TBMM Başkanı İsmail Kahraman Che’yi sevmeye dursun, Che ve arkadaşlarının yarattığı Küba, ekonomik ve siyasi baskılara rağmen dünyaya örnek olmaya devam ediyor. Sağlıkta Küba’nın başarısını bilmeyen yok. Bizde paralı, kalitesi tartışılan bir hizmet sunulurken, Küba’da herkese ücretsiz sağlık hizmeti veriliyor; bu bir Anayasal hak. Dünyada kişi başına düşen doktor sayısında üçüncü sıradalar. Her bin kişiye yaklaşık 6,7 doktor düşüyor. Türkiye’de bu rakam 1,7. Bizden zengin değiller ama daha sağlıklılar. 11 milyonluk Küba, sağlıktaki bu başarısını şimdi enerji ve tarım alanlarına da taşımak istiyor.

Küba, bir zamanlar dünyanın en büyük şeker üreticileri arasında yer alıyor ve dünyadaki üretimin neredeyse dörtte birini sağlıyordu. Şeker fiyatlarındaki düşüş ve Sovyetler’in yıkılması sonucu kesilen sübvansiyonlar sonucunda yaşanan krizi zor da olsa atlatan Küba, burada yapılan hatalardan ders çıkartmışa benziyor. Tek bir ürüne bağlı tarım ekonomisi (monokültür) terk edilmiş. Sadece üretimde çeşitliliği arttırmamışlar, doğaya ve insan sağlığına zararlı yapay gübre ve böcek ilacı yerine doğal yöntemleri seçip, kentlerde organik tarımın önünü de açmışlar.

Sihirli kelime ‘Organoponicos’. Havana’da bu sihirli kelimeyi söyleyince karşınıza kentin içine serpilmiş, ‘daha azla daha çok üreten’ bahçeler çıkıyor. Adındaki organik vurgusu da bu bahçelerdeki toprağın alt katmanların kimyasallarla değil, bitki artıkları, evsel ve hayvansal atıklarla oluşturuluyor olması. 2013 verileri, Havana’da 97 tane oldukça verimli organoponics bahçe olduğunu gösteriyor. İçlerinde kooperatifler tarafından yönetilen ve yılda 300 ton organik sebze üretenleri de var. Bu çiftliklerin bazılarında hayvan da yetiştiriliyor. Rakamlar, bugün Havana ili sınırlarında kalan alanın yarısının tarımsal üretim için kullanıldığını belirtiliyor. Bizdeki gibi sadece tüketen değil hem tüketen hem üreten kentler yaratmışlar.

2012 yılında Havana’da gerçekleşen tarımsal üretimin matematiksel tercümesi de şöyle: 63 bin ton sebze, 20 bin ton meyve, 10 bin ton kök ve yumru, bin 700 ton et ve 10,5 milyon litre süt. Tarımsal üretimin çoğunun organik ürün olduğunu da vurgulayalım.

Kübalılar, Havana’daki kent ve kent çevresi tarım programının ekonomiye getirdiği katkıyı da hesaplamış. 1 milyon ton sebze üretimi için bildik tarım yöntemleri kullanılırsa ton başına 40 dolar değerinde yapay gübre kullanmak gerekiyormuş. Halbuki organik gübre kullanılırsa, (hele de bu bitki ve evsel atıklardan elde edilirse) ortaya çıkan tek maliyet onu bir yerden bir yere götürmek için kullanılan petrolle sınırlı. Bu da ton başına 0,55 dolar sente denk geliyor. 1 milyon ton üretim için Küba’nın kârı 39,5 milyon dolar. Kimyasal böcek ilacı yerine biyolojik yöntemler kullanılması da maliyetleri 2 milyon 800 bin dolardan 300 bin dolar seviyesine çekmiş.

Sovyetler’in dağılmasıyla tüm bu dışa bağımlı kimyasal ilaç ve gübreden mahrum kalan, bu yüzden de açlık ve yetersiz beslenme sorunları yaşayan 20 yıl öncesinin Küba’sından organik kent bahçeleriyle üretim yapan Küba’ya gelinmiş. Sürdürülebilir tarım hamleleri başta Havana olmak üzere ülkede sağlıklı ve yerel gıda üretimini arttırmış. Bugün, BM Gıda ve Tarım Örgütü’nden Worldwatch Enstitüsü gibi saygın çevre kuruluşlarına kadar birçok yerde, Havana’daki tarım devrimi (herhalde devrim demek daha doğru) anlatılıyor.

Yedikule’deki kent bostanlarını yıkan; kentleri rant uğruna büyüterek tarım alanlarını yok eden; organik ve yerel tarımı destekleyeceğine, çiftçiyi ithal gübre ve ilaca mahkum eden; halkına sağlıklı gıda yedirmek için önlem alacağına, gıda kartellerinin isteklerini kırmayarak GDO’lu hayvan yemlerini ülkeye sokan, doğal şeker yerine halkı nişasta bazlı şekere mahkum eden Türkiye’nin gençleri neden Che tişörtüyle dolaşıyor şimdi anlayabildiniz mi?  

Gelecek hafta Küba’nın enerji ve ekoloji alanındaki hamlelerini konuşacağız.

Yüzde 100 dana

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Mart 2013

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker iki gün önce yaptığı açıklamada, “Bundan sonra ekmeğin içerisinde maya, un, su, bir de az miktarda tuz bulunacak, başka hiçbir şey bulunmayacak” dedi. “Başka hiçbir şeye müsaade etmeyeceğiz" diye de ekledi. İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor. Ekmeğin içinde başka ne vardı ki?

Çok değil, 5 Aralık 2012’de, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nca hazırlanan ''Türk Gıda Kodeksi Et ve Et ürünleri Tebliği'' Resmi Gazete’de yayımlanmıştı. Tebliğe göre artık kırmızı et ürünleri içerisine beyaz et, nişasta, soya ve soya ürünleri ile et kaynaklı olmayan proteinler eklenemeyecek. 3 Mart 2013’te üreticilere tanınan süre de doldu. Bundan böyle aldığınız her sucuk, döner köfte ve benzerleri sadece kırmızı etten yapılacak. Beyaz ete kırmızı, kırmızıya beyaz et karıştırılmayacak. Bu et yiyenler için iyi haber, ne yediklerini bilecekler. Kötü haber ise durumun bugüne kadar biraz “karışık” olduğunun aslında bu icraat nedeniyle ortaya çıkmış olması.

Düzenlemeden önce ambalajında “yüzde 100 dana” yazan sucuklar vardı. Ama ben hiç, “bu sucuk tavuk, hindi ve dana eti karışımından yapılmıştır” diyen bir uyarı etiketi gördüğümü hatırlamıyorum. “Ürünümüz biraz karışıktır ama sizin de kafanız biraz karışık” diyerek satış yapılmıyor demek ki.

Bizim kafamız karışık, doğru ama suçlusu biz değiliz; karıştırdılar. Domatesin hormonsuzunu, mısırın genleriyle oynanmamışını satanlar ürünlerinin temiz olduğunu anlatmak için kırk dereden su getirirken, içinde bin bir türlü zehirli madde bulunan ürünleri bizlere yutturanlar ellerini kollarını sallaya sallaya pazara geliyor. Alın size bir örnek.

Organik ürün üretmeye karar veren bir çiftçi, öncelikle tarlasının yakınında endüstriyel tesis olmadığını belgeler. Toprağının kimyasallardan arınması ve ilk organik ürünü sertifikalandırması için en az 2 veya 3 yıl bekler. Komşu tarlalarda kimyasal ilaçların kullanılmadığından emin olur, bunu da ispatlamalıdır. Tüm bunlar için kendisine bir sertifikasyon firması bulur. Üretimin her aşamasında düzenli kontrollere tabi tutulur. Firmaya ücret öder, organik gübre kimyasaldan pahalıdır, ona da normalden fazla bir bedel öder. Bütün bunları yapıp organik bir sebze veya meyve üretmeyi başarırsa da dert bitmez. Analizi, kontrolü devam eder. Satacak yer bulmakta güçlük çeker. Büyük marketlere mal satmak için para gerekir, ucuz ürünlerle rekabet zordur. Marketlerde çok da sevilmez çünkü her organik ürün, yanındaki “bildiğimiz” ürünün yalanını ortaya çıkaran bir belgedir. Markete giden tüketici, organik salatayı görünce yanında duran “normal” salatanın içinde ne var diye merak eder. Oyun bozulur. Belki de bu yüzden organik ürünler Türkiye’de birkaç semt pazarına hapsedilmiş durumda.

Kısaca özetlersek, kimyasal gübreyle büyütülmüş elma, kirli olmadığını belgelemek zorunda değil ama organik elma zorunda. Sigara öldürür deyip paketlere yazılmasını zorunlu kılanlar, iş otomobile gelince sessiz. Çok benzin yakıp hem havayı kirleten hem de iklimi değiştiren araçların ön kapılarına “otomobil öldürür” yazılı trafik kazası fotoğrafları yapıştırmak neden zorunlu değil?

Termik santralde kömür yakmanın cezası yok. Alışveriş yaparken istediğiniz kadar plastik torba kullanmak serbest. Cam şişede ürün alan daha çok öderken karton kutu ya da plastikte satana kuruş ceza yok. Çocuk işçi çalıştıranlar ürünlerinin etiketlerine, “Bu kazağı yedi yaşında çocuklara yaptırdık, ucuza geldi” yazmaz ama çalıştırmayanlar bin tane sorgu suali geçtikten sonra, adil ticaret belgesi alır. Daha fazlaya mâl olan ürünlerini satmak için kapı kapı dolaşır. Görüldüğü gibi sistemin kendisi baştan aşağıya yanlış kurgulanmış. O yüzden sistemi değiştirmek şart. İsterseniz adım adım değiştirin isterseniz koşar adım ama bu iş başka türlü olur diye hayale kapılmayın.

BELGRAD İÇİN HAREKET
İstanbul’daki Belgrad Ormanı 1840’larda 12 bin hektardı. 1870’de 7 bin 500 hektara geriledi. Bugün ise sadece 5 bin 524 hektar. Belgrad Ormanı’nın üçte biri son 130 yılda yok olmuş. Şimdi bir başka tehlike daha var. ÇEKÜL Vakfı ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi, buranın “Muhafaza Ormanı” statüsünün koruması ve tabiat parkına dönüştürülmemesi için bir kampanya başlattı. Tabiat Parkı daha çok yapılaşma anlamına geliyor. “Belgrad İçin Hareket” adlı kampanyayla bu kötü gidişi durdurmaya çalışıyorlar, destek vermeliyiz.

28 Mart Perşembe günü saat 18:30’da İstanbul Modern’de Ömer Madra ile birlikte iklim değişikliğini konuşacağız. İstanbul Modern’deki “Prix Pictet: Güç” adlı fotoğraf sergisi de sosyal ve çevresel konulara odaklanmış. 

Sol süpermarketler kurulsun

Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2012

Birleşik Krallık’taki sürdürülebilir tarım hareketinin öncülerinden Patrick Holden geçen hafta Türkiye’deydi. İstanbul’da bir konferans veren Holden, ekilebilir toprağın, minerallerin ve suyun azalması tehlikesinden bahsetti ve sürdürülebilir tarımın önemine vurgu yaptı. Holden’a göre gıda güvenliği sorunu giderek büyüyor ve 15-20 yıl sonra bütün uygarlık büyük bir tehditle karşı karşıya kalabilir.

Sürdürülebilir Gıda Birliği’nin (Sustainable Food Trust) kurucularından Patrick Holden’ın Galler’de bir mandırası var ve mandırada 70’in üzerinde ineği var. 1973 yılından beri pastörize edilmemiş sütten peynir yapıyorlar. Organik ürünler üreten bir mandırayı 38 yıldır ayakta tutabilme başarısına rağmen Holden kaygılı. Tüketilen gıdaların yüzde 2’sinin organik olduğu İngiltere’de bile rüzgar tersinden esiyormuş. 10-15 yıl önce organik ürünleri yere göğe sığdıramayan medya, şimdilerde organik ürün pazarını fahiş fiyata ürün satmak isteyenlerin ticaret alanı ve tüketicilerini de “seçkin” bir topluluk olarak niteliyormuş. Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) ve bunları üreten çok uluslu şirketlerin ellerini ovuşturduğunu tahmin etmek zor değil.

Sadece İngiltere değil, dünyada da işler kirletenlerin lehine gelişiyor. 2009 yılında dünyadaki tarım yapılabilir alanın sadece yüzde 0,85’i organik ürünlere ayrılmıştı. Halbuki dünyadaki ekilebilir alanın yüzde 2’sinde GDO’lu ürünler üretiliyor. Anlayacağınız, kimyasal gübrelere, sanayi atıklarına bulaşmamış toprağın iki katı kadar toprak GDO'lu ürünlere mahkum edilmiş. Geri kalan topraklarda da çok sağlıklı ürünler yetiştirildiğini iddia etmek zor. İngiltere’de ekonomik krizle birlikte organik ürün tüketimi yüzde 30’lara varan oranda düşmüş. Fiyatları aşağı çekemedikçe organik ürünler geniş kitlelere ulaşamayacak gibi gözüküyor. Tüm bu sorunlara çözüm bulacak yeni bir formüle ihtiyaç var. Holden’ın dediği gibi sistemin tümden değişmesi gerekli. Sadece organik ürün yetiştirmek yetmiyor. Dağıtım kanallarında da sizin olmanız lazım. İngiltere’de süpermarketler organik ürünlere sahip çıkmamışlar. Bizde de farklı değil. Süpermarketler artık ürünün fiyatından, çiftçinin tarlasına hangi ürünü ekeceğine kadar her şeyi belirliyor. Olarla anlaşmayan çiftçinin pazara çıkma şansı yok. Küçük çiftçinin dev süpermarketlerle masaya oturma ihtimali de yok. Aracılar bu işi yapıyor ve az bir emekle üreticiden çok kazanıyorlar. Küçük çiftçilerin emeklerinin hakkını alma şansı hiç kalmadı. Ya tarlalarını büyük şirketlere satıp oralarda işçi olacaklar ya da başka bir iş yapacaklar. Holden gibi Prens Charles’la sürdürülebilir tarım üzerine sohbetler yapan bir çiftçi bile geleceğinden kaygılı. Sekiz çocuk babası ve eski bir ‘çiçek çocuk’ olan Holden, “Gıda hareketini sadece küçük, benim gibi birkaç hippi çiftçinin ilgi alanı olmaktan çıkarmak ve bütün tarımın değişmesini sağlamak gerekli” diyor.

İspanya'da "sol" adlı market. Fotoğraf: E. Aslan
Her sorunun, çözüm önerilerini ve bazı fırsatları beraberinde getirdiğine inanırım. Bu karamsar tablo Türkiye’de emekten, işçiden yana duran hareketler için bir fırsat yaratıyor. Hep konuşuruz, “sokakları mı örgütleyelim yoksa fabrikaları mı” diye. Bence süpermarketleri örgütleyelim. Üreticinin pay sahibi olabildiği, ürünlerini raflarına taşıyabildiği bir marketler zinciri kuralım. Bugün, küçük ya da büyük, marketten alışveriş yapmıyorum diyebilen kaç kişi var aramızda? Madem gidiyor ve kullanıyoruz, sahibi de biz olalım. Çok ortaklı işletmeler olur, kooperatifler olur; fark etmez. Tüketiciyle aracısız buluşan, sattığı ürünleri yerel üreticiden tedarik eden, raflarında mümkün olduğunca adil ticaret ve organik ürünlere yer veren, istihdam edilecek kişileri kurulduğu mahalleden seçen “sol ve yeşil” bir süpermarketler zincirimiz neden olmasın? O marketlerden aldığınız ürünlerin ilk başta bir kısmının, daha sonra büyük çoğunluğunun adil bir ticari faaliyet sonucu raflara geldiğini düşünün. Çocuk işçilerin çalıştırılmadığı tarlalardan koparılan domatesler hayal edin. İçine koruyucu madde katılmamış meyve suları. Aldığınız ıspanak için çiftçiye alın terinin hakkının ödendiğini bilmek hoş olmaz mı? Kârın emeğe göre adil bir şekilde paylaşılması önemsiz olabilir mi? Üreten biziz ama yöneten olamadık. Tüketen de biziz ama yine yöneten değiliz. Demek ki bu iş yarım yarım olmuyor. Zincirin tamamında söz sahibi olmadıkça işimiz zor.

Süpermarket de ayakta kalmak için kâr edecek elbet ama üreticiyi sömürmeyecek, tüketiciyi kazıklamayacak. Kısa zamanda çok kar etmeyi değil, çok kişiye gelir sağlamayı hedefleyecek. Böyle bir model, kurucu ortak sayısı çok olacağı için düşük kâr marjına rağmen kısa zamanda ilk yatırım bedellerini geri ödeyebilir. Çeşitli derneklere, dar gelirlilere indirimli ürün satılabilir. Fotoğrafta gördüğünüz süpermarketler içerik olarak anlatmaya çalıştığım tanıma uymuyor olabilir ama İspanyolca’da “sol” güneş anlamına geldiği için benim bir değil, iki kez hoşuma gitti. Süperi bile var. Sizi daha da heyecanlandırmak ve harekete geçirmek için bu fotoğrafları kullanmak iyi olur diye düşündüm.

Böyle bir süpermarket zincirinin ekonomik ve sosyal getirilerini uzun uzadıya yazmama herhalde gerek yok. Üretim ve tüketimde söz sahibi olunan böyle bir modelin başka alanlarda da, örneğin enerji konusunda da gerçekleştirilebileceğine dikkat çekmek isterim. Lisans gerektirmeyen, 500 kilovat kurulu gücün altında mini bir rüzgar santrali (ya da 1 veya 2 türbin) kurarak işe başlanabilir. 1000 ortak, kişi başına düşen 4-5 bin TL’lik (hatta daha az) bir yatırımla ufak bir üretim üssü kurabilir. Avrupa'da özellikle Danimarka'da halkın sahip olduğu çok sayıda enerji santrali var. Almanya'da çiftçiler tarlalarına rüzgar türbinleri kurarak hem tarım yapıyor hem de elektrik satışından ek gelir elde ediyorlar. İleride elektrik tedarikçinizi seçme şansınız da olacak. O zaman bu küçük şirketleri seçerek hem temiz enerji kullanabilir hem de ortak olduğunuz şirketten elektrik satın alarak üreten ve tüketen olma şansına sahip olabilirsiniz. Kömürden, nükleerden veya HES’lerden elektrik üreten bir santrale beş kuruş ödemezsiniz. Türkiye’nin, enerji ve gıda gibi her alanda, halkın üretimden tüketime söz sahibi olduğu, büyük şirketlere mahkum olmadığı modellere ihtiyacı var. İnanın çok zor değil. Var mı 999 gönüllü?

Organik kitaba buyrun!

Özgür Gürbüz/30 Mayıs 2012

Ekolojik bir pazardan daha iyisi ne olabilir? Organik domates, salatalık veya çileğin yanında en iyi ne gider? Tabi ki 'organik kitap'ların satıldığı bir pazar. Organik kitap kavramı da nereden çıktı demeyin, işimizin bir bölümü de yeni kavramlar yaratmak (uydurmak demeye dilim varmıyor) sayılır. Nasıl organik gıdaların içinde kirletici, sizi hasta eden hiçbir şeyin olmaması gerekiyorsa, organik kitapların içinde de sizi, düşüncelerinizi hasta eden hiçbir fikir bulunmamalı. 'Organik kitap', nefret söyleminden, ayrımcılıktan uzak, insan merkezli bakıştan kaçar olmalı. Ekolojiyle ilgili kitaplar bu sınıfa giriyor dersem, sanırım hata yapmış olmam.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ile Yeni İnsan Yayınevi, 2-3 Haziran tarihlerinde, Şişli ve Kartal %100 Ekolojik pazarlarında Ekoloji Kitap Günleri düzenliyor, sizleri "organik kitaplarla" tanıştırmaya hazırlanıyor. 

2 Haziran’da Şişli %100 Ekolojik Pazarı’nda, 3 Haziran’da Kartal %100 Ekolojik Pazarı’nda 9:00-16:00 saatleri arasında gerçekleşecek 'Ekoloji Kitap Günleri', ekolojiyle ilgili bilginin ve ekolojik yaşam alışkanlıklarının yaygınlaşmasını amaçlıyor. Etkinlik çerçevesinde ekolojiyle ilgili konularda yayınlar yapan yayınevleri kitaplarını sergileyecek, yazarlar okuyucularıyla buluşma ve kitaplarını imzalama fırsatı bulacaklar.

EkolojiKitap Günleri’nde Victor Ananias’ın 'Yaşam Dönüşümdür' kitabı ile Buğday dergisinin eski sayıları da set olarak satışa sunulacak. Buğday Derneği üyeleri, Ekoloji Kitap Günleri’nde yüzde 20 indirimle alışveriş yapabilecek.