emisyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
emisyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hayaller Net Sıfır Gerçekler Yerli Kömür

Paris’i onaylayıp 2053 için net sıfır emisyon hedefi belirleyen Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı yıllık
programında ise ilçelere doğalgaz götürülmesi ve yeni kömür sahalarının açılması var.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/7 Kasım 2021

Türkiye 26. kez katıldığı iklim zirvesinde daha önce olmadığı kadar mutlu. Paris Anlaşması asansörüne, asansörün kapısı kapanmadan son anda girdi. Asansöre adımını atar atmaz gideceği katı da söyledi, “2053 net sıfır” dedi. Bunları isteyerek yaptığını söylemek zor ama pazarlık masasından 3,2 milyar doları bulan harçlığı cebine koyarak kalktığını biliyoruz. Bugüne kadar Paris’i onaylamamak için öne sürdüğü şartlar ise orada duruyor. Çerçeve Sözleşmesi’nde, gelişmiş ülke kategorisindeki yeri değişmedi. Daha önce reddedilen gelişen ülkeler arasına alınma talebini de en azından bu toplantı için geri çekti. Yeşil İklim Fonu’ndan yararlandırmazsanız Paris’i hayatta onaylamam diyordu, o konuda da geri adım atmış oldu.

Glasgow’daki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Toplantısı’nda Türkiye’yi parmakla gösteren ve suçlayan çok olmayacak. Bundan önceki toplantılarda günün fosili ödüllerine aday gösterilen bir Türkiye vardı. Bu yüzden de Türkiye heyeti en mutlu toplantılarından birini yapıyor olabilir. Olabilir ama haberler kötü, bu mutluluk sadece bir hafta daha sürecek. Türkiye’ye döndüklerinde gerçeklerle yüzleşecekler.

Programda doğalgaz öne çıkıyor 

Önümde “2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı”nın enerji bölümü var. Bölüm, Sakarya’da bulunan doğalgaz rezervleriyle başlıyor ve hidrokarbon kaynakları bakımından zengin olmayan Türkiye’nin makus talihinin değişeceği iddia ediliyor. Hidrokarbon dediğiniz, bizim mahallede fosil yakıtlar denen, iklimi değiştiren kömür, petrol ve doğalgaz. Sakarya ile başlayan doğalgaz övgüsü, nüfusu 20 binden fazla ilçelere doğalgaz ulaştırma planlarıyla devam ediyor. Glasgow’da ise kendi enerjisini yenilenebilir kaynaklardan üreten net sıfır binalar konuşuluyor. Türkiye’nin amacı bundan sonra yaptığı her binada enerji tüketimini en aza indirmek ve doğalgaz bağımlılığı yaratmamak olmalı. Cumhurbaşkanlığı programı ise neredeyse her eve doğalgaz götürmekten bahsediyor.

Başka dünyaların insanları

2022 programı sadece doğalgaz çıkarıp her eve götürmekten ibaret değil. Birkaç gün önce onlarca ülkenin “elveda” dediği kömür konusunda da yeni yatırımlar içeriyor. Türkiye Kömür İşletmeleri bünyesindeki bir linyit sahasının elektrik üretimi için projelendirileceği programda yazıyor. Yani yeni kömürlü termik santralların kurulması hedefleniyor. Programı yazanlarla, 2053 için “net sıfır emisyon” hedefi açıklayanların ayrı ayrı dünyalarda yaşadığı olasılığı güçleniyor. Kesinlikle uzayda hayat var çünkü bu iki hedefi yazanların aynı gezegende olması mümkün değil.

Yenilenebilirin payı düşecek

Programdaki elektrik üretimiyle ilgili hedefler kısmı da bir garip. Yerli ve ithal kömürün 2022 hedeflerini görmek mümkün değil. Onun yerine yerli kaynaklardan üretilen elektrik enerjisi diye bir bölüm açılarak içine rüzgardan kömüre, hidroelektrikten jeotermale her şey konulmuşa benziyor. Yine de iklim aleyhine şu üç veriyi görebiliyoruz. 2020’de yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğin payı yüzde 42,3’tü. 2022’de yüzde 39,6’ya düşecek. Doğalgazın payı da yüzde 23’ten 24’e çıkacak. Kişi başına düşen elektrik enerjisi tüketimi de artacak. Bunların hiçbiri iklimi korumaya dair bir politikanın parçası olamaz. İklimi korumak istiyorsanız yenilenebilir enerjinin payını artırmak, kömür ve doğalgazdan çıkmak, enerjiyi de daha verimli kullanarak az tüketmek zorundasınız. Görünen o ki, Cumhurbaşkanlığı Programı Paris’e çakılan selamdan nasibini almamış.

Cumhurbaşkanlığı Programı ve resmen 10 Kasım’da yürürlüğe girecek Paris Anlaşması arasındaki tutarsızlık düşündürücü. Türkiye, Paris Anlaşması’na taraf olup, 2053 yılı için net sıfır emisyon taahhüdü verirken bunu nasıl yapacağını düşünmemiş olabilir mi? Net sıfır emisyon, atmosfere bıraktığınız emisyon miktarı kadarını başta ormanlar olmak üzere yutak alanlarınızla tutmanız demek. Seragazı salımı yapıyorsunuz ama ürettiğinizle tuttuğunuz birbirini sıfırlıyor. Toprak, turba, okyanus ve en önemlisi ormanlar yutak alanlarımız. Ormanlar fotosentez yoluyla karbondioksiti depolayabiliyor.

Yüzde 80 azaltım gerekiyor

Şimdi gelin ufak bir hesap yapalım. Türkiye’nin 2019 yılı emisyonları 506 milyon ton karbondioksit eşdeğeri. Yutak kapasitesi ise 84 milyon ton. Net sıfıra ulaşmak için 422 milyon ton seragazı azaltımı yapmamız gerekiyor. Başka bir deyişle önümüzdeki 30 yılda emisyon miktarını yüzde 80 oranında azaltmamız lazım. Yutak miktarını büyük oranlarda artırmak mümkün değil. En iyi zamanımızda 100 milyon ton civarına ulaşmış, o seviyeye gelsek bile geriye azaltılacak 400 milyon ton kalıyor. Açtığınız her kömür santralı, doğalgaz bağladığınız her ev işimizi daha da zorlaştıracak. Bir yandan yerli kömür diyeceksiniz, enerji tüketen evler yapacaksınız, ulaşımı bireysel araçlarla, havayoluyla halletmeye çalışacaksınız bir yandan da net sıfır hedefi koyacaksınız. Tutarlı değil elbette.

2053 hedefinin hesabı yok

İlginç bir nokta daha var. Her ülke gibi Türkiye de Paris Anlaşması’nı imzalarken emisyonlarını nasıl sınırlandıracağını gösteren bir beyan verdi. Bu beyan, Türkiye emisyonlarını 2030’a kadar bugünkü 506’dan 929’a kadar çıkarmasına olanak sağlıyor. Azaltmaktan değil artırmaktan bahseden zayıf bir beyndı 2016 yılında verdiğimiz. Neyse ki bu hedefler beş yılda bir güncelleniyor ve Türkiye yeni bir beyan (taahhüt) hazırlayacak. Türkiye’nin İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar, BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlarken (28 Ekim 2021) yeni beyanın hazırlanmasının bir yılı bulacağını vurguladı. Yani, beyan hazır değil. Türkiye’nin nasıl bir yol haritası izleyeceği henüz ortada yok ama 2053 hedefi var. 2030, 2040 hedefi olmayan bir ülke nasıl oluyor da 2053 net sıfır hedefi verebiliyor, anlamak mümkün değil. Belli ki Paris’i onaylama işi çok aceleye geldi veya son ana bırakıldı; 2053 denilerek işin içinden çıkıldı.

Neden 2053 derseniz, onu da bilmiyoruz. Cumhuriyetin kuruluşunun yıldönümü diyenler var ama ben İstanbul’un fethinin 600. yılına denk geldiği için seçildiğini düşünüyorum. Ne de olsa Fatih İstanbul’u fethederken gemileri karadan götürmüş, o zaman motorlu araç olmadığı için de sıfır emisyonla İstanbul’un fethini tamamlamıştı... Şaka bir yana, umudum bu absürd durumun bir an önce son bulması ve Türkiye’nin seragazı emisyonlarını azaltması elbette ama çıkıp kral çıplak demezsek o iş de olmayacak.

Otomobilleri saldım çayıra Mevlam kayıra

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Ocak 2019

Ulaşımda kullandığınız araç hem iklim değişikliğine katkınızı hem de sağlığınıza verdiğiniz zararı belirliyor. Her 1000 kişiden 237’sine bir motorlu araç düşen Türkiye’nin mevcut tercihleri de gelecekte iklim ve sağlık açısından kötü sonuçlar doğuracağa benziyor.

REN 21, Agora Verkehrswende ve GIZ tarafından hazırlanan “Ulaşımı Karbonsuzlaştırmaya Doğru” adlı rapor, G20 ülkelerini mercek altına almış. Ulaşım enerjiden sonra iklimi değiştiren en önemli sektörlerden biri; küresel seragazlarının yüzde 17’sinden sorumlu. Aslan payı karayolunda (%85) onu havayolu (%5,8) izliyor.

Neden G20 ülkeleri özellikle inceleniyor derseniz yanıtı basit. G20 ülkelerinin ulaşım kaynaklı emisyonlardaki payı dünyanın geri kalanına göre çok fazla. Ulaşım emisyonlarının yüzde 70’i, Türkiye’nin aralarında olduğu 20 ülkeden kaynaklanıyor. Bu ülkelerde ulaşım konusunda atılan adımlar yetersiz. Bir yerden bir yere giderken yaptığımız tercihler ya da bize sunulan ulaşım seçenekleri, Paris Anlaşması hedeflerini yakalamaya yetecek, iklim değişikliğini durduracak katkıyı vermekten uzak.

Türkiye’de ulaşım sektöründe kişi başına düşen karbondioksit miktarı yılda 0,98 ton. G20 ortalaması ise 1,1 ton. Buradan bakınca Türkiye G20 içinde çok sorunlu bir ülke gibi görülmüyor ama önümüzdeki döneme ait projeksiyonlar parlak değil. 2030’da bu rakam 1,5 tona çıkabilir çünkü son yıllarda Türkiye’de ulaşım kaynaklı emisyonlar hızla artıyor. Ulaşım emisyonlarının 1990-2016 yılları arasındaki artış oranı yüzde 183.

Türkiye’nin ulaşım sektörü emisyonları ve 2030 yılı projeksiyonu

2011 sonrası bu artışın çok daha hızlandığını görüyoruz. Bu sadece iklimi değiştirmiyor aynı zamanda kullanılan yakıtın neredeyse tamamının petrol kökenli olması nedeniyle hava kirliliğine de yol açıyor. Kutuptaki ayılara neler yaptığınızı göremeyebilirsiniz ama ulaşım tercihlerimizle çocuklarınızdan tüm sevdiklerimize kadar herkesi zehirlediğimizi dikkatlice bakarsanız görebilirsiniz. 

Temel sorunumuz ulaşım tercihlerimiz. Tercih demek de eksik kalır. Çoğu zaman merkezi hükümetin ve yerel yönetimlerin bize sundukları seçenekler nedeniyle tercih bile yapamıyoruz. Karayolu ve havayolu taşımacılığı, deniz ve demiryollarının çok ama çok önünde seyrediyor. Ulaşım kaynaklı emisyonların yüzde 92’si karayolundan geliyor. Yurt içi uçuşların payı da yüzde 5.2’ye ulaştı. Uçaklar da hiç masum değil. Boru hatları ve demiryolları kaynaklı emisyonların payı ise her biri için yüzde 0,9. Petrol ve doğalgaz boru hatlarının demiryolları kadar seragazı emisyonu çıkarması oldukça şaırıtıcı değil mi? Ülkeyi demiryollarıyla değil boru hatlarıyla örmüşüz meğer.

Bir başka sorunumuz da çevre ve sağlığımıza etkileri bilinen bu ulaşım araçları için standartlarımızın olmaması. G20 ülkeleri içerisinde Arjantin, Avustralya, Endonezya, Rusya, Güney Afrika ve Türkiye’de, hafif ve ağır hizmet araçları için enerji tüketimi veya karbon emisyonuna dair sınır değerler bulunmuyor. Türkiye’nin elektrikli araçlar konusunda da bir hedefi yok. Hidrojen enerjisi toplu taşımada önemli bir rol oynayabilir ama birkaç yıl önce bu konudaki neredeyse tüm çalışmalar durduruldu.

Paris Anlaşması’na hâlâ taraf olmayan Türkiye, verdiği zayıf hedefin içine ulaşımla ilgili bir alt hedef de koymamıştı. Köprü ve bölünmüş yollar seçim malzemesi olunca, insan sağlığı ve çevreyi hatırlayan olmuyor sanırım. Özetle söylersek, otomobilleri saldım çayıra Mevlam kayıra!

Poşeti görüyor termik santralları görmüyor

Çevreyi korumak için naylon poşetleri paralı yapan hükümet, özelleştirilen termik santralların filtre ve baca gazı arıtma tesisi olmadan 2 yıl daha çalıştırılması için yasa teklifi hazırladı.

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Ocak 2019

Termik santralların satışını kolaylaştırmak için özelleştirilen santrallara verilen çevreyi kirletme hakkı, iki yıl daha uzatılıyor. 4 Haziran 2016 tarihinde Elektrik Piyasası Kanunu’nda yapılan değişiklikle özelleştirilen santralların çevre mevzuatına uyumu için 3,5 yıl süre verilmiş, bu santrallar her türlü ceza ve yaptırımdan muaf tutulmuştu. Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerince hazırlanan kanun teklifi Meclis’te kabul edilirse, mevcut 10 santral ve özelleştirilecek yeni santrallar iki yıl daha aynı şekilde çevreyi kirletebilecek.

Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nda görüşülecek, “Maden Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” kabul edilirse sadece daha önce özelleştirilen santrallar değil yeni özelleştirilecek santrallar da 31 Aralık 2021 tarihine kadar bu muafiyetten yararlanacak. Özelleştirilmiş santralların 2019 Haziran ayına kadar arıtma tesisleri için yapım sözleşmesi imzalaması yetecek.

Filtresi olan bile çalıştırmıyor
2016 yılında getirilen muafiyet nedeniyle şirketler, halihazırda sahip oldukları filtre ve baca gazı kükürt arıtma tesislerini (desülfürizasyon) bile çalıştırmaktan kaçınıyor. Bursa Tabip Odası, Çevre Bakanlığı’na santrallarla ilgili sorunu iletmiş, kendilerine gelen resmi yazıda, “Özelleştirme koşulları arasında 2020 yılına kadar bunların kirliliği ile ilgili herhangi bir izleme, denetleme ve cezayı süreç uygulanmayacak” yanıtı verilmişti. Yasa değişikliği nedeniyle halk sağlığını ve çevreyi tehdit eden gaz ve katı partiküller hiçbir önlem alınmadan doğaya bırakılıyor. Üç yıllığına çıkarılan ve şimdi 2 yıl daha uzatılmak istenen muafiyetin, kömürle çalışan eski termik santralları alan şirketleri, çevre cezalarından ve yükümlülüklerinden kurtararak ek gelir sağlamak amacıyla yapıldığı düşünülüyor.

Şirketler sürenin uzatılacağını biliyordu
TMMOB Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu üyesi Orhan Aytaç tarafından hazırlanan, “Kömür Yakıtlı Termik Santrallerin Baca Gazındaki Kirleticiler, İzin Verilen Salım Sınır Değerleri, Ülkemizdeki Santrallerdeki Baca Gazı Arıtma Tesislerinin Güncel Durumu” adlı makale Türkiye’deki durumu gözler önüne seriyor. 2013 ila 2015 yılları arasında özelleştirilen santrallara tanınan uyum sürecinin yılsonunda biteceği bilinmesine rağmen firmaların gereken adımları atmadığı görülüyor. Özelleştirilen 10 kömür santralının yarısında baca gazı arıtma tesisi yok, olanların çoğunun da iyileştirilmesi gerekiyor. Aralarında Afşin Elbistan A, Tunçbilek, Soma, Seyitömer, Çatalağzı ve Çan termik santralının da bulunduğu birçok santralda baca gazı arıtma tesisi yok.

Emisyon sınır değerleri aşılacak
Özelleştirilen santralların hiçbiri, Sanayi Kaynaklı Hava Kirliliğinin Kontrolü Yönetmeliği’nce belirlenen ve 8 Haziran 2019 tarihinden itibaren geçerli olacak yeni emisyon sınır değerlerini tutturacak arıtma tesisine sahip değil. Normal şartlarda santralların altı ay sonra çalıştırılmaması gerek. Yasa değişikliği gerçekleşirse santrallar bu yönetmelikten de muaf tutulacak. Şirketlerin yeni sınır değerleri bilmesine rağmen gerekli hazırlığı yapmamaları, muafiyet getiren yasa değişikliğinden haberdar oldukları izlenimini doğuruyor.

Arz fazlası var
Yeni yasa tasarısında santrallara iki yıl ek süre verilmek istenmesinin nedeni ise söz konusu tesislerin uzun yapım süresi ve yapım sırasında elektrik üretiminin aksaması nedeniyle arz güvenliğinin tehlikeye gireceği şeklinde açıklanıyor. Türkiye’nin elektrik tüketiminde en yüksek talebin 47 bin MW civarında olduğu, kurulu gücün ise yaklaşık 90 bin megavatla talebin neredeyse iki katına yaklaştığı gerçeği ise bu gerekçeye gölge düşürüyor.

***
Anayasa Mahkemesi Karşı Çıkmıştı
Termik santrallara çevreyi kirletme özgürlüğü tanıyan değişiklik ilk kez 6446 sayılı ve 14 Mart 2013 tarihli Elektrik Piyasası Kanunun Geçici 8. maddesiyle gündeme gelmişti. Geçici 8. madde, kamu tarafından işletilen, özelleştirilmiş ve özelleştirilecek santrallara, çevre mevzuatına uyumuna yönelik yatırımlarını gerçekleştirmesi ve çevre mevzuatı açısından gerekli izinlerini tamamlanması amacıyla 31 Aralık 2018 tarihine kadar süre veriyordu. Bu sürenin üç yıl uzatılması konusunda da Bakanlar Kurulu’nu yetkili kılıyordu. CHP’nin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi, 22 Mayıs 2014 tarihli kararıyla geçici 8. maddeyi iptal etti. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının yürürlüğe girmesinden yaklaşık altı ay sonra, 4 Haziran 2016 tarihinde kabul edilen Elektrik Piyasası Kanunu İle Başka Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile geçici 8. madde değiştirilerek yeniden hayata geçirildi ve söz konusu santrallara 31 Aralık 2019 tarihine kadar muafiyet tanındı.

Gerçekle yüzleşmeye 12 yılımız kaldı

Özgür Gürbüz-BirGün/ 13 Aralık 2018

Polonya’nın Katoviçe kentinde deva eden iklim konferansında son iki güne girildi. 30 bine yakın katılımcıya 100 civarında bakan da eklendi. Herkes ne kadar kritik bir toplantıda olduğumuzdan bahsediyor ancak görüşmelerin istenilen hızda gitmediği ortada. BM İklim Değişikliği 24. Taraflar Konferansı’na başkanlık eden Michal Kurtyka, salı gecesi beklenmedik bir hamleyle, Paris Anlaşması Kurallar Kitabı’yla ilgili bir değerlendirme yapıp, Çarşamba sabahı yeni bir metinle müzakerelere devam edileceğini söyledi. Gelişen ve gelişmiş ülkelerden bir grup bakana da uzlaşma ve ortak metin için danışmanlık görevi verildi. Bu yazıyı yazdığım sırada öğle saatlerine gelmiştik ama yeni metni henüz gören yok. Gelecek elbet...

Görüşmeleri yavaşlatan noktaların finans, şeffaflık, seragazı azaltımı ve ülkelerin Paris’te verdikleri yetersiz taahhütlerin iyileştirilmesiyle ilgili olduğu biliniyor. Yani, neredeyse her başlıkta sorun var. Bu kadar fazla başlıkta uzlaşma olmaması her zaman kötü haber anlamına gelmez. Bu aslında iklim zirvelerinde sıkça karşılaştığımız bir durum. Son iki günde her şey hızlanabilir veya toplantı uzayabilir. Toplantının pazar gününe sarkabileceği bile söyleniyor. Elbette riskli bir durum bu. Son güne kadar uzlaşma sağlanamazsa genelde orta yol bulunmaya çalışılıyor ve bu “orta yol çözümleri” bbizi istenilen yere götürmekten uzak oluyor. Bizi iklim krizinin içine düşüren de hep bu oyalayıcı ama ileri götürmeyen sonuçlar oldu.

Gerçek şu ki, 12 yıl içierisinde seragazı emisyonlarının yüzde 45 oranında azaltmak zorundayız ve kaybedecek bir dakikamız bile yok. Kaybettiğimiz her gün ortalama sıcaklıktaki artışı bir adım daha ileriye götürüyor. Halihazırda dünya 150 yıl öncesine göre 1 derece daha sıcak. 12 yıl içinde hayatımızı kökten değiştirmez, petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtları kullanmaya devam edersek geri dönülemez noktaya varmış olacağız.

Nedir o geri dönülmez nokta? Bilim insanları dünyanın bildiğimiz dünya olması için ortalama sıcaklıktaki artışın 1,5 dereceyi geçmemesi gerektiğini söylüyor. 2 derece ise politikacıların sevdiği hedef. Zararın neresinden dönersek kardır misali 2 derecenin altında kalınması hedefleniyor. Paris Anlaşması’nda verilen taahhütlere bakarsak gittiğimiz yer üç derece ve üzeri. Halbuki yarım derecenin bile milyonlarca canlının hayatı üzerinde büyük etkisi var. Canlı deyince sadece börtü böcekten bahsetmiyorum. İnsanların hayatı da tehlikede. Tehlike 100 yıl sonra değil; bugün.

Yarım derecelik farkı örnekle anlatalım. İngiltere Meteoroloji Ofisi ve Exeter Üniversitesi’nde görev yapan iklim bilimci Prof. Richard Betts, ortalama sıcaklıktaki artışın nehir taşkınlarına etkisini incelemş, dün burada, Katoviçe’de çalışmasını bizlerle paylaştı. Eğer sıcaklık artışını 1 derecede tutabilirsek her yıl nehirtaşkınlardan etkilenen insan sayısını 54 milyonla sınırlayabileceğiz. Yarım derecelik artışa daha izin verirsek bu sayı 78 milyona çıkacak. 2 dereceye çıkarsak her yıl 97 milyon insan taşkınlardan etkilenecek. Paris Anlaşması’yla ülkelerin verdikleri tahhütleri iyileştirmez ortalama sıcaklığı 4 dereceye çıkartırsak 211 milyon insan her yıl evini, tarlasını ve belki de canını sele kaptıracak. İşte her bir yarım derecenin hayatımızı nasıl değiştireceğinin en çarpıcı örneklerinden biri.

Çözüm var. Bilimsel ve ekonomik açıdan bizi çözüme götürecek adımları atmak zor değil ama teknoloji ve ekonomi çözümde kullanılacak araçlar sadece. Sosyal bir dönüşüme ihtiyacımız var bunu kimse kabul etmek istemiyor. İklim krizinden çıkmak için tüketim toplumdan, kapitalizmden uzak yeni bir yaşam kurmamız gerektiğini herkes biliyor. Çalışma saatlerini düşürmek, nüfusu kontrol etmek, uçakla uzun seyahatleri sınırlamak gibi birçoğumuzun hoşuna gitmeyecek önlemler almak zorundayız. Karbondioksiti atmosfere bırakanlara vergi koymak yerine, Fransa’da olduğu gibi yükü işçi sınıfının omuzlarına bırakmaya kaltığınızda toplumsal isyanlara yol açabilecek bir saatli bomba var elimizde. O yüzden de birçok kuruluş Katoviçe’deki toplantıda sadece daha çok güneş paneli demiyor, beraberinde adil iş, kaynaklara herkesin hakça erişebildiği bir dünya talebinde de bulunuyor. Belki de bu yüzden 24 yıldır müzakere edilen ama çözüm yolları ortada olmasına rağmen sonuca gidilmeyen bir konu iklim değişikliği. Sosyal değişim olmazsa iklimin değişeceği kesin. Bu gerçekle yüzleşmeye 12 yıl kaldı.

Çimento cenneti Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Eylül 2018

Dünyada çimento üretimi, iklimi değiştiren küresel seragazı emisyonlarının yüzde 8’inden sorumlu (2015). Bütün çimento fabrikalarını bir bayrak altında toplasak, Çimento Cumhuriyeti, Çin ve ABD’den sonra atmosfere en çok seragazı bırakan üçüncü ülke olurdu. Chatham House’un düşük karbonlu çimento ve beton üretimini mercek altına alan raporu durumu böyle özetliyor.

Dünyanın başına bela olan çimento kaynaklı emisyonların azalmasında Türkiye’nin sorumluluğu da büyük çünkü Türkiye, dünyanın en büyük beş üreticisi arasında. İhracatta ise dünya üçüncüsü; ürettiği çimentonun yaklaşık 8 milyon tonunu ihraç ediyor. Dünya üçüncülüğüne rağmen ithalattan gelen para ise 2017’de 531 milyon dolar.

Türkiye’nin sattığı çimentonun en büyük alıcısı Suriye, onu ABD ve İsrail izliyor. Ne kadar “düşmanca” tavır sergilediğimiz ülke varsa onlara çimento sattığımıızı da belirtelim. ABD’yi boykot etmek için Washington portakalı kesmeyi düşünenler varsa, çimento ihracatını kesmek daha iyi bir seçenek olabilir. ABD’yi betonsuz bırakabilir, medeniyetten uzaklaştırabiliriz...

Üretiminde oldukça fazla enerji harcanan çimento hammaddesi klinkeri de üretip ihraç ediyoruz. Yılda 5 mlyon ton klinker ihraç eden Türkiye, çevre konusundaki duyarsızlığından dolayı dağını, taşını gemilere koyup 90 farklı ülkeye gönderebiliyor. Şirketlerin kasasına girenin 531 milyon dolar olduğunu düşünürsek ülkenin kasasına kalanın kaybedilen doğaya ve iklim krizini desteklemeye değer olup olmadığını oturup düşünmekte fayda var. Brezilya, Kanada, Gana ve Haiti gibi ülkelerin neden bu üretimi kendi ülkelerinde yapmayıp bizden satın almayı tercih ettiğini iyi düşünmeliyiz.

Çimento sektörü de aynı kömür santralları gibi, Türkiye’nin bir iklim hedefi olmamasından, Paris Anlaşması’nı onaylamamasından faydalanıyor. Çimento fabrikaları ülkenin ihtiyacından fazlasını üretiyor. Türkiye çimento fabrikaları için bir cennete dönmüş. Her yer fabrika, bütün tepeler taş ocağı olmuş. Dünyada üretimde ilk sıralarda olunmasına rağmen kapasite kullanımının 2017’de yüzde 62’de kaldığını da hatırlatalım. Enerjide yüzde 75’lere varan dışa bağımlılığı, çimento sektörünün çevreye verdiği zararı düşünmeden Türkiye’yi, dünyanın çimento üreticisi yapmak nasıl bir planlama veya öngörünün sonucu, anlamak mümkün değil.

İçinde bulunduğumuz iklim krizinin ne kadar ciddi olduğunu artık erik büyüklüğündeki dolulardan, sellerden biliyoruz. Onu durdrumak için de her sektörün kendini karbonsuzlaştırması yani üretim süreçlerinden petrol, kömür ve doğalgazı çıkarmaları gerekiyor. Çimento gibi enerji yoğun bir sektörün hiçbir şey yapmaması da beklenemez. Türkiye’de çimento sektörünün büyüklüğüne bakarsak, iklim konusunda  başımızı sadece kuma değil betona da gömdüğümüzü söyleyebiliriz.

Sadece, “çimento kötüdür” demek yeterli değil, çözümü de konuşalım. Türkiye’nin ihracatı değil ihtiyacı düşünerek çimento üretmesi, inşaat sektöründe yeniden kullanımı artırması, gereksiz çimento kullanımının önüne geçmesi, üretimin de iklime daha az zarar verecek şekilde yapılmasını sağlayacak kuralların hayata geçirmesi gerek. Mikro çözümler de önerilebilir. Apartmanların etrafını duvarlarla çevirmek yerine çalılar dikmeli, her boş gördüğümüz yere beton dökmekten vazgeçmeliyiz.

Üretim sürecinde emisyonların azaltılamsında ise anahtar kelime “klinker”. Klinker çimentonun ham maddesi ve çimento kaynaklı emisyonların yarısından sorumlu. Klinker yerine alternatif hammaddeler kullanılabilir, enerji kaynağı seçiminde de fosil yakıtlardan kaçınılabilir. Dünyada örnekleri var. İnşaat sektöründe yaşanan kriz tüm bu politikaları hayata geçirmek için bir fırsat yaratıyor. Hazır işler durmuşken iş yapış tarzımızı değiştirelim. Radikal önlemler almaktan değil, iklim krizinden korkmalıyız.

Türkiye kömür sevdası yüzünden tarihi fırsatı kaçırıyor

Özgür Gürbüz-BBC Türkçe/11 Temmuz 2017

Türkiye iklim değişikliğini durdurmayı amaçlayan Paris Anlaşması’na iki yıl önceki BM İklim Konferansı’nda imza atmıştı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için TBMM’nde görüşülerek onaylanması gerekiyor. Şu ana kadar anlaşmaya imza atan 197 ülkeden 153’ü anlaşmayı onayladı.

ABD’de Trump yönetiminin başa gelmesi ve anlaşmadan çekileceğini açıklaması, onay sürecine çok sıcak bakmayan Türkiye’nin itirazlarının yüksek sesle konuşulmaya başlamasına neden oldu. 

G20 Zirvesi sonrasında ise Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin anlaşmayı onaylamayacağını açıkladı. Türkiye’nin müzakerelerde gelişen ülkeler sınıfında kabul edilmesini ve mali yardım almasını isteyen Erdoğan, anlaşmayı onaylamak için bu koşulların yerine getirilmesini istedi.
  
Türkiye’nin kendisini iklim müzakerelerinde gelişmiş ülkeler grubundan gelişen ülkelere aldırma isteği yeni değil. Bu isteğin haklı olduğu da söylenebilir. 

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne dayanan bu yanlış, Türkiye’nin başına hep bela oldu ancak 2001 yılında Marakeş’te düzenlenen 7. Taraflar Konferansı’nda (COP7) farklı konumu tanınarak biraz olsun düzeltildi. 

2004 yılında da Türkiye Çerçeve Sözleşmesi’ne katıldı. Geride kalan 13 yılda Türkiye’nin konumunun tamamen netleşememesi biraz da müzakere sürecinin iyi yürütülmemesine bağlı.

Kyoto Protokolü’nde alınan yükümlülükler ülkelerin nasıl sınıflandırıldığıyla (gelişmiş-gelişen gibi) yakından ilgiliydi. Bu yüzden Türkiye Kyoto’yu çok geç, deyim yerindeyse iş işten geçince imzaladı. 

Paris Anlaşması’nda ise bu statünün ne olduğundan çok verdiğiniz taahhüt ve o taahhüdün diğer ülkelerce kabul edilmesi önemli.

2015 yılında Türkiye’nin BM Sekretaryası’na sunduğu Niyet Edilen Ulusal Katkı (INDC) belgesi oldukça zayıf. 

Ne ekonomiyi tehdit edecek bir taahhüt içeriyor ne de ekonomide özel bir dönüşüm gerektiriyor.

Türkiye'nin Niyet Edilen Ulusal Katkı'sı (INDC)
Türkiye, 2015 yılında 477 milyon ton karbondioksit eşdeğerini bulan emisyonlarının, 2030 yılında, koşulların değişmediği bir senaryoda (business as usual) 1 milyar 175 milyon tona çıkacağını tahmin ediyor. 

Paris Anlaşması’nı imzalarken verdiği taahhüt ise bu rakamı 929 milyonda tutmayı öneriyor. Bir başka deyişle artıştan yüzde 21 oranında azaltım yapmayı.

Politik dili bir kenara bırakırsak şöyle demeliyiz: Türkiye, iklim değişikliğini durdurmak için önümüzdeki 15 yıl içinde seragazı emisyonlarını 477’den 929 milyon tona çıkarmayı, azaltmayı değil neredeyse iki kat artırmayı öneriyor.

Asıl sorun da burada. Türkiye’nin seragazı emisyonlarını ciddi şekilde artırmayı öneren bu planının iklime bir katkısı yok. 

Kimse Türkiye’den ABD’nin açığını kapamasını beklemiyor (zaten ülkedeki tüm enerji santrallarını kapatsanız bile bunu yapamazsınız) ancak Türkiye’den de herkes gibi kendi evinin önünü süpürmesi isteniyor. 

Dünyadaki enerji tüketiminin yüzde 1’inden sorumlu bir ülkeden bahsediyoruz. 

Türkiye’nin emisyonlarının bir süre daha yükselmesi anlaşılabilir ancak makul bir yükselişten sonra düşüşe geçmesi, en azından artışın durması gerek. Türkiye’nin Paris taahhüdünde bunlar eksik.


Meksika-Türkiye Karşılaştırması
Bu nedenle, Türkiye’nin gelişmiş ülkeler yerine gelişen ülkeler statüsünü alması sorunu çözmeyecek. 

Paris’te önerilen ve Meksika gibi birçok gelişen ülkenin gerisinde kalan taahhüdün iyileştirilmesi lazım. 

Türkiye ve Meksika’nın ekonomik gelişmişlik düzeyleri birbirine yakın. İki ülkenin kişi başına düşen seragazı emisyon miktarları da aynı; yılda 6 ton civarında. Buna rağmen Meksika’nın sunduğu niyet belgesi, Türkiye’ninkinden çok daha iyi.

Aslında Meksika da Türkiye gibi artıştan azaltım öneriyor ve 2030 yılında koşulların değişmediği bir senaryoya (Business as usual) oranla seragazı emisyonlarını yüzde 22 oranında daha az artırmayı planlıyor. 

Bizden farklı olarak bu hedef için hiçbir şart koşmuyorlar ve halihazırda Paris Anlaşması’nı onayladılar.

Meksika bununla da kalmıyor,  2030 yılında seragazı emisyonlarını 2015’e göre yüzde 36 azaltmayı önerdiği bir başka seçenek de sunuyor. 

Bu hedef içinse, teknoloji transferi, düşük maliyetli finansal kaynaklara erişim ve teknik işbirliği gibi şartlar koşuyor. 

Ve yine bizim planımızda olmayan kritik bir hedefe daha sahipler. Meksika toplam emisyonlarının 2025 veya 2026’da zirveye çıkıp daha sonra azalmasını hedefliyor. 

Türkiye’nin emisyonlarının hangi yılda zirve yapacağı ve düşüşe geçeceğiyse belli değil. Bu önemli bir eksiklik. 

Diğeri de Türkiye’nin mali yardım şartını ciddi bir azaltım hedefi bile öne sürmeden masaya koymuş olması. 

Meksika gibi bunu daha iyi bir hedef için öne sürse, müzakerelerde çok daha fazla şansı olabilirdi.

Afşin-Elbistan- Foto: O. Gurbuz
Kömür Enerjide Dışa Bağımlılığı Azaltmadı
Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylamaktan kaçınması, gerçekçi olmak gerekirse,  Erdoğan’ın öne
sürdüğü gerekçelerle ilgili değil. Türkiye’nin önündeki en büyük engel kömür sevdası. 

2012 yılını ‘Kömür Yılı’ ilan eden Enerji Bakanlığı, ülkenin neredeyse her yerinde kömür santralı kurmaya çalışıyor. 

Türkiye’nin elektrik üretiminde kömürün payı 2016 sonunda yüzde 33,8’e ulaştı ve doğalgazı geride bırakarak birinci sırayı aldı ancak enerjide sorunlar çözülmedi.

Yerli kömür ve HES hamlelerine rağmen umulan olmadı ve enerjide dışa bağımlılık azalmadı. 

2002’de enerjide dışa bağımlılık yüzde 67’ydi şimdi ise yüzde 75. 

Bunda ithal kömür, petrol ve enerji verimliliğini göz ardı etmenin büyük rolü var. 

Kömürün önünü açmak için santrallara çevre muafiyetleri getiriliyor. Bu da sadece yerli kömürün değil, ithal kömürün de önünü açıyor.

Türkiye Yenilenebilir Enerji Kaynakları Açısından Zengin

Kömürü savunanların sıkça kullandığı, Paris ve Kyoto gibi anlaşmaların Türkiye’nin önünü tıkadığı argümanı da sağlam bir temele dayanmıyor. 

Bu anlaşmalar, seragazı emisyonlarına yol açan fosil yakıtlar (petrol, kömür ve doğalgaz) yerine güneş, rüzgar ve biyogaz gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını dolaylı yoldan öne çıkarıyor. 

Türkiye fosil yakıtlar açısından zengin değil ve bunların büyük bir bölümünü dışarıdan alıyor. 

Halbuki güneş ve rüzgar gibi kaynaklar açısından Avrupa’nın önde gelen ülkeleri arasında.   

Yenilenebilir enerji kaynaklarının ekonomiyi yavaşlatacağı iddiası da artık tarih oldu. 

Yapılan son ihalelerde Ankara Çayırhan’da kurulacak kömür santralinden üretilecek elektriğin şebekeye satış fiyatı 6,04 dolar sent olurken, rüzgar ihalelerinde bu fiyat 3 dolar sent hatta daha aşağısında seyrediyor.

Paris Anlaşması’ndan kaçan Türkiye, aslında kendisini enerjide dışa bağımlılıktan, enerji kaynaklı çevre sorunlarına kadar birçok dertten kurtaracak enerji devriminden kaçıyor. 

Paris Anlaşması Türkiye’nin enerji dönüşümü için aradığı yol haritası olabilir ama yöneticiler bunun farkında değil.