balık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
balık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Balıkta ağır metal riski

Kirlenen denizler, başta balıklar olmak üzere denizlerden alınan besinlerde ağır metal riskini artırıyor. Riskin derecesini görebilmek için market ve pazardan aldığımız balık ve balık konservelerini laboratuvara analize gönderdik. Birçoğunda yüksek oranda arsenik tespit edildi.

Özgür Gürbüz/15 Aralık 2020
Fotoğraf ve video: Fatih Pınar

Denizler endüstriyel ve evsel kirlilik nedeniyle her geçe gün kirleniyor. Denizlerdeki kirlilik içinde yaşayan canlıları ve onlarla beslenen insanları da etkiliyor. Tehlikenin boyutlarını görebilmek için İstanbul’daki balıkçılardan ve marketlerden aldığımız dokuz farklı balık ve beş değişik marka ton balığı (orkinos) konservesini akredite bir laboratuvarda test ettirdik. Project Zoom kapsamında desteklenen bu çalışma denizlerdeki kirliliği bir kez daha gözler önüne serdi.

Arsenik tehlikesi

Balıklarda, arsenik, kurşun, cıva ve kadmiyum ağır metallerinin birikimine baktık. Dört balık ve bir ton balığı konservesinde kilogramda 1 miligram değerinin üzerinde arsenik tespit edildi. Bazı balıklarda da sınır değerlerinin altında olsa da diğer ağır metallere rastladık. En yüksek miktarda arsenik 4,292 mg ile sardalyadaydı. Onu 3,196 gram ile hamsi, 2,283 mg ile uskumru ve 1,1 mg ile çipura izledi. Ton konservesindeki arsenik miktarı ise 4,861 gram olarak belirlendi.


İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Şafak Ulusoy, Türk Gıda Kodeksi balıklarda arsenik miktarının kilogramda 1 mg sınırının altında olması gerektiğini, ancak bizi ilgilendirenin inorganik arsenik kısmı olduğunu söylüyor ve laboratuvarda daha detaylı inceleme yapılması gerektiğini vurguluyor.

Şafak Ulusoy, “Sizin yaptırdığınız balık örneklerinde arsenik yüksek fakat bu diğer ağır metallerin risk taşımadığı anlamına gelmiyor. Belki avlandığı tarih, bölge, hava koşulları, mevsimsel faktörler, sanayi, belediye atıklarının o gün çevrede çok ya da az oluşuna göre değişiyor. Alınan bu örnekler o yüzden tam olarak ‘harika bir ürün, insan sağlığı için toksik metal açısından risk teşkil etmiyor da diyemiyoruz, ‘çok zararlı, kesinlikle deniz ürünlerinden uzak durmamız lazım’ dememiz de doğru değil.

“Ağır metal olmaması tercih edilir”

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala da sınır değerlerin neden konulduğuna dair şu açıklamayı yapıyor: “Sınır değerler kirliliğe karşı hiçbir balık ya da benzeri ürünün tüketilmemesi sıkıntısıyla karşılaşmamak için konulmuş değerlerdir. Aslında sınır değere yakın, onun biraz altında olması balık ya da o ürünün sağlıklı olduğunu göstermiyor. Bizim yiyeceğimiz ürünlerin hiçbirinde ağır metal olmaması tercih edilir. Bugün itibarıyla geldiğimiz noktada, ağır metal düzeyleri Türkiye’de kabul edilen sınır değerin olsa bile aslında yüksek düzeyde ciddi bir ağır metal kirliliği içeriyor, arsenik değeri ise hemen hepsinde çok yüksek.”

Balıkları izleme programları yetersiz

Balıklarda ağır metal kirliliğini azaltmak için denizlerdeki çevre kirliliğini azaltmak gerekiyor bu da kolay bir iş değil. Bugün için en iyi çözümün izleme ve analizlerin artırılması konusunda uzmanlar hem fikir. Pala, “Elbette masamız gelen her balığı denetleme olanağımız yok. Ama bunları belli bir sistematik örneklemeyle denetleyen ve bunu kamuya açık bir şekilde toplumla paylaşan bir mekanizma olursa biz balıkları tüketirken biraz daha gönlümüz rahat tüketebiliriz. Çok iyi bir izleme ve kontrol mekanizmasının kurulması zorunlu görülüyor.” diyor. Ulusoy da yurt dışında daha kirli denizlerden avlanan ürünlere rağmen bu izleme programları sayesinde tüketiciye doğru zamanda doğru ürün sunulabildiğinin altını çiziyor. “Risk içermiyor dememiz için mutlaka yüksek derecede izleme programı ile sürekli takip ediliyor olması lazım. Daha çok tüketilen türlerin her yıl her ay, hatta ayda iki kez olmak üzere farklı bölgelerden örneklenerek hem avlandığı bölgeye, hem de o ürünün diğer sezona göre ne kadar ağır metal içerip içermediğini görebiliyoruz. Türkiye’de şu an bu tip ticari ürünlere yaptığımız ciddi bir izleme programı maalesef yok” diyen Ulusoy, “Tüketiciyi şöyle uyarabiliriz. Bakın bu ayda hamsi tüketimine dikkat edin, belki haftada bir kez yiyin diyebiliriz. Bu tüketiciyi kandırmak değil, ağır metal yok da diyemeyiz, ama bilinçli bir tüketici oluşturup bu kadar sağlıklı bir üründen de mahrum etmemiş oluruz” açıklamasını yapıyor.

Ne kadar balık tüketmeliyiz?

Balık tüketmenin çok sağlıklı ve beslenme açısından önemli olduğunu vurgulayan Kayıhan Pala, “Ancak ağır metallerle kirlenmiş balığı çok sık tüketmek bu sefer sağlığımızı risk altına alabilir. Özellikle balıkçılıkla geçinen, balık ürünlerini sık tüketen hem balıkçılarda hem de ailelerindeki çocuklarda ağır metal birikiminin olduğuna ilişkin bilimsel çabalar var” uyarısını da yapıyor. Ulusoy ise yaptıkları araştırmaların sonuçlarına göre tavsiyede bulunuyor: “Kendimizin ton konservesi üzerine yaptığı çalışmada haftada iki büyük kutunun üzerine çıkılmaması gerektiğini söyleyebiliyoruz. Kabuklular (midye gibi) içinse geçmişte bilim insanlarının ve bizim yaptığımız çalışmaları baz alarak ayda iki porsiyonu geçmeyin diyoruz.”



Balıkta cıva alarmı

Denizlerdeki ağır metal kirliliği balıklarda cıva oranını tehlikeli boyutlara getirdi. Birçok ülke özellikle hamileleri ve küçük çocukları hangi balığı yemeleri konusunda uyarıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Kasım 2018

Avrupa Çevre Ajansı’nın cıva kirliliğiyle ilgili son raporunda, Batı Akdeniz’den alınan balıklardaki cıva yoğunluğu dikkat çekiyor. Başta orfoz olmak üzere özellikle büyük balıklarda Avrupa Birliği sınır değerlerinin üzerinde cıva var.

Sayıları azaldığı için bir süredir Türkiye’de avlanması yasak olan ancak kaçak avcıların hâlâ peşini bırakmadığı orfoz balığı listenin en başında yer alıyor. Orfozda kilogramda ortalama 1,6 miligram cıva tespit edildi. Avrupa Birliği, birçok balık için sınır değerinin 0,5 miligramı geçmemesi, bazı büyük balıklar içinse en fazla 1 miligram olması gerektiğini söylüyor. Cıva yoğunluğunda orfozu fenerbalığı (0,74), mığrıbalığı (0,56) ve dilbalığı (0,45) izliyor.

Bu analizde yer almasa da “Avrupa’nın Doğasında Cıva” adlı raporda, denizlerdeki cıva oranının en yüksek olduğu deniz hayvanların başında dişli balina, köpekbalığı, kılıçbalığı ve orkinos (ton balığı) geliyor. Küçük balıklarda cıva birikmesi kilogram başına daha az olsa da, kirlilikten hamsi, sarıgöz, sardalye gibi soframızdan eksik etmediğimiz balıklar da etkilenmiş durumda. Hamsi ve sardalye de cıva yoğunluğu kg başına 0,05, sarıgözde 0,2 ve mercanda 0,3’ü buluyor.

Denizler kirlendiğinde sadece deniz canlıları ve doğa bundan zarar görmüyor, yediğimiz balık yüzünden biz de zehirleniyoruz. Yapılan bir başka çalışma bu ilişkiyi kanıtlıyor. Beslenme düzenleri içerisinde deniz ürünleri fazla olan ülkeler, insandaki cıva miktarında listenin en başında yer alıyor. Avrupa’da annelerin saç analizlerinde cıvaya rastlanma oranı İspanya’da ortalamanın 6,6, Portekiz’de ise 5,4 katı daha fazla. Bu iki ülkeyi Kıbrıs ve Danimarka izliyor.
Orkinos, halk arasında bilinen adıyla ton balığı
Yapılan araştırmalara göre alınan cıva miktarını azaltmak için balık yemeyi tamamen kesmek gerekmiyor. Avcı büyük balıklar yerine küçük balıklar yemek, yeme sıklığını değiştirmek de etkili olabiliyor. Danimarka’da yapılan bir araştırmanın sonuçları çarpıcı. Saç örnekleri alınan kadınların yüzde 22’sinde cıva seviyesi sınır değerlerin üzerindeyken, beslenme şekilleri değiştikten üç ay sonra bu oranın yüzde 8’e düştüğü görülmüş. Bu araştırmalarda kadınların öne çıkmasının nedeni, özellikle hamilelik sırasında fazla cıva alınmasının çocuğun gelişiminde olumsuz etki yarattığının bilinmesi. Birçok ülke hamileleri ve küçük çocukları balık tüketimleri konusunda uyarıyor. Türkiye ise cıva konusunda en önemli adımını 2017 yılında imzaladığı ancak henüz taraf olmadığı Minamata Sözleşmesi’yle attı. Sözleşme, taraf ülkelerden cıva üretimi ve kullanımıyla ilgili tüm süreçleri kontrol etmesini ve ilgili emisyonları azaltmasını istiyor.

Doğadaki cıvanın kaynağı balıklar değil ancak insanı, besin zincirine girerek doğrudan etkilediği için önemli. Kalp, böbrek, akciğer ve beyinde ciddi sorunlara yol açan cıvanın son 500 yılda insan faaliyetleri sonucu doğaya 1 ila 3 milyon ton arasında bırakıldığı biliniyor. Çimento üretiminden, kömür yakılmasına, metal üretiminden atık yakılmasına kadar birçok farklı işlem sonucunda doğaya cıva bırakılıyor. Küçük ölçekli altın madenciliği dünyadaki cıva kullanımının yüzde 37’sinden, vinil klorür üretimi ise yüzde 26’sından sorumlu. Çoğu zaman doğaya zarar verdiği için gündeme gelen altın, cıva kullanımında da başrolü oynuyor. Cıva, çıkarılan altınla birleşerek diğer madenlerden ayırıyor. Yakıldığında ise cıva buharlaşıyor geriye altın kalıyor. Havaya karışan cıva da solunum yoluyla yine insan ve diğer canlıları tehdit ediyor. Süslenme uğruna ağır bir bedel ödeniyor.

***

Bazı ülkelerde balık tüketimi tavsiyeleri

Büyük Britanya
Bazı ülkeler cıva konusunda tüketicileri özellikle de çocuk sahibi olmak isteyen kadınları ve hamileleri balık tüketimi konusunda uyarıyor. 16 yaşından küçük çocukların kılıçbalığı ve köpekbalığı yememeleri isteniyor. Yetişkinler için haftada bir porsiyonu geçmemeleri öneriliyor. Hamilelerin haftada dört konserve kutusundan fazla ton balığı tüketmemesi tavsiye ediliyor.

İspanya
Emziren ve hamile kadınların avcı, büyük balıkları yememesi, küçük çocukların da aynı şekilde cıva açısından riskli balıkları tüketmekten kaçınması isteniyor. Büyük çocukların tüketimlerinin de haftada 50 gramı geçmemesi öğütleniyor.

Fransa
Köpekbalığı, kılıçbalığı gibi cıva yoğunluğu yüksek balıkların, hamile ve emziren kadınlarla çocuklar tarafından yenmemesi isteniyor. Daha küçük ama riskli balıkların tüketimini de kadınlar da haftada 150, çocuklarda (30 aydan küçük) 60 gramla sınırlamaları isteniyor.

Hollanda
Hamile kalmaya çalışan ve hamile kadınların kılıçbalığı gibi büyük balıkların yanı sıra tatlı su levreği, turnabalığı, yılan balığı ve ton balığı gibi balıkları, taze ya da konserve, yememeleri tavsiye ediliyor.

Balık az mazot pahalı*

Dolar kuru nedeniyle artan mazot fiyatları balıkçıyı da vurdu. Balık sezonu durgun başladı.

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2018

Trol gemileri-Foto: O. Gurbuz
Geçen hafta WWF-Türkiye’nin küçük ölçekli balıkçılığı yaşatmak için bir yıldır sürdürdüğü çalışmaları yerinde izlemek üzere Foça’daydım. Düzenlenen çalıştayda, bakanlık temsilcileri, altı ayrı üniversiteden akademisyenler ve balıkçıların sorunlarını ve çözüm önerilerini dinleme şansım oldu. Foça Belediyesi’nin düzenlediği Kültür, Sanat ve Balıkçılık Festivali kapsamında düzenlenen bir başka panelde de Mersin (Erdemli), Antalya (Kaş) ve İzmir’den gelen balıkçıları dinledim. Dertleri çok; anlatmak, gündeme getirmek de bize düşüyor.

Sayıları 14 bini bulan küçük balıkçıların iki büyük sorunu var. Birisi, “şebeke” denen, yasaya, doğaya aldırış etmeden kaçak avcılık yapan balıkçılar. Cuma günü BirGün’de, “Denizde şebeke var” başlığıyla haberleştirdik. Okumadıysanız lütfen okuyun. Öyle bir şebekeden bahsediyoruz ki, sahil güvenliğin botunu takip etmek için limanı gören yerde ev tuttukları, içine diğer teknelere haber vermesi için adam koydurttukları bile söyleniyor.

Bakanlık durumu biliyor ama yaptırımlar yetersiz. Yasadışı avcılık yapan tekneyi yakalasa bile ceza kesip bırakıyor, tekne sahibi akşama kalmadan yeniden denize açılıyor. Yakalanan teknelerin imhası için yasal değişiklik hazır. Bu madde yasalaşırsa herkes etkili olacağından emin ancak daha önceki iki değişiklik taslağı geri dönmüş. Gizli bir güç, yasaya uyup, emeğiyle para kazanmaya ve aynı zamanda denizleri korumaya çalışan balıkçıyı rahatlatacak bu değişikliği istemiyor sanki. Tarım ve Orman Bakanlığı üstüne giderse önemli bir sorun ortadan kalkacak, biz bir kez daha yazıp ortak aklın isteğini iletelim.

İkinci sorun ise mazot fiyatları. Dolarla birlikte artmış. Sadece mazot mu? Kasa fiyatı, tekneden çalışan işçilerin ücreti… Foça Limanı’na gittiğinizde sezonun yeni başlamasına rağmen denize açılmamış onlarca tekne görüyorsunuz. Tekne sayısının çok, balığın az olduğunu söyleyen 35 yıllık balıkçı Latif Turgut Tekin, bir teknenin günlük mazot maliyetinin 2-3 bin lira arasında olduğuna dikkat çekiyor.

Balık halinde fiyatlar el yakıyor
Burçin Tekin-Foto: O. Gurbuz
Fotoğrafın tamamını görmek için Foça Balık Hali’ne de gittim. Balıkçı Burçin Tekin, bir ay önce 18 TL’ye aldığı balığı 26-28 TL’ya aldığından yakınıyor. Yemlerin ithal olması nedeniyle çiftlik balıklarının bile fiyatları artmış. Misafirlerine balık almaya çalışan Tuba Urhan da, “Bir hafta önce deniz levreğini 35 TL’ye aldım şimdi 50 TL. Fiyat böyle olunca ne yapacağımı şaşırdım” diye yakınıyor. İş sadece yem, mazot gibi maliyet kalemlerindeki artışla da bitmiyor. Balıkçının kilosu 20 TL’den sattığı barbun, aracılardan sonra tezgaha 50 TL’den çıkıyor. Küçük balıkçı, kendi ürününü satmanın yollarını arıyor.

Balık sezonu Foça’da açıldığı gibi kapanmışa benziyor. Balık fiyatları artmadıkça teknelerin denize açılması zor. Fiyatlar artarsa da alıcı bulmak iyice zorlaşacak. Görüldüğü üzere ekonomik krizin denize yansıması da farklı değil. Dalgalar üstümüze üstümüze geliyor. 

* Gazetedeki iki konulu yazının ilk konusu

Son balık tutulduğunda

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Temmuz 2018

Çevrecinin daniskaları bile Şef Seattle’a atfedilen şu sözü bilir: “Son ağaç kesildiğinde, son balık yakalandığında ve son nehir kirlendiğinde beyaz adam paranın yenmeyeceğini anlayacak”. Sorun da burada. Bizim kovboyların kafası karışık. Kendilerini yıllarca eziyet çektirilen Kızılderili sandıkları için bu toprakların “beyaz adamına” dönüştüklerinin farkında değiller. O yüzden jeton son balık tutulduğunda da düşmeyecek diye korkuyorum.


Yaşadıkları toprakları “paraya hücum” naralarıyla işgal etmeye çalışan kovboyların son bir birkaç haftada yaptıklarını hatırlatayım siz de bana hak vereceksiniz. Uğur Şahin’in geçen hafta BirGün’deki haberinde detaylarını okuduğumuz Türk Akımı faciası sürüyor. Rusya’dan gelen doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya götürecek boru hattı için Kıyıköy’ün Selvez Koyu feda ediliyor. Denizde balık yerine dozer, karada kuşlar yerine hafriyat kamyonları var. Sabah akşam bela okuduğumuz Avrupalı kovboylar gazsız kalmasın diye Türkiye’nin doğası feda ediliyor.

Selvez’in biraz üstünde benzerine nadiren rastlanan bir ekosistem var. İğneada Longoz Ormanları. Burası Milli Park ilan edilmiş ama yaz aylarında cipler park ediyor, bol bol “safari” yapıyorlar. Cipli kovboylar milli parkı halledemezse “b planı” da hazır. Nükleer santral için İğneada’nın adı geçiyor. Tek tek ağacı, balığı, nehri yok etmekle kim uğraşacak? Kısa yoldan “paranın yenmeyeceği” bölümüne geçmek için Trakya’nın kalbine ülke boyu nükleer piknik tüpü yerleştirmek istiyorlar.

Anadolu kovboylarının Trakya’nın öte yakasını da boş bırakmadığını söyleyelim. BOTAŞ Saros Körfezi’ne doğalgaz taşıyacak gemiler için liman yapmak istiyorlar. “Saros Körfezi, 144 çeşit balık, 78 tür deniz bitkisi ve 34 tür süngere ev sahipliği yapan, su altı zenginlikleri ile dolu ve sualtı etkinlikleri ile ilgilenenler için oldukça önemli bir bölge”. Son cümleyi ben yazmadım, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bilgisunar sayfasında yazıyor. Bizim kovboylar at üstünde ihaleden ihaleye koşturmaktan belli ki kendi yazdıklarını da okumuyor. Neyse ki bölgedeki Kızılderililer ayakta, Cuma günü halkın katılımı toplantısını yaptırmayıp, direnişe başlamış.

Başka bir balık merkezi de Sinop’ta. Oraya da malumunuz bir nükleer piknik tüpü siparişi verildi. Santral çalışmaya başlar başlamaz balıklar radyoaktif bereketten nasibini alıp, ekstra göz ve yüzgeçle soframıza gelecek. Ekmeğin tersine gramajı orası burası şiştiği için fiyatı da düşecek. Bizden başka kim yer o balığı? Çernobil’den biliyoruz; bizim kovboyumuz satamadığı radyasyonlu çayı, fındığı kendi halkına yedirir.

Anadolu kovboylarının Kızılderili topraklarını işgali sadece batıda olmuyor. Kars’ta baraj yapmışlar, suyu kesince balıklar havasız kalmış, ölmüş. Karadeniz’in el değmemiş ormanları yollarla bölünmüş. İşgalin lojistik ayağı tamamlansın diye ülkenin en uzun sahili Karadeniz Otoyolu’yla kullanılamaz hale getirilmiş. Ansiklopedilere Karadeniz’in Türkiye kısmı, “denizi olup giremeyen kovboyların ülkesi” diye geçecek. Kirlenen son nehri görmek isteyenlerin ilk adresi de bu gidişle Karadeniz olacak.

Memlekette “talana hücüm” haberi çok, yazsak her güne bir köşe yazısı çıkar ama biz işi karaya taşımadan burada bırakalım. Balık ve deniz meselesi çok ciddi. Yukarıda şen şakrak yazdığıma bakmayın…

Avrupa Çevre Ajansı Karadeniz’deki balık yığınlarının durumuna bakmış. Karadeniz’de sekiz balık yığınını incelemiş. Sekiz yığının hemen hemen hepsi, balıkçılık kaynaklı ölüm oranı ve üreme kapasiteleri açısından iyi çevresel şartlara (GES) sahip değil. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) de benzer bir uyarıda bulunuyor. Akdeniz ve Karadeniz bütün denizler içinde en sürdürülemez balık yığınlarına sahip. Yüzde 62’si bu durumda. Bu iki denizde, 2005 ila 2014 arasında yılda ortalama 1 milyon 421 ton balık avlanırken 2016’da bu rakam 1 milyon 236 bin tona düşmüş. Avlanan balık miktarı, sadece son bir yıl içinde (2015’ten 2016’ya) yüzde 5,9 oranında azalmış.

Anlayacağınız, radikal önlemler alınmazsa balık bitti kara göründü. Şef Seattle haklı mı değil mi herhalde ilk biz göreceğiz. Son balığın tutulmasına, son ağacın kesilmesine ve son nehrin kirlenmesine az kaldı.

Yaz geldi, yazar yoruldu. İzninizle yazılarıma iki hafta ara veriyorum.

Denizleri korumak için yeni bir anlaşma

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Aralık 2017 

Birleşmiş Milletler kırmızı alarm veren denizleri koruyacak bir anlaşmayı hayata geçirmeye hazırlanıyor. Denizlerin korunması genelde ülkelerin egemenlik alanlarıyla sınırlı ama bu alanlar asıl korunması gerekenin yanında devede kulak kalıyor. Açık denizler sahipsiz. Kimsenin egemenliğinde olmayan açık denizler deyince gezegenin yüzeyinin yarısından bahsediyoruz.

2020’ye kadar adına Açık Denizler Anlaşması denilen mutabakatın resmileşmesi bekleniyor. Kaybedecek vakit yok. Denizler sürekli kirleniyor, balık stokları tükeniyor ve deniz canlılarının nesli tehdit altında. Denizden geçimini sağlayan 350 milyon insanın geleceği de belirsiz. Denizle işim olmaz diye düşünmeyin, soluduğumuz oksijenin yüzde 50’si engin mavilik tarafından üretiliyor.

Durum ciddi. Balık stoklarının yüzde 61’i tamamen tükenmiş. Yüzde 29’u da fazlasıyla hırpalanmış. Toplayın, yüzde 90 ediyor. Milyonlarca insanın protein kaynağı balık stoklarının sadece yüzde 10’u iyi durumda. Bir yandan denizlerin içini boşaltıyoruz, öte yandan her gün tonlarca çöpü denizlere bırakıyoruz.

Yılda 300 milyon ton plastik üretiyoruz. Yarısı bir kez kullanıp attığımız plastik şişe ve bardak gibi, belki de 15 saniyede tüketip çöpe, sokağa bıraktığımız eşyalar. Üretilen plastiğin 8 milyon tonu da her yıl denizlere gidiyor. Her yıl 8 milyon ton plastik... Her birinin parçalara ayrılması (yok olması değil) yıllar alıyor. Parçalanan plastiklerin son durağı da balıkların, kuşların karnı oluyor. Onları öldürüyor. Bazılarını ise son defa aldığımız deniz ürünleriyle birlikte tabağımızda ve midemizde görüyoruz. Bizi de zehirliyor.

Günümüzde denizlerin sadece yüzde 3,4’ü koruma altında. Açık Denizler İttifakı adı altında bir araya  gelen 35 çevre örgütü, Deniz Koruma Alanları’nın artırılmasını ve bu rakamın yüzde 10’a çıkarılmasını istiyor.  Balık stoklarını yeniden canlandırmak için denizlerin yüzde 30’unda balık avlanmasının yasaklanmasını talep edenler de var.

Mesele ciddi. BM’de yeterli destek sağlanırsa, iklim değişikliğini durdurmak için ortaya çıkan Paris Anlaşması gibi bir anlaşmanın hayata geçmesi bekleniyor. 140 ülkenin desteğiyle müzakere sürecinin başlamasına karar verildi. Müzakereler olumlu sonuçlanırsa BM önümüzdeki iki yıl içinde dört toplantı yaparak anlaşma taslağını hazırlayacak. Sonu umarım Paris Anlaşması gibi olmaz. İşi hafife almadan, politikaya kurban edilmeden, denizlerin korunması için gerekli tüm tedbirlerin alınmasını sağlayan bir uluslararası mutabakat ortaya çıkar.  Denizler kurtulur.

İnsanın bencilliği, kapitalizm ve sorgusuz sualsiz endüstrileşmenin bedelini hem kendimize hem de hiç suçu olmayan canlılara ödetmekten vazgeçeriz. Mesele elbette sistem ama sistemi değiştirmeye çalışırken boş durmanın da alemi yok. Bugün elinize bir plastik şişe, plastik torba almadan önce bunları bir düşünün isterseniz. Çantanıza su dolu bir matara, alışveriş için bez torba koyarak sokağa çıkmak sevdiklerinizi zehirlemekten daha zor olmasa gerek. Bakkala, bir poğaçayı naylon torbaya koymaya çalışan simitçiye, “plastik istemiyorum” demenin keyfi bambaşka. Yeni yıl kararı arayanlara hararetle tavsiye ederim.

Herkese, düşüncelerimize, yaşam tarzımıza ket vurulmayan özgür bir yıl dilerim.

Balığın diğer yüzü

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ekim 2013

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre Türkiye’de kişi başına düşen balık tüketimi 7,8 kilogram. Dünya ortalaması 17 kilogramın üstünde. Gelişmiş ülkelerde bu rakam 30 kiloya yaklaşıyor. Bu demek değil ki her ülke gelişmiş ülkeler kadar balık tüketmeli. İzlandalılar bizden daha fazla, yılda 91 kilo balık tüketiyor diye ortalığı birbirine katmanın âlemi yok. Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olduğu için tüketim miktarını arttırılabilir ama önemli olan ne kadardan çok nasıl tükettiğiniz. Dengeli beslenip beslenmediğiniz. Bir de işin çevre boyutu var. İzlandalılar kadar balık tüketeceğim diye denizde ne var ne yok talan etmenin de anlamı yok. Bugün balık var, yarın da olmalı.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Yavaş Balık (Slow Fish) konferansının bugün dördüncü ve son günü. Balıkçılar, akademisyenler, Lüfer Koruma Timi; konuyla ilgili herkes orada… Sorunun bir ayağı azalan balık stokları. Denizlerin kirlenmesi, iklim değişikliği, aşırı ve bilinçsiz avlanma yüzünden birçok tür tehlike altında. Prof. Ertuğ Düzgüneş, denizlerin dünyanın ortak malı olduğuna dikkat çekiyor ve sorunun çözümü için cesur kararlar alınmalı, “Bazı türler için bir yıl av yasağı yetmiyorsa beş yıl avlanma yasağı getirilebilir” diyor. Balıkçıların çoğunluğunun yasak fikrine sıcak bakmadığını bilmem söylemeye gerek var mı? Fakat durum ciddi. Kolyos, Torik, Orkinos, Kırlangıç, Mavruşgil, Kupez, Çaça ve Karadeniz Sahil Yolu inşaatı nedeniyle yaşam alanları yok edilen kaya balıkları artık denizden çıkmıyor. Düzgüneş, “Bu durum devam ederse, Kızılderili reisin dediği gibi son balığı avlayacağız ve paranın yenmeyeceğini anlayacağız” diyor.

Bir de balık sorununun öteki yüzüne bakmalı. Tarım Bakanlığı’nın da desteklediği bir araştırmada Prof. Hasan Güngör, Dr. Mustafa Zengin ve Yrd. Doç. Günay Güngör, Marmara’daki balıkçıların çalışma ve yaşam koşullarını incelemiş. Yedi ilde 258 balıkçı teknesinin personeli ve sahibiyle konuşmuşlar. Teknelerde çalışan tayfaların durumu içler acısı, gelirleri avlanan balık miktarına bağlı. Satışın yarısı yakıt ve paketleme gibi giderlere gidiyor, kalanı tayfa arasında yaptıkları işlere göre paylaşılıyor. Yapılan anket gösteriyor ki, tayfaların yüzde 46’sı yılda 3 ila 6 bin lira arasında bir para kazanıyor. Bu yüzden de av yasağının olduğu yılın yarısında ek iş yapanlar var. Tarlada çalışıyorlar, çatı tamir ediyorlar ama bunu yapabilenlerin oranı da yüzde 40’ı geçmiyor.

Balıkçıların yüzde 60’ının başka bir geliri yok. Yüzde 41’inin evinde bakmak zorunda olduğu dört kişi var. Yarısı ilkokul mezunu ve yüzde 68’i 40 yaşın altında. Yüzde 70’i başka bir iş bulamadığı ya da elinden başka bir iş gelmediği için balıkçılık yaptığını söylüyor. Kısaca, teknede çalışan balıkçılar av sezonunda ne kadar çok avlarlarsa o kadar çok para kazanıyor. Bu durum, kaçak ve aşırı avlanmayı teşvik ediyor olabilir ancak tek nedenin bu olduğunu sanmıyorum. Tekne sahiplerinin durumu tayfadan daha farklı. Eğer 26 metreden büyük bir tekneye sahipseniz aylık geliriniz, tüm masrafları düştükten sonra 49 ila 81 bin TL arasında değişiyor. Paylaşım konusunda güverteyle kaptan köşkü arasında bir balina kadar fark var.

Türkiye’de av yasağı ve balıkçılık yapan tekne sayısının azaltılması gündeme geldiğinde itirazlar yükseliyor. Çoğu karada, 2 milyon 500 bin kişi, geçimini bu sektörden karşılıyor. “Avlanamazsın” dediğin kişiye iş bulmalı, başka iş sahaları göstermeli. Evet, ama kime? Yılda 6 bin lira kazanan tayfaya mı yoksa sayıları yüzlerle ifade edilebilecek tekne sahiplerine mi? Balıkçılığın daha kontrollü yapılmasının önünde kim duruyor? Bu sorunun yanıtını bilirsek çözüme daha kolay ulaşırız.

***
Mimar ve gazeteci Oktay Ekinci’yi geçen hafta yitirdik. Daha iyi bir çevre, planlı ve yaşanabilir kentler için tüm hayatı boyunca uğraştı. Kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam edeceğim. Yazıları ve eserleri bizlere yol gösterecek.  

Hamsinin kafası

Özgür Gürbüz-Birgün/5 Şubat 2012

İstanbul'daki Rumelikavağı Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ahmet Aslan'ın bir başka balıkçı tarafından kurşunlanması, Türkiye'nin garip ve saçmalıklarla dolu gündeminde kendisine birkaç gün de olsa yer bulabildi. Mahkemece kesinleşmemiş iddialara göre Ahmet Aslan, trolle avlanan bir balıkçıyı uyardığı için kurşunlandı ve sol gözünü kaybetti. Gazete ve televizyonlar olaya birkaç gün ilgi gösterdi. Daha sonra gereksiz muhabbetlerimize geri döndük. Başbakan'ın yazar Paul Auster'a ne dediğini her kanalda en az 10 defa dinledik. Paul Auster'a laf yetiştirmek için vakit bulabilen Başbakanımız bu hafta da balık mafyası, bireysel silahlanma, otopark mafyası, kaçak tersane, sigortasız işçi, genleri değiştirilmiş gıdalar ve bunun gibi hayat memat meselelerine dair kayda değer bir şey söylemedi. Üçüncü dünya ülkelerinin liderleri bile artık böyle değil. Dindar olsan ne yazar, çocukları umreye göndersen neye yarar? Balık bitti, kel göründü...

Gelelim asıl meselemize. Dünyadaki balık rezervlerinin yüzde 80'i ya yok oldu ya da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Geri kalan yüzde 20'lik bölüm, şimdilik, aşırı avlanmadan uzak ve balıkların yeniden üremesine imkân veriyor. Sadece yüzde 20'sinde!

Akdeniz'de aşırı avlanma yüzde 82

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'ne (FAO) göre 2009 yılında dünyada balık üretimi 145 milyon tonu geçecek. Bu rakamın 55,1 milyon tonu yetiştiriliyor. Geri kalan 90 milyon tonu ise avlanıyor. Rezervlerin yüzde 80'i tehlike altında olunca fabrikasyon üretimin yolu açılıyor. Yüzde 80’i için tehlike altında dediğime bakmayın, bir bölümü çoktan yok oldu, bitti. Halihazırda dünyadaki balık rezervlerinin yüzde 28'i tükenmiş veya tükenmeye çok yakın rezerv konumunda. Yüzde 52'sinde ise avlanma sürdürülebilirlik sınırlarını zorluyor. Bizim buralarda, Akdeniz'de, aşırı avlanma oranı ise yüzde 82. Ölmüşüz ama ağlayanımız yok.

Çevre açısından baktığımızda durum tam bir facia. Tüketim toplumu ve beraberinde öğretilen para hırsı, insanın geleceği ve diğer canlıları düşünmeden doğanın dengesini bozmasına neden oluyor. Sadece balıkçılıkta değil her yerde karşımıza çıkan bir sorun bu. İnsanların bir yıl içinde tükettiği doğal kaynakları ve bıraktıkları atıkların yükünün doğa tarafından sindirilmesi için gezegenin 1,5 yıla ihtiyacı var. Yani, şu andaki yaşam tarzımızla her yıl 1,5 dünyanın sağlayabileceği doğal kaynağı tüketiyoruz; açıkçası cepten yiyoruz.

Sofralarımıza gelen balıkların 100 milyon tonu denizlerden, 45 milyon tonu ise iç sulardan geliyor. Yakalanan balıkların yüzde 80'ini insanlar yiyor. Geri kalanı ise hayvan yemi ve balık yağı üretimi için kullanılıyor. Hayvansal protein talebinin karşılanmasında gelişme yönündeki ülkelerde balığın rolü büyük. Kuzey ve Orta Amerika'da hayvansal protein talebinin yüzde 7,6'sı, Avrupa'da yüzde 11'i, Afrika'da yüzde 19'u ve Asya'da yüzde 21'i balıktan karşılanıyor.

Balıkçılıktan geçinenlerin çoğu kadın
İşin bir de sosyal boyutu var. Balıkçılık, avcılıktan işlenmesine kadar dünyada toplam 170 milyon kişiye iş sağlıyor. Bunların yarısından fazlası ise kadın. Avcılıkta değil ama işleme kısmında hep onlar var. Balık stoklarının tükenmesi, iş bulma şansı erkeklerden daha az olan kadınların hayatlarını daha fazla etkileyecek. Balıkçıların yüzde 85'i de Asya'da. Balık bittikçe, işsizlik ve yoksulluk artacak. Stokların azalması, balık fiyatlarının artmasına neden olacak ve mafyanın ilgisini bu alana daha fazla çekecek. Türkiye'de olduğu gibi şiddet olayları artacak.

Biliyorum ciddi yasal önlemler alınmaz, kontroller arttırılmazsa bu yazı trolcüleri durdurmaya yetmeyecek. Onlar avlar ama satamazlarsa, yani siz almazsanız iş değişir. Çocuklarımız balık görebilsin diye gözünü feda eden balıkçı sizi çinekop yemekten alıkoyamıyorsa bir de şu yazacaklarımı okuyun. 2008 yılında Sabah gazetesinde çalışırken özel bir haber hazırlamıştım. İstanbul’un tanınmış dört suşi restoranından aldığımız örnekleri İstanbul Üniversitesi İleri Analizler Laboratuarı’nda kontrol ettirmiştik. Suşi yapımında kullanılan ton balıklarının üçünde beklenen değerlerin üstünde arsenik, birinde ise balıklarda kabul edilebilir miktarın altı katından fazla cıva tespit edilmişti. Nedeni her gün denize bıraktığımız milyonlarca ton atık. Belki bu, “gelecek kuşaklardan bana ne” diyenleri biraz olsun düşündürür.

Hamsinin kafası
Bu kadar karamsarlık yeter, yazıya bir fıkra ile nokta koyalım. Bizim balıkçı Temel bir gün trene binmiş karşısına da bir Kayserili oturmuş. Bir süre sonra Temel çantasından bir paket hamsi çıkarmış ve yemeye başlamış. Kayserili dayanamamış, Temel'e “Parası neyse vereyim biraz da bana hamsi ver” demiş. Temel kabul etmiş ama hamsiler de çok değil. “Bak, bu balığın en yararlı tarafı kafasıdır, zihni açar. Ver bana 100 lira kafalarını sana vereyim” diye teklifte bulunmuş. Kayserili kabul etmiş, etmiş ama bir süre sonra kazık yediğini de anlamış ve Temel'e çıkışmış. Temel hemen yanıtlamış: “Uy gözünü sevdiğimin hamsisi, nasıl da çalıştırdı kafanı”.

Ey bu gidişata dur demeyenler. Yakında değil balığın kafası, kılçığını zor bulacaksınız. O zaman kafayı çalıştırsanız da boş, çalıştırmasanız da...